İDEOLOJİK SAVAŞ VE FUKUYAMA’NIN SÖZDE YENİ TEORİSİ ‘TARİHİN SONU’ ÜZERİNE
SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde bürokratik ve revizyonist rejimlerin çöküşünden ve Batılı kapitalist kulübe iltihak etmelerinden bu yana, bu ideolojik yıkıma bir teorik çerçeve bulmak amacıyla büyük bir “araştırma”, “inceleme” dalgası başladı. Hepsi de, “komünizmin ölümünü”, liberal modelin itirazsız “nihai zaferini” ilan ediyorlardı. Amerikan yönetiminin üst katmanları, emperyalist egemenliklerine ideolojik bir dayanak yaratmak, düşünce biçimlerini, ekonomik, sosyal, politik ve kültürel tercihlerini empoze edebilmek için bu fırsatı kaçırmadılar. Kendi sistemlerinin evrensel ve en mükemmel olduğunu, insanlığın yarattığı ve tarihin sonu için seçtiği en ileri biçim olduğunu öne sürdüler.
Bu “ideolojik ekoller” ve “yeni teoriler” dalgasının başını çekenlerden biri de Fukuyama’dır. Japon asıllı bu Amerikalı, Dışişleri Bakanlığı’nda Amerikan Planlama Servisi Genel Direktör Yardımcısı olarak çalışıyor, stratejik araştırmalar konusunda uzman bir enstitü olan “Rand corporation’un önemli bir üyesi ve Chicago Üniversitesi’ndeki “Olin Center”da konferans görevlisidir. Fukuyama, 1989 yılında bu merkezde verdiği ve daha sonra “National Interest” adlı dergide yayınlanan “Tarihin Sonu” başlıklı konferanstan önce, bir teorisyen ya da filozof olarak kimsenin tanımadığı bir şahıstı. Anılan konferanstan itibaren ise, medya tarafından meşhur bir yıldız, ideolojik ve teorik alanda olay yaratan adam katına çıkarılmış bulunuyor.
Kendisine yüklenen misyonu layıkıyla yerine getiriyor, üst üste mülakatlar veriyor ve son alarak da geçen yıl “Tarihin Sonu ve Son Adam”(1) adlı bir de kitap yayınladı. Bu kitapta, başta ileri sürdüğü tezleri daha geniş bir tarzda yeniden ele alıyor. Kitap, ABD, Fransa, İngiltere, İtalya ve Almanya’da aynı anda yayınlandı. Fukuyama’nın teorisi çok hızlı bir şekilde yaygınlaşarak birçok ülkede araştırmalara konu oldu. Onunkinden daha az yeni olmayan “Tarihin hızlanması” teorisini(2) ortaya atan Fransız akademisyenlerinin örneğinde olduğu gibi, karşı tepkiler de gelişti. Bütün bu yeni “buluşlar”, kısa sürede Arap ülkelerinde de yankı yarattı.
Anti komünistlikleriyle tanınan dergi ve gazeteler, sözü edilen teorileri yayınlama ve propagandasını yaygınlaştırma görevini gönüllü olarak üstlendiler. Peki nedir bu “Tarihin Sonu” teorisinin içeriği? Bunca propagandanın hedefi nedir? İnsanlık gerçekten Batılı kapitalizmin egemenliği altında yaşamaya ebediyen mahkum mu olmuştur? Fukuyama’nın tezlerinin ve bazı konuşmalarının tahlilinden hareketle, başka şeylerin yanı sıra bu sorulara yanıt vermeye çalışacağız.
“TARİHİN SONU” TEORİSİNİN GERÇEK İÇERİĞİ
1) Liberalizmle birlikte insanlığın ideolojik evriminin sonu.
Dayanak: Hegel ve idealist felsefe.
Fukuyama makalesinde, bugüne kadar soğuk savaşın bitişi üzerine yazılanların hep yüzeysel kaldığını, sorunun özüne inilmediğini, olayın derin, tarihsel anlamı üzerinde durulmadığını yazıyor. Böyle olunca, gerekli ve uygun sonuçların da çıkarılamadığını, kendisinin bu misyonu yüklendiğini (!) belirtiyor ve şöyle devam ediyor: “Tanıklık ettiğimiz şey, sadece soğuk savaşın bitişi ya da savaş sonrası tarihin özel bir evresine geçiş değil, bizzat tarihin sonudur. Yani insanlığın evriminin son noktasına ulaşması ve insanın yönetilmesinin nihai biçimi olarak Batılı liberal demokrasinin evrenselleşmesidir. Bu, bundan sonra da olayların meydana gelmeyeceği ve dış ilişkileri konu alan gazetelerin sayfalarını doldurmayacağı anlamına gelmez.
Liberalizmin zaferi, ilkin fikirler ve bilinç alanında yaşandı, ama gerçek yaşamda hâlâ tamamlanmış değildir. Buna karşın, çok etkili bazı faktörler bizi, bu idealin çok uzun bir süre dünyayı egemenlik altında tutacağına inanmaya itiyor.”
Fukuyama’nın Doğu Bloku’nun çöküşünden çıkardığı asıl görüş şudur: Batılı liberalizmin zaferi, tarihin gelecekteki tek rolünün bu zaferi genelleştirmek olduğu ve alternatif olabilecek başka bütünlüklü herhangi bir görüş ya da teorinin ortaya çıkamayacağına kesin inanç. Öte yandan Fukuyama’nın bizzat kendisi, bu teoriyi üretme şerefinin kendisine ait olmadığını, idealist felsefenin babası Hegel’den ödünç aldığını ve bugünün koşullarına uyarladığını belirtiyor.
Hegel, idealist bir düşünür olarak gerçek dünyanın (maddenin), manevi dünya üzerindeki önceliğini kabul etmez. O; fikirlerin, somut gerçekliğin gelişiminin insan beynindeki yansımaları olduğunu göremiyordu. Aksine, gerçek dünyanın, toplum ve doğa öncesi bir fikrin (mutlak ide) illüstrasyonundan ibaret olduğunu zannetmekteydi. Bu nedenle de Hegel’e göre, doğanın ve toplumun tarihi, tanrının bir başka adlandırılış biçimi olan ‘mutlak ide’nin kutsanması operasyonundan başka bir şey değildir.
Hegel bu bakış açısından hareketle, Fransız devriminin ilkeleri üzerinde kurulan burjuva liberal devletin, “ebedi özgürlük” fikrinin gerçek yaşamdaki bir illüstrasyonundan başka bir şey olmadığını iddia etmekte ve bu devrim sayesinde ide (tinsel) ile gerçek (madde) arasındaki uyumun sağlandığını, “tarihin esasta sona erdiğini” ve yapılması gerekenin, bu esasın uygulamasını evrensel plana taşımak olduğunu söylüyordu. Ona göre, Napoléon’un 1806 İena(3) zaferi, Fransız devriminin fikirlerinin ve “eşitlik”, “özgürlük” ilkelerini gerçekleştirecek devletin zaferi idi.
Fukuyama “tarihin sonu” üzerine Hegelci anlayışa sarılarak, Hegel’in 1806’da söylediklerinin doğruluğunu kanıtlamaya, ve 1789 Fransız Devrimi’nden sonra liberal düşünceyi aşmak doğrultusundaki bütün çabaların (özel olarak da Marksizmin) insan düşüncesi ve ruhunun “normal evrimi sürecinden sapmalar” olduğu sonucuna varmaya çalışıyor.
Fukuyama şöyle devam ediyor: “Tarih sorunu Fransız Devrimi ile birlikte bir sonuca bağlanmıştır. Bu nedenledir ki, onu izleyen iki yüz yılda bu devrimin ilkeleri ne politik, ne de felsefi planda aşılamamıştır. Daha sonraki süreçte yaşanan tarihsel olaylar, bu devrimin değişik sonuçlarıdır. Çağımızı sarsan önemli alternatifler olarak doğan faşism ve komünizm de Fransız Devrimi’nin ilkelerini aşamamışlardır. Yenilgileri, ‘liberal demokrasi’olayı saflarındaki sapmalarını ortaya koymaktadır.”
Fukuyama öte yandan, Hegel’in 20. yüzyıldaki talebelerinden, Fransa’daki Rus göçmeni ve tarihin sonunu ve modern liberal devleti ifade etmek üzere, “evrensel ve uyumlu devlet” anlayışının savunucusu Alexandre Kogev’e sığınıyor. Kogev’in sözünü ettiği ve liberal değerleri evrensel planda gerçekleştirmek olan bu devlet, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’da kuruldu. Fukuyama bu konuda şunları söylüyor: “Kogev'e ve gerçek Hegelcilere göre, tarihin derin ve esaslı sürecinin anlaşılması, bilincin ve fikirlerin gelişimini önkoşar. Zira bilinç, dünyayı kesin olarak kendi imajına dönüştürecektir. Tarihin 1806’da son aşamasına vardığını söylemek, (bazı rejimler henüz kendi ideallerini tam olarak uygulayamasalar bile), insanlığın ideolojik evriminin Fransız ve Amerikan devrimleriyle sonuçlandığını söylemek anlamına gelir. Bu ideallerin teorik doğruluğu mutlaktır ve aşılamazlar.”
Savaş sonrası Avrupa kuşağının yaklaşımlarının bütün dünyada kabul görmemiş olması, Kogev’in fikirlerinin önemini azaltmıyor. İdeolojik gelişim süreci, olgularda sona vardığında, bu, maddi dünyanın bütün ülkelerinde “evrensel ve uyumlu devletin” zaferi anlamına gelecektir.
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ:
“TARİHİN SONU DEVLETİ”NİN BİR İLLÜSTRASYONU
Bilinçli okuyucu açısından Fukuyama’nın burada öne çıkardığı “evrensel ve uyumlu devlet” projesinin bayraktarlığını kimin yaptığı bir sır değildir. “Hegel’in fikirlerinin pratik uygulamasının en mükemmel örneğinin” Amerika Birleşik Devletleri olduğuna kuşku yoktur. Üstelik bu devlet, “komünist kampa karşı” mücadelenin başında bulunmuş ve liberalizm fikrinin “zaferine” damgasını vurmuştu. Diğer devletlerin rolü ise, sadece bu mücadeleye katılmak, katkıda bulunmakla sınırlı kalmıştır. Fukuyama’ya göre, sadece Japonya ayrı, özel bir yer tutmuş, “ABD’yi izleyerek, uluslararası bir tüketim kültürünün oluşmasını sağlamıştır. Bu kültür, evrensel devletin sadece sembolü olmakla kalmamış, aynı zamanda ona dayanaklık da etmiştir.” Bu tüketim kültürünün, pazar ekonomisi ve liberal demokrasi ile tamamlanması ise, en doğal olanıdır. Hegel’in öne sürdüğü tarihin sonu fikrinin ve evrensel devletin bugünkü üç temel dayanağı; tüketim kültürü, pazar ekonomisi ve liberal demokrasidir. Peki, kapitalizm lehine gerçekleşen bu gelişmeler, çağımızın çelişmelerini ortadan kaldırmış mıdır? Liberal burjuva devletlerinde, sözde “evrensel ve uyumlu devlet”te artık bu çelişmelere yer yok mudur?
Bu soruyu Fukuyama’nın yanıtı “evet”tir. Çünkü ona göre, kendisine değer verilmesi arayışında olan insan, bütün istemlerinin, maddi ve manevi özlemlerinin, gerçekleşmekte olduğunu görmekte ve mevcut yasalara gönüllü olarak boyun eğmektedir. Fukuyama da, kendi önceli idealistler gibi, tarihi döndüren çarkın, insana değer verilmesi ve kendinden hoşnutluk olduğunu ileri sürmektedir. Yani insan sadece, başkaları ona layık olduğu değeri versin diye savaşır, mücadele eder, sever ve kin duyar, nefret eder, çalışır ve üretir. Ve liberal devlette, insanlar özlemlerini gerçekleştirme imkanı bulduklarına göre, başkalarıyla çatışmak için hiçbir neden kalmaz. “Önemli sorunlar üzerine artık ne mücadele, ne de çatışma olacaktır. Dolayısıyla, generallere ve devlet adamlarına artık ihtiyaç kalmayacaktır. Ayakta kalan ve sürecek olan ise, temel ekonomik aktivitedir.” Fukuyama şöyle sürdürüyor sözlerini: “Başka şeylerin yanı sıra Kogev’in işaret ettiği gibi, Batı’da sınıf sorunu başarıyla çözümlenmiştir.” Batı denirken, burada kastedilen, özel olarak ABD’dir. “Eşitlik ilkesi, özünde Marx’ın talep ettiği sınıfsız toplumun gerçekleştirilmesi anlamına geliyor.” Buna rağmen eğer hâlâ bir eşitsizlik sürüyorsa, bunun yürürlükteki toplumsal ve hukuksal yapıyla bir alakası yoktur. Amerikalı zencilerin sefaleti, liberalizmin ürünü değil; köleliğin ortadan kaldırılmasının üzerinden çok uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen hâlâ sürmekte olan “kölecilik ve ırkçılığın mirasıdır.” Fukuyama, bu bakış açısıyla yaklaşarak Amerikan toplumunu, eşitliğin ve vatandaşların maddi-manevi gereksinimlerinin karşılandığı örnek toplum olarak sunmaktadır. Ve toplumda sürmekte olan önemli bazı sorunların sorumluluğundan kapitalizmi azade tutmaktadır.
BATILI DEVLETLER SADECE BİR SAVUNMA SAVAŞI YÜRÜTTÜLER.
EVRENSEL VE UYUMLU DEVLETİN BAĞRINDAKİ ÇELİŞMELER, BARIŞÇIL YOLLARLA ÇÖZÜMLENECEKTİR.
Devletler arasındaki bütün problemler, ABD’nin şahsında temsil olunan evrensel ve uyumlu devletin egemenliği altında ve barışçı yollarla çözümlenecektir. Tarihin itici gücü, ne politik ne de başka bir karakterli değil, ekonomik rekabettir. (Sanki daha önceki savaşların kaynağında hammadde, pazar ve yatırım alanları arayışı gibi ekonomik nedenler yokmuş, ya da farklı tekellerin ve emperyalist devletlerin çıkarları uyuşabilir, barış içerisinde bir arada bulunabilirmiş gibi..!)
Fukuyama, saldırı ve hegemonya amacıyla silah depolanmasına ve militarist eğilime de bir kılıf buluyor: “Batılı gelişmiş devletlerin, dünya çapındaki komünist tehlikeye karşı, kendi otoritelerini devam ettirmek maksadıyla oluşturdukları savunma(!) sistemlerini korumaya devam ettikleri doğrudur. Fakat hiç ortaya çıkmayabilecek olan bu tutum, açık yayılmacı bir ideolojiyi benimsemiş devletlerden gelen dış tehlikenin neticesidir.” Batılıların gözüne, kuzuların ya da çocukların masumluğu ne güzel de yakışıyor! Eğer aralarından birinin tepesinde boynuz varsa, bunun başlıca sebebi ancak öz savunma güdüsü olabilir! Bütün saldırı savaşlarının, hegemonya tehditlerinin, bugün de artarak sürmekte olan yayılmacılığın, zayıf ülke ve halklar üzerindeki yağma ve sömürünün nedeni, “öldüğü ve bir daha asla geri gelmemek üzere süpürüldüğü” söylenen “komünist tehlike”dir! Peki bugün hâlâ sürmekte olan silahlanma yarışı neyle açıklanabilir?
Fukuyama’ya göre “liberal devlet”, iki totaliter ideoloji olan komünizm ve faşizm üzerindeki zaferinden sonra, artık ciddi tehlikelerle karşı karşıya değildir. (Burada komünizm ve faşizmi aynı kefeye koyarak ve kapitalizmi, kendi ürünü olan faşizmin sorumluluğundan sıyırarak kafa karışıklığı yaratmaya yönelik bilinçli çabaya dikkat edilsin.) İdeologumuza göre, bazı sorunlar çıksa bile, bunlar hem sınırlı olacak ve hem de burjuva liberal devleti ve muzaffer ideolojisini tehdit eder nitelikte olmayacaktır. Söylediklerine kanıt olarak da iki örnek veriyor: Din ve milliyetçilik. İslâm dinini ise, çağımızda liberalizme ve komünizme karşı teokratik bir devlet alternatifi sunan tek din olarak ele alıyor ve ciddi tehlike teşkil ettiğini söylüyor. “Fakat bu dinin Müslümanlar haricinde başkalarını da etkileyerek, evrensel bir etkinlik düzeyine çıkabileceğini hayal etmek zordur. Ulusal hareketlere gelince, hiçbirisinin başka bir grup veya halk karşısında bağımsızlığını elde etmek gibi olumsuz bir istek dışında, politik bir programları, ekonomik ve toplumsal organizasyona dair ciddi bir projeleri yoktur. Bu nedenle de kendi istemlerine yanıt verebilecek bir programla ortaya çıkan şu veya bu ideolojiye meyil gösterebilirler. Ulusal ve milliyetçi hareketler, liberal toplum için bir kriz kaynağı olmakla birlikte, bu krizler liberalizmin dışına çıkılacağının değil, onun aşılamadığının göstergesidir.”
Fukuyama, geçen yüzyıldan bu yana sömürücü ve sömürgeci güçlere karşı gerçekleşen tüm ulusal ve sosyal devrimleri bir kalem darbesiyle silmiş oluyor. O, bu devrimleri birer yanılgı ve tarihsel gidişata aykırı eylemler olarak görüyor: “Günümüzde, bütün dünyanın 1806’dan bu yana değişmeden kalan toplumsal ve politik organizasyonun temel prensiplerini kabul ettiği görülüyor. O tarihten bu yana gerçekleşen bütün devrimler, liberalizmi aşma iddiasındaki ideolojilerin bayrağı altında gerçekleşti. Ancak, bütün bu iddialar hayat tarafından yalanlandı.”
DÜNYA İKİ PARÇAYA BÖLÜNMÜŞTÜR:
TARİHİ TEMSİL EDEN ÜLKELER VE TARİHİN SONUNU TEMSİL EDENLER.
Fukuyama dünya ülkelerini, tarihsel ve post-tarihsel olmak üzere ikiye ayırıyor. İçerisinde üçüncü dünya ülkelerinin de bulunduğu ilk kategoride yer alanlar, “tarih içinde birbirleriyle yarışıyorlar ve daha uzun bir süre savaşlar için uygun zemini oluşturuyorlar. ‘Tarihin sonu’nu temsil eden ülkelere ulaşmaktan başka bir gelecekleri de yoktur. Ancak, olanaksızlıklar ve ‘tarih sonu’ ülkelerinin geçirdikleri sürecin tekrarlanması için gerekli zaman dikkate alındığında, bu hedefe ulaşmanın neredeyse imkansız olduğu görülüyor. Üçüncü dünya ülkeleri ise, şiddetle ya da barışçıl biçimde aşmak zorunda oldukları zor bir durumdan geçiyorlar. Şiddet onları içten kemirecek ve liberal demokrasiye geçiş şanslarını azaltacaktır. Gerçekte yerleşmemiş demokratik kurum ve geleneklerin yokluğuyla malul bu ülkelerde, barışçıl yöntemlerin ise başarı imkanı yoktur” İkinci grupta yer alanlar ise liderliğini ABD’nin yaptığı Batılı ülkelerdir. Bu ülkeler, iç çatışma ve mücadeleleri aşmış, istikrar ve ilerlemeyi sağlamış ve “post-tarihsel” döneme girmiş olanlardır. Rusya, Çin gibi ülkelerin bu birinci gruba dahil olma şansları vardır. İki grup arasındaki ilişkiye gelince, çatışmalı olma ihtimali yüksektir. Fukuyama, bir gruptakilerin bağımsızlık, diğerlerinin ise hegemonya emellerinden kaynaklanabilecek muhtemel çatışmanın nedenlerini ise es geçiyor.
Fukuyama, insanlığın geleceğinin resmini ABD’nin egemenliği altında böylece çizdikten sonra; “cesaret, kararlılık ve hayal gücü gerektiren ideolojik mücadelelerin yerini, ekonomik hesapların almasına” ise timsah gözyaşları dökmekten de geri kalmıyor. Tarihe ve ideolojik savaşlara, “huzursuzluk” ve “sıkıntı” haricinde başka bir nedenle geri dönülebileceğine ihtimal vermiyor: “Kimbilir! Belki de tarih sonu dönemin sıkıntıları, tarihin bir kez daha canlanmasına neden olabilir!”
“TARİHİN SONU“ ANLAYIŞININ AKTÜEL DEĞERİ NEDİR?
İlerlemeden korkan sınıfların dayanağı idealizm ve metafiziktir. Fukuyama, Amerikan emperyalizminin geleceğini kurtarmayı planlamaktadır.
Amerikan Planlama Servisi’nin genel direktör yardımcısını teori ve felsefe sorunları ile meşgul olmaya iten nedir? Onu, idealist felsefenin üzerine birikmiş bazı eski tozları silkelemeye zorlayan sebep nedir? Ve neden şimdi?
İlkin, fikrin asla insan gruplarının sosyo-ekonomik aktiviteleriyle ahenksizlik içerisinde olmadığı ve olamayacağı temel gerçeğini hatırlamakta fayda var. Kişi farkında olsun ya da olmasın, her düşüncenin ardında bir sınıf çıkarı ve bakış açısı vardır. Bu, “düşüncenin kendinden menkul olduğunu” sananlar için geçerli olduğu gibi, ulusal ve uluslararası planda kendi ülkesinin pratik ve politik faaliyetinin tümüyle içinde olan, Amerikan Planlama Servisi genel direktör yardımcısı için haydi haydi geçerlidir. Fukuyama, Amerikan emperyalizminin geleceğinin ve hegemonyasını garantileyecek araçların planlayıcısı ve akıl hocasıdır. Felsefi “hazinesi” ile hazırlamış olduğu rapor, herhangi bir düşünce akımı, bir dönem ya da bir olguya dair objektif gerçekleri inceleyen bir araştırma raporu değildir. Aksine, var olan teorik anlayışlar ve düşünceler içerisinde, hegemonyanın ideolojik dayanaklarını “mantık” ve “mutlak gerçek” çerçevesinde bulmayı hedefleyen, seçmeci ve maksatlı bir rapordur
Bugünkü uluslararası gerçekler, daha doğrusu Amerikan emperyalizminin çıkarları, teorisyenimizi Hegel’e Nietzsche, Platon gibi idealistlere sığınmaya zorluyor. ABD Dışişleri Bakanlığı’nı da bu yüzyılın sonunda Hegelciliğe iten aynı çıkarlardır. Fukuyama’ya, gerçek durumdan bağımsız, kendinden menkul bir aktivitenin düşüncesiyle donandığını ve bu aktivitenin belirli bir noktada (liberalizm düşüncesi) durduğunu ilan etme olanağını, ancak böyle bir felsefe tanıyabilir. Ve diğer saçmalıklarının yanı sıra, bunun; insanın gelişiminin ve mutlak gerçeğin son sınırı olduğunu, yapılması gerekenin ise, liberal düşünceyi, gerçek yaşamla tam uyumlu duruma gelinceye kadar yaygınlaştırmak ve uygulamak olduğunu iddia ediyor.
Bu felsefenin bilim ve tarih dışı karakteri Fukuyama’ya, gerçeği, öngörülmüş bir idenin basit bir uygulaması olarak görme ve tarihin liberal düşünceye boyun eğmeye devam ettiğini, global ve temel nitelikte yeni düşünceleri ortaya çıkarma kapasitesinden yoksun olduğunu iddia etme imkanı tanımaktadır. Düşüncenin haraketi ile gerçeğin hareketi arasındaki kopukluk ve ikincisini birincisine tabi kılma girişimi, gerçeğim sürekli ilerleyişinden korkan sınıflar açısından idealist ve metafizik felsefenin her zaman dayanağını, temelini oluşturmuştur. Emekçi sınıflara karşı uyguladıkları sömürü ve kölelik ilişkisini “açıklama” gerekçeleri sunmuştur. Bu felsefenin nihai hedefi, yoksulluk ve zenginliğin, toplumun bir bölümünün başka bir bölümü tarafından sömürülmesinin, insan gruplarının yaşamındaki doğal ve mutlak bir yasa olduğuna herkesi ikna etmektir.
GERÇEĞİN HAREKETİ DURMAZ. LİBERAL DÜŞÜNCE, ONUN AŞAMALARINDAN SADECE BİRİSİDİR.
Fukuyama, liberal düşüncenin tarihselliğini, başka bir deyişle kapitalizmin ürünü olduğunu inkâr etmektedir. Bu üretim biçiminin, tarihsel gelişmenin, bir öncekinden doğan ve yerini bir sonrakine bırakacak olan aşamalarından birisi olduğunu inkâr etmek istemektedir.
Ona göre kapitalizm, önce insan beyninin ürettiği ve ardından da insan (siz burjuva anlayın) tarafından uygulanan ve dolayısıyla doğruluğu ispatlanmış bir “ide”dir. Düşünce ile realite arasındaki uyum da böylece ortaya çıkmış, liberalizm bir toteme dönüşmüştür. Pazar ekonomisi, ekonomi yönetiminin “doğal” yasası; burjuva toplumu insanlığın sonuncu ve en yüksek örgütlenmesi; burjuva özgürlük, demokrasi ve insan hakları anlayışı ise, ölümsüz özgürlük ve eşitlik değerlerinin en mükemmel ifadesidir.
Kapitalist liberalizmin tarihselliğinin reddi ve “mutlak gerçek” katına çıkarılmasına, Fransız Devrimi’nden bu yana insan düşüncesinin bütün kazanımlarının, özel olarak da Hegelizmi ve bütün burjuva düşüncesini aşan Marksist düşüncenin tümüyle silinmesi ve yok sayılması eşlik ediyor. Yazarın tutumunu karakterize eden özelliklerden birisi de, özgürlük, bağımsızlık ve adalet hedefleriyle gerçekleşen bütün ulusal kurtuluş hareketleri ve sosyal devrimler karşısındaki nihilizmdir. Bunları, boşuna zaman kaybı ve bir sapma, “mutlak gerçeğe” karşı bir başkaldırı olarak değerlendirmektedir. Bütün bu devrimler başarısızlıkla sonuçlanmış, liberal düşünce ile tarihin sonuna varıldığını, gerçeğin hareketinin durduğunu, daha doğrusu aynı nokta etrafında döndüğünü kanıtlamıştır. Fukuyama’ya göre bu hareket, yeniden ve yeniden kapitalist biçimi doğurmaktadır ve gelecekte de böyle olmaya devam edecektir. Herhangi bir değişiklik ve ilerleme ihtiyacı söz konusu değildir. Sadece Batılı kapitalizmin egemenliğini bütün dünyada sağlamak amacıyla, “mantık” ile “realite” arasındaki uyumu gerçekleştirme ve etkinlik alanını yaygınlaştırma ihtiyacı, her geçen gün daha fazla hissedilecektir.
İnsan aklının faaliyetinin liberalizm momentinde durduğunu iddia etmek ne büyük saçmalık! Böylesi iddialar, insanlığı yeni fikirlerle harekete geçirme kapasitesinden yoksun olan emperyalist-burjuva düşüncenin krizinin derinliğini göstermektedir. Egoist çıkarlarından hareketle, kendi kapasitesizliğini bütün insanlığa maletmek ve yaymak istemektedir. Kaderi başkalarınca belirlenmiş ve ruhu yapılandırılmış insanlardan, “uyumlu ve evrensel devletin” ürünlerinin aptal tüketicileri olmaları isteniyor. Tarihte temelleri, idealistler ve gerici sosyal sınıfların ideologları tarafından atılan ve bu aynı ideologlar tarafından “ebedi” ilan edilen sistemlerin yıkılış nedenlerine baktığımızda, gerçeğin hareketinin bu sistemleri aşındırdığına ve yok oluşa mahkum ettiğine tanıklık etmekteyiz.
Yeni gerçek durumlara uygun, yeni düşünce sistemlerinin doğmasına maddi temel yaratan da bu aynı harekettir. Ve bu, yeni bir üretim biçimine denk düşmek üzere, liberal düşüncenin doğuşuna kadar böyle sürüp gitmiştir.
Ancak, sosyal yaşamın bu hareketi aynı zamanda, liberal düşüncenin karşıt kutbunu, yani gerçeğin bir gereksinimini yansıtan sosyalist düşünceyi de doğurmuştur. Fukuyama’nın, onun öğretmeni Kogev’in ve diğer idealistlerin iddia ettikleri gibi düşünce, gerçeğe biçim vermez. Aksine, şu veya bu yeni görüşün ortaya çıkmasına yol açan şey, nesnel gerçeğin ta kendisidir.
Realite ile düşünce ya da verili bir aşamada toplumun altyapısı ile üstyapı arasındaki uygunluk, ancak geçici ve anlık bir fenomen olabilir. Gerçeğin hareketinde yeni yapılanma lehine eskinin yok oluşuna dair sinyaller arttıkça, zaten zayıf olan denge de ortadan kalkar. Bu, insanlık tarihinin tanıdığı bütün evrimlerin ortak ve genel yasasıdır.
Yani “global ve temel fikirler” ebedi olmak kaydıyla (“kutsal kitap”, “buyruk” veya “mutlak ide” biçiminde) değil, belirli sosyal bir organizasyondan, daha üst düzeyde bir başkasına geçişi zorunlu kılan, gerçek yaşamdaki temel esaslı değişikliklerden doğarlar. Fukuyama’nın iddia ettiği gibi Marx, komünizme varıldığında tarihin sonunun geleceğini ilan etmedi. Sadece, insanın insan tarafından sömürüsü ile karakterize olan uzun tarihsel bir sürecin sona ereceğini ilan etti. Yine, maddi-reel içeriklerine kavuşmaksızın özgürlük, adalet gibi değerlerin herhangi bir anlamının olmadığını söyledi. Bu değerlerin, insan gerçekliğinin ötesinde sözde ebedi karakter taşıdığına dair iddia, ilerleme düşmanı sınıflara hizmet eden bir illüzyon ve sahtekârlık olmaktan başka bir şey değildir. Bu sınıfların krizi derinleştikçe, tutucu ve baskıcı karakterleri de daha çok gün yüzüne çıkmaktadır. Eskimiş değerlere yapışıyor ve yeni fikirlerle savaşmak için, ölülerin kutsal kokularından medet umuyorlar. Tarihte bütün sömürücü sınıflar, hasımlarına karşı kendi “mutlak değerleri” ile savaşmışlar ve onları bu değerlere karşı mücadelenin nafile bir çabadan ibaret olduğuna inandırmaya çalışmışlardır. Fakat tarihin mantığı, mücadelenin herhangi bir aşamasındaki yenilgi ya da geri çekilmelerin, zincirleri parçalama kavgasını durduramadığını da göstermiştir.
HEDEFİ, SOSYALİZMİN TARİHSEL ZORUNLULUĞUNU İNKÂR ETMEK OLAN KÖKTENCİ BİR DÜŞÜNCE
Kapitalist rejimin aşılması ve yerinin sosyalizm tarafından doldurulması ihtiyacı, kapitalist üretim biçiminin hakimiyeti ve burjuvazinin egemen sınıf olarak örgütlenmesi ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bu zorunluluk, bu üretim biçiminin bağrında varolan temel bir çelişmeden, üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişmeden doğmuştur. Bu çelişme nedeniyle bir kutupta (burjuvazi) servet birikirken, öbür kutupta (işçi ve emekçiler) sefalet birikir. Sosyalizm, bu çelişkiyi çözmek, üretici güçler ile üretim ilişkilileri arasındaki uyumu sağlamak, toplumun sağlıklı gelişimi için en uygun koşulları yaratmak ve çoğunluğun azınlık tarafından sömürüsüne son vermek için doğdu. Lenin ve Stalin dönemi Sovyet deneyi, -bazı uygulamalara yönelik eleştirilere rağmen- sosyalizmin, inkâr edilemez potansiyelini ve ulusal ve toplumsal sorunların emekçi sınıflar ve genel olarak ilerici insanlık lehine çözümünde kapitalizme göre üstünlüğünü açıkça ortaya koymuştur. Sovyetler Birliği’nin azgelişmiş bir ülkeden, dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü konumuna yükselmesini sağlayan da budur. Fukuyama bu gerçeği görmezden geliyor ve sosyalizmden vazgeçişin neticesi olan yenilgiyi, sosyalizmin bizzat kendisine bağlamaya çalışıyor. Öte yandan, başını ABD’nin çektiği kapitalist kampa iltihak eden eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinin bugünkü durumunu da hor görüyor.
Gerçekte, bu ülkelerdeki kriz ağırlaşmış ve Batılı ülkeleri, Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın bağımlı ülkelerini sarsmakta olan krize eklenmiştir. Ortaya çıkan sonuç ise, dünya çapında kapitalist sistemin krizinin tek ve aynı süreç olarak birleşmesidir. Fukuyama’nın asıl hedefi, sosyalizmi gözden düşürüp, Hegelci “Tarihin Sonu” tezini rehabilite ederek, toplumun bağrından doğan hareketin bir ifadesi olan nesnel sosyalizm ihtiyacını inkãr etmektir. Emperyalist burjuvazi böylece, bütün imkanlarını kullanarak sağduyuyu hareketsizliğe ve kısırlığa mahkum etmekte, onu boğmak için kendisine yardımcı olacak her aracı kullanmaktadır. Teorisyenlerinin ağzından, her şeyin 1789-1806’da bittiğini ve insanlığın önünde, bu oldubittiyi kabullenerek uygulamaktan başka çare kalmadığını vaazetmektir.
Bu düşünce biçimi, şu soruyu gündeme getiriyor: Peki, bu düşünüş tarzı ile temel ve global nitelikli her fikrin, mutlaka tanrıya inanmayan birinin eseri olabileceğini iddia eden totaliter yaklaşım arasındaki fark nedir? Açıktır ki, bu da, insan düşüncesini sadece Batılı “resmi” filozofların tekelinde bir olgu olarak gören şovenist bir anlayıştır.
LİBERAL DEVLET HAKKINDAKİ METHİYELER, ONUN DERİN KRİZİNİ GİZLEYEMEZ
Bu sözde “tarihin sonu devleti”, çeşitli kapitalist ülkeleri kapsayan derin bir kriz içerisinde kıvranmaktadır. Nereye bakarsanız bakın, ABD olsun, Fransa, İngiltere, İtalya veya İspanya olsun bütün bu ülkelerin, devletlerin yapısını sarsan mali, politik ve ahlâki skandallarla sarsıldıkları görülecektir. Burjuva liberal devlet, bir ahlâki çöküntü, yolsuzluklar, planlı kırım, terörizm, yalan mekanizması, düşkünlük ve yabancılaşma aygıtına dönüşmüştür. Tek kelimeyle, bu devletlerde politikacı ile mafya babası, kalpazan, uyuştucu, hırsızlık ve katliam şebekeleri arasındaki ilişki öyle bir noktaya gelmiştir ki, ayırım yapma imkanı kalmamıştır. Öte yandan Fukuyama’nın çok övündüğü ve “olabilir en iyi dünya” diye sunduğu liberal demokrasi, bizzat adı anılan ülkelerin halklarının nezdinde bile bütün güvenilirliğini yitirmiştir.
Bu halklar kendi öz deneyleriyle bunun, sermayenin iktidarına bağlanmış biçimsel ve sahte bir demokrasi olduğunu görüyorlar. Böye olduğunu anlamak için, Batılı ülkelerin milyonlarca vatandaşının seçimlere ilgisizliğine ve katılım oranlarının düşüklüğüne bakmak yeterlidir.
Politik çoğulculuk, bütünüyle biçimsel bir çoğulculuğa dönüşmüştür. Politik yaşama, genel olarak iki ya da üç parti hakimdir. Ve isimleri dışında, temel konulara ilişkin farklı bir yaklaşımları yoktur. Bu partiler, ulusal ve uluslararası planda çıkarlarının bekçiliğini yapsınlar diye, tekeller tarafından finanse ediliyorlar.
Öte yandan, Batılı burjuvalar tarafından “demokrasilerinin bir nimeti” olarak sunulan bilgilenme (enformasyon) ise, kendi halklarının gözünde yalan, yabancılaştırma ve yanıltma ile eşdeğer bir anlam kazanmıştır. Bu durum, Aralık 1989’daki Romanya olayları ve 1991’de Körfez Savaşı sırasındaki tutum ile bir kez daha tasdik edilmiştir.
Özet olarak, büyük sermayenin desteklediği neonazi, faşist grupların serpilmelerinde de görüldüğü gibi, liberal devlet giderek daha fazla baskıya ve özgürlüklerin kısıtlanmasına yöneliyor. Emekçi sınıflara, etnik ve ulusal azınlıklara karşı polis baskısı yoğunlaşıyor. Batılı liberal kulübe yakın zamanda dahil olan Rusya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinin durumu ise, daha iyi değil. Yeltsin, Walesa gibi eski “demokratların” azılı diktatörlere dönüşmesi karşısında, şimdi çok daha fazla sayıda insan, sosyalizmin kazanımlarını yitirdiklerinin farkına varıyorlar. Sosyalizm döneminin kazanımları olan bedava sağlık, eğitim hizmetlerini hâlâ sunan, çalışma ve barınma hakkını garantileyen bürokrat revizyonist kliklerin iktidarda olduğu dönemi bile mumla arıyorlar. Fukuyama tarafından liberal toplumun ideal modeli olarak sunulan ve hatta Marx’ın öngördüğü sınıfsız komünist topluma benzetilen ABD’ye gelince, sosyal sınıflar arasındaki uçurum ve toplumsal dalgalanmalar hiçbir zaman bugünkü kadar derinleşmemiş ve artmamıştı.
ESKİ SÖMÜRGECİ TEORİNİN YENİ VERSİYONU
Emperyalist barbarlık, dünyanın, biri post-tarihsel çağda yaşayan, diğeri de “tarihin sorunları” içerisinde didişmeye devam eden, iki grup ülkeye bölünmesi teorisinde de yansıyor. Bu bölünme, geçen yüzyılda ülkeleri “uygar” ve “barbar” olmak üzere iki kategoriye ayıran, birincilere, “liberalizm ilkelerinin etkinlik alanını yaygınlaştırma” misyonu yükleyen, ırkçı ve sömürgeci teorinin yeni bir versiyonundan başka bir şey değildir. Burada sözü edilen, 19. yüzyıl sömürgeci Avrupası’nın sömürge alanlarını genişletmek için kendine biçtiği, kötü ünlü “uygarlaştırma misyonu” teorisinin yeni baskısıdır.
Fukuyama’ya göre, 1806 İena savaşında düğmeye basan parmak, bunu, Fransız Devrimi’nin idealleri olan özgürlük ve eşitlik ilkelerinin bayrağı altında yapmıştı. Yine 19. yüzyılda asker, kolon (veya işadamı) ve papaz üçlüsü Asya ve Afrika’yı işgal edenlerin hedefi de, bu kıta halklarını kan ve ateşle “uygarlaştırmak”tı. Yani, bugün Irak’a karşı “Tomahawk” roketlerinin düğmesine basan parmağın, yaşam ve ilerleme kaynaklarının tahrip eden ve en eski uygarlıklardan birisini yerle bir eden pilotun, Grenada’dan Panama ‘ya ve Basra Körfezi’ne, Somali’ye ya da Haiti’ye kadar her yanı kasıp kavuran, halkları ölüme mahkum eden “Marines”lerin, insanlığın “öncü güçleri” ve “uygarlık peygemberleri” olarak, “tarih sonu” ülkelerinin barış ve huzurunu tehdit ettikleri ileri sürülen “barbar” ülkelere “eşitlik ve özgürlük” ilkelerini götürdüklerini anlamamız gerekiyor.! Kuşkusuz “uyumlu ve evrensel devletin” barışı, Amerikan ve Batılı emperyalist tekellerin çıkarlarının söz konusu olduğu her alana yaygınlaşmak durumundadır. Hedef ise, bütün ülkeleri, kendi ideolojik, politik, ekonomik, sosyal ve kültürel modellerine boyun eğdirmektir. Tekeller açısından dünyanın her köşesi bir “yaşamsal çıkarlar” alanıdır. “Evrensel ve uyumlu devlet” bugün, öngördüğü bu “faşist armoni”yi garantileyecek yıkıcı askeri bir güce, iletişim araçlarına (%85’i Batılı büyük devletlerin denetimindedir), “Birleşmiş Milletler” ve Uluslararası Para Fonu gibi silahlara sahiptir.
İNSANLIĞI KASAPLIK KOYUNA DÖNÜŞTÜRMEYİ AMAÇLAYAN İDEOLOJİK BİR SAVAŞ
Fukuyama’nın iddia ettiği gibi dünya, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte yeni bir “barış” ve “ilerleme” çağına girmemiştir. Tam aksine, insanlığın geleceği üzerindeki etkileri ve boyutları şimdiden kestirilemeyecek olan bir çatışmalar ve belirsizlikler dönemine girilmektedir. Bu belirsizlik ve çatışmaların, sadece bazı ülkeleri ilgilendirmediğinin kanıtı ise; sosyal, ekonomik, ulusal, etnik ve dini vb. nitelikli mücadele ve protestoların giderek yoğunlaşmasıdır.
İnsanlığın geleceği, halkların iradesine karşı ve tekellerin, emperyalistlerin çıkarları esas alınarak, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın bir bürosundan belirlenemez. Sosyalizmin bugün tanık olduğu krize gelince, bu sadece, kapitalizmin gözü doymazlığı ile sosyalizm arasındaki çelişmenin nihai çözümünün bir müddet ertelenmiş olduğu anlamına gelmektedir. Karşı saldırı yeniden ve mutlaka başlayacak. Deyim yerindeyse; sosyalizminki bir ergenlik krizi, kapitalizminki ise ölümcül yaşlılık bunalımıdır.
Emperyalist burjuvazi yeni bir ideolojik savaş ilan etmiştir. Hedefi, büyük balığın küçüğü yutma “özgürlüğü”, (burjuva) insanın başka insanları sömürme “hakkı” ve ülkeleri sömürgeleştirecek yağmalama “meşruiyeti” üzerine kurulu kendi toplumsal modelini herkese empoze etmektedir. Fukuyama ise, bu savaşın sadece bir piyonudur.
“Tüketim kültürü” ise, sahip olduğu tüm araştırma, sergileme ve baştan çıkarma maharetiyle “evrensel ve uyumlu devlet”in elindeki ideolojik Tomahawk’tır. Ama tarihin diyalektiği, insan yaşamının sadece engelsiz ilerleme ve sevinçlerden ibaret olmadığını, karşı faktörlerin etkinliğinin de hesaba katılması gerektiğini ve özgürlük ve adalete susamışlığın giderilemediğini öğretiyor.
K.P Tunus
Hiç yorum yok