BİR GENÇLİK ÇÖZÜMLEMESİNE DOĞRU
Komsomol |
Fuat Filizler
Giriş Yerine: Küresel Kapitalizmin Gençlere Karşı Savaşı
Tekelci burjuvazi ve mali oligarşisi gençlere karşı, sistematik ve yıkıcı bir savaş yürütüyor.
Burjuvazinin işçi sınıfına, kadınlara, kürt halkına, bölge halklarına karşı savaşlarına, gençliğe karşı yürüttüğü savaşı da eklememiz basit bir ajitasyon vurgusu değil.
Bizim keşfettiğimiz bir şey de değil. Amerika ve Avrupa’da eğitim ve gençlik sorunları üzerine yazan sol muhaliflerin giderek sık kullandıkları bir ifade. Genellikle neoliberal kapitalizmin kamu eğitimine, üniversitelere, eleştirel bilgiye, sosyal bilimlere, entelektüel birikim ve yeteneklere karşı saldırısı, genç işsizliğinin ortalama işsizliğin 2-3 kat üzerinde olması, üniversite ve okullarda artan siyasal ve idari baskılar, eğitimin ve gençliğin militarizasyonu, neoliberal-muhafazakar (dinci-cemaatçi) gençlik programları, ve tabii dünya çapında yükselişte olan öğrenci hareketlerine karşı yoğunlaşan saldırılarla bağlantılı olarak kullanılıyor: “The war on youth” (gençliğe karşı savaş). (Örn. H. Giroux, vd)
Kapitalizm, her zaman, “ağaç yaşken eğilir” hesabı, sistemin yeniden üretiminde, geleceğinde ve dönüşüm süreçlerinde kritik bir rol oynayan, ama sık sık “çatlak sesler” de çıkaran, toplumsal muhalefet içinde de önemli bir rol oynayan gençleri, tabii emekçi sınıf gençlerini, özel olarak da öğrenci ve eğitimli gençleri boyunduruk altında tutmayı ve “istendik” tarzda şekillendirmeyi gözetti. Gençlere sistemin geleneksel bakışı, gençlerin günahkar, akılsız, sorumsuz, havai, haddini bilmez, kendi içgüdülerini kontrol edemeyen, her an yoldan çıkmaya teşne, vb oldukları, bu yüzden de boş bırakmaya gelmeyen, ailede, okulda, işyerinde sıkı bir otorite ve disiplin altında tutulmaları ve şekillendirilmeleri gerektiğiydi. Vietnam ve Küba’nın güçlü bir etkisinin olduğu dünya çapındaki 68 isyan ve hareketlerinde, artık bu kaba sığmaz hale gelen aydın, öğrenci gençlerin emperyalizme, soğuk savaş rejimlerine, revizyonizme, bürokrasiye, politikadan dışlanmaya, baskıcı eğitime, tek tipçi katı itaat ve terbiye anlayışına, özgürlüksüzlüğe başkaldırısı da önemli bir rol oynadı. (Türkiye’de de 68 gençlik hareketi, başta Fakülte yönetimlerine ortak olmak, eğitim koşullarının ve içeriğinin iyileştirilmesi olmak üzere demokratik öğrenci talepleriyle başladı, hızla devrimci demokratik halk talepleriyle derinleşip bütünleşti.)
ABD ve Avrupa’da 68 gençlik isyanları, ABD’nin Vietnam’dan çekilme sürecini başlatması, Küba’yı işgal planlarından geri adım atması, seçmen yaşının 18’e düşürülmesi, üniversitelerde bazı demokratik düzenlemeler yapılması ile sönümlendi ve düzen içi kanallara akıtıldı. Ancak sistem gençliği de sorun kaynağı ve tehdit olarak algılayışını keskinleştiren 68’i unutmadı ve neoliberalizme geçiş sürecinde de gençleri pasifize edecek ideolojik, siyasal, kültürel entegrasyon politikalarını yoğunlaştırdı. Türkiye gibi ülkelerde ise devrimci hareketin bir dinamiği olan ve adeta muhaliflik, devrimcilik ile özdeşleşen gençlik, giderek koyulaşan faşist baskıların, askeri-faşist darbelerin öncelikli hedefleri arasındaydı. 12 Eylül ve YÖK’ün gençliğe neler yaptığını biliyoruz. Bu zeminden ilerleyen kapitalizmin içsel dönüşümününün ve neoliberalizmin en hızlı ve derinlemesine nüfuz ettiği, çözdüğü ve istediği yeni potaya döktüğü toplumsal kesim gençler oldu. En azından bir dönem için, gençler/öğrenci hareketi, sistem için bir sorun ve tehdit unsuru olmaktan çıkmış göründü.
Hatta kapitalizm, uzunca bir zamandır ilk kez, gençliği zorla islah edilmesi gereken bir sorun ve tehdit değil, neoliberalize edilmiş bir meta-gençlik olarak fetişleştirdi, tüm topluma ideal durum olarak sundu: “Neoliberal sistemin değerlerinin içselleştirilmiş olması. Öğrenciler emeğin sorunlarını sahiplenemiyorlar, zira üniversite bir sınıf atlama vizyonu sunuyor. Gençler, günlük hayat pratikleri ve arzularıyla bu değerlerin doğallaştırılmasına, tarihsizleştirilmesine katkıda bulunuyor. Fitness, sağlıklı yaşam, bedenin belli normlara uygun olarak giydirilmesi, kuşatılması, teknoloji bağımlılığı gibi birtakım disiplin mekanizmalarının “daima genç kalın” ideolojisini aşılaması karşısında savunmasız durumdalar. Gençliğin kendi bir meta haline gelmiş durumda. Hepimizin “genç kalması”, sürekli tüketmesi ve yaşlılıkla özdeşleştirilen bilgelikten kati suretle kaçınması bekleniyor.” (Zeynep Gambetti)
Bu meta-gençlik ilizyonu tam da şöyle bir şey: “Özgürlüklerine düşkünler, iş konusunda son derece seçiciler, sadakat hisleri zayıf ve otoriteye meydan okuyorlar… Uzmanlar, 4-24 yaş arası bireyleri kapsayan Milenyum Kuşağı’nın bugün 20-24 yaş arasında olan kesimini böyle tanımlıyor. Bu kuşak, iş dünyasında da yavaş yavaş yükseliyor. Gelecek 5-10 yıl içinde yönetici pozisyonlara yerleşecek ve iş dünyasına damgalarını vuracaklar. (…) Sosyal bilimcilerin 1982-2002 yılları arasında doğanlar olarak tanımladığı milenyum kuşağının en önemli ortak özellikleri kendilerine güven, özgürlük, bireysel yaklaşım, teknoloji tutkunluğu ve hız olarak sıralanıyor.” (Capital Ekonomi Dergisi)
Burada sunulan gençlik idealizasyonu, ancak gençlerin yüzde 10-20 kadarını oluşturan burjuva ve üst orta sınıf gençliği için doğru, geri kalanı için bir ilizyon olsa da, modern kentli orta sınıfların geniş bir kesiminin işsizlik ve konum yıkımını daha derinden yaşamaya başladığı 1999-2001 krizi ve 2008’den beri süregiden küresel krizden sonra, ne kadarının bu meta-gençlik ilizyonunu sürdürebildiği tartışılır. Ancak kesin olan, gençlerin büyük bölümü bunları bir dönem boyunca “sınıf atlama fırsatı ve rekabet özgürlüğü” olarak algılasa da, neoliberal kapitalizmin gençliği disipline etmedeki yeni mekanizmalarının, geleneksel olanlardan çok daha etkili olmasıdır: İşsizlik, esnek/güvencesiz emekgücü piyasası ve çalışma rejimi, sınavlar cehennemi ve binbir türlü “ölçme, değerlendirme, seçme, ayıklama, yeterlilik” mekanizmaları, rekabet, silme meta egemenlik ilişkileri, “uzun vade yok”çuluk, ultra teknisistleşmiş ve pragmatistleşmiş düşünce, teknolojinin uzantısına dönüşme….
Sistemin gençler üzerindeki bu yeni egemenlik biçimi, gerçekte çok daha boyundurukçu ve sıkı denetimci küresel tekelci kapitalizm ve mali oligarşisinin ekonomi-politiğinden ibarettir. Geleneksel “terbiye” anlayışından farkı, çok daha amansız bir sermaye/meta zorbalığını, piyasanın gereksindiği çeşitlilikle “çok seslilik”, dibe doğru rekabeti “özgürlük”, birbirini bastırmayı “fırsat eşitliği” diye görünmez kılabilmesi, zincirlerini tüm gündelik yaşam, düşünce, davranış ve ilişkiler içinden örmesidir.
Tabii, gençlere karşı küresel tekelci kapitalist saldırı ve kontrolun bir de “gençlikte stratejik dönüşüm programları” boyutu var. Sanayiden tarıma, eğitimden sağlığa, kadından kamu yönetimi ve devlete, tüm toplumsal sınıf ve kesimleri kapsayan mali oligarşik “stratejik dönüşüm programları” olur da, gençlik için olmaz mı? Tıpkı “Yoksulluk Yönetişimi” programları gibi, 90’ların sonlarında gençlerde yeniden “huzursuzluk” belirtilerinin artmaya başlaması (“Antiküreselleşmeci hareket” vd) üzerine, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı gibi küresel mali oligarşik organların yönergeleriyle, tüm ülkelerde “Ulusal Gençlik Stratejileri” ve “Gençlik Koordinasyon Merkezleri” (Gençlik Konseyleri, Gençlik Meclisleri vb) kurulmaya başlandı. 1998-2008 yılları arasında 155 ülkede “ulusal gençlik politikaları” ve “ulusal gençlik konseyleri/parlamentoları” kuruldu, çok sayıda ülkede “gençlik yasası” ve “gençliği koruma yasası” çıkarıldı! Türkiye, resmen bir “ulusal gençlik stratejisi”ne ve “gençlik yasası”na sahip olmayan nadir birkaç ülkeden biri olsa da, bu küresel mali oligarşik “gençlik stratejisi”nin tüm gereklerini yerine getirmektedir. AB Komisyonu Gençlik Raporu (“Beyaz Kitap”) ve Gençlik Programı çerçevesindeki Ulusal Ajans Gençlik Programı, Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanlığı, Birleşmiş Milletler Kalkıma Programı ve Yerel Gündem 21 ile birlikte bir dizi küresel tekelin birlikte oluşturduğu Hayata Artı Gençlik Fonu, Gençlik Sivil Toplum Kuruluşları ve Kamu Sektörü Eşgüdüm Projesi, Gençlik Meclisi, Gençlik ve Spor Bakanlığı ile Belediyelerin hızla yaygınlaştırdığı Gençlik Merkezleri, Bilgi Üniversitesi gibi bir dizi üniversitede kurulan Gençlik Çalışma/Araştırma Birimleri, burjuva partilerin etkinleştirdiği gençlik teşkilat ve kolları, ve tabii Dünya Bankası, Amerikan Kalkınma Ajansı vbnin ön ayak olduğu “inanç temelli gençlik organizasyonları”, çok çeşitli küresel ve Türkiye’den tekellerin yürüttüğü ya da sponsorluk yaptığı gençlik projeleri bunlar arasındadır.
Bu küresel mali oligarşik eşgüdümlü gençlik programlarının başlıca hedefleri: 1- Gençliğin ekonomik, toplumsal, siyasal, ideokültürel olarak sisteme içerilmesi ve bu doğrultuda gençlik mühendisliği, ve 2- “Gençliğin ana akıma yerleştirilmesi (mainstreaming youth)” olarak tanımlanmaktadır. (Bunlar bizim tercümemiz değil, küresel mali oligarşik kurumların gençlik raporları ve yönergelerinde, apaçık biçimde yapılan resmi ifadelerdir: “Gençleğin içerilmesi” ve “Gençliğin ana akıma yerleştirilmesi” kilit kavramları, çeşitli üniversitelerin Gençlik Araştırma Raporlarının tamamında da çıkış noktasıdır.) “Gençlerin sosyal ve siyasal katılımını artırma” (seçme-seçilme yaşının 18’e düşürülmesi, partilerin gençlik kollarının genişletilmesi, gençlik meclisi, gençlerin stklara katılımını artırma, cemaatler, neoliberal muhafazakar/dindar gençlik, esnek/kısmi istihdam biçimleri, meslek teknik okulların ve yüksek okulların artırılması, genç ev kadınlarını eğitim ve emekgücü piyasasına çekme, çalışmayan gençlerin özelleştirilen gss kapsamına alınması, öğrenci gençlerin de kendi içinde çok katmanlı, çok parçalı hale getirilmesi, vd) yani gençlerin sisteme ekonomik, sosyal, siyasal, ideo-kültürel olarak içerilmesi ve denetim altına alınması politika ve mekanizmalarının tümü…
En nihayet, emekçi sınıf ve kesimlerden gençlerin artan hareketlenme ve isyanlarına karşı siyasal, idari, ailevi, neomuhafazakar/dini baskılar da hızla yeniden yükselişe geçti. Organize sanayi bölgelerinde en vahşice öğütülen genç işçilerin artan örgütlenme girişimlerine karşı baskılar, yıkıcı proleterleşme süreci içindeki eğitimli/işsiz gençlerin hareketlenmelerine karşı baskılar, kamu okul ve üniversitelerinin neoliberalizasyonuna direnen öğretmen, öğretim üyesi ve öğrencilere karşı büyüyen baskılar, kent yoksulu, ezilen ulus ve ırklardan, ve göçmen gençlerin hareket ve isyanlarına karşı büyüyen baskılar, “görünmez” olan genç kadınların dünyaya gözlerini açmaya ve görünürleşmeye başlamasına karşı patriyarkal baskı ve şiddetin yükselmesi… Ve tabii, dünya çapında gençlerin başlıca muhalefet ve eylem organizasyonu kanallarından biri haline gelen internet, sosyal medya ve sosyal paylaşım sitelerine giderek büyüyen sansür, soruşturma, baskı, yasak ve “fikri özel mülkiyet” düzenlemeleri…
Burjuva demokrasisinin “en ileri” olduğu ülkelerden biri olarak bilinen Kanada’nın Quabec bölgesinde, tempolu öğrenci hareketine karşı çıkartılan yarı sıkıyönetim yasası yeterli fikri verir:”Okullarda ve okullara 50 m kadar uzaklıkta olan alanlarda gösteriler yasak. Öğrenci grevleri sonucu, okullarda bir gün bile ders yapılamazsa tüm dönem dersleri askıya alınacak. 50’den fazla öğrencinin katıldığı yürüyüşler ve güzargahları 8 saat önceden polise bildirilip izin alınacak. Bunlara uymayanlar yasa-dışı ilan edilecek ve polis tarafından tutuklanacak. Eylemcilere bin-5 bin dolar, organizatörlere 7 bin-35 bin dolar, öğrenci sendikalarına 25 bin-125 bin dolar arası para cezası, tekrarlanması halinde 2 misli para cezası kesilecek…” (Quabec Öğrenci Hareketi) Türkiye’de ise şu an 600’ü aşkın (Kürt, muhalif, devrimci) öğrenci, sadece son 1 yılda 5 bin üzerinde okuldan uzaklaştırma cezası almış öğrenci vardır, soruşturmaların haddi hesabı yoktur. Sosyal paylaşım mecralarında yazdıkları bir tweet nedeniyle bile soruşturma açılan, okuldan atılan üniversite, lise öğrencileri vardır.
Gençler üzerindeki baskılar listesine daha eklenecek çok şey var. Tekelci kapitalist sistem ve kamuoyu yönetimi, toplumun gençlere ve çocuklara bakışını da bir dönem ki, “gençlerimiz geleceğimizdir” söyleminden gençler, boş bırakmaya gelmeyen, sıkı gözetim altında tutulması gereken sorun kaynağı ve tehdittir, “potansiyel teröristtir” algısına doğru çevirmeye çalışıyor. Dünyanın bir çok ülkesinde 15-24 yaş arası öğrenci gençlerin artan ölçüde sokak eylemlerinde görünmesi, sık sık polisle karşı karşıya gelmesi, okullarına gelen devlet ve hükümet yetkililerini, şirket temsilcilerini protesto etmesi, çeşitli siyasal-toplumsal sorun ve gelişmelere karşı sesini çıkarmaya başlaması, toplumun son dönemlerdeki gençlik algısında da bir kırılma ve değişmeye yol açıyor. Burjuva devlet ve kamuoyu yönetimi, bu değişimi de “terör örgütlerinin provoke ettiği gençler”, “ailelerinin, toplumun ve devletin onca fedakarlıklarla okuttuğu şu gençlerin yaptığına bakın”, “okuma ve meslek edinme şansı olmayan onca genç varken, bulmuşta bunayan şımarık, terbiyesiz gençler” vb biçimlerinde manipule edip gençleri hedef gösteriyor. “Yumurta atan öğrencilere” karşı yürütülen medya kampanyasını anımsamak yeter.
Burjuvazi, devleti, medyası bunun için her türlü aracı kullanıyor; gençlerin ailelerine artan ekonomik bağımlılığını, tıpkı eğitimli emeğin değersizleştirilmesi ve kitlelere hedef gösterilmesinde hekimlere öğretmenlere yapıldığı gibi üniversiteli öğrencilerin de üniversiteye gidemeyen ya da taşra üniversitelerine gidenlere hedef gösterilmesi, rekabetin körüklenmesi, vb. Diğer taraftan hiçbir şeye bulaşmayan, hiçbir şeyden sorumluluk duymayan, sadece kendini düşünen, ultra rekabetçi, pragmatist, fırsatçı yaygın yeni gençlik tipolojisi de, bir noktadan sonra tepki çekiyor; “eskiden böyle miydi!?” Diğer taraftan ortaöğretim okullarında, görülmemiş düzeyde artan adli şiddet, çeteleşme, uyuşturucu da, toplumun gençlere bakışındaki kırılmayı yaratan bir diğer etken. ABD’de özellikle kent yoksulu siyahların, göçmenlerin ağırlıkta olduğu, tamamen fonsuz bırakılmış kamu okullarında yaşanan adli şiddet için kullanılan bir terim: “School to prison pipeline”/Yoksul gençleri okuldan cezaevine pompalama mekanizması! Hele ki, “taş atan çocuklar, maytaplı gençler, dağa çıkan gençler” olarak, Apo ve PKK dışında (BDP ve aileleri dahil) hiçbir otorite tanımayan Kürt çocukları ve gençlerinin, orta sınıfları dehşete düşürmesi! Toplumun gençlere bakışında değişim derken, aslında tüm bunlarda söz konusu olan, yetişkin addedilenlerin ve orta sınıfların modernist süreklilik duygusunda yaşanan travmatik bir kırılmadır!
Gençlerde/öğrencilerde, genç ve öğrenci hareketlerinde bir çok şey değişmiş, daha da hızlanarak değişiyor olabilir. Bu dönüşümün sınıfsal ve diğer bazı çizgilerini ilerleyen bölümlerde ele almaya çalışacağız. Fakat genç/öğrenci hareketlerinde hemen hiç değişmeyen, her zaman bir özgürlük/bağımsızlık istemi, özlemi ve dinamiği barındırmasıdır. Dünyada son dönemlerdeki büyük öğrenci hareketlerinin (Şili, Quabec, Fransa, İtalya, Yunanistan, İspanya, İngiltere) tümü eğitimde özelleştirme, eğitim koşullarının ağırlaşması, eğitim harçlarının artması, işsizlik ve yıkıcı işçileştirme biçimlerine karşı tepki ve istemlerle başlayıp, daha geniş siyasal demokratik istemlere doğru genişlemişlerdir. (Şili’de halen yürürlükte olan Pinochet anayasasının kaldırılması istemi, Quebec’te zaten ayrılma istemi, diğer birçoğunda “aşağıdan demokrasi” istemleri vd.) Kent yoksulu, varoş, ezilen ulus ve ırklardan gençlerin isyanlarında zaten siyasal baskılara, polise ve devlete, ırkçılığa karşı istemler ön plandadır. Arap ülkelerinde de eğitimli işsiz, öğrenci ve kent yoksulu gençlerin önemli bir yer tuttuğu isyan ve hareketlerde, neoliberalizmin yıkıcılığına karşı istemlerle tekçi rejimlerin yıkılması ve demokratik istemler iç içedir.
Bugün bu istem ve hareketlerin ufku kapitalizm ve burjuva demokrasisini aşamasa da, ekonomik-toplumsal-siyasal düzlemlerin her zamankinden fazla iç içe geçmesinde, bunun gelişen bir zemini ve dinamiği de vardır. Çünkü gençlerin büyüyen bağımlılık ve köleleştirilmesi, yalnız artan siyasal-idari baskılardan ibaret değildir, yalnızca dar anlamda işçileşmenin indirgendiği artan bölümünün çalışmak zorunda kalmasından da ibaret değildir, aynı zamanda örneğin üniversiteli gençlerin daha önce sahip olabildiği kısmi özerkliği de yitirmesindedir (artan ders yükü, sınavlar cehennemi, performans/yeterlilik cenderesi, dershane, çalışma zorunluluğu ve geriye halen bir serbest zaman kalıyorsa, eğitim-çalışma dışı zamanların da endüstrileştirilmesi, okulların da zaten fabrikalaşmasıdır), yeni disiplin mekanizmalarındadır…
Oyun çağındaki çocukların (oyunların da tümüyle bilgisayarlaşmış, endüstrileşmiş, metalaşmış olması vb), lise öğrencilerinin, asıl olarak üniversite öğrencilerinin genişleyen bölümünün işçileşmesi de yalnız çalışıyor olmalarından değil (ki bu da eğitim sistemindeki paradigmatik değişim, 4+4+4 ve yeni yök tasarısı, ve bunların uyarlandığı “ulusal istihdam stratejisi”ndeki esnek, kısmi zamanlı çalışma/vahşi sömürülme biçimleriyle yeni bir patlama yaşayacaktır!) ama serbest zamanlarının tümüyle ortadan kalkması, kendi yaşamlarında sahip olabildikleri kısmi özerklik ve denetimi de kaybetme anlamında da işçileşmeye, işçi sınıfına daha fazla yaklaşmaktadırlar. Gençlerin, öğrencilerin büyüyen bölümünün yalnızca sömürülmesi, soyulması değil, sisteme tüm yönlü bağımlılık ve köleleştirilmelerinin derinleştirilmesi, bir üst düzeye çıkmasıdır söz konusu olan. Fakat büyüyen bölümü işçi ya da yıkıcı işçileşme süreçlerinde olan gençlerin, bugün için nerde nasıl olacağını bilmeselerde, bu kıstırıldıkları koşullarda özgürlük ve bağımsızlık, kendi yaşamlarına kendilerinin karar vermeye dönük istem ve eğilimleri de kaçınılmaz gelişmektedir. Bu gelişme doğrultusu, yalnız tek yanlı olarak kapitalizm ve neoliberal demokrasi cenderesinin daralmasından değil, aynı zamanda (üretimin, emeğin, bilginin dev çaplı gelişen toplumsal niteliği temelinde) işçi/işçileşen gençlerin toplumsal ilişki ve yeteneklerinin, ihtiyaçlarının artmasının, bu daralan kölelik cenderesiyle büyüyen bağdaşmazlığının bir sonucudur.
Toplumsal Gençlik
Gençler üzerine araştırmalar, genellikle 16-24 yaş aralığını genç olarak kabul ediyor. Aslında bu veri bile, gençlerdeki dönüşüme dair çok şey anlatıyor. Eskiden 18 yaş altı çocuk kabul edilirken, şimdi 15-17 yaşları, hatta bir çok durumda 13-17 yaşları da genç kabul ediliyor. Ergenlik yaşı her 10 yılda bir 4 ay düşerken (erkeklerde de 11.2 yaşa kadar düşmüş durumda), ortalama evlenme yaşı yükseliyor (23-24), çocuk yapma yaşı ise daha da yükseliyor (27-30). Ortalama ömür uzuyor, emeklilik yaşı yükseliyor, seçme-seçilme yaşı düşüyor, okula başlama yaşı düşüyor, eğitim süresi uzuyor. 24-34 yaş arası çalışanların yeniden öğrenim görme mecburiyeti ve öğrenciler içindeki oranı artıyor. Mevcut yasalarda halen 15 yaş altı çocukların çalışmasını ve tehlikeli işlerde çalışmasını yasaklayan düzenlemelere karşın 7-9 yaşında çocukların bile çalıştırılması yaygın bir olgu. Okula başlama yaşının düşürülmesi, zorunlu eğitimin kademeli yükseltilmesi… Gençler üzerine araştırmalar da genellikle 16-24, bazan 15-29, bazan 13-34 yaşları genç olarak kabul ediyor.
“Biz hangi yaşlar arasını genç olarak kabul edeceğiz?” sorusunun bugün fazla bir anlamı kalmamış durumda. Çünkü “katı olan her şeyin buharlaştığı” neoliberal post modern dünyamızda bugün, çocukluk ile gençlik, gençlik ile yetişkinlik arasındaki eski katı sınır çizgileri de giderek inceliyor ve bulanıklaşıyor. Gençliğe mutlak bir alt ve üst yaş sınırı koymak hem pek doğru olmaz hem de pek mümkün değil. Kaldı ki, gençlik tanımında belirgin bir etkisi her zaman olmakla birlikte, gençlik salt yaş aralağıyla tanımlanamayacak bir tarihsel-toplumsal olgudur. Cinsiyetin salt biyolojik farklılıkla sınırlı olmayan tarihsel-toplumsal belirlenimli “toplumsal cinsiyet” olması gibi, gençlik de salt yaş farklılığıyla sınırlı olmayan tarihsel-toplumsal belirlenimli ve bu temelde (kendi mücadelelerini de içeren biçimde) değişen “toplumsal gençlik”tir. Kapitalizmin küresel temelden tüm yönlü dönüşümü, her şeyi, toplumsal sınıf ve kesimleri, bunlara dair önceki kalıp ve tanımları olduğu gibi, gençliğin kendisini de, gençliğe dair önceki kalıp ve tanımları da alt üst ediyor ve dönüştürüyor.
Burjuva toplumunda gençlik, çocukluktan verili toplumla bütünleşmeye bir geçiş süreci olarak kabul edilir. Yetişkin olma, malum, iş-güç sahibi olma (çalışıyor olma), kendi ailesini kurma (evlenme), çocuk sahibi olma (anne-baba olma), erkekler için askerliğini yapmış olma, burjuva siyasal mekanizmalara ve yurttaşlık hak ve görevlerine dahil olma (oy verme, seçme/seçilme vd), bireysel ve kamusal sorumluluğa sahip olma, vb olarak tanımlanır. Çocukluk (ki o da bugün artık cinsel ergenliğe kadar olan dönem olarak kabul ediliyor: 5-13 yaş arası) tam bilinçsizlik ve birey-olmayan olarak kabul edildiğinden, gençlik de yetişkinler toplumu tarafından eğitilmesi ve verili sistemin ekonomik, toplumsal, siyasal gereklerine göre disipline edilmesi gereken, bir yarı-bilinçli, yarı-birey olma durumu, bir geçiş süreci olarak kabul edilir. Gençlerin, siyasetten, cinsellikten, yetişkinler dünyasının sorun ve sorumluluklarından olabildiğince uzak tutuldukları ve hatta tecrit edildikleri bu son derece disipliner toplumsallaştırma (ya da sisteme entegrasyon) sürecinin başlıca mekanizmaları, aile kurumu, eğitim sistemi, erkekler için askerlik, ve tabii devlettir. Bu gençlik anlayışını hem kurumlaştıran ve pekiştiren, fakat giderek de sarsılmasına yol açan en önemli etkenlerden biri, ortaöğretim ve asıl olarak da yüksek öğretimin yığınsallaşması ve gençler içindeki lise, üniversite öğrencileri oranının giderek yükselmesi oldu. Gençler hiçbir zaman öğrenci gençler ile sınırlı olmamak, dahası öğrenciler toplam genç nüfus içinde daha uzunca bir süre azınlığı oluşturmakla birlikte, gençlik algısı öğrenci gençlik, daha ziyade de üniversiteli öğrenciler ile adeta özdeşleşti. Sınıflarla tanımlı toplumdan, aslında farklı toplumsal sınıfların genç kesimlerini oluşturmaktan ayrıksı olmamakla birlikte, farklı bir toplumsal kategori, yani bizzat gençlik olarak tanımlanmaya ve hareket etmeye başlamaları, biraz da bu temelde, yani eğitim süresinin giderek uzaması ve yığınsallaşması ile gelişti.
Bunun önemli nedenleri arasında, önceki kamu eğitimi sisteminin de kapitalist üretim sürecinin doğrudan bileşeni olarak görünmemekle birlikte, en kritik metayı, vasıflı ve yarıvasıflı emekgücünü üretmesi, eğitim sisteminin toplumun/toplumsal sistemin yeniden üretiminde oynadığı kritik rol ve bu nedenle her zaman egemenlik ve baskı sisteminin kritik bileşeni olması, ve önceki dönemde katı toplumsal işbölümü biçimiyle eğitim ile üretim arasında katı ayrım, sayılabilir. Sınıflar daha ziyade üretim ilişkilerindeki konumlarına göre tanımladığı için, emekgücünün üretimi itibarıyla onun kritik bileşeni olmasına karşın, uzayan eğitim süreci ve bunun üretim sürecinden yalıtılmış olması, ve tabii ki farklı sınıflardan gelen gençleri kapsaması ve sınıflar arası başlıca yukarı, aşağı hareketlilik mekanizması içermesi, vb itibarıyla eğitim sistemi, ve dolayısıyla öğrenci gençler kendine özgü yanları da olan giderek büyüyen farklı bir toplumsal kategori oluşturdu.
Bunda giderek büyüyen çaplı eğitim/öğretim kurumlarında biraraya gelen, geniş bir kesimi için azçok standart eğitim süreçlerinden geçen, fakat eğitim sistemi ne kadar yığınsallaşırsa “yukarıya doğru/sınıf atlama” mekanizmasının o kadar daraldığı ve tıkandığı gençlerin çok geçmeden kendilerine dayatılan siyasal-toplumsal, idari-ahlaki baskı ve disipline, bilinçli ve birey olarak kabul edilmemeye, siyasetten, ekonomiden, diğer toplumsal süreçlerden dışlanmaya/yalıtılmaya, ve asıl olarak gelecek beklentilerinde azalmaya karşı ortak mücadele ve hareket etmeye başlamalarının da önemli bir payı oldu. Muhalif kitap, dergi ve fikirler, eğitim ve aile cenderesine sıkıştırılmış, genellikle orta ve alt orta sınıflardan gelen üniversiteli gençlerin yarı aydın karakteriyle de tanımlı, kendilerinin söz karar olanağından dışlandığı ama kendilerini bunaltan ve bastıran dünyayı kavramaya ve müdahil olmaya çalıştıkları, nadir alternatif toplumsallaşma süreçlerinden biriydi. İşçi sınıfı ve halk hareketlerinin varlığı ve güçlülüğü ile birlikte, bu da Marksizmin ve her dönemin öne çıkan muhalif fikirlerinin ve hareketlerinin öncelikle üniversiteli aydın, yarı-aydın öğrenci gençler içinde zemin bulmasının nedenlerinden biridir.
Gençler, kendilerine dayatılan baskı, yasak, dışlama ve kısıtlamaları, katı disipliner verili toplumsal-siyasal sistemle bütünleştirme süreç ve mekanizmalarını, adam/kadın yerine konulmamayı ve muhatap kabul edilmemeyi, bilinçli, toplumsal varlıklar ve bireyler olarak görülmemeyi, kendilerine reva görülen geleceği/geleceksizliği sorguladılar, red ve isyan ettiler, değiştirmeye çalıştılar. Gençlerin kendi yaşam ve gelecekleri üzerine kendi kararlarını verme istem, özlem ve mücadelesi, her zaman gençlik hareketlerinde önemli bir rol oynadı. Avrupa ve Amerika’da, seçme/seçilme yaşının 18’e düşürülmesinde, aile ve eğitim sisteminde burjuva demokratik reformlarda, en gerici cinsel ve ahlaki tabu ve yasakların yıkılmasında, gençlerin de “sınırlı sorumlu” birey olarak tanınmasında, yalnız sermaye mühendisliğinin değil, gençlik hareketlerinin de önemli rolü vardır.
Türkiye’de 68 gençlik hareketinin ayırdedici yönü devrimci siyasallaşması ve düzeni ve dünyayı değiştirmek istemesiydi. (Bunu kesinlikle unutmamak ve gölgelememekle birlikte, 68 gençlik hareket ve isyanın unutulan bir yönü, eğitim sistemi ve üniversitelerde bugünden bakıldığında “rüya gibi” görülecek bir dizi demokratik reformlar sağlamış olmasıdır. Gençler, bazıları bugünde geçerli olan eğitim ve üniversitelere ilişkin demokratik reform istemlerinin bazılarını tamamen bazıları kısmen genel olarak ya da çeşitli üniversitelerde kabul ettirmişlerdir. Eğitim sisteminin köklü bir neoliberal dönüşümden geçtiği ve buna karşı tepkilerin arttığı, öğrenci hareketinde bunun bir yığınsallaşma dinamiği olduğu gümüzde, 68 gençlik hareket ve isyanlarının bu yönünün de anlatılmasının propagandif-ajitatif bir değeri olacaktır.
Bu istemler arasında kamuda iş olanaklarının artırılması, öğrencilerin üniversite yönetimlerinde temsil edilmesi, öğretim üyelerinin şirketlere danışmanlık yapmaması ve tam gün üniversitede çalışması, özel okulların kamulaştırılması, harçların dondurulması, yurt burs kredilerin iyileştirilmesi ve genişletilmesi, kalabalık sınıf mevcutlarının azaltılması, disiplin yönetmeliklerinin kaldırılması, öğrencilerin beslenme ve sağlık sorunlarının çözümü, kitapların ucuzlatılması, teknik eğitim altyapısının geliştirilmesi, üniversiteler kanununun değiştirilmesi, vd vardır. Fakat daha önemlisi, bu eğitim sistemi ve üniversitelerdeki bu kısmi demokratik reformların gençleri durdurmamış ve devrimci siyasallaşmaktan alıkoymamış olmasıdır!) Yine önceki dönemde öğrenci-üniversiteli gençlik hareketlerinin genellikle ilk parlayan ve yığınsallaşan olmasına karşın buna süreklilik kazandırmaması ve yine ilk sönümlenen olmasının başlıca nedeni bu bulanık ve ağırlıklı olarak küçük burjuva sınıf (ya da “sınıfsızlık”) karakteri ve işçi kitlelerinin geniş eğitimsizliği koşullarında “kaybedecek şeyleri” olmasıydı. Öğrenci gençlik hareketleri içinden çıkan hareketlerin kendi sürekliliklerini sağlamaları da, ancak ideolojik-siyasal bir formasyon kazanmaları ve üretim süreci içerisindeki emekçi sınıflarla bütünleşmeleri ile mümkün olabilmiştir.
Bugün ise çok farklı ve giderek de daha fazla farklılaşan bir gençlik durumu vardır. Yazımız boyunca gençlikteki dönüşüm ve doğrultusunu çeşitli boyutlarıyla ele alacağız. Burada bazı noktalarına değinirsek: En başta, eğitim ve üretim süreçleri arasındaki katı ayrım yıkılmış, eğitim ve üretim artan ölçüde iç içe geçip bütünleşmeye başlamıştır. Eğitim sistemi esnek emekgücü piyasası ve çalışma rejiminin doğrudan bileşeni haline gelmiştir. Orta eğitim ve üniversite, emekçi sınıfların bir bölümünün kendi içinde ve üst sınıflara doğru hareketinin kismi bir mekanizması olmaktan çıkmış, hatta tam tersine, orta sınıfların ve işçi sınıfının üst kesimlerinin aşağıya doğru çözülmesinin başlıca mekanizmalarından biri haline gelmiştir. Orta ve yüksek öğretim muazzam ve giderek artan bir hızla yığınsallaşmış, fakat her biri kendi içinde muazzam biçimde katmanlı ve parçalı hale getirilmiştir. (Bugün özel, süper, çok programlı, anadolu, fen, meslek teknik, imam hatip dahil 12 tür lise ve kimbilir kaç tür üniversite vardır.)
Giderek genişleyen “hem okuyan hem çalışan”, “sınavlara hazırlanan”, işsiz, umudunu kaybederek iş aramayı bırakmış gençler, ne çalışan ne okuyan ev kızları, kent yoksulu gençler, zorla göçertilmiş Kürt ailelerin gençleri, gibi yeni gençlik kategorileri ortaya çıkmıştır. Gençlerin sosyalizasyon süreçleri önceki dönemde daha ziyade aile, eğitim, okuyamayanlar için de çıraklık, iş ile sınırlı olmaktan çıkmış (bunlar önemini korumak ve artırmakla birlikte), medya, internet, cep telefonu, hiçbir boşluk tanımayan meta-marka egemenlik ilişkileri, gençlik stkları ve sivil toplum kampanyaları, turizmden spora sanattan eğlenceye endüstriyel piyasalaşmış gençlik toplumsallaşması süreçleri ortaya çıkmıştır. Gençlerin okul ve çalışma dışındaki zamanları ve mekanları da endüstirileşmiştir.
Medya, internet, cep telefonunun varlığında yetişkinler dünyasının yapıp ettiği hiçbir şeyden gençleri azade kılmak olanaksız hale gelmiştir. Zaten özel hayat/toplumsal hayat arasındaki katı ayrım da her iki yönden de çözülmektedir. Aile ve askerlik kurumu sarsılmaya başlamış, ortalama evlenme ve çocuk yapma yaşı yükselmiş, ergenlik ve cinsellik yaşı düşmüştür. İşçi emekçi gençlerin de artan ölçüde evde bireysel odalarının olması, internet, cep telefonu, meta ilişkileri ile bireysellik öncelikle gençler arasında yaygınlaşmış ve derinleşmiş, isteyen onları birey olarak kabul etmesin, asıl piyasa birey olarak kabul etmiş/birey olmaya zorlamış, yaşa ve kıdeme dayalı olan toplumsal hiyerarşiler önemli ölçüde sarsılmaya başlamıştır.
Diğer taraftan evli, çocuklu, aile geçindiren, işgüç sahibi ve kıdemle az çok düzenli ilerleyen ve deneyim kazanan, askerliğini yapmış vb biçimindeki yetişkin tanımı da, evlenmeden birlikte yaşayan, ayrı yaşayan, çocuk yapmayan ya da geç yapan, işsiz, esneklik/yeterlilik sistemleriyle sürgit yetersiz addedilen, kapitalizmin hızına ve teknolojik gelişmelere ayak uyduramayan, askerden kaçan ya da bedelli yapan, yeniden okula dönen, ve tabii ki sağlık estetik ve kozmotik endüstrileriyle “hep genç kalan” vb kişilerin sayısında büyük artışlarla çoktan iptal olmuştur. Yetişkinliğin iş ve yaşam deneyimiyle tanımlanmasına gelince, kapitalizm bugün “katılık” yaratan deneyim değil, yalnızca hızlı değişimlere hızlı intibak, bunun için de önceki bilgi ve deneyimlerden edinilen alışkanlıkların olabildiğince hızlı unutulmasını istemektedir! Neoliberal esnek/güvencesiz emekgücü piyasası ve çalışma rejimi, 24-34 yaş grubuna giren büyük bir “yeni öğrenci” kesimi de ortaya çıkarmıştır.
Örneğin işçilerin her yıl yüzde 40’ının iş, yüzde 10’unun meslek değiştirdiği ABD’de, durmaksızın yeni eğitim satın almak durumunda kalan 24-34 yaş arası “yeni öğrenciler”in toplam yüksek öğretim öğrencileri içindeki oranı yüzde 25’i bulmuştur. “Yaşam boyu eğitim”, “Yeniden eğitim”, “Tam zamanında eğitim” gibi esnek eğitim uygulama ve dayatmaları, öğrencilik süresini uzatmakta, öğrencileri işçileştirdiği gibi yetişkin işçileri de durmaksızın yeniden öğrencileştirmektedir. “Geçiş süreci” olarak tanımlanan gençliğin yaşça uzaması yalnız eğitim sürelerinin uzamasıyla da değil, mezun olduktan sonra da bu “geçişi” yapabilmelerinin çok daha zorlaşmış olmasından kaynaklanmaktadır. Lise ve üniversite mezunlarının işsizliği, ortalamanın 2-2.5 kat üzerindedir, bulabildikleri işler de geçicidir. Ev aile kurma da aynı nedenle zorlaşmakta ötelenmektedir. Dolayısıyla gençlerin ailelerinden ayrılma, kendi yaşamlarını kurabilme yaşı da uzamaktadır. Zaten günümüz gençlerinin en büyük sorunlarından biri, tanımlı oldukları bu “geçiş süreci”ni bir türlü tamamlayamamaları, tamamladıklarını sananların da her kademesinde önlerine yeni yeterlilik sınavları vb çıkarılmasıdır.
Okuma ve çalışma durumuna göre gençlik kategorileri
Okumayan (eğitimini erken bırakan) çalışan gençler, genellikle işçi ve yoksul, çok çocuklu ailelerden gelen gençler. Ancak en önemli özellikleri, zaten okumayıp çalışmaya girdikçe, artık “genç” sayılmamaları, “geçiş sürecini” tamamlamış sayılmaları!!
Lise, meslek lisesi, ünivesite mezunu gençler de giderek çalışan gençler içinde oranları yükselmesine karşın, mezunların dev çaplı işsizlik sorunu nedeniyle, “geçiş süreci”nde travmatik kesinti ve sorunlar yaşıyorlar.
Genç işsizler, tam anlamıyla “geçiş/geçemeyiş” süreç ve sorunu yaşayan kesim. Sınıfsal-kesimsel açıdan kimi yönleriyle çalışan gençlerle, kimi yönleriyle üniversiteye hazırlananlar ve “atıllarla” benzerlik gösteriyorlar.
Öğrenciler, artan oranda hem okuyup hem çalışan konumunda olsalar da, halen önemli ölçüde çalışan, işsiz ve atıl gençlerden ayrı bir kategori oluşturuyorlar.
Üniversiteye hazırlananlar tam bir geçiş/geçemeyiş kategorisi olarak tanımlanıyor. Kimi yönleriyle öğrencilerle, kimi yönleriyle işsizler veya atıllarla benzerlik gösteriyor. Liseyi tamamlamış, üniversiteye girmeye çalışan, önemli bölümü dershaneye giden, çalışmayan, ve giderek büyüyen farklı bir sosyo-ekonomik kategori oluşturuyorlar.
Ev kadınları gençliğin “kaybedenleri” olarak tanımlanıyor. Sınıfsal olarak genellikle en alt düzeylerden gelen, kırdan göçmüş, çok çocuklu ailelerin çocukları. Okumayan ve eğitsel ve sosyal olarak en geri düzeye mahkum edilmiş, baba veya eşlerine kölece bağımlı ve genellikle baskı ve şiddet gören, ev işleriyle ömür törpüleyen, tek “sosyal etkinlik”leri günde 5-6 saati bulan televizyon seyretme olan bir toplumsal kesim. Ancak son dönemlerde onlarında çalışmaya girme, internet etkinliğinde belli bir artış var, ve gözleri de biraz daha açılmaya başlıyor.
“Atıllar” ise ne çalışmaya ne de daha yüksek eğitime geçiş yapamamış, kısılıp kalmış bir kategori. İçlerinde orta sınıf ailelerden gelen ve üniversite mezunu olanlar önemli bir yer tutmakla birlikte ve “maddi halleri iyi olduğu için iş aramadıklarını” söyleseler de, genellikle bekledikleri statü ve koşullarda iş bulamadıkları ya da işten çıkarılıp yeniden aynı koşullarda iş bulamadıkları için sıkışıp kalmış “boşuna mı okuduk?” kategorisi. Ancak kent yoksulu gençler arasında da geniş bir kesim. Bir yanıyla öğrenciliğe, başka bir açıdan işsizler ve üniversiteye hazırlananlar ile yakınlar. (Kategori ve tanımlamalar bazı düzenleme ve eklerle birlikte, “Türkiye Gençlik Halleri Araştırması”, 2008’den alınmıştır.)
Bu gençlik kategorilendirmesi, tam anlamıyla sınıflar konumlar üzerinden olmasa da, çalışma, eğitim, istihdam ve bunlara geçiş geçemeyiş sorunları üzerinden yapıldığından, onun da önemli ipuçlarını veriyor. İlk elde gösterdikleri de, hem önceki gençlik kategorilerinin kapsamlı biçimde dönüştüğü ve ortaya yığınsal yeni gençlik kategorilerinin çıktığı, hem de ara durumların çok arttığı ve büyüdüğü. Bir “geçiş süreci” olarak tanımlanan gençliğin yetişkinliğe geçiş/geçemeyiş gibi kendi içinde de çeşitli kategoriler arasında geçiş/geçemeyiş sorunlarının çok büyüdüğü ve başlıbaşına bir gençlik krizi haline geldiği.
Diğer taraftan bu kategorilerin hiçbiri mutlak ve statik değil, son derece dinamik ve geçişli, dahası artan ölçüde birbirinin içine geçen kategoriler. Çalışan gençlerin sayısı ve oranı hızla büyüyor, ancak önemlice bir kesimi, bir yandan uzaktan eğitim ile orta ve yüksek öğretimi tamamlamaya çalışıyor, ya da çeşitli bilgisayar, dil, meslek edindirme, teknik vd kurslara gidiyor. Orta ve yüksek öğretimdeki gençlerin önemlice bir bölümü eğitimi tamamlamadan çalışmak için terk etmek zorunda kalıyor. Diğer taraftan orta ve yüksek öğretimdeki gençlerin sayısı ve oranı da hızla yükseldiği gibi, bunlar içinde hem okuyup hem çalışanların sayısı ve oranı daha hızlı yükseliyor. Sınava hazırlanma gençliği zaten büyük bir kategoriyken, artık yalnız lise mezunlarıyla sınırlı değil, sınava hazırlanma hem aşağiya tüm orta öğretim yıllarına yayılıyor, hem de sınavı kazanıp üniversiteye giren, üniversiteden mezun olan ve dahası nasılsa bir işte, meslekte çalışmaya başlayanlar açısından yukarıya doğru KPSS, mesleki yeterlilik sınavları vb diye kat kat yayılıyor. Bu yüzden aşağı doğru öğrencilik ile binbir aşamalı sınava hazırlık iç içe geçtiği gibi, bir yandan öğrenciler aynı zamanda çalışan olurken, çalışanlar da öğrencileşiyor. Tabii esnek/güvencesiz emek gücü piyasası ve çalışma rejimi, özellikle de gençleri, çalışırken ilk ve en kolay işten çıkarılanlar haline getiriyor, ve çalışanlar ile işsizleri, çalışan işsizler ve işsiz çalışanlar biçimine geçiriyor (esnek/güvencesiz, kısmi, evden çalışma, stajyer işçilik, vd). Çok büyük bir kategori olan eğitimsiz ev kadınlarını da sistem eğitim ve çalışmaya artan ölçüde çekmeye çalışıyor, diğer yandan da 4+4+4 sistemi ve ailenin restorasyonu, 3 çocuk vb ile eğitimdeki veya çalışan genç kız ve kadınları aileye döndürüyor. Durumu nisbeten hallice olup umduğu türden iş bulamadığı için çalışmayan lise ve daha ziyade de üniversite mezunları, sonraki yıllarda metazori işçileşmeye boyun eğerek ya da okuduğu meslekten farklı işlere geçiş yaparak çalışmaya geçiş yapabiliyor.
Aynı durum kent yoksulu ve çalışan işçi gençler arasında da, belli rotasyonla işliyor, çalışan gençlerin bir bölümü iş kazaları, tükenme sendromu ya da çalıştıkları sektörlerde çöküş veya teknolojik değişimlerle kent yoksulu saflarına fırlatılırken, kent yoksulu gençlerin bir bölümü de çeşitli, düzensiz işlerde çalışmaya geçiş yapabiliyor. Kafa emekçisi gençlerin yığınsal biçimde işçileşmesi ve vasıfsızlaşması ile kol işçisi gençleri daha nitelikli ara teknik emekgücü olması da benzer bir gelişme.
Kısaca emekçi sınıflar gençliğinin bugünkü durumu görülmemiş bir karmaşıklık, heterojenlik, çeşitlilik, parçalılık, katmanlılık içerisinde ve bu daha da artacak. Fakat bir ve aynı zamanda, bu süreç çok çeşitli ve eski ve yeni gençlik kategorilerinin artan ölçüde iç içe geçmesiyle, birbirine geçişliliğiyle, bir nevi, çalışan-işsiz-öğrenci-sınavcı gençlik tablosu biçiminde ortaklaşıyor ve yalınlaşıyor. Genel eğilim de işçi, yıkıcı işçileşme sürecinde olan ve yarı-işçi gençlere doğrudur. Kuşkusuz bu süreç, en ağır biçimiyle gençleri vuran esnek/güvencesiz geçici emek gücü piyasası ve çalışma rejimi, kapitalist dönüşümün binbir türlü atraksiyonu ve sosyal içerme mekanizması vb ile işçi, işçileşme bilinci itibarıyla yavaş ilerliyor, sürekli alt üst oluşlarla sekteye uğruyor, bugün safkan “çalışan gençler” içinde bile ara sınıf bilinç ve durumları yaygın, üniversiteli gençler içinde de halen “sınıf atlama”, “küçük statü”, tarzı bulanık, küçük burjuva ve ara sınıfçı eklektik bilinç biçimleri baskın, ancak gelişme kaçınılmaz olarak bu doğrultudadır.
Genç olma itibarıyla da (üst sınıf ve kesimler gençlerini bir yana bırakırsak, ama orta sınıflardan aşağıya doğru çözülen geniş kesimleri dahil edersek), tüm parçalılığı, katmanlığı, karmaşıklığı, atomizasyon biçimlerine, hemen her kesimin özgül yanları ve farklı ihtiyaç ve beklentileri olmasına karşın, tüm gençlik kesimlerini kesen ve tam da genç karakterini veren iki temel unsur değişmediği gibi büsbütün ortaklaşmakta ve derinleşmektedir: 1- Artan gelecek kaygısı, 2- Anlaşılmadığı düşünce ve duygusu, 3- Kendi yaşam ve geleceği üzerine kendi kararlarını kendi verebilme (özgürlük ve bağımsızlık) isteği ve özlemi…
Gelecek kaygısının ilk eldeki biçimi, verili toplumsal sistem ve süreçler içinde umduğu, hak ettiğini düşündüğü, özendiği veya en azından kendi durumunu koruyabileceği asgari bir yer edinememe korkusu ve baskısıdır. Tüm gençler eğitim sistemi içinde ve dışında neoliberalizmin binbir türlü ölüm-kalım yarışı, rekabeti, ölçe/değerlendirme, seçme/ayıklama mekanizmaları içinde bunun için (kendilerini sermayeye beğendirmek, sermaye için karlı ve verimli olacak bir şeyler ortaya koyabilmek vb) sahip oldukları ve hatta olmadıkları tüm olanakları ve yetenekleri, fırsatçılıkları vb ile bunun için çırpınıyorlar, bunun için kendilerini ve birbirlerini paralıyorlar. Fakat piramidin üst ve hatta orta kısımları ve oralara giden yollar giderek daralır ve umutsuzlaşırken, tabanı ve hatta taban-altı kısımları durmaksızın genişliyor ve tabiri caizse, ne kadar çırpınırlarsa o kadar batıyorlar, geriye ve aşağıya doğru eşitlenme eğilimi güçleniyor. Örneğin meslek liseleri ve üniversitenin iyi bir iş, dahası sadece iş bulma şansını artırıp artırmadığı sorusuna öğrenci gençlerin olumlu yanıt verenlerin yüzdesi giderek düşmesine karşın, mezunlar arasında olumlu yanıt verenlerin keskin biçimde daha düşük olması bunun bir göstergesi. Tabii yalnızca iş sorunu değil, siyasal, toplumsal katılım hemen her konuda eğilim bu yönde. Sistem boş durmuyor, sosyal içerme mekanizmaları daha etkin çalışıyor, fakat gençlerin gelecek kaygısının giderek büyümesini engelleyemiyor; gerçekler inatçıdır! Gelecek kaygısı, sistemde iyi ya da iyi kötü bir yer bulma çaba ve endişesinden sistemi reddetmeye doğru bir dinamik ve eğilimi de içinde taşıyor.
Anlaşılmadığı duygusu, üst sınıflar dışında hemen her kesimden gençlerin ortak ve evrensel bir karakteristiğidir. Yalnızca kuşaklar arası bir iletişim sorunu, değerler sisteminin değişmesi durumu değil, adam/kadın yerine konulmama, ilgi, sevgi, saygı görmeme, engellenme, kısıtlanma, kendi kararlarını kendi verememe, istediği ve özlemini duyduğu şeylere olanaklı olduğu durumda bile izin verilmeme ve daha çok da maddi, toplumsal, siyasi olanağına sahip olamama durumudur. Mevcut siyasal-toplumsal sistem kurumları içinde bunu bulamayınca daha fazla piyasalaşarak özgürlüğü orada arayıp orada bulduklarını sansalar da, bu çok daha büyük bir yabancılaşma, kendisini gerçekleştirememe sorununa yol açtığı gibi o kanallar da giderek daha fazla daralıyor, vb. Bunu günümüzde daha da derinleştiren, gençlerin yalnızca yetişkinler, aile, öğretmen, idareci, patron, yönetici, burjuva politikacılar vb tarafından değil, binbir parça ve katmana bölünmüş kendi yaşıtları, çevreleri, arkadaşları, hatta sevgilileri tarafından da anlaşılmadıklarını, haksızlığa uğradıklarını, istismar edildiklerini vb düşünmeleri. Bunun başlıca nedeni de kuşkusuz gençler arasındaki ilişkinin de metalaşmış, kapitalize olmuş, rekabete, pragmatizme, fırsatçılığa bağlanmış olması. Ve bunları ne kadar yaparlarsa o kadar yalnızlaşma duygusunun, tatminsizliğin, kendini gerçekleştirememenin derinleşmesi. Sonuçta gençlerin şu evrensel anlaşılmama sorunu da, bugün çok daha ağırlaşmış biçimiyle, kendini gerçekleştirme çabasını engelleyen her türlü kurum, otorite ve düzen ilişkisini reddetmeye dönük bir dinamik ve eğilimi de içinde taşır.
En sonu, kendi kararlarını kendi verememe ve gerçekleştirememe, kendi ilişkilerini kendi kurumama, neoliberal kapitalizm ve piyasasının içselleştirilmiş biçimleriyle kendi tercihlerini yaptığını, gerçekleştirdiğini, kendi ilişkilerini kurduğunu ve yürüttüğünü sandığı her durumda da çoğunlukla hayal kırıklığı ve daha fazla yabancılaşma, tatminsizlik, yoksunluk ile karşılaşma durumu… Özgürlük ve bağımsızlık isteği, en azından bilinçli veya bilinçsiz büyüyen ihtiyacına karşın, işkenceye dönüşen ve bir çok durumda nefret edilen eğitim ve sınav yarışına, aileye ve tabii ki iş ve çalışmaya, daha bir dört elle sarılmak, boyun eğmek, sürüklenmek zorunluluğunun, her düzeyde ağırlaşan bağımlılık ve özgürlüksüzlüğün yarattığı şiddetlenen çelişkiler…
Kuşkusuz bunlar, küçük bir azınlıkta yarı-bilinçli, daha geniş kesimlerinde sezgisel ve tohum halinde, ya da dile getirmeye cesaret edilemeyen bir siniklikle birlikte varolan dinamik ve eğilimlerdir. Tekelci kapitalizmin çok gelişmiş ve güçlenmiş gençlik politika ve mekanizmaları, yönetişimi, meta fetişizmi, siyasal örgütlenme ve bilinç yoksulluğunun doğurduğu karşıt eğilimlerin doğurduğu atomizasyon, kafa karışıklığı, korku ve özentilerle birlikte vardır. Fakat vardır, ve yeni bir yaşam ihtiyacı ve yeni bir gençlik siyasetinin de gelişen zeminini oluşturmaktadır.
Dünya çapında son dönemlerde giderek artan yığınsal öğrenci genç hareketlerine bakıldığında, en başta bir gelecek tasarımına, programa sahip olmamaktan gelen bir dizi yapısal sorun ve sınıfsal bulanıklıklarına karşın, bu yönde bir eğilim ve ilerlemenin de kendini göstermeye başladığı söylenebilir. Fransa, İtalya, İspanya, Şili, Kanada, Mısır, Tunus, Yunanistan, Britanya, İrlanda’dadaki yığınsal öğrenci hareketleri. (Çin, Rusya, Brezilya, Endonezya, Meksika, Türkiye gibi orta ileri ve yükselişte olan ülkelerde daha zayıf olmakla birlikte buralarda da bir gelişim seyri vardır.)
Birincisi, son 20 yılda neoliberal beklentiler ve atomizasyonla dibe vurmuş olan öğrenci hareketlerinin, yeniden yığınsal temelde kolektif karar ve eylem yeteneği kazanma olanağı ve çabasına işaret etmektedir.
İkincisi, yığınsal öğrenci hareketlerinin hızla parlayıp sönme karakteristiğine karşılık, daha uzun soluklu biçimler kazanabilmekte, süreklileşmesi değilse bile “sürdürülebilir” hale geldiğini, gelebileceğini göstermektedir.
Üçüncüsü, bir dizi ülkedeki öğrenci hareketleri yığınsallığı ve uzun solukluluğu ölçüsünde işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle daha etkileşimli hale geldiği, genel eylem, genel grev ve direnişleri tetikleyebildiği, talepleri itibarıyla da salt eğitim ve orta sınıf taleplerini aşabildiği, daha toplumsal-sınıfsal ve siyasal-demokratik bir eğilim kazanabildiği görülmektedir.
Dördüncüsü, hareketlerde aşağıdan karar ve inisiyatif öz kitle organlarının önemli bir rol oynaması.
Öğrenci hareketlerinin başlıca sorunları ise: 1- Antikapitalist dinamikler içermekle birlikte, programsız, politikasız dar hayırcılığı ya da ulusalcı kamucu reformist program ve politikaları aşamamaları. Neoliberalizm ve piyasalaştırmaya, esnek/güvencesiz emek gücü piyasası ve çalışma rejimine artan bir tepki olmasına karşın kapitalizm ve burjuva demokrasisine dönük beklentilerin sürmesi. 2- Çok geniş öğrenci yığınlarını bir araya getirmekle birlikte, ortak kesenlerden daha fazla çıkarları farklı ve çelişkin sınıf ve kesimlerin olması; işçi, işçileşme sürecinde olan gençler, kent yoksulu ezilen ırktan göçmen varoş gençleri, orta sınıf, hatta üst orta sınıf gençleri… Bunlar içinde de medyatik hegemonyayı sonuncuların, siyasal ya da sendikal liderliği de genellikle orta ve alt orta sınıf gençlerinin elinde tutması. Diğer sınıf ve kesimlerden bağımsız sınıf eksenli ideoloji, politika ve örgütlenmelerin olmaması. 3- Güçlü işçi sınıfı hareketlerinin ve çekim gücü ve şekillendiriciliğinin olmaması. 4- Gençlerin, özellikle de üniversite öğrencisi gençlerin, geniş kesimlerinin halen “kaybedecekleri şeyler”in olduğuna inanması ve mücadelenin de ağırlıklı olarak halen bunlardan ne kaldıysa kaybetmemeye dönük olması.)
Bir Gençlik Tablosu
2007 nüfus sayımına göre, Türkiye’de 15-24 yaş arası, 12 milyon 400 bin genç yaşıyor. (Nüfusa oranı yüzde 17.6) Bunların yüzde 30’u okula gidiyor, yüzde 30’u çalışıyor. Yüzde 40’ı ise (5 milyon genç) ne çalışıyor ne okuyor! Ekonomi-politik dilinde “atıl” denilen gençlik kategorisi. Bu kategorinin en büyük kesimini genç ev kadınları (2.2 milyon kişi), fiziksel engelliler (650 bin kişi), tüm ümitlerini kaybederek iş aramaktan vazgeçmiş gençler (300 bin kişi), çocuk ve genç tutuklular (22 bin kişi), göçertilmiş Kürt çocuklar, sokak çocukları, vd kesimler oluşturuyor. (Türkiye’de Gençlik raporu. 5 yıllık bir süre, hele ki gençlikteki çok hızlı değişimler açısından oldukça uzun bir süre. Nitekim son 5 yılda orta ve yüksek öğretimde okullaşma oranı epey arttı. Çalışan ve işsiz gençlerin oranı da krizle birlikte arttı. İstatistikleri, yalnızca bir fikir edinmek için ve gelişme yönünden okuyoruz. )
Neresinden bakarsak bakalım çok ağır bir gençlik tablosu. Çalışan gençlerin sayısı ve oranı, kayıt dışı çalışanlar ve sayıları 1 milyona yaklaşan iş arayan gençleri, yanısıra hem okuyup hem çalışanları içermediği için, aslında daha yüksek, yüzde 50’den daha az değil. Yani genç nüfusun yarısından fazlası, emekgücünden başka satacak şeyi olmayanlar ve fiilen satanlar ve satmaya çalışanlar. Bu şunun için önemli: Burjuvazi ve medyasının sunduğu gençlik imajı, halen “sağlıklı, dinamik, toplumsal-siyasal sorunların ve sorumluluğunun dışında orta sınıf öğrenciler”! Solun “gençlik” algısı da çok farklı değil. Oysa okumayıp çalışan ya da iş arayan gençler ve hem okuyup hem çalışan gençler, genç nüfusun yarısından fazlasını oluşturuyor.
Okuyan ve okumayan kent yoksulu gençlerle birlikte ise ezici ağırlığını. Eğitim düzeyi (lise ve üniversite) ve bu düzeylerdeki okullaşma oranı yükseliyor ve yükselecek olmakla birlikte, bunun içerisinde de hem okuyup hem çalışanların oranı daha hızlı yükselmektedir. (Meslek teknik liselerinin düz liseler içindeki oranı yüzde 50’yi geçti ve daha da hızlı yükseliyor. Üniversite öğrencileri içinde çalışanların oranı 3’te bire yakın.) Çıkartacağımız ilk temel sonuç, orta sınıf öğrencilerin merkezinde durduğu gençlik imaj ve algısını yıkmak ve ilk elde öğrenci olup olmamasından bağımsız olarak işçi gençleri (yıkıcı bir işçileşme sürecinde olanlar ve yarı-işçi olanlarla birlikte) temele koymaktır. Tabii bu öğrenci gençleri bir yana bırakacağımız anlamına gelmez. Tam tersine bugün özellikle meslek liseleri ve üniversitelerde köklü bir çalışma olmadan, işçi sınıfının görece daha ileri kesim ve dinamikleri içinde gelişme olanağının da çok zayıflayacak olmasıdır.
Genç İşçiler
Burada temel sorun şudur: Genç işçiler, işsizlik oranlarının, esnek/güvencesiz, parçalı, atomize, sirkülatif/mobilize çalışma biçimlerinin en yüksek olduğu, en dağınık, işçilik bilinci zayıf kesimi olarak, çalışma yürütmenin de en zor olduğu işçi kesimlerinden biridir. Buna karşılık üniversiteler (ve aslında liseler de) daha geniş genç kitlelerini bir araya getiren, kitle çalışması yürütmenin ve en azından belli bir metropol içindeki ya da belli okullar arasındaki irtibat kurmanın görece daha kolay olduğu mekanlardır. (Gerçi öğrencilerin de artan bölümünün serbest zamanının ve kısmi özerkliğinin kalmaması, derslerden hemen sonra okulu terketmeleri, yanısıra artan heterojenliği, yukarıda değindiğimiz neoliberal disiplin biçimlerine tabiyeti vb nedeniyle, eski dar, kaba ve düz biçimlerle sözde kitle çalışmasının giderek daha fazla etkisizleştiği de açıktır. Buna geleceğiz.) Bununla birlikte, öğrencilik de üniversiteleri bir sığınak olarak gören uzatmalı öğrenciler dışında, geçici bir süreçtir; bildiğimiz gibi ilk bir iki yıl adaptasyon vb ile geçer, son iki yıl çeşitli gruplara, eylemlere katılım ve aktivasyon artar, fakat mezun olduktan sonra esnek emekgücü ve çalışma rejimi içinde erinip dağılındığından, ne öğrenci hareketi içinde ne de sonrasında bir süreklilik sağlanamayan bir kısır döngü ortaya çıkar. Bu sorunu çözmenin bir yolu, nesnel olarak işçi sınıfına daha yakın ve içerili hale gelmeye başlamakla halen kafaca ve ruhça çok uzak ve ayrıksı olan öğrencilerle, işçi sınıfı hareketi arasında her iki yönden daha güçlü bağlar kurmaktır.
Genç işçilerin çalıştığı sektörlere bakıldığında, ilk göze çarpan sanayide çalışan genç işçilerin (19-24, 25-29, 30-34 her üç kategorinin de) oranı, hizmet ve tarımda çalışan genç işçilerin oranına göre belirgin biçimde daha yüksek. Şehirde çalışan yetişkinlerin yaklaşık % 70’i hizmetlerde, % 24’ü sanayide, % 4.5’i tarımda çalışmaktadır. İşçiler yaş ilerledikçe sanayiden daha fazla hizmetlere doğru kayıyor. Bunun nedeni, muhtemelen sanayide fizik güç ve çalışma temposunun daha yüksek olması, ve zaten orta yaş üstü işçilerin işten çıkarılması. Ve meslek teknik liselerinin sayı ve oran olarak hızla yükselmesi. (Anadolu’daki üniversiteler de, Organize Sanayi Bölgelerine doğru yeniden yapılandırılıyor; yeni YÖK tasarısının bir yönü de bu.) Genç işçi oranının en yüksek olduğu alanlar kadınlarda tabii ki tekstil-konfeksiyon, erkeklerde otel-lokantacılık ve diğer imalat sektörü. Bunların aynı zamanda ücretlerin en düşük olduğu sektörler olması raslantı değil. (Genç İşsizliği, Nurhan Yentürk). Bununla birlikte tüm temel sanayi ve hizmet sektörlerinde (metal-otomotiv, elektronik, bilişim, iletişim, enerji, sağlık, eğitim, vd) genç işçilerin oranı belirgin biçimde yükseliyor ve aynı belirginlikle ücretler düşüyor ve neoliberal esnek/güvencesiz çalışma biçimleri yaygınlaşıyor ve derinleşiyor. Bu gençlikte, ve aslında bir bütün olarak işçi sınıfında dönüşümün en temel yönlerinden biri olduğu için üzerinde biraz duralım:
Türkiye’de önceki dönemde sınıfın ana gövdesini oluşturan büyük sanayi işçileri ve kamu işçilerinin ağırlığını orta yaşlı işçiler oluşturuyordu. Vasıflı meslekler de böyleydi. O dönem, işçilerin belli bir iş veya meslekte düzenli çalışarak yıllar içinde kazandığı deneyim ve ustalık, bunları genç işçilere aktarması, sermaye birikiminin istikrarı açısından önem taşıyordu. Bugün bambaşka bir tabloyla karşıkarşıyayız. Artan sayıda işyerinde orta yaş üstü, hatta orta yaşlı işçiler işten çıkarılıyor, işe alımlarda 22-25, en fazla 27 gibi üst yaş sınırları konuluyor.
a- Deneyimli işçiler, yıllar içinde kazanmış oldukları, kıdem ve sosyal hak, ücret düzeylerinde artış, artan sağlık sorunları, ailelerine bakma yükümlülükleri “yük” olarak görülerek tasfiye ediliyor.
b- Deneyimli işçiler, önceki dönemlerin sınıf mücadelesi, sendika, kolektif davranma, direnme yeteneği ve kültürüne iyi kötü sahip oldukları ve bunları genç kuşaklara da taşımamaları için tasfiye ediliyor.
c- Orta yaş ve üstü işçiler, çoğu işyerinde son derece hızlanan ve yoğunlaşan çalışma temposu, uzatılan çalışma saatleri, üretim kotaları, performans kriterlerine dayanamadıkları için tasfiye ediliyor.
d- Yalnız eski kuşaktan yaşlı işçiler değil, bugünün orta yaş ve üstü işçileri de genellikle: Belli işler, belli iş yapma biçim ve ilişki kalıplarına alışkın oldukları; sermayenin teknoloji, organizasyon, piyasa, iş ve emek biçimlerinde durmaksızın daha da hızlanan değişim ve yenilik süreçlerine ayak uyduramadıkları için çoğu işyerinde istenmiyor:
“Çalışanlar için adım adım mesleki ilerleme ya da tüm mesleki yaşamın belirli bir beceriye dayandırılarak sürmesi hayal olmuştur. Örneğin günümüz Amerikası’nda, genç bir insanın ortalama 40 yıllık çalışma yaşamında 11 defa işyerini değiştirmesinden başka en az üç defa yeni beceriler kazanmayı da göze alması gerekmektedir. Hatta kimi alanlarda artık kişinin aynı temel üzerine daha fazla tuğla koyarak bilgi birikimini büyütmesi mümkün değildir. Özellikle yeni çalışma/iş alanlarının ortaya çıkışı her şeye baştan başlamayı gerektiriyor ve bunu da en iyi genç çalışanlar yapabiliyor. Sürekli değişime adapte olabilmeleri, yeni bilgi ve beceriler kazanmayı göze alabilmeleri, çalışma alan ve uzamlarında hızla mobilize olabilmeleri, yerleşik mesleki kültürle güçlü bağlarının bulunmayışı nedenlerle gençler yeni emek piyasasının gözde aktörleri haline gelmekte, yaşlılar ise, emek piyasasının giderek sürülmektedirler. Böylece, daha çok yaşlı emeğin, taşıyıcısı olduğu yerleşik mesleki kültür/kuşaklar boyu aktarılan mesleki gelenek ve tecrübe değersizleşmekte, çalışma/iş dünyası tamamen geçici bağlılıklara ayarlı esnek emek piyasasının hakimiyetine girmektedir. (…) Çalışanlar, aynı zamanda sürekli talep çeşitlenmesi ve gelişen teknolojinin etkisiyle mesleki bilgi ve becerilerinin hızla demode olmasına maruz kalmaktadırlar. Sürekli teknolojik devrim, edinilmiş know-how’ı ve öğrenilmiş alışkanlıkları kazanım olmaktan çıkararak bir engele dönüştürmekte, faydalı vasıfların ömrünü kesin biçimde kısaltmaktadır. Zira bu vasıflar, işe yararlılıklarını ve ‘bir işi yapmaya muktedir kılma güçlerini’ bu vasıfları kazanmak ve onları bir üniversite diplomasıyla belgelemek için gereken zamandan çok daha kısa süre içinde kaybetmektedir.” (Mesleklerde Dönüşüm)
Bu tablo, öğrencilik süreçlerinde de artan bölümü zaten işçilik yapan teknik lise ve üniversite mezunlarının yığınsal olarak emek gücü piyasasına girmesi, ve işçi sınıfının ana gövdesini oluşturmaya başlamasıyla tamamlanmaktadır. İşçi sınıfı giderek gençleşmekte, dahası zorla gençleştirilmektedir. Gençleşme yalnızca ve basitçe yaş ortalamasının düşmesi olarak değil, işçi sınıfının yapısında köklü (ve giderek hızlanan) bir dönüşümün gerçekleşmesi olarak yaşanmaktadır. Öncelikle bunun altını tekrar ve kuvvetle çizmemiz gerekir: İşçi sınıfı gençleşmekle, genç işçilerin ağırlığı işçi kitleleri içinde artmakla kalmıyor. Genç işçi kuşakları, bizim alışkın olduğumuz ve halen onun sabiteleriyle düşündüğümüz geleneksel işçilik formasyonundan, oldukça farklı ve bugün giderek temel ve hakim hale gelen neoliberal esnek birikim ve çalışma rejiminin, esnek işçilik/işçileşme tarzının temsilcisidir.
Bugün çözünüklükleri, bireyselcilikleri, gevşeklikleri, mevcut duruma, neoliberal ilişki biçimlerine uyarlanmışlıkları/konformizmleri, (hiçbir ihtiyaçlarını karşılamayan) geleneksel sendika ve siyasetlerden uzak duruşları ya da teğelci bağ kuruşları ne olursa olsun, köklü bir dönüşüm sürecindeki işçi sınıfının geleceği, ve aslında işçi sınıfının dönüşmekte olduğu yeni durumunun ta kendisidirler. İşçi sınıfının yeniden oluşum sürecinin temelidirler. Genç işçi kuşaklarında, ister yıkıcı bir işçileşme sürecinde olan eğitimli kesimlerinde, ister kol işçilerinde olsun, ister sanayi veya hizmet sektöründe, henüz halen ara sınıf bilinci formunda da olsun, işçileşme bilinci yeni yeni gelişmeye başlamıştır. Ama başlamıştır ve geri çevrilemez bir durumdur. Ne kadar sancılı ve ağır da olsa, tarihsel-diyalektik materyalizmde esas olan çözülenden çok gelişmekte olanı görmek, buna göre konumlanmaktır. Tüm bu nedenlerle genç işçi kuşaklarıyla köklü bir bağ kuruş, yalnızca tarihsel bir zorunluluk ve sorumluluk değil, bizler için de bir ihtiyaç, eski dönemin engelleyici darlık ve düzlüklerinin kalıplarını kırabilmenin biricik yoludur. Riskli, ama başka bir alternatifi olmayan, atılacak her adımın sınıf oluşumunu ilerleteceği bir yol.
Bologna programından 4+4+4+4’e: Stajiyer ve İntörn İşçiler
Eğitim sisteminde dönüşüm ve öğrencilerle temel bir bağlantısı da şudur:
“Türkiye, Bologna Süreci’ne kağıt üzerinde 2001 yılından itibaren dahil olmuştur. Gerek yükseköğrenim gören öğrencilere yönelik devlet desteğinin (burs, barınma imkanları vb.) son derece seçici ve sınırlı olması, gerekse de ülkedeki emek piyasasındaki güvencesizlik, örgütsüzlük ve işsizlik sarmalının çok daha derin köklere sahip olması nedeniyle sürecin Türkiye’deki en önemli unsurunu son on yılda pıtrak gibi açılan “taşra üniversiteleri” ile özel üniversiteler oluşturmaktadır. Ağırlıklı olarak Sağlık Kurumları Yöneticiliği, Konaklama İşletmeciliği, Seyahat İşletmeciliği, Yeni Medya gibi doğrudan belirli sektörlerin ihtiyaçlarına göre kurgulanmış bölümlerin oluşturduğu bu üniversiteler bir yandan üniversite öğrencisi sayısını artırırken tıpkı İtalya örneğinde anlatıldığı üzere kafa emeğini değersizleştiren ve çok katmanlı hale getiren bir hiyerarşi, Necmi Erdoğan’ın deyimiyle bir “diploma devalüasyonu” yaratmaktadır. Diğer önemli unsur ise meslek lisesi mezunlarının sınavsız ya da ek kat sayılarla okuma hakkı kazanabildikleri teknik eğitim bölümleridir. Bu bölümlerden mezun olan, çoğunluğu erkek nüfusun yegane iş bulabileceği yerlerden biri olan organize sanayi bölgelerinin kentsel dönüşüm uygulamaları gereğince hızla şehir dışına çıkarılması ve yenilerinin büyük bir ağırlıkla taşra kentlerinde inşa edilmesi üniversite-sanayi işbirliğinin mekansal boyutunu oluşturmaktadır. Bu nedenle söz konusu teknik bölümlerin metropol üniversitelerindeki ağırlığı giderek azalmaktadır.
Eğitime yapılan “yatırım” aracılığıyla edinilen eğitsel sermaye, en azından 1980’lere kadar Türkiye’deki üst ve orta sınıfların kendilerini alt sınıflardan ayırma stratejilerinin önemli bir parçası olmuştur. Yukarıda anlatılan her iki örnek de yükseköğrenim görmenin toplumsal-sınıfsal farkları törpüleyen bir özellik olmaktan, sınıflar arası hareketliliğin bir faktörü olmaktan kısmen çıktığını göstermektedir.4 Bu noktadaki en önemli belirleyen hiç şüphesiz Türkiye emek piyasalarındaki kadim güvencesizlik ve örgütsüzlük nedeniyle emek gücü maliyetlerinin düşürülmesinin önünde herhangi bir yasal ve sendikal engelin bulunmamasıdır. Fakat henüz yükseköğrenim yapısının İtalya örneğinde öngörüldüğü gibi tam anlamıyla bir uzmanlaşma yönünde yeniden yapılandırıl(a)maması nedeniyle söz konusu ucuz işgücünün başta çeşitli sanayi sektörlerinde istihdam edilmek üzere mesleki eğitime kitlesel olarak yoğunlaşması sağlanamamıştır. 2001 krizinin ardından giderek daha gelişmiş teknoloji kullanmaya başlayan ve üretim kapasitesini hayli artıran sanayi sermayesi şu ana kadar ağırlıklı olarak ucuz işgücünün sırtına binerek elde ettiği artık değeri aynı ücretlerle “kalifiye” elemanlar çalıştırarak kat be kat artırmak ve küresel rekabetteki yerini sağlamlaştırmak peşindedir. 4+4+4 tasarısı da tam olarak sermayenin bu kaygılarını gidermek üzere hazırlanmıştır.”
Daha yüksek eğitimli ve nitelikli emekgücünü, daha düşük ücretli ve esnek/güvencesiz koşullarda çalıştırmak! 4+4+4 eğitim sistemi ile yeni YÖK tasarısı (+4) bu kapsamdadır. 4+4+4+4 esnek/teknik emekgücü eğitimi (öğretimden ayrışan teknik işçi eğitimi/jop traning) ve “ulusal istihdam strajesi” ile çember kapanmaktadır! Yeni YÖK tasarısı, zaten üniversiteleri kurumsallaşmış/kurumsallaşmamış üniversiteler diye ayırarak, ikincileri meslek teknik yüksek okuluna indirgeyerek, sanayiye dönük teknik ara emekgücünün yığınsal üretimini, dahası stajiyer ve intörn işçiliğin yığınsallaştırılmasını hedeflemektedir. (1 milyon 250 bin kişilik stajiyer teknik ara işgücü “ulusal istihdam strajesi” kapsamındadır!) Bunun nasıl olacağını büyük sanayi tekelleri-meslek yüksek okulları işbirliği uygulamalarından görmek mümkündür.
Örneğin Koç Holding’in Otosan, Otoyol, Döktaş fabrikalarında İTÜ’ye bağlı Sakarya Meslek Yüksek Okulu ile, yine Otasan’da Kocaeli Üniversitesi’ne bağlı Gölcük-Yeniköy Meslek Yüksek Okulu ile, Tofaş’ta Uludağ Üniversitesi’ne bağlı Teknik Bilimler Meslek Yüksek Okulu ile birlikte uyguladığı entegre (politeknik!) öğrenci eğitim-çalıştırma programları vardır. Okulların ders ve müfredat programları öğretim üyeleri ve fabrika yöneticileri tarafından birlikte belirlenmekte, teorik dersler okulda, “uygulamalı sektör dersleri” dönemler halinde fabrikalarda yapılmakta, fabrika uzmanları okullardaki derslere, öğretim üyeleri fabrikadaki “derslere” katılmakta, öğrencilerin notların önemli bölümü fabrika yöneticileri tarafından verilmekte, uygulamalı çalışmada asgari ücret üzerinden saat ücreti ödenmekte, birkaç gün özellikle de çalışmaya gelmeyen öğrencilerin ilişiliği kesilmektedir. Yeni YÖK tasarısı ile yalnız bugün şu veya bu tekel ile bütünleşmiş meslek teknik yüksek okulları değil, taşra üniversitelerinin tamamı sanayi ve organize sanayi bölgelerine dönük bu sisteme geçecektir.
Nitekim YÖK, yeni tasarının sinyalini henüz 2007 yılında vermişti: “YÖK, uygulamaya ve meslek kazandırmaya yönelik “Meslek Yüksek Okulu” ve “Uygulamalı Bilimler Fakülteleri” nin yerel iş ve piyasalara gömülü hale getirilmesi gerektiğini; bu okullardaki eğitimlerinin kurulacak “Ulusal Meslek Standartları Kurumu” ile işbirliği halinde çalışması gerektiğini önermektedir” (YÖK, 2007)
Bunun nasıl hayata geçirilmeye başlandığını Gaziantep Üniversitesi Rektöründen dinleyelim: “İntörn Mühendislik Eğitimi adını verdiğimiz bu model ile artık son sınıf öğrencileri eğitimlerinin son döneminde bir endüstri kenti olan Gaziantep’teki sanayi kuruluşlarında tam zamanlı olarak çalışacaklar. Hayata ve işe dokunacaklar, tüm iş-tasarım ve üretim süreçlerinin içerisinde yer alacaklar. Mühendis ünvanına ve diplomasına sahip olmadan, ancak adeta bir mühendis gibi katma değer oluşturacaklar. İntörn mühendislik eğitimi sayesinde bundan böyle hem tasarım yapabilen hem de çalıştıkları işletmelerin sorunlarına pratik çözümler getirebilen mühendisler yetiştireceğiz… Yerel dinamiklerimiz olarak Gaziantep Sanayi Odası, Gaziantep Ticaret Odası, Gaziantep Organize Sanayi Bölgesi’ne İntörn Mühendislik Eğitimi Projemize ve modelimize verdikleri büyük destek nedeniyle şükranlarımızı sunuyoruz.” (“Mühendislikte Gaziantep Devrimi”, Milliyet Business Gaziantep Eki, 31 Ekim 2012)
Adalet Bakanlığı da “Yargı Reformu Strateji Taslağı”nda, İntörn Eğitimini hukuk fakültelerine zorunlu hale getiriyor. İktisadi, İdari Bilgiler Fakülteleri de sırada. Bu sistem tüm “beyaz yaka” fakültelerine hızla yayılmakla kalmayacak, Kanada Üniversitelerinde olduğu gibi, yılda bir dönem okuma, bir dönem intörn çalışma ve notların da patronlar tarafından verilmesi, 4 yıllık eğitimin tümüne yayılacaktır.
Stajyer İşçilik, Yoğunlaştırılmış Staj, Sanayi ile Ortak Eğitim, Trimaster, İntörn İşçilik gibi uygulamalarına ilkesel olarak karşı çıkmıyoruz. Bu, daha gelişmiş bir sosyalizm koşulu olarak politeknik eğitimin bizzat kapitalizm tarafından hayata geçirilmesidir. Ancak karşı çıkacağımız, kapitalist uygulanma biçimidir, neoliberal esnek/güvencesiz emekgücü ve çalışma rejiminin ve “ulusal istihdam stratejisi”nin en hızlı yaygınlaşacak bir biçimi olarak uygulanmasına karşı çıkıyoruz. Bu kez de teorik, zihinsel öğretimin yok edilmesine, öğretimin teknik işgücü eğitimine indirgenmesine karşı çıkıyoruz. Önümüzdeki yıllarda meslek liseleri, meslek yüksek okulları ve üniversitelerde sayıları birkaç milyonu bulacak stajyer ve intörn işçilerin, düşük ücretle, en ağır koşullarda çalıştırılması, notlarının patronlar tarafından verilmesi, yerel emekgücü piyasalarına bağımlı hale gelmesi ve işçi sınıfının/öğrenci hareketinin yerellere parçalanması ve stajyer/intörn işçilerin yetişkin, deneyimli işçilerin yerine çalıştırılması ve ücret ve sendikaların kırılmasında kullanılacak olmasıdır.
Burjuvazinin stajyer ve intörn işçiliği, temel bir esnek çalıştırma biçimi haline getirmesinin önemli bir nedeni, meslek teknik liselerinin emekgücü formasyonunun sermayenin nitelikli ara emekgücü ihtiyacına yanıt verememesi, üniversite öğrencilerinin ise fazla gelmesi, artık gereksiz bulunan teorik eğitimlerinin fazla gelmesi, pratik uygulama beceri ve deneyimlerinin ise olmamasıdır. Bu nedenle kendi ücret, vasıf, özerklik, statü beklentilerinin çok altında “amelelik” işlerinde çalışmak istemeyip bir çoğu bunun için yıllarca işsiz kalmayı göze aldığı gibi (umutsuzluğa kapılıp iş aramaktan vazgeçenlerin önemli bölümü üniversite mezunlarıdır), patronlar da beklentileri yüksek olan, üretim alanında çalışmak istemeyen ve beceremeyen, eğitimlerine para ve zaman harcamayı istemedikleri üniversite öğrencilerini çalıştırmak istememektedirler. Üniversite mezunları sahip oldukları vasıfın altında bir işe girdiğinde de pratik olarak işi öğrenmekte zorlanıyor, çünkü ustabaşılara ve işçilere -alay konusu olacağını, varsaydığı statüsünü kaybedeceğini düşünürek- soru da soramıyor1 Böylece üniversite öğrencilerinin teorik öğretimleri büyük ölçüde budanarak, ücret, vasıf, statü, özerklik beklentileri düşürülerek, masa başı işten üretim sürecine çekilerek, yani daha öğretim sürecinde işçi disiplini altına sokarak, üniversiteyi meslek yüksek okuluna indirgeyerek, kendisi açısından ciddi sorun olan yerel organize sanayi-hizmet bölgelerinin nitelikli ara işçi ihtiyacını karşılayarak ve üniversite öğrencilerini de yerel emekgücü piyasalarına bağlayarak, nitelikli işçi krizini çözmeye çalışıyor.
Bir Öğrenci İşçiler Sendikası Yakıcı İhtiyaçtır
Aşağıda değineceğimiz kısmi zamanlı çalışan öğrenciler ile birlikte, stajyer, intörn vd öğrenci çalışma biçimlerinin hızla yığınsallaşması, temel bir çalışma biçimi haline gelmesiyle, bir öğrenci-işçiler sendikası yakıcı bir ihtiyaç, olmazsa olmaz bir zorunluluk haline gelmiştir. Genç-Sen çalışan öğrenciler sorununa hiç ilgi göstermediği gibi en dar anlamıyla bir öğrenci sendikası olmayı da başaramamıştır.
Dönüşen öğrenciliğin, genç olmanın sorun ve dinamiklerinin kesinlikle üstünden atlamayacak, bunları da kapsayacak, fakat dev çaplı yığınsallaşan/yığınsallaşacak çalışan öğrenciler/öğrenci işçilerin kitle önemli bir gündem olmalıdır. Öğrencilerde öğrencilik düşünce ve kültürü halen belirleyici olmak ve daha bir süre de baskın olmaya devam edecek olmakla birlikte, önümüzdeki süreçte, giderek öğrencilikte de işçilik temel olmaya başlayacak, öğrencilik kültürünü de bu doğrultuda yeniden şekillendirecektir.
Son derece dağınık çalışan gençleri, okullardan, üniversitelerden örgütlemek bugün halen nisbeten daha kolaydır ve bu büyük sanayi ve hizmet işyerlerine, bölgelerine geçiş yapmanın da önemli bir kaldıraç noktasıdır. Bir çok ülkede son dönemlerde yığınsal öğrenci hareketlerinde (İtalya, Şili, Kanada, vd) öğrenci sendikaları yığınsallaşmada önemli roller oynadılar. Bunlar içinde Kanada’daki CLASSE, Kanada’da 4 yıla yayılan intörn öğrenciliğin de pilot ülke uygulaması yapılıyor olmasıyla, öğrencileri “zihin işçileri” olarak tanımlayan ve diğer iki geleneksel öğrenci sendikasını da peşinden sürükleyen, hareketin militan ve öncü gücü olarak incelenmeye değer. Bir diğer önemli örnek Tunus’ta eğitimli -mimarlık fakültesinden mezun olmuş- işsizin işportacılık yapmaya çalışırken zabıta baskısına karşı kendisini yakmasıyla Arap ülkelerindeki isyanlar tetiklenmişti. Onun anısına kurulan üniversite mezunu işsizler sendikasıdır. Sürekli eylem halindeler ve hemen her eylemleri polis saldırısına uğruyor, ama şimdiden kitleselleşmeye başlayan oldukça prestijli ve militan bir mücadele veriyorlar ve uluslar arası bir kamuoyu desteğine sahip olmuş durumdalar.
Ancak önümüzdeki yıllar da üniversitelerdeki öğrenci hareketi dalgaları, artık salt öğrenci değil, işçi öğrenci dalgaları olacaktır. Bu yönde hızlı hareket edilmezse de, sosyal neoliberal dinci sendikalar, hele ki Anadolu’daki üniversiteler söz konusu olduğunda, bu alanı da parsellemeye başlayacaktır. Bugünkü halimizle zor görünüyor olsa da, bir hedef olarak ve hazırlıklarını başlatacak biçimde, bir süre sonrası için, en azından bir “çalışan öğrenciler/işçi öğrenciler veya öğrenci işçiler derneği” girişimi düşünebiliriz!
Sendikadan da önce sorun, kuşkusuz ideolojik-siyasal-örgütsel bir işçi gençlik çekirdeğinin yaratılabilmesidir. Bugün emek gücü piyasası, çalışma ve eğitim rejimlerinin artan ölçüde iç içe geçtiği gibi giderek tam kaynaşması, mezun olan solcu, devrimci öğrencilerin dağılıp gitmesi yerine tam tersi, iki yönden gençlik ve sınıf çalışmasını iç içe geçirmek ve bütünleştirmek, sürekliliğini sağlamak açısından da yeni olanaklar yaratmaktadır. YÖK’ün deyişiyle, meslek teknik liseleri ve Uygulamalı Bilimler Fakültelerinin yerel iş ve piyasalarının içine gömülmesi, yani her anlamda (proje üretimi, işçi üretimi, kültürel şekillenme vd) kaynaşmasıyla, organize sanayi bölgeleri ve yerel sanayi ve hizmet bölgelerindeki işçi eylemleriyle, bunlarla kaynaşmış okul ve üniversitelerde de örgütlenme ve eylemler de bütünleşme eğilimine girebilecektir.
Çalışan öğrenciler
“Kapitalizm doktoru, hukukçuyu, rahibi, şairi, bilimadamını ücretli işciye dönüştürdü” ifadesinin sonunda anılan örneklere üniversite öğrencilerini de katmak gerekir, bugün. Gerçekten de yükseköğrenimin meslek hayatı öncesinde yaşanan ayrıksı bir dönem olmaktan giderek çıkması, yani eğitim görürken iş piyasasında yer almanın yaygınlaşması ve dolayısıyla da öğrencilik hayatıyla meslek hayatı arasındaki ayrımın silikleşmesi, öğrencilik deneyimini dönüşüme uğratan en önemli faktör. Günümüzde gittikçe artan sayıda öğrenci, öğrenim hayatının aslında aynı zamanda ucuz işgücü olarak istihdam edilme dönemi olduğunu görüyor. Gerek üniversite dahilindeki emeğin esnekleşmesi gerekse üniversitenin dışarıya esnek emek temin eder olması itibarıyla üniversite bizatihi esnek emek üreten bir fabrika haline gelmiş durumda. Esasında günümüzde öğrenci olmak emek piyasasında belli bir konumu ifade ediyor; emek piyasasına sunulan bedenler nasıl farklı kategorilere dahil edilip sınıflandırılıyorsa (kadın, göçmen, vs) günümüzde ‘öğrencilik’ de emek piyasasında spesifik bir konumu ima etmektedir. ‘Öğrenci-çalışan’ esnek, güvencesiz, düşük ücretli işlerde çalışan, niteliksiz, ucuz ve itaatkar emek anlamını taşıyor.
1980’lerden itibaren yarı zamanlı, esnek, güvencesiz işlerin sayısındaki artış ve bunlarla tam zamanlı, güvenceli işler arasında gerek ücretler gerekse çalışma koşulları bakımından ciddi bir fark oluşması süreciyle öğrencilerin proleterleşmesi paralel ilerleyen süreçler. Türkiye’de bu proleterleşme-prekaryalaşma sürecinin ilerlemekte olduğunu, üniversite öğrenimi gören bir çok öğrencinin garsonluk ya da çağrı sektörü gibi hizmet sektörünün yarı zamanlı, düşük ücretli alanlarında çalıştığını söylemek mümkün. En çok medya, çağrı merkezi, perakende, mağazacılık ve sağlık sektörleri yarı zamanlı üniversite öğrencisi arıyor. Bunların arasında da en fazla tercih edilen iş kolları çağrı merkez müşteri temsilcisi, kasa görevlisi, satış danışmanı, fast food elemanları, garson, grafiker, veri giriş operatörü, tanıtım elemanı, stand fuar hostesi ve satış sonrası destek elemanı. (Bunlara bizzat okudukları okullarda çalışanları, yanısıra anketörlük, kişisel bakım hizmeti, kedi-köpek bakıcılığı, temizlikçilik, inşaat/harfiyat işçiliğini biz ekleyelim-bn)
Birkaç örnek vermek mümkün: Çağrı merkezi sektöründe yaklaşık 40 bin kişi istihdam edilmekte ve bunların dörtte birine yakını, çoğu öğrenci olan yarı zamanlı çalışanlardan oluşuyor. Genç emek piyasasına hakim olan vasıfsız, geçici, güvencesiz işlere adını veren (McJobs- Mcİş) McDonald’s restoranlarında çalışan 4000’e yakın kişinin yaklaşık yüzde 30’unu öğrenciler oluşturuyor. Bu sayının da aşağı yukarı yüzde onu üniversite öğrencilerinden oluşuyor. İstanbul’daki restoranların sayısının fazla olması nedeniyle en çok yarı zamanlı öğrenci bu şehirde çalışıyor. Defacto mağazalarında bugüne kadar toplam 4.020 öğrenci yarı zamanlı çalışmış. Şu an ise yaklaşık 1.412 öğrenci çalışan var. Anadolu şehirlerindeki mağazalarda yarı zamanlı çalışan öğrencilerin daha çok olduğu Defacto’da öğrenciler ders programlarını ayarlamaları durumunda reyon, depo ve kasa yöneticiliği de yapabiliyor ve öğrencilere saat ücreti olarak ödeme yapılıyor. CarrefourSA’da ise üniversitelerin yoğun olduğu İstanbul, Eskişehir, Bursa, Ankara, Adana, Mersin, İzmir, Tekirdağ gibi illerde çok sayıda yarı zamanlı çalışan üniversite öğrencisi mevcut. Burger King restoranlarında istihdam edilen 2 bin 600 kişiden iki bini yarı zamanlı olarak çalışıyor. Bunların önemli bir kısmı öğrenci ve müşterinin yoğun olduğu öğle akşam saatleri, haftasonu, evlere servis hizmetinde ve call center’da tercih ediliyorlar. En çok lise mezunu ve üniversite öğrencisi tercih ediliyor. Kongre ve fuar hostesliği de öğrencilerin yoğun olarak istihdam edildiği ve hızla büyüyen bir sektör. Öyle ki organizasyonlara eleman sağlamak amacıyla son zamanlarda çok sayıda ajans kurulmuş.
İmtiyazlı ve özgüvenli bir toplumsal dönüşüm faili olarak ‘aydın-öğrenci’ kimliği erozyana uğrarken öğrenciler tıpkı geniş emekçi kitleler gibi rekabet basıncını günümüzde yaşamlarında çok daha somut bir biçimde teneffüs ediyor.
Bu durum öğrencilerin kolektif olarak kendi kaderini tayin etme becerilerinde belirgin bir tahribatı beraberinde getiriyor. Diğer yandan, öğrenci olmak bir ‘imtiyazlılık’ hali olmaktan çıkınca öğrencilerin sorunlarıyla emekçi sınıfların sorunları arasındaki sınır çizgisi belirsizleşmeye başlıyor. Dolayısıyla da gençlik ile çalışanların ortak mobilizasyonu günümüzde dışsal bir ‘dayanışma’ ilişkisinden ziyade ortak nedenlerden kaynaklanabiliyor. Gençlik muhalefeti geçmişte emekçilerle bağ kurabilmek için mutlaka siyasal bir dolayıma ihtiyaç duyarken bugün talepleriyle hatta ortaya çıktığı andan itibaren sosyal meseleyi gündemin baş sırasına yerleştirmesiyle toplumun daha geniş kesimleriyle ittifak kurabilmekte, onların sempatisini toplayabilmekte avantajlı bir konumda bulunuyor.” (Foti Benlisoy)
“Ulusal istihdam stratejisi” ile öğrenciler (ve kadınlar) arasında yeni bir patlama yapacak kısmi zamanlı çalışan öğrenciler örgütlenmesi en zor kesimlerden biridir. İşyerlerinden örgütlenmeleri zordur, çok dağınık, sirkülatif ve geçici olarak çalışırlar, önemli bir bölümü de yakınlarının, akrabalarının, tanıdıklarının işyerlerinde çalışırlar. Diğer taraftan okuldan örgütlenmeleri de kolay değildir, çünkü tanımı gereği, ders dışında okulda da duramazlar. Buna karşın kendi okudukları okullarda kısmi zamanlı çalışan öğrencilerin direniş deneyimleri var, hatta bizim bile Alınteri’nin son demlerindeyken gençlerle Cevahir ve Kartal’da gittiğimiz storelardaki gece sayım işlerinde yaptığımız ve daha geniş bir kesimin de katıldığı “gece direnişlerimiz” var. Ki, özellikle AVM’ler, markalı resturan zincirleri, mağaza fuar satış görevlisi gibi yerlerde direniş hem tekellerin en kritik gördüğü marka/imaja attığı çizik, hem de en ağır kölelik koşullarında üniversite öğrencilerinin yaptığı direniş olduğunda, yankısı toplumda, özellikle de yıkıcı işçileşme süreçleri içerisindeki orta sınıflarda yankısı ve etkisi farklı oluyor ve olur. Bu tür bir “işçi öğrenciler derneği” girişiminin markalı yerlerde gerçekleştirdiği bir iki direnişin yankısı ve etkisi de, en az “Boşuna mı Okuduk” kadar olabilir.
Gerçekçi düş gücümüz olmalı: Bir zamanlar “diplomalı işsizler” mitingi gündemimiz olmuştu, bugün ise “çalışan öğrenciler/öğrenci işçiler” mitingi niye olmasın? Ne 4+4+4 süreci ve mitinginde, ne 6 Kasım/Eğitim-Sen’in, ne de 9 Kasımcıların ne Genç-Sen’in gündeminde çalışan öğrenciler yok. Tıpkı KESK’in ağız ucuyla tüzüğüne alıp kılını kıpırdatmadığı esnek/güvencesiz öğretmenler, sağlıkçılar gibi, geleneksel öğrenci hareketi de bu yarasının deşilmesinden pek hoşlanmıyor. Fakat herkesin bildiği fakat berbat bir konsensus halinde yokmuş gibi davrandığı bu yarayı “görünür” kılmanın, göze batırmanın zamanı geldi de geçiyor bile… Neden örneğin “Boşuna mı Okuduk”un benzeri tarzında, hem değerlendirmeler, hem de röportaj, söyleşi ve deneyimlerin olduğu bir “üniversite öğrencisi işçiler” tarzı bir broşür hazırlamayalım?
Genç İşsizliği
Dünya genelinde genç işsizliği ortalama işsizliğin 3 kat, Türkiye’de “henüz” 2 kat üzerinde. İşsizlik oranının en yüksek olduğu kesimler, birinci, meslek lisesi mezunları, ikinci üniversite mezunları. İlkokul ve ortaokul mezunlarının bile işsizlik oranlarının nisbeten daha düşük olmasının nedeni yukarıda vurguladığımız etkenler. Sermayenin muazzam artan nitelikli ara eleman ihtiyacına karşılık, meslek teknik lise mezunlarının formasyonunun düşük, üniversite mezunlarının ise yüksek olması. Teknolojik ve yeni üretim/emek organizasyonlarının yol açtığı (işbölümü) işsizlikten de en fazla etkilenen bu iki kesim. Üniversite mezunları ilerleyen yıllarda yine az çok iş buluyor, tabii işsizlik yılları ile beklentileri kırıldıktan sonra ve sahip olduğundan daha düşük vasıflı işlere boyun eğerek, ya da kriz yılları geçip ekonomik canlılık başlayınca… Zaten patronlar da üniversite mezunlarının “burnunun sürtüldükten sonra”, yani mezun olmalarından birkaç yıl sonra işe almayı, gayet bilinçli bir istihdam politikası olarak uyguluyor.
Meslek lisesi ve üniversite mezunlarında işsizlik krizi, yetişkin işçilere ve eğitimsiz işçi kesimlerine göre 2 kat daha travmatik. Çünkü, meslek liseleri, gençlerde en azından meslek sahibi ve düzenli bir iş sahibi olacağı, sınıfın üst kesimlerine çıkabileceği beklentisi, üniversite ise halen çoğu gençte sınıf atlayabileceği, en azından vasıflı, az çok statü sahibi işi olacağı beklentisi yaratıyor. “Ne iş olsa yaparım”ın beklentisizliğinden daha ağır bir travmadır, hayal kırıklığı. Çünkü yalnız ekonomik durumun kötüleşmesi değil, toplumsal statü beklentisinin çöküşüdür. Atanması yapılmamış, ücretli, sözleşmeli öğretmen intiharları raslantı değildir. Ve sistemin yeterlilik/rekabet, seçme/ayıklama mekanizmalarıyla koşulladığı tarzda, ama aynı zamanda önceki sınıf durumunun kendi yaşam ve gelecekleri üzerinde kısmi denetim ve özerkliğin varolduğu yanılsamasının da koşullamasıyla, işsizliklerinden de kendilerini suçlama eğiliminde oluyorlar. Nitekim eğitimli işçilerde, önceki sınıf doğalarına en ters biçimde iş ve yaşamları üzerindeki kısmi denetim ve özerkliklerini kaybetmelerine karşın buna katlanmalarının nedeni, yalnızca işsizlik korkusu ya da prim vb beklentisi değil, bu kesim için “yetersiz”, “başarısız” addedilmenin, işini kaybetmek kadar büyük bir travma olması!
Eğitimli işsizler, ya da aynı anlama gelmek üzere diplomalı işsizler, Arap ülkelerindeki isyan ve hareketlerde önemli rol oynamakla kalmamaları, kısmen BlockOccupy hareketleriyle Avrupa’ya da yayılan Wall Street’i İşgal, İspanya’da Öfkeliler gibi hareketler içinde önemli bir rol oynuyor olmalarıyla daha fazla gündeme geldi, tartışılmaya başlandı. Dünya çapında eğitimli işsiz yığın ve oranlarının hızla yükselmesi, bunun içinde de “umutsuzluğa kapılarak iş aramaktan vazgeçmiş” kesimin yükselmesi, yine bunların içinde artan bir kesimin kent yoksulu durumuna düşmesi, Tunuslu kendini yakarak isyanı tetikleyen eğitimli işsiz, işportacılık yapan genç ile sempolize olması, özellikle de aşağıya doğru çözülme ve yıkıcı işçileşme, işsizleşme süreçleri içerisinde olan orta sınıflar ve “beyaz yakalılar” içerisinde travmatik bir etki ve sarsıntıya yol açmakla kalmıyor, sistemin bu kesimler tarafından oluşturan toplumsal tabanını açısından da tehdit ediyor. Türkiye’de de Atanması Yapılmamış Öğretmenler hareketi ve “Boşuna mı Okuduk: Beyaz Yakalı İşsizliği” ile daha fazla gündem oldu ve tartışılmaya başlandı.
Tıpkı artan iş sakatlanmalarıyla olduğu gibi, teknoloji ve işbölümündeki değişimler nedeniyle işçilerin bir bölümünün çalışma yeteneğini yitirmesi ve kent yoksulları saflarına fırlatılmaları, yeni olmayan, Marx’ın Kapital’de işaret ettiği, sermaye birikimi ve bundaki dönüşüm süreçlerinin kaçınılmaz sonuçlarından biridir. Nitekim Türkiye’de 80’li-90’lı yıllarda üç milyon kişiye varan işçinin çalıştığı en büyük istihdam alanını oluşturan tekstil-konfeksiyon sektörünün sonrasında yaşadığı çöküntü ve daralma ile, açığa çıkan ve yeni ortaya çıkan teknoloji ve sermaye yoğun sektörlere de geçiş yapamayan vasıfsız işsizlerin durumu bunun bir örneğiydi. Nitekim bunda bir toplumsal patlama dinamiği görerek tedirgin olan burjuva örgütler içinde TOBB’un başkanı, “Türkiye’de ikili bir ekonomi yapısı, ikili bir istihdam yapısı ortaya çıktı, bir yanda işini kaybeden ve yeni gelişen teknolojik sektöre geçemeyen vasıfsız işgücü, diğer yanda yeni teknolojilerle çalışan işgücü, bu böyle gitmez” türünden açıklamalar yapmış, hemen ardından işsiz kalmış ve yeni iş bulamayan vasıfsız genç işçilerin küçük bir bölümüne “meslek edindirme kursları” türünden uygulamalar başlatılmıştı. (Türkiye’de genel işsizlik, buna dönük devlet politikaları ve meslek edindirme kursları ile ilgili ayrıntılı bir inceleme için bkz. Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu’nun 2010 kriz raporu.)
Ancak eğitimli/diplomalı işsizlik ve iş aramayı bırakmış olanlar, ve bunun yol açtığı toplumsal sarsıntı ve travmalar, Türkiye’de de 2001 krizinden itabaren öne çıkmaya başlayan, oldukça yakın dönemli bir olgudur. “(Esnek birikim-bn) Emek süreçleri, işgücü piyasaları, ürünler ve tüketim kalıpları bakımından esnekliğe yaslanır. Temel özeliklerinden biri, yepyeni üretim sektörlerinin, finans hizmetlerinde yepyeni yöntemlerin, yeni piyasaların ortaya çıkması ve hepsinden önemlisi ticari, teknolojik ve örgütsel yeniliklerin temposunun büyük ölçüde hızlanmış olmasıdır.” (David Harvey) Kapitalizmin olağanüstü dinamizmi, bir yandan durmaksızın eski veya mevcut teknoloji, işbölümü, sektör, meslek, iş alanı ve emek süreçleri, ürün, piyasa, tüketim kalıpları, yaşam tarzlarını çözmekte ve dönüştürmekte, çeşitlendirmekte, diğer yandan durmaksızın yenilerini ortaya çıkarmakta, bu çerçevede işçilerin dikey ve yatay sirkülasyonunu, çözülen ve dönüşen, yeniden yapılanan, hareketliliğini de olağanüstü hızlandırmaktadır. Küresel tekelci kapitalizm ve mali oligarşisinin stratejik dönüşüm programları çerçevesinde, dünya çapında olduğu gibi Türkiye’de de emekgücü piyasası, eğitim ve eğitimli/vasıflı mesleklerde (mühendislik, hekimlik, öğretmenlik, gazetecilik, sanatçılık, sporculuk, avukatlık vd) genişleyen kesimlerini yıkıcı işçileştirme/işsizleştirme programlarının uygulanmasının giderek hız kazanması ve şiddetlenmesi, daha yüze vurur hale getirmiştir. Kapitalizmin bu seferki kapsamlı dönüşüm sürecinde, gayet planlı programlı olarak “yol kazasına” uğrayan, yıkıcı bir gelecek, güvence, iş, statü, özerklik, vasıf zayiatına uğratılan kesimleri arasında yığınsallaştırılarak işçileştirilen kafa emekçileri vardır.
Bu çalışmada da sık sık değindiğimiz işçi sınıfının dönüşümü sorununu kafa emekçileri, eğitimli emekçiler, kamu çalışanları ve mesleklerin yıkıcı dönüşüm ve işçileşme süreçleri ekseninden ele alan ayrı bir çalışmamız var olduğundan burada bu konuyu genişletmeyeceğiz. Birkaç noktayı buraya aktaralım:
“Seyyar ve esnek olmak, yeni işler, görevler ve mekanlar arasında sürekli mekik dokumak, mevcut emek piyasasının ‘ratio’sudur. Dolayısıyla kişi için bu piyasada belli bir meslekte sabitlenmek yerine, işin kazancına ve çekiciliğine göre pozisyon almak, mobil olmak makul olan tek seçenektir. Ancak sürekli mobil modda olmak, kişiyi değişkenleştirmekte, akışkanlaştırmakta, esnekleştirmekte ve onda sabit karakter özelliklerinin kökleşmesini imkansızlaştırmaktadır. Bir başka deyişle, yeni kapitalizm esnek emek piyasası üzerinden kendi çalışma/iş kültürünün temel değerlerini benimseterek bireyi yeniden inşa etmektedir. Geçiciliğe/kısa vadeliliğe ayarlı olma, sabit bir mesleki ve mekansal konuma bağlılık duymama, stabil norm ve değerlere kapalılık, aşırı bireycilik, çıkar merkezlilik, likid kişilik, vs söz konusu bireyin diğer özellikleridir. Bu özelliklerin giderek emeğin genel özellikleri haline gelmeye başlaması, tümüyle farklı bir emek profilinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır…. Yerleşik meslek kültürü içinde şekillenen, mesleki değerlere, normlara, etik ilkelere bağlılık duyan, bu nedenle sabit ve güvenilir bir karakter olarak somutlanan eskinin meslek mensubunun yerini, bugünün belli bir meslekte sabitlenmeyi anlamsız bulan, hemen hiçbir aidiyeti bulunmayan, hiçbir yere, hiçbir kuruma, hiçbir ilkeye bağlılık duymayan, geçiciliğin değişken dünyasında devinen yüzer-gezer çalışanı almaktadır.” (Mesleklerde dönüşüm….)
Gelişme bu doğrultudadır: İşçiler, üretim araçlarından sonra, tek bir işe, mesleğe bağlı kalmaktan da özgürleştirilmektedir! Ancak bunun düz, sürtünmesiz, artan sınıfsal-toplumsal sarsıntılar, direniş ve mücadeleler olmadan yürüyen bir süreç değildir. Dünya çapında son 20 yılda en yaygın ve sık direnişlerin sağlıkçılar ve öğretmenler tarafından yapılıyor olması, Türkiye’de son birkaç yıldaki kitlesel grevler açısından benzer durum, bir avukatlar sendikasının bile kurulması, mühendisler de arayışların artışı (işsiz ve ücretli mühendisler kurultayları, vd) bunun göstergeleridir. Kaldı ki bu durum, yalnız “beyaz yakalı” denilen mesleklerle değil, büyük sanayi işçilerinin bir kesimi, inşaat işçileri, tersane işçileri, fırın işçileri, ayakkabı işçileri gibi “mavi yakalı” meslek ve işkolları için de geçerlidir.
Mezun olduktan sonra kamuda atanması yapılmama ya da eğitimini aldığı meslekte iş bulamama, ya da işten çıkartıldıktan sonra aynı koşullarda iş bulamama, beklediği koşul, statü, vasıfta iş bulamadığı için en az birkaç yıl boyunca işsizliğe sıkışma ve bir kesiminin de iş aramayı bırakması durumu, bugün oldukça tipik bir durumdur. Eğitimini aldığı teknik ya da mesleki formasyonda iş bulamama ya da başka işler yapmayı kendine yedirememe, kapitalizmin genişçe bir işçi-emekçi kesimini durmaksızın iskartaya çıkarma politika ve süreçlerinin en travmatik biçimlerinden biridir. (Bu durum tarımdan çözülen ya da Kürdistan’dan zorla göçertilen aileler arasında, babaların el kapısında hizmetçilik yapmayı, inşaat işçiliği gibi işleri kendilerine yediremedikleri için iş aramadıkları, babaların işsiz olduğu, gençlerin ve çocukların geçici ve kısmi zamanlı çalıştığı kent yoksulu ağırlıklı ailelerde de yaygın bir durumdur.)
Bununla birlikte kafa emekçileri, eğitimli emekçiler, kamu çalışanları içinde, yalnızca tepkisel “amalelik yapıyoruz” homurtusunun ötesinde giderek yeni durumu kavramaya ve onun içinden çare aramaya çalışan, “gelin şunu artık kabul edelim: İşçileşiyoruz! Ve artık ne yapacaksak bunun içinden yapmalıyız” diyen, bir işçileşme bilincinin gelişmeye başlaması en önemli kazanımlardan biridir. Bunu ara sınıf bulanıklarından sıyırıp bağımsız kolektif işçi bilinci temelinde geliştirmek ve yaygınlaştırmak, üniversite öğrencilerinin geniş işçileşen, yarı işçi kesimleri arasında yaygınlaştırmak (hep vurguladığımız gibi dar ve düz işçiciliğe düşmeden, toplumsallaşmış proletarya ekseninden) yaygınlaştırmak, öğrenci gençlik çalışmasının temel bir misyonu olmalıdır.
Burada büyük bir mücadele dinamiği daha buluruz. İşçi sınıfının ortalama eğitim ve vasıf düzeyi yükselmekte, yanısıra toplumsal ilişkilerinin ne kadar esnek biçimlerde olursa olsun (internet, ceptelefonu, daha çok ve çeşitli metalar, çok sayıda işe girip çıkması) genişlemekte ve çeşitlenmesi nedeniyle, toplumsal yetenek ve ihtiyaçları armaktadır. Buna karşılık eğitimli işçilerin büyük çoğunluğu için, emek süreçlerinin azami vasıfsızlaştırılması, kendi bilgi ve becerilerinin çok altında olması, sınıf çelişkisinin (yalnız eğitimli işçilerle de sınırlı olmayan, meslek teknik lise mezunlarını da kapsayan) giderek şiddetlenecek yeni bir cephesini ortaya çıkarmaktadır. Bu, kapitalizmde yeni teknolojilerin ve esnek çalışma rejiminin üretkenliği artırırken, bu artışın salt nicel artışa (kapitalist değer/artıdeğer üretkenliğini azamileştirme) indirgendiği, esasında nitel gelişmeyi, yani işçilerin bizzat kendilerinin gelişmesini ve bu temelde bugünkünden çok daha kısa ve zevkli çalışma sürelerinde bugünküyle karşılaştırılamayacak kadar muazzam bir üretkenliği nasıl engellediği ve bastırdığının da kanıtıdır.
Bu çelişki her günkü işyerlerinde, neoliberal esnek üretim ilişkilerinde, kendi toplumsallaşmış-bireysel kapasitelerinin çok altındaki parça ve rutin işlerde, korkunçlaşan bir kendine yabancılaşma, robotlaşma, tatminsizlik, kapana kısılmış duygusu içinde çalışmak zorunda kalmaları ya da işsizlik kapanının arka planıdır. Bugün genç işçilerin, hele ki eğitimli genç işçilerin çalışmaya başlamayı olabildiğince ötelemeye çalışması, giderek artan bir bölümünün de iş aramaktan vazgeçmesi, vb gibi durumlar aynı zamanda bu çelişkinin bir göstergesidir. Kendi kapasitesinin altında işlerde çalışmak zorunda kalma, gerçekte sefalet birikiminin de (kendini geliştirmek bir yana, sahip olduğu yetenek ve becerilerin de körelmesi anlamında) en acımasız biçimlerinden biridir. Eğitimli işçiler/işsizler arasında, iş ve zamanı üzerindeki önceki kısmi denetim ve özerkliği, kendini geliştirme olanağını kaybetmek, ücret düşüşlerinden/yoksullaşmadan bile daha ağır sendromdur. Bu çelişkinin üstüne gitmeliyiz. Ama kesinlikle eski “hale”leri, küçük statüleri savunma ve geri getirme özlemini körükleyerek değil, bununla sınırları net çizerek, öğrenci gençliğin giderek daha fazla dikkatinin “iş bulabilme/istihdam edilebilirlik” cenderesine indirgenirken, nasıl bir iş, nasıl bir çalışma konusunu da, sınıfa karşı sınıf, kapitalizme karşı sosyalizm ekseninden gündemleştirebilmemiz, önemli bir açılım olacaktır. İşçi sınıfının genel nitel bileşimi, eğitsel düzeyi yükselirken emekgücünün/çalışmanın daha beter değersizleştirilmesi çelişkisinin tarihsel gelişme yönünden kavramalı ve sermaye/burjuva sınıf egemenliği cenderesini hedefe koymalıyız.
Bu yalnızca ve basitçe “beyaz yakalı”ların önceden sahip olduğu vasıflarını yitirmesi sorunu değil, bir bütün olarak işçi sınıfının gelişen, yükselen üretken güç ve yeteneklerinin, kapitalist üretim ilişkileri tarafından engellenmesi ve bastırılması sorunudur. Yani işçilerin üretken güç ve yetileri ne kadar gelişirse/toplumsallaşırsa, sermaye tarafından (nicel üretkenliği artırma adına) o kadar sınırlandırılması, o kadar daha dar bir cendereye sokulması sorunudur. Burjuvazinin yukarıda incelemeye çalıştığımız yeni nitelikli ara emekgücü ve eğitim sistemini de bu çerçevede dönüştürmesi programı da, bu sorunu ortadan kaldırmayacak, daha da derinleştirecektir.
Dar Öğrencicilik de Dar İşçicilik de Değil: Toplumsal Proletarya
Gençlik çalışmasında da temelimiz ve eksenimiz işçi sınıfıdır. Fakat bu öğrencileri, öğrencilerin öğrenci olmaktan gelen sorunlarını bir yana bırakacağımız anlamına asla gelmez. Kaldı ki, 15-24 yaş arası genç nüfus içinde lise ve yüksek öğretim düzeyinde okullaşma oranı da hızla yükselmektedir. Bu oran son 4 yılda yüzde 30’dan yüzde 42 civarına bir sıçrama gerçekleştirmiştir. Meslek liselerinin sayı ve oran olarak hızla yükselmesi, 4+4+4 zorunlu eğitim sistemi, yeni yök tasarısı, genç ev kadınlarını eğitim ve çalışmaya çekmeye dönük yaygın kampanya ve uygulamalar, “ulusal istihdam stratejisi”, vb, bu oranı daha da hızlı yükseltecektir. Ancak bu gençliğin değişen sınıf temelini ortadan kaldırmadığı gibi, tam tersine, yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız gibi, daha da geliştirecektir. Çok geçmeden 15-24 yaş arası gençler arasında hem okuyup hem çalışan gençler, çoğunluğu oluşturmaya başlayacaktır.
Ancak bu, büyüyen bölümü çalışıyor olsa da, aynı zamanda öğrenci (ve tabii genç) olmaktan gelen sorun, özgüllük ve dinamikleri (ve bundaki dönüşümleri) dikkatle ele almayı gerektirir. Bu, daha gelişkin toplumsal(laşmış) proletarya anlayışımız açısından da temel önemdedir ve ayırdedici bir yanımızı oluşturur. Bu yüzden, öğrenci gençlikteki en temel dönüşüm yönü, çalışan, işçi, işçileşme sürecindeki öğrenciler, yarı-işçi öğrenciler olduğu yerde, yalnızca geleneksel (küçük burjuva) öğrenciliği/öğrenci sorunlarını görmek ne kadar yanlışsa, dar ve kaba işçicilik (yalnızca çalışma koşullarına ve “employibilty/istihdam edilebilirlik” sorununa indirgenmiş) de o kadar yanlış ve öğrenci ve genç olmaktan gelen özgüllük, sorun ve dinamiklerini kucaklamaktan o kadar uzak bir yaklaşım olur. Toplumsal(laşan) proletarya anlayışı, işçi sınıfı içinde sayı ve oranları hızla yükselen öğrenci/genç, kadın ve kürt işçilerinin (yanısıra yarı-proleter ağırlıklı kent yoksullarının), en düşük ücretli, en ağır, esnek/güvencesiz çalışma koşulları ile birlikte toplumsal-siyasal-kültürel özgüllük, sorun ve dinamiklerini de dikkatle gözetmemizi gerektirir.
Öğrenci Sorunları
Öğrencilik sorunları denilince, ilk akla gelenler, astronomik biçimde yükselen eğitim ve tüm eğitim koşulları fiyatları (kalacak yer, ulaşım, internet-iletişim, beslenme, kitap ve diğer eğitim materyali, sağlık, vd), ve tabii siyasal ve idari baskılardır. Eğitim ve sağlık harcamaları, bugün ortalama işçi ailesi “bütçesi” içinde 3’te bire kadar yükselmiştir. Yine ulaşım harcamaları yüzde 10’dan başlayarak hızla yükselmektedir (Brezilya, Endonezya gibi ülke metropollerinde bu oran yüzde 20-25’i bulmaktadır. Bunun bir nedeni de, kentsel dönüşümle işçi yerleşimlerinin metropol merkezlerinden giderek daha ücra banliyölere sürülmesidir. Kaldı ki, ulaşım yalnızca para değil serbest zaman yoksunluğu sorunudur.) Eğitim tüm işçi, çalışan öğrenciler, işçi emekçi çocuğu olan öğrenciler için, tüm çevreleyen koşulları ile birlikte parasız olmalıdır.
Bu açıdan Şili’deki büyük öğrenci hareketinin başlıca bileşenlerinden COTECH’in (devlet üniversitesi öğrencileri sendikası) başlıca istemlerini tartışmak ev ödevimiz olsun: 1- Her düzeyde parasız kamu eğitimi. 2- Parasız kamu eğitimini vatandaşlık hakkı ilan eden bir anayasa maddesi. 3- Pinochet döneminde yabancı sermayeye açılıp denetimine geçen eğitim sisteminin ulusallaştırılması. 4- Özel ve kar için olan okullara kamu fonları aktarılmasına son verilmesi ve devlet denetiminin artırılması. 5- Öğrenciler için parasız kamu ulaşımı. 6- Yoksul öğrenciler için üniversiteye giriş koşullarının değiştirilmesi. 6- Teknik eğitime daha fazla yatırım ve altyapı. 7- Yerli topluluklar için eğitim niteliğini ve özerkliğini güvenceye alacak fonlar ve düzenlemeler./Şili Öğrenci Hareketi ve Neoliberal Demokrasinin Krizi. Biz “eğitim sisteminin ulusallaştırılmasını” savunmayız, fakat eğitimden her türlü sermaye-meta temeli ve egemenliğinin kaldırılmasını savunuruz, eğitimde özerklik yerine, anadilde eğitim ve Kürt halkının kendi eğitim programını kendisinin belirlemesini ve eğitim fonlarında pozitif ayrımcılığı savunuruz.) Bu konuyu burada bilindiğini düşünerek kısaca geçmekle birlikte, daha fazla dikkate almamız gerekiyor, çünkü, dünya çapında tüm öğrenci hareketleri, öncelikle bu gibi talepler çevresinde yığınsallaşıyor.
Siyasal-idari baskılar
2457 sayılı Yükseköğretim Kanunu, 12 Eylül Anayasasının geneline göre bile belirgin biçimde daha baskıcı ve yasakçı, bu kanuna dayanılarak çıkarılmış olan “Yükseköğretim Kurumları Yönetici, Öğretim Elamanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği” ve “Yükseköğretim Kurumları Öğrenci Disiplin Yönetmeliği” bu kanundan da daha baskıcı ve yasakçıdır. 2007 tarihli Yükseköğrenim Stratejisi’nde, YÖK bile, anayasadaki çeşitli düzenlemelere karşın, Yükseköğrenim Kurumları kanununda liberalizasyon yapılmamasından şikayet etmekte ve kanunun bir maddesinin şu şekilde “yumuşatılmasını” istemektedir: “Yükseköğretim kurumları içinde veya dışında öğrenme ve öğretme hürriyetini doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kısıtlayan; kurumların çalışma düzenini bozan veya eğitimi-
öğretimi engelleyen eylemlere katılan ya da bunları teşvik veya tahrik eden; terör eylemlerine katılan veya bunları tahrik ya da teşvik eden öğrencilere; eylem başka bir suçu oluştursa bile ayrıca
uyarma, kınama, bir haftadan bir aya kadar veya bir ya da iki yarıyıl için kurumdan uzaklaştırma veya yükseköğretim kurumundan çıkarma cezaları verilir.”
(Bu yumuşatma önerisi!!) Ancak son anayasa tasarılarında olduğu gibi son YÖK tasarısında da her hangi bir değişiklik emaresi yok.
Öğrenciler, öğretmenler, öğretim üyeleri üzerindeki siyasal-idari, ideolojik baskı, kapitalist eğitim sisteminin her zaman ayrılmaz bileşeni olagelmiştir. Ancak son dönemlerde dünya çapında olduğu gibi Türkiye’de de siyasal, idari, ideolojik baskılarda çok belirgin bir artış var. Akademisyenlerin tutuklanmasına varan tutuklamalar, gözaltılar bunun en görünen yanı. Kürt sorununda sol liberal görüş açıkladığı için sözleşmesi feshedilen öğretim üyeleri var. Kocaeli Üniversitesinde Ömer Hamzaoğlu Dilovası’ndaki sınai zehirlenmeye karşı bilimsel araştırma ve açıklamalar yaptığı için belediyenin, hükümetin, dinci-gerici medyanın, üniversite yönetiminin hedefi haline getirildi ve işten atılmaya vardırıldı. En liberal ve özel üniversitelerden Bilgi Üniversitesi’nde çok sayıda solcu, muhalif öğretim üyesinin işten çıkarılması, genel eğilimi gösteren bir örnek. Metropol üniversitelerinden bir gıdım taşra üniversitelerine doğru gidildiğinde bu baskıların hangi düzeyde olduğunu tahmin etmek zor değil. Kürt, devrimci, sol muhalif 600’ün üzerinde öğrenci tutsak, son 1 yılda 5 bin öğrenci okuldan uzaklaştırıldı. Çoğu üniversitede afiş asmak, stand açmak, muhalif toplantı yapmak, öğrencilerin muhalif siyasal görüş açıklaması yasak. Marx, Lenin, Che kitaplarının, yasal sol yayınların, çantalarında bulunan yumurta ya da limonların, muhalif basın açıklaması ya da konserlere katılmış olmanın, parasız eğitim isteminin, okula gelen “büyük Türk büyükleri”ni protesto etmenin, sosyal paylaşım ağlarında atılan bir tweetin, cep telefonunda söylenen bir sözün… iddianamelerde “terör suçu” delili olarak gösterilmesi vakayı adiyeden.
Ama bu Türkiye’ye özgü bir durum da değil. Öğretim üyelerinin yüzde 73’ünün sözleşmeli hale getirildiği ABD’de, aynı sistem işliyor. Muhalif, hatta yalnızca kamu eğitimini savunan öğretim üyelerinin sözleşmeleri fesh ediliyor, muhalif düşünce açıklayan ya da yalnızca karlı olmayan toplumsal bir sorun üzerine bilimsel araştırma yapan öğretim üyeleri medya tarafından hedefe konuluyor, gerici-muhafazakar internet sitelerinde “teşhir” ediliyor, tüm öğretim üyeleri internet iletişimlerini muhalif vd gruplardan ayrılıp muhafazakar gruplarda sürdürmeye zorlanıyor. (Giroux)
Bunu anlayabilmek için, eğitim sistemini ve dönüşümünü, Türkiye solunda yaygın ve geleneksel olan yalnızca ve basitçe “eğitimin hak olması” sınırlarının ötesinde bir kavrayışa sahip olmamız gerekir. “Eğitim sistemi toplumsal sistemin temel ve kurucu bileşenlerinden biridir.” Kapitalist eğitim sistemi, kapitalist ekonomik, toplumsal, siyasal, ideolojik egemenliğinin temel ve ayrılmaz bir bileşenidir. Ve bugünkü küresel tekelci kapitalist ve mali oligarşik azami kar ve azami egemenlik yönelim ve düzenlemeleri açısından da, sermaye karlılığı ve burjuva mali oligarşik sınıf egemenliğin yeni düzlemden azamileştirilmesinin de temel bileşen ve kaldıraçlarından biridir.
Birincisi her zaman öyledir.
İkincisi kapitalizmin son derece hızlanan küresel tekelci ve mali oligarşik yeniden yapılandırılmasında çok kritik bir rol oynadığı için iki kat öyledir.
Üçüncüsü dev çaplı yeni bir sermaye birikim/azami kar alanı haline geldiği için üç kat öyledir.
Dördüncüsü bir bütün olarak/küresel-ulusal plandaki karlılığı artırmadaki yeni rolü (eğitim-şirketler işbirliği, esnek/güvencesiz nitelikli işgücü üretimi vb) nedeniyle öyledir.
Beşincisi teknoloji ve bilginin üretimi ve aktarımının tekelci kontrolü ve mülkiyeti, günümüz kapitalizminde çok kritik/hayati bir sorun haline geldiği için öyledir.
Altıncısı hem azamileşen sömürüsüne ve egemenliğine uygun ve bunu yeniden üreten neoliberal evcil ve muhafazakar kuşaklar yetiştirme projesi, sistemin yeni düzleminden doğru sürdürebilirliği açısından tayin edici bir önemde olduğu için öyledir.
Yedincisi, bugünün öğrenci gençliğin üst kesimleri yarının stratejik çekirdek işgücünü ya da yönetici kesimlerini, genişçe bir kesimi de nitelikli teknik ara işgücü olarak işçi sınıfının bel kemiğini oluşturacakları için öyledir.
Sekizincisi neoliberalizmin yol açtığı toplumsal yıkımlar, sefalet birikimi, sınıfsal-toplumsal mücadeleler ve mücadele arayışları zemininde eleştirel, antikapitalist bilgi siyaset üretim ve aktarımı sistem açısından daha büyük bir tehlike haline geldiği için öyledir.
Dokuzuncusu öğretmenler yirminci yüzyılın son 20 yılında sınıf mücadelesindeki genel gerilemenin tersine mücadele ve hareketliliği yükselen nadir bir kesim olduğu gibi, dünya çapında son dönemlerde öğrencilerin artan yığınsal hareketlenmeleri nedeniyle öyledir.
Bunlara güncel açıdan yakıcı olduğu gibi, stratejik olan bir onuncusunu da ekleyelim: Savaş durumu! Kürt halkına karşı savaşın tüm eğitim sistemi ve üniversiteler üzerinde baskı öğesi olarak kullanıldığını çok iyi biliyoruz. Fakat Kürt sorunu ve dahası Suriye krizi bugün yarın ne olursa olsun, Türkiye kapitalizminin bölge gücü ve küresel tekellerin bölge merkezi olması, Ortadoğu’da güçler dengesizliği ve istikrarsızlık ile birlikte düşünüldüğünde, arızi ve geçici bir durum değildir. Bu yüzden savaş bütçesinin eğitim ve sağlığı daha da boğazlayarak artırılması geçici olmadığı gibi, savaş teknolojileri de giderek ekonominin tekno-lokomotif sektörlerinden biri haline gelmektedir. Savaş teknolojilerinin geliştirilmesinde ise üniversiteler önemli bir rol oynamaktadırlar. Savunma Bakanlığı ve TSK’nın bir çok üniversitede doğrudan ya da dolaylı olarak yürüttüğü silah teknolojisi ve yazılımı projeleri vardır ve daha da artacaktır. Yeni YÖK tasarısında, YÖK bileşenleri arasında Savunma Bakanlığı’ndan temsilcilerin de olmasının öngörülmesinin nedeni budur. Askerliğe gelince, subaylar ve askerler sivil görünümlü üniversitede yetiştirilmiyor olsa da, yarın ne olacağı belli olmaz. Öğrenciler askere alınmasa da, stratejikleşen bölgesel güç mücadeleleri ve savaş olasılığı, her zaman muhalefet, eğitim sistemi ve gençler üzerindeki baskıyı artırır ve daha disipliner bir eğitim sistemini koşullandırır. (Bu yüzden savaş teknolojisi projelerinin yapıldığı üniversiteleri tespit ve teşhir etmek, “hadi üniversite-sanayi işbirliği neyse de, kitle imha savaşları-üniversite işbirliği neyin nesi” diye sormak, kapitalist savaş karşıtlığını üniversiteler ve gençlik içerisinden özellikle yükseltmek büyük önem taşır.)
Tüm bu nedenler ve belki daha fazlasıyla, öğrenciler, öğretmenler ve öğretim üyeleri üzerindeki siyasal-idari, ideolojik-kültürel (yeni YÖK tasarısında üniversitelerde kılık-kıyafet yönetmeliğine ilişkin belirlemeler bile vardır, taşra üniversitelerinde olduğu gibi genç kadınların giyim kuşamına, genç kadın-erkek ilişkilerine, eşcinsellere baskılar da yaygınlaşmaktadır) baskıların artması arızi bir durum değildir, salt AKP’ye özgü bir durum da değildir, küresel ve yapısal-stratejik bir durumdur.
Önce bunları çok iyi kavramalıyız. Eğitim sistemi, sadece eğitim sistemi değildir! Eğitim sistemi salt ekonomik bir sektör değildir. Evet, bugün eğitim sistemindeki en köklü dönüşümlerden biri, onun da mali sermayenin çoklu-bileşik azami birikiminin bileşenlerinden biri haline gelmesiyle, başlıbaşına bir sermaye birikimi ve azami kar sektörü ve piyasası olmasıyla yaşanıyor. Ancak eğitim sistemindeki dönüşümü salt buna indirgersek, eğitimi de, örneğin tekstil gibi herhangi bir sektöre indirgeme, eğitim sistemi içindeki ve üzerindeki sınıfsal-toplumsal mücadeleleri de salt ekonomiye, sendikalizme indirgeme tehlikesi artar. Eğitimi yalnızca bir “hak” olma sorunu olarak, “parasız eğitim hakkı” sorunu olarak görenlerin de farkında bile olmadan yaptıkları budur.
Bu yaklaşım, eğitim sisteminin ekonomik açıdan kritik olduğu kadar, toplumsal, siyasal, ideolojik sınıf egemenliği açısından da kritik-stratejik bir sorun olduğunu görmüyor. Burjuva eğitim sistemi, varsayalım ki parasız olduğunda, ya da önceden parasızmış gibi göründüğü dönemde, sanki burjuva eğitim sistemi değilmiş gibi! Gördüğü kadarıyla da, eğitim sistemi ve gençlik üzerindeki burjuva sınıf kesimleri arasındaki güç ve iktidar mücadelelerini görüyor, bunlardan birine yedekleniyor, ya da AKP ve neoliberalizm karşısına “halkın hakları” kapsamında “halkın eğitim hakkı” talebiyle çıkıyor. Bu da halkın, yani küçük burjuvazi ve yaygınlaşan ara sınıf durumlarının, eğitimde burjuva demokratik reform istemi ve mücadelesinin pek ötesine geçmiyor: Parasız, bilimsel, anadilde, kamusal, (ve faşist, dinci-gerici-muhafazakar olmayan) eğitim hakkı. Ne var ki, burjuva eğitim sistemi, en azından teknik eğitim boyutuyla gayet bilimseldir, eğitim organizasyonu boyutuyla da Taylorizm ne kadar “bilimsel iş yönetimi” ise, o kadar bilimseldir. Pozitif bilimler dışında, hatta onlar da dahil, sınıflı toplumlarda toplumsal üretim ve egemenlik ilişkileri, ideoloji ve siyasetten bağımsız bir bilim, hele ki eğitim bilimi ve pedogoji biçimi yoktur, ve karşıt sınıfların bilim, eğitim ve pedogoji anlayışları ve yapışları da uzlaşmaz karşıttır. Eğitimin salt ve safkan “bilimsel” olması, yani ideoloji ve siyasetten arındırılması bizim talebimiz olamaz, zaten mümkün de değildir: Bizim istemimiz ve hedefimiz, eğitimin bugün her zamankinden fazla kökleşmiş sermaye temelinden ve burjuva sınıf egemenliğinden, ideolojisinden, siyasetinden özgürleşmesidir, bu da burjuva sınıf egemenliği yıkılmadan ve sermaye kaldırılmadan gerçekleşemez. (Neyse ki bugün “özerk üniversite”yi dillendiren pek kalmadı, ama bu seferde, burjuva ulus devlet kamusallığının küresel temelden sermaye birikimi, piyasasından “özerk” olduğu ve başlıca direnç noktası olduğu yanılsamasıyla, tersinden bir “özerk eğitim”, ulusalcı-halkçı demokratizm ile kodlanmış bir “özerklik” savunulmuş oluyor!)
Eğitim kuşkusuz aynı zamanda demokratik bir sorundur. Ancak günümüzde önceki “yurttaşlık eğitimi”nden de önemli ölçüde sıyrıldığı, daha açık ve sarih biçimde çıplak ücretli köle üretmeye odaklandığı, öğretmen ve öğretim üyelerinin de artan ölçüde çıplak ücretli kölelere dönüştüğü, yanısıra eğitim sistemi bizzat öğrenciler için esnek/güvencesiz emek gücü piyasası ve çalışma rejiminin daha dolaysız bir bileşeni hale geldiği koşullarda, “demokratik eğitim/demokratik üniversite” ile sınırlı kalan bir bakış, “ideal burjuva demokratizmi” içinde erimeye mahkumdur. En ileri burjuva demokrasisi bile işçiler için demokrasi değildir ve olamaz. Bugünkü geri neoliberal muhafazakar demokrasinin de, ücretli kölelik ilişkisi temelinde yükseldiği unutulmamalıdır.
Eğitim sisteminde ücretli kölelik ilişkisi belirleyici ve temel hale geldiği gibi, ücretli köle üretimi ilişkisinin de alanı olması, yani eğitim sisteminde bu ikisinin giderek birleşip tek bir şey haline gelmesi, onun özgüllüğü ortaya koyar, ve zaten devlet baskılarından hiçbir zaman azade olmamış eğitim alanı bileşenleri üzerinde daha dakik ve sıkı bir burjuva sınıf egemenliği, denetim ve baskısını koşullandırır. Bu nedenle de demokratik eğitim/üniversite istem ve mücadelesi, bugün ancak proleter sosyalist devrimci demokrasi ekseninde yürütülebilir ve onun bir bileşeni olabilir. Tabii bu, bugünkü geri düzeydeki neoliberal muhafazakar demokratik eğitim sistemin çözmediği ya da yeniden şekillendirdiği, doğurduğu demokratik sorunların bir yana bırakılacağını değil, bu eksene bağlanarak ve bu eksenin bir dinamiği kılınarak ele alınması gerektiğini gösterir.
Eğitim sistemi emekgücünün üretim alanı olduğu gibi, üniversiteler bilim, teknoloji, bilginin de üretim alanıdır; kapitalizm açısından en kritik üretici güçler! En nihayet, eğitim sistemi aynı zamanda toplumsal yeniden üretimin de temel alanlarından biridir.
Sonuç ve tekrar: Eğitim sistemi yalnızca eğitim sistemi değildir! Tüm bu kritik özellikleri nedeniyle, sınıfsal-toplumsal güçler mücadelesinin de önemli bir alanıdır. Yalnızca eğitim bileşenleriyle içinde değil, genel-bütünsel sınıf güçlerinin üzerinde egemenlik, hegemonya, direniş mücadelesi yürüttüğü bir alandır. Genellikle gençler, öğrenci ve öğretmen hareketleri eğitim alanı dışındaki toplumsal-siyasal sorunlara, işçi hareketine ilgi göstermemekle eleştirilir. Ki doğrudur. Fakat aynısı tersinden de geçerlidir, eğitim sisteminin yalnız içinde değil üzerinde sınıfsal-toplumsal mücadeleler de artan bir önem kazanmaktadır. Bunu 4+4+4 ve YÖK tasarısı (+4) ile eğitim sisteminin nasıl bir siyasal-toplumsal gündem ve mücadele konusu haline gelmekte olduğundan da görmek mümkündür. Bu yüzden eğitim sorununu, hem içinde hem üzerinde (yalnız piyasalaşmış eğitim ve dinci-gericilik gibi sorunlar itibarıyla da sınırlı kalmadan) sınıfsal-toplumsal/siyasal mücadele konusu olarak görmek, doğru olandır.
Siyasal-idari, gerici-muhafazakar baskılar konusuna, bu temelden devam edersek: Siyasal-idari baskı, disiplin ve gericiliğe karşı öğrencilerin belli bir tepki ve mücadele refleksi vardır, gelişecek gibi de görünmektedir. En azından belli bir öğrenci kesiminin ve ailelerinin sokaklardan yürüttüğü mücadelelerle, burjuva medyanın uzun blokajı aşılmış, tutuklu öğrenciler konusu da gündemleştirilmiş, sınırlı da olsa bir kesiminin tahliye edilmesi sağlanmıştır. Ancak tutuklu ve okuldan atılan öğrencilerin sayısı artmaya devam ettiği gibi, bu mücadele de burjuva demokratik sınırlar içinde kalmaktadır. Tıpkı çoğu sendikanın işçi direnişlerini “mağduriyet” söylemine sıkıştırdığı gibi, tutuklanan, baskıya uğrayan öğrenciler de “masumiyet” söylemine sarılarak savunulmaya çalışılmaktadır. Bu açıdan sol ve devrimci öğrenci hareketi ile, burjuva liberal demokrat medyanın bakışı (ya da empoze ettiği yaklaşım) arasında önemli bir fark yoktur. Kuşkusuz her alan ve konuda olduğu gibi, sol muhalif öğrenci hareketi üzerinde de terörle mücadele yasası, türk ceza kanunu ve parasız eğitim isteminden, en basit protestoya kadar “terör suçu/terör örgütü” ile ilişkilendirme cevvaliyeti, bir basınç yaratmaktadır. Fakat TMY ve son dönemlerde bunun daha da beter elastiki ve keyfi kullanımı, öğrenci hareketini savunmaya (“masumiyetini kanıtlamaya”), savunma ve mağduriyet psikolojisine itmekle kalmamakta, bir dönemki devrimci demokrasinin de gerisine, burjuva demokrasisine sarılmaya, meşruiyetini burjuva demokrasisi ile sağlama çabasına sıkıştırmaktadır. Bu bugünkü güçler dengesi ve özgüven sorunu olduğu kadar, antifaşist/antiemperyalist halkçı demokratizmin siyaseten geldiği noktayı gösteren bir durum. “AKP faşizmi”ne karşı mücadele ve muhalefetin burjuva demokrasisine hapsolması ve indirgenmesi. Çoğu zaman farkında bile olmadan, günümüzde her türlü burjuva demokrasisinin alameti farikası ve yapısal bileşeni olan Terörle Mücadele Yasası meşrulaştırılmış oluyor, ve “masumiyet” tarzı savunma da “çocuklarımızın/arkadaşlarımızın” düzen içiliği temelinde yapılmış oluyor!
Kuşkusuz Komünist Manifesto veya Kapital’in, yumurta atmanın, parasız eğitim pankartının, stand açma ve afiş asmanın “terör suçu/terör örgütü” ile ilişkilendirilmesi ya da kapsamında yargılanmasının tartışması bile saçmadır, fakat bunun ötesine geçilemediğinde, tam da burjuva/küçük burjuva sosyal liberal demokratizmin istediği (antifaşist halkçı devrimci demokratizmin de onun içinde çözüldüğü) gibi, daha geniş öğrenci kitleleri içinde, daha ileri, devrimci militan, siyasal, ideolojik, örgütlü mücadelenin gayrımeşru görülmesi ve ilan edilmesi pekiştirilmiş oluyor! Mahkemelerde veya disiplin soruşturmalarında (çoğu sempatizan, taraftar konumundaki) gençler için hukuki savunma prosedürü ayrıdır, bunu ideolojik-siyasal karine haline getirmek apayrı ve yanlıştır. Mücadelemiz meşru-fiili, militan eylem ve örgütlenme anlayışındadır, meşruluk burjuva demokratik legalitede (yani düzen içilikte) kesinlikle değil, kapitalist kölecilik sistemini yıkma amacımızdadır. “Masum değiliz hiçbirimiz”, çünkü kölece çalışmak, kölece eğitilmek, kölece yaşamak, kölece yönetilmek istemiyoruz, çünkü sınıfsal-toplumsal-ulusal-cinsel-eğitsel-gençlik için sosyalist özgürlük ve demokrasi istiyoruz.
Basın ve anlatım, toplantı, örgütlenme ve eylem özgürlüğü mücadelesi yakıcılaşmaktadır. Bu bazan Cihan Kırmızıgül gibi birkaç öğrencinin, bazan Onur Hamzaoğlu ya da KCK davasından tutuklanıp sonra bırakılan kadın hoca (ismini hatırlayamadım..) gibi isimler, bazan parasız eğitim protestosu veya Hopa protestosu gibi davalar, bazan Kürt öğrenciler, bir okuldaki özel güvenlik terörü, başkasındaki afiş ve standlara saldırılar üzerinden savunma hattında ilerlemekte, tepkiler arttığında, eylemler sokağa taşındığında, medyaya mal olmakta ve küçük kazanımlar da elde edilebilmektedir. Ancak sistemin “gençliğe savaş” ve saldırı, baskı kapsamı çok geniş, çok sistematiktir ve büyümektedir. Bugün öğrenci hareketi halen çok zayıf ve dağınık, akademi sinik görünse de bir birikim oluşmaya başlamıştır. Özellikle 4+4+4 mücadelesi ve eylemleri, ardından YÖK (+4) tasarısı ve buna Eğitim-Sen’in de müdahil olması, bir çok üniversitede öğretim üyelerinin tepkileri, eğitim alanında da (sağlıkta olduğu gibi) daha geniş bir hareketlenme potansiyeline işaret ediyor. Böyle bir süreçte, en klasik olanı vurgulamak ve öne çıkarmak özel bir önem taşıyor: Demokratik hak ve özgürlükler, bizim için tabii ki bağımsız proleter demokratik hak ve özgürlükler (genç, öğrenci, öğretmen, akademik vd hak ve özgürlükler: basın-anlatım, toplantı, örgütlenme, eylem özgürlükleri) üzerinden bir mücadele cephesi açılamaz ve eğitimde çok şiddetlenmiş ve yıkıcılaşmış neoliberal dönüşüm saldırganlığına karşı mücadeleyle birleştirilemezse, ikincisinin de başarılı olma şansı çok zayıflar. Bunu öğrenci, öğretmen hareketleri ve akademide gündemleştirmeye çalışmak, bunun için hazırlık ve yığınak önemli olacaktır. Basın ve anlatım, toplantı, örgütlenme, eylem özgürlüğü anlayış ve eksenimiz için Kolektif İşçi Demokrasi dizisi, bu gözle incelenebilir.
Eğitimde Dönüşüm Yalnız Piyasalaşma ile Sınırlı Değil
Meslek teknik liselerinin ve üniversitelerinin hızla yaygınlaştırılması ve dev çaplı yığınsallaştırılması, AKP rüzgarının başlıca dinamiklerinden ve toplumsal temellerinden biridir. Ama bununla mücadele, bunu “gecekondu üniversiteleri, cemaat üniversiteleri, dindar nesil okulları” vb diye aşağılayarak/dıştalayarak verilemez. Bunun toplumsal kökenlerini görmek gerekir. Üniversiteler geleneksel olarak, aşağıdan yukarıya (işçi sınıfından küçük burjuvaziye, orta sınıflardan yönetici pozisyonlara vb) sınıf atlamanın bir mekanizması olarak görüldüğünden, üniversitelerin yaygınlaşması ve yığınsallaşması, geniş kitleler açısından böyle algılanmış, en azından beklenti bu yönde olmuştur. Meslek liseleri bir sınıf atlama beklentisi yaratmasa da, işçi ve emekçiler açısından çocuklarının az çok doğru dürüst bir iş güç, meslek sahibi olmasının hayati önemi bilindiğinde, bunun da işçi ve emekçiler açısından önemi daha iyi anlaşılır. (Öyle ki, çoğu zaman çocuklar, gençler için sokakta daha hızlı para kazanıldığı halde, meslek lisesinin “maliyeti” çok daha büyük ve “geri dönüşü” çok uzun olmasına karşın, çoğu işçi, emekçi ailesinin bütün külfetine katlanıp meslek liselerinde çocuk okutmayı tercih etmesi, bir fikir verir. Bkz. Dr Neriman Açıkalın, Yoksulluk ve Genç Kuşakların Toplumsal Hareketlilik Olanakları: İstanbul ve Gaziantep Örnekleri…) (Öğrenciler ve üniversiteye hazırlanan gençlerin okuma motisyonları: “İtibar kazanmak” yüzde 76.1, “Kültürlü olmak” yüzde 80, “İyi bir iş bulmak” yüzde 80.3, “Meslek edinmek” yüzde 82.5/Türkiye Gençlik Halleri Araştırması, 2008) Fakat bu beklenti ve umut, meslek lisesi ve üniversite mezunu genç işsizliğinin genel ortalamanın iki katına çıkması, meslek lisesi ve üniversite mezunu emekgücünün yıkıcı biçimde değersizleştirilmesi ile giderek daha fazla sarsılmaktadır. (Öyle ki, üniversite eğitiminin daha iyi bir iş değil, yalnızca iş bulma şansını arttırdığını düşünen üniversite öğrencilerin oranı daha kriz öncesi 2007’de yüzde 60’a düşmüştü, aynı oran yeni üniversite mezunları arasında ise daha da düşüktü, ve 4 yıllık kriz sürecinden sonra çok daha düştüğünü tahmin etmek zor değil.) Meslek teknik liseleri ve üniversite eğitiminin sayı ve oran olarak muazzam bir hızla artırılmasının, asıl işçi sınıfının geleneksel vasıflı ve yarı vasıflı kesimlerinin ve mesleklerin (hekim, hemşire, öğretmen, mühendis, avukat, sporcu, sanatçı, ve tabii büyük sanayi işçileri, kamu çalışanları vd…) yıkımında ve direncinin kırılmasında, esnek/güvencesiz hale getirilmesinde oynadığı rolden ayrıca bahsetmek gerekmez!
Bugün yeni YÖK tasarısı vb ile, üniversitelerin çok daha ucuz ve esnek nitelikli ara emekgücünün daha yığınsal üretilmesi de benzer bir beklenti yaratabilecek, fakat sonuç değişmeyecek, hüsran da aynı ölçüde büyüyecektir! Sorun her konuda olduğu gibi, eğitim sisteminde de dar ve yüzeysel muhalifliğin ötesine geçebilmek, bizzat değişen ve yaygınlaşan kapitalist eğitim sistemi içindeki şiddetlenen sınıfsal-toplumsal çelişkileri açığa çıkarmak ve bunun tarihsel gelişme/derinleşme doğrultusundan mücaledeyi yükseltmektir! Yoksa eğitimde olsun, sağlıkta olsun, işçi sınıfının ve kent yoksullarının geniş kesimlerin neden halen AKP’yi desteklediği, en azından karşısında yer almadığını görmeden, ve bunu değiştirmenin gelişen sınıfsal-toplumsal zeminini bir yana bırakarak, dar AKP/hükümet muhalifliği pek etkili olmaz.
Eğitim/bilgi süreçlerinin dönüşümü
Eğitim ve bilgi süreçleri de köklü bir değişimden geçmektedir. Bu değişim yalnızca eğitim ve bilginin metalaşması/piyasalaşması ile sınırlı değildir. Eğitim büyük ölçüde, üniversitelerde bile öğretimden/entellektüel öğretimden ayrıştırılarak, en dar biçimiyle teknik emekgücü eğitimine (job training/iş eğitimi) indirgenmektedir. Burjuva eğitim sistemi kuşkusuz, yukarıda da vurguladığımız gibi, hiçbir zaman burjuva ideolojisi ve siyasetinden bağımsız değildir, fakat bugün artan ölçüde genel entelektüel öğretimden ayrıştırılmaktadır. Üniversitelerden, bir bütün olarak eğitim sisteminden sermayeye kar getirmeyecek, sermaye verimliliği ve emek sömürüsünü artırmayacak, her türlü araştırma, proje, sosyal bilim, bilgi kovulmakta, tasfiye edilmektedir. Kuşkusuz sosyal ve siyasal bilimler (İngilizcede “humanities” denilen, insana, topluma dair bilgi ve bilimler; felsefe, sosyoloji, psikoloji, ahlak, edebiyat, tarih, kamu yönetimi vd) burjuva sosyal bilimleriydi, fakat sosyalizmin ve Marksizmin bir dönemki basıncıyla bir gölgesini, asıl olarak da bir dönemki burjuva demokrasisinin ve kamuculuğun izini taşıyorlardı, ve entelektüel gelişimde belli bir rol oynuyorlardı. İnsana/özneye ilişkin bilgi ile nesneye/doğaya ilişkin bilgi arasında burjuva bilimlerinde zaten varolan ayrım had safhada derinleştirilmekle kalmıyor, birincisi eğitim sisteminden kovuluyor. Teknik konularda daha çok bilgi ve beceri sahibi, ama insan, toplum, ve kendisi hakkında hiçbir şey bilmeyen nesiller yetişiyor.
İkincisi teorik/kuramsal öğretim, çok sınırlı bir çekirdek öğrenci kesimi dışında, tamamen kaldırılmakta, yerine tek yanlı uygulamaya dönük eğitim geçirilmektedir.
Üçüncüsü burjuva demokratik yurttaşlık eğitimi ortadan kaldırılmaktadır. (Bu Türkiye’de “vatandaşlık” eğitimi ile sınırlı olsa da, ABD ve Avrupa’da sınıf mücadelesinin demokratik kazanımlarından biri olarak, okullarda “yurttaşlık hakları” vb de öğretilirdi. Ancak tabii, neoliberal demokrasinin böyle bir problemi yok; “ulus devlet” yurttaşı olmaktan gelen haklar da zaten küresel temelden sermaye birikimi ve mali oligarşik egemenlik ile birlikte tasfiye ediliyor!)
Dördüncüsü, az çok bütünlüklü, iç tutarlığa sahip, derinlikli ve nesnel bilgi anlayışı ortadan kaldırılıyor, yerine postmodernizmin “çok değerlikli”, yüzeysel, parçalanmış, günübirlik (bilgi değil) malumat anlayışı geçiriliyor. Bilimsel ve felsefi derinlik gereği tümüyle bir yana atılıp, yerine “söylemsel yapbozlara yaslanan teknik-pragmatist-günübirlik piyasa çözümleri üretme yeteneği” geçiriliyor.
Beşincisi, her şeyin indirgendiği sermaye, piyasa, özel mülkiyet dışında, bilgi, kültür, norm olarak da genel toplumsal ortak önkabullerin tamamı tasfiye ediliyor, ki bunlar bir yanıyla birlikte örgütlenme ve hareket etmeyi kolaylaştıran şeylerdi, bugün ise sermaye, meta temelli toplumsallaşma biçimleri dışında, her türlü toplumsal ortaklık, kolektivizmi, daha eğitsel sosyalizasyon sürecinde yok eden, onun yerine çoklu sermaye birikiminin ve piyasanın gereksindiği çeşitliliği, ultra pragmatizmi, sermaye yasaları dışında hiçbir ilke, kural, değer tanımamayı geçiren eğitim süreçleri geçirilmektedir. Çalışmanın McDonalds’laşması gibi eğitim de bir nevi internetleşmektedir.
Altıncısı, nitel, yani kullanım değerine dayalı her şey eğitim sisteminden çıkarılıyor. En nitel olması gereken şeyler; bilgi, beceri, öğretim tamamen sayısallaştırılıyor. Tamamen nicelleştirilmiş, ölçülebilir, hesaplanabilir, öngörülebilir, izlenebilir, denetlenebilir, yeterlilik/performans sistemlerine bağlanmış bir malumat ve düşünce sistemine geçiliyor. Artıdeğer üretim ve gerçekleştirilmesine azami uyarlanmış, bunu azami geliştiren şeylere yönelen, toplumsal yaşam ve ilişkilerini, düşünme, duygu ve davranışlarının tamamını buna göre ayarlayan, yaşamının her anında ölçülebilir, öngörülebilir, izlenebilir, denetlenebilir, buna uygun hareket eden bir yaratığa indirgenme durumu. İnsana dair herşeyin “business’in bir uzantısı haline getirilmesi”…
Yedincisi, neoliberal postmodern eğitim sürecinde satılan bilgi ve becerilerin, satın alan tarafından olabildiğince çabuk, hızlı tüketilebilir olan, kemikleşme yaratmayan ve kalıcı olmayan bilgi ve beceriler olmasıdır. “Tam zamanında eğitim”, (Just in time education), “tam zamanında/yalın/stoksuz üretim”in, eğitim planında da uygulanmasıdır. Öğrenci, hemen uygulamaya geçireceği, kendisine en fazla birkaç yıl yetecek kadar eğitim alabilir. Sonra tekrar özel kurs, sertifika, ya da yeniden eğitime dönmek zorundadır. Bu da zaten “ömür boyu eğitim” denilen şeydir. Eğitim hemen ve sadece çalışmaya geçirilecek kadar olmalı, bir gram fazla olmamalıdır. Önceki burjuva modernizminde olduğu gibi eğitim bir temelin üzerine adım adım inşa edilen ve sürekliliğe sahip bir şey değil, sermaye ve piyasanın çok hızlı değişen ve güncellenen isterlerine göre ve günübirlik olmalı, hiçbir “uzun vade” gözetmemeli, işçi-öğrenci bunları satın aldığı anda hemen tüketmeli (artıdeğer üretimine geçirmeli), daha fazlasını istiyorsa da daha fazla parayı bastırmalıdır.
Sekizincisi, neoliberal post modern eğitim anlayışı, önceki burjuva modernist dönemde pek olmayan, eğitimden nisbeten uzak tutulan, dine, gericiliğe, muhafazakarlığa, gelenekçiliğe vb en geniş hoşgörüyü göstermekle kalmaz, eğitim sürecini ve her türlü bilgiyi olabildiğince bunlarla harmanlar.
Eğitimde yükseköğretimden başlayarak ortaöğretime doğru yayılan en önemli dönüşümlerden biri küreselleşmedir. Avrupa ve Kuzey Amerika üniversitelerinde 2 milyona yakın yabancı öğrenci okumaktadır. Türkiye’de özel ve kamu üniversitelerinin her biri boyuna göre, ABD, AB ve dünya çapındaki üniversitelerle sayısız stratejik işbirliği ve ortak proje yürütmektedir. Öğrenci ve öğretim üyesi değiştokuşu, çift diploma uygulamaları, uzaktan eğitimin yaygınlaşması… Kötü ünlü küresel yönetişim ajansları (uluslar arası üst kurul) yükseköğretimde de kurulmakta, bir çok ülkede birbiri ardına Yükseköğretimde Ulusal Kalite Ajansları kurulmakta, bunlarda üniversite ve devlet temsilcilerinin yanırsa, büyük patronlar ve uluslar arası sermaye uzmanları yer almaktadır. Türkiye’de de YÖK çeşitli “kalite, ajans” organizasyonları yapmaktadır. Bologna süreci çerçevesinde oluşturan Avrupa Yükseköğretim Alanı’na Türkiye yüksek öğretim sisteminin de entegrasyonu ilerlemektedir.
Yeni YÖK tasarısında öngörülen vakıf üniversitelerinin şirket üniversitelerine dönüşmesi ve devlet üniversitelerinde özelleştirmenin hızlanmasıyla, tıpkı sağlıkta Acıbadem, Medikal Park gibi tekellerin bölgesel-küresel hastane zincirlerinin bileşeni haline gelmesi gibi, eğitimde de bölgesel-küresel üniversite zincirleri ortaya çıkacaktır. Anadolu Üniversitesi bölge çapında 30’a yakın ülkede Türk-Kürt göçmeni ya da Türkçe bilen 100 binlerce öğrenceye uzaktan yüksek ve orta eğitim hizmeti pazarlamaktadır. Cemaat okullarının etkinliği için ise “Türkçe Olimpiyatları”na bakmak yeter. Türkiye sağlıkta olduğu gibi eğitim alanında da tekelci bölge merkezi haline gelme yolundadır. Eğitimde küreselleşmenin temel bir sonucu küresel tekelci sermaye birikim alanı haline gelmesi olacak, eğitim sistemi “ulusal” planda olduğu gibi, her bir okul ve tabii her öğretim üyesi ve öğrenci, daha doğrudan küresel tekelci eğitim politikalarına ve performans, yeterlilik, rekabet sistemlerine tabi olacaktır.
Dijital Teknolojilerin Eğitime Girmesi ve Yaratacağı Dönüşümler
Bir diğer önemli nokta, bilişim-iletişim teknolojilerinin yoğun olarak eğitim sistem ve sürecine girmeye başlamasının yaratacağı köklü dönüşümlerdir. Kampuslar ve okullar ortadan kalkmayacak, sayıları ve yığınsallıkları daha da artacak, fakat uzaktan eğitim alan öğrencilerin sayısı ve oranı da hızla yükselecektir. Lise ve üniversite, her kalite ve düzeyde uzaktan eğitim, sermaye maliyetlerini düşürüp karlılığını artırmada, öğretmen ve öğretim üyelerinin emek üretkenliğini yükseltmekte ve göreli sayılarını düşürmekte, öğrenimi büsbütün teknisistleştirmekte, öğrencilerin biraraya gelmesini engellemekte (ev eksenli çalışma gibi), ders zamanlarını azaltıp çalışma sürelerini uzatma olanağı vermektedir. Açık öğretimde okuyan öğrencilerin yüzde 74.6’sının tam zamanlı çalışanlar olduğunu bilmek yeter. Bir diğer yönü de, “öğretmen merkezli eğitim”den “öğrenci merkezli eğitime” geçiş denilen, öğrencinin standart programlar üzerinden kendi kendine öğrenmek durumunda olmasıdır. (Kapitalizmin bugün gelişen teknoji sayesinde yaygınlaştırdığı bir mekanizma, müşterileri de parasız çalıştırarak, daha az işçiye daha çok iş yaptırmaktır. Müşteri, otobüste konturunu kendi basar, hastanede ateşini nabzını kendi ölçer, markette raflar arasında alacağını kendi bulur ve kendi tartar, parasız yerel muhabir olarak cep telefonuyla çevresindeki olayları çekip haber yapar, en sonu kendi eğitimini de kendi yapar…) Bilgisayarlar, akıllı tahtalar, Fatih Projesi ve internetin ortaöğretimde yarattığı etki ve dönüşüm daha büyük olacak, okullardaki eğitimde bir nevi internetleşecektir. Daha önce bu konuda şunları yazmıştık:
Eğitim alan ve sektörünün temelinden sermayeleştirilmesini hızlandıracaktır. Eğitimin daha doğrudan endüstrileşmesini, fabrikalaşmasını, bir tekelci sermaye birikim kanalı olmasını ve mali sermayenin çoklu bileşik birikimine entegrasyonunu hızlandıracaktır. Özellikle de eğitim artık zaten kendi başına “özerk” bir sektör olmaktan çıkıp sanayi ile iç içe geçtiği gibi, eğitim tekelleri ile bilişim-iletişim tekellerinin kaynaşması ortaya çıkacaktır. Eğitim sektöründe -hızlanan özelleştirme süreçlerinin yanısıra- sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesini, sektörün daha az sayıda mali sermaye grubu elinde toplanmasını hızlandıracaktır. Bugüne kadar yüzyüze ve emek yoğun bir alan olan eğitim sektörünün de, sermaye yoğunluğunun artmasını, canlı emek gereksinmesinin göreli azalmasını, belli bir eğitim işçisi kesimini görece yüksek vasıflı çekirdek iş gücü haline getirirken, büyük bölümünün vasıfsızlaşmasını, eğitim sürecindeki kısmi denetim ve özerkliğinden geriye kalanı da kaybetmesini hızlandıracaktır. Standart paket eğitim programları da ve paran kadar eğitim-bilgi biçiminde destek eğitim programları da dev çaplı bir piyasa oluşturacak ve giderek tek tek öğrencilere pazarlanır hale gelecektir. Eğitim sektörünün diğer kapitalist sektörlerle kaynaşmasını, kapitalistlerin işgücü vd gereksinmelerine göre dinamik bir tarzda organize edilip yönetilmesini de kolaylaştıracaktır.
Örneğin filanca bölgede yatırımları olan bir tekel, o bölgedeki okullara filanca ders programlarının okutulmasını -taşeron şirketlere internet üzerinden eğitim programı ısmarlayıp bunun ders programlarına koydurulması vb- çok daha kolay biçimde organize edip sağlayabilecektir. Öğretmenler de aynı zamanda bunların pazarlayıcısı, tezgahtarı, uygulayıcısı, gözetimcisi haline gelebilecektir. Bilişim-iletişim teknolojilerinin eğitimin de merkezine yerleşmesi, yalnızca eğitim işçilerini değil, eğitimin kendisini de daha fazla esnekleştirecek ve öğrencileri de (okulda oldukları durumda bile) bireyselleştirecektir. Yaşam boyu eğitimin (işçilerin iş yaşmında işini koruyabilmek için sürekli eğitim paketleri satın almak zorunda kalması vb), uygulamalı eğitimin, tam zamanında eğitimin (paran kadar eğitim paketi satın alabilmenin), kişiye göre bireysel eğitimin de altyapısını oluşturacaktır. Sermaye için “fazlalık” olan genel entelektüel eğitim daha da azalacak, sermayenin her bir işgücü kategorisi için ancak ihtiyaç duyduğu kadar eğitim, hatta tek tek kişiye göre eğitim de mümkün hale gelecektir. Sanayide standart kitle üretimi ile özel küçük parti üretimini birleştiren esnek üretim/çevik üretim vb gibi, eğitimde de standart kitle üretimi ile özel küçük parti üretimini, kitle eğitimi ile özel dersi birleştirebilecektir. Katı, hantal, rutin, düz dizgeci eğitim sistemininin yerini, çok daha esnek, dinamik, çoklu ve çeşitli, tekelci sermayenin ve piyasanın hızla değişebilen isterlerine göre hızla refleks verebilen bir eğitim sistemi düzlemine geçişi hızlandıracaktır.
Zihinsel Yıkım
Sonuç olarak neoliberal post modern eğitim süreçleri, teknik becerileri geliştirmekte, fakat zihinsel-toplumsal nitelik ve becerileri tasfiye etmekte, zihinsel gelişimden çok bir nevi zihinsel yalamaya, zihin yıkımına yol açmaktadır. Eğitim sistemindeki, akademideki dönüşüm üzerine uluslar arası muhalif yazında, “anti-intellectuel” (zihinsellik karşıtı, anti-aydın) kavramı sıkça kullanılmaktadır. Gerçi çoğu muhalif akademisyen, eleştirisini önceki burjuva modernist aydınlanmacı akıl çerçevesinden yapıyor olsa da, bugünkü eğitim/akademi süreçlerinin bir zihin yıkımına yol açtığı doğrudur: İnsanı hiçbir şeyi bütünden kavrayamaz hale getirdiği gibi, iç tutarlılığa sahip bir biçimde düşünebilmesini olağanüstü zorlaştırmakta, ultra pragmatist, eklektik, yüzeysel bir düşünce dünyasına yol açmaktadır.
Fakat daha korkuncu, postmodern eğitim süreçlerinin insanın özne niteliğini tümden inkar ve imha etmeye çalışması, onu herhangi bir piyasa girdisine, üretim ve piyasa makinasına ingirgemesidir. Teknik akılcılık ne kadar kesinse, diğer her şeydeki çok katmanlılık, parçalılık, belirsizlik, günübirlikçilik, asıl sınıfsal ve bireysel özne olarak insanın yıkımını hedefler. Çünkü evrensellik, nedensellik, belirlenimcilik ve bunlarsız olmayacak, insanın kendi faaliyetini ve asıl olarak da geleceğini tasarlama yeteneği, en azından geleceğe duyulan asgari bir inanç ve umut, insanın özne niteliğinin temel yapıtaşlarıdır. Özetle eğitim sistemindeki dönüşüm, eğitim sistemini esnek/güvencesiz emek gücü piyasalarının ve sirkülatif çalışma rejiminin temel bir bileşeni ve yeniden üreticisi haline getirmekle kalmaz, onu öğrencinin düşünsel, duygusal, davranışsal, ilişkisel olarak içselleştirmesini de hedefler. Evet, bu düzende gençliğin bir geleceği yoktur, zaten neoliberalizm/postmodernizmde gelecek diye bir kavram pek yoktur, ama solun yalnızca “gelecek yok” diye tekrarlamayı üstlenmesinin de pek bir anlamı yoktur, çünkü bu kabalıkta bu, zaten gelecek belirsizliği ve korkusu ile özgüveni yıkılmış ve metalara bağlanmış, kendisi de metalaşmış gençliğin, günü kurtarmaya daha fazla odaklanmasından başka bir şeye yaramamaktadır. Yeni bir yaşam ihtiyacı ve özlemi, ve bunun yapılabirliğine olan inanç ve umut, en başta özneselliği yok edilmiş işçi, işçileşen gençlerin özneleşmesi için gereklidir.
Gençliğin Emekgücü Olarak ve Her Düzeyde Metalaştırılması
Eğitim sistemi denilen, eğitim sürecinde insanların kendilerini yeniden üretirken birbiriyle girdikleri toplumsal ilişkiler sistemidir. Bugün eğitim de artan ölçüde bir kapitalist meta üretim ve egemenlik ilişkileri biçimi kazandığından, bunların sınıfsal-toplumsal ilişkiler olarak varlığı perdelenmekte, metalar arası ya da insanlarla metalar arası bir ilişki gibi algılanmakta ve yaşanmaktadır.
Eğitimde söz konusu olan yalnızca piyasalaşma değil, çok özgül bir metanın, emekgücünün çıplak metaya indirgenmiş olarak üretilmesidir. Öğretmenler, hatta akademisyenlerin büyük bölümü, artan ölçüde teknikerlere, eğitim teknisyenlerine indirgenmektedir. Bırakalım öğrencileri, öğretmenler ve öğretim üyeleri dahi, aydın karakterini, eğitsel emek süreçlerindeki kısmi özerkliklerini artan ölçüde kaybetmekte, tamamen kendi dışlarında, ve artık doğrudan tekelci sermaye grupları tarafından sipariş edilmiş eğitim programı ve projelerinin teknisist uygulayıcıları ve aktarıcılarına indirgenmektedir. Öğretmenlerin/öğretim üyelerinin öğrenciler üzerindeki en büyük silahı olan not verme de, notları da artık artan ölçüde öğrencilerin stajiyer işçi olarak çalıştığı patronlar tarafından verilmeye başlanması ve nicel ölçme/değerlendirme (yeterlilik/performans) sistemleri, yani bilgisayarlar verdiğinden, ellerinden alınmaktadır.
Öğrenciler açısından da, bugün yarın, ama olabildiğince çabuk piyasada (emekgücü piyasasında) paraya (iyi kötü ücrete) çevirip çeviremeyecekleri dışında ne tür bilgiler, beceriler kazanıp kazanmadıkları tamamen kayıtsız kaldıkları bir konudur. Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi Zeynep Gambetti şöyle yakınıyor: “Bilginin kendi bile önemli değil, amaç diploma almak, dolayısıyla derslerden şu veya bu şekilde geçmek. Öğrencinin hocaya karşı tavrı da bu minvalde oluyor. Bu denli araçsallaştırıldığımı hatırlamıyorum. Öğrenci beni diplomayla arasında duran bir araç veya bazı durumlarda engel olarak algılıyor.” Öğretmen emeğinin değersizleştirilmesinin sonucu, liselerde öğrenci ve veliler tarafından öğretmenlerin dövülmesine, bıçaklanmasına, öldürülmesine varmaktadır. Ki tıpkı hekim ve hemşirelere karşı olduğu gibi, öğretmen ve öğretim üyelerine karşı şiddet daha da artacaktır. Öğretmen ve öğretim üyelerinin öğrencilere bakışı da çok farklı değildir, onlar için de öğrenciler artık montaj bandındaki iş nesnelerinden ibarettir. Eğitimde de, kapitalist meta üretim ve egemenlik ilişkileri ne kadar büyürse, insanlar dünyası o kadar küçülmekte, tahrip edilmekte, çözülmekte, yok olmaktadır!
En önemli değişimlerden bazıları; öğretim üyeleri, öğretmenler ve üniversite öğrencilerin genişleyen bölümünün eğitim sürecindeki kısmi özerklik, kısmi güvence, statü, ve serbest zamanlarını kaybetmeleridir. Öğretmen ve öğretim üyelerinin ders ve ders dışı iş yükü artırılmakta, sözleşmeli öğretim üyeleri üniversite bir odaya bile sahip olamamakta, aynı zamanda şirketleşmiş okullara kar, gelir getirecek, maliyetleri düşürecek angaryalar yapmaya zorlanmaktadır. Öğrencilerin, üniversite öğrencileri de dahil, artan bölümü kısmi işlerde çalışmakta, okul dışında dersaneye ve özel kurslara gitmekte, binbir türlü sınav, yeterlilik sistemi ile boğuşmaktadır.
İnternette vaadedilen özgürlük/özerklik alanı olarak sosyal paylaşım ağlarındaki serbesti üzerinde de, bir yandan fikri mülkiyet yasalarının, diğer yandan devletin pençeleri daraldıkça daralmaktadır. Hem öğrenciler hem öğretmenler/öğretim üyeleri açısından, ultra rekabetçi performans/yeterlilik ölçme değerlendirme sistemleri (“sonuç/çıktı odaklı” eğitimin alemeti farikası!) öğrencilerin ders notlarını dahi birbirinden saklamasına neden olan çan eğrisini bile mumla aratacak bir atomizasyon ve baskı yaratıyor. (Bkz. Yeterlilik Sizsiniz İşçi Sınıfı) Tüm bunlar, okulların, üniversitelerin piyasalaşmasından fazlasıdır: Şirketleşmesidir, fabrikalaştırılmasıdır! Gençliğin yalnız emekgücü olarak değil, her düzeyde metalaştırılmasıdır. Baskı, denetlenebilirlik, izlenebilirlik, ölçülebilirlik, artık yalnız eğitim sistemine dışsal sayılan/görülen poliste değil, e-devlette, mobeselerde, internette, cep telefonunda, özel güvenlikte, disiplin yönetmeliklerinde, sınav cehenneminde, “istihdam edilebilirlik”te, dahası performans/yeterlilik, ölçme, izlenme, denetim sistemleriyle öğretmenin, öğrencinin kafasının içindedir!
Öğrenciler, öğrenci velileri, öğretmenler, öğretim üyelerinin artan bölümü bu eğitim içerik ve biçiminden hoşnutsuzdur ve bu 4+4+4+4 ile, hızlanan neoliberal esnek eğitim dönüşümüyle artacaktır:
“Liseli gençlerin “önemli bir çoğunluğunun (%61) orta öğretimdeki eğitim sistemine karşı eleştirel olduğu görülmektedir. Çok eleştirel ve çok karşı olanlar altıda bir düzeyinde olup beğenenler katılımcıların onda biri düzeyindedir.” (İstanbul Liseli Gençlik Araştırması, Maltepe Üniversitesi)
“Liselilerin yaklaşık yüzde 60’ı mevcut eğitim sisteminin bağımsız bir kişilik geliştirmeye engel olduğunu düşünüyor. Öğrencilerin büyük bölümü okul yönetiminin sorunlarını dinleyerek çözüm bulduğuna da inanmıyor.” (İstanbul Liseli Gençlik Profili, Genç Hayat Vakfı)
“(Öğrencilerin) % 62,8’i okudukları yükseköğretim kurumlarındaki eğitimi yeterli kalitede bulmamaktadırlar. Strateji Taslak Raporu hakkında gönderdikleri görüşlerde eğitimin kalitesi hakkındaki şikayetlerini derslerin mevcut bilgilerin aynen aktarılmasına odaklı bir biçimde verilmesi, öğretim üyelerinin nicel ve nitel açılardan yetersizliği, araç-gereç eksikliği, kütüphane ve bilgisayar donanımındaki eksiklikler, derslerin kalabalık ve yetersiz mekanlarda verilmesi konularında toplamışlardır. Öğrencilerin şikayet ettiği konulardan belli bir bölümü de kampus üniversitelerinin planlamasına ilişkin konularda toplanmaktadır. Kampus üniversitelerinin kent merkezlerinden uzaklıkları ve kent ile üniversiteler arasında toplu ulaşım hizmetlerinin iyi düzenlenmemiş olması, hem öğrencilerin yaşamını pahalılaştırmakta hem de zaman kayıplarını artırmaktadır.Benzer bir şikayet kampus içinde binaların dağılımında da bu alanda öğrencilerin yaya olarak ilişki kuracağını gözardı eden planlamalar konusunda olmaktadır. Ayrıca üniversite tasarımında öğrencilerin bir araya gelebilecekleri sosyalleşebilecekleri mekanlarının çok sınırlı olması da bir başka eleşitiri konusu olmaktadır.” (Türkiye Yükseköğrenim Strateji Taslağı, YÖK. Bunlar hayli sabunlanmış aktarımlar olsa gerek.)
Eğitim sistemine, eğitimin içerik, biçim ve toplumsal ilişkilerine dair hoşnutsuzluk, eleştiri ve tepkiler aslında burada belirtilenlerden ve kamuoyuna yansıyandan çok daha büyük olmakla birlikte, birincisi mecburiyetten, ikincisi eğitimin meta ilişkilerine indirgenmesinin neyin nasıl öğretildiğinin üstünü örtmesinden (eğitim bir diploma/sertifika almaya indirgendiğinden) pek gündeme gelmemektedir. Daha kötüsü, bunların solun ve devrimci hareketin de (din dersleri, üniversitede yaratılış sempozyumu vb gibi en sivri örnekleri dışında) gündeminde olmaması, genel geçer bir “bilimsel eğitim” lafzı dışında da çok umursanmamasıdır. Bunların gündemleştirilmesi ve sosyalist eğitim ile karşıtlaştırılarak köktenci biçimde sorgulanması, temel önemdedir.
Sosyal yaşam
Aile
Öğrenci sorunlarının önemli bir yönü de, kalacak yer sorunu, ve eğitim masraflarının artması, yoksullaşma, sosyal güvenliğin tasfiyesi vd ile birlikte aileye bağımlılığın artmasıdır.
15-24 yaş arası gençlerin 3’te ikisi aileleriyle birlikte kalıyorlar, anne-babalarıyla sevgilileri/eşlerinden, iş/okul arkadaşlarından daha çok vakit geçirmek durumunda kalıyorlar, özel meselelerini ebeveynleriyle iş/okul arkadaşlarından ve siyaset/cemaat arkadaşlarından daha fazla paylaşıyorlar, çok büyük bölümü ailesine bildirmeden/izin almadan başka yerde/arkadaşlarında kalamıyor, genç erkeklerin yüzde 25’i genç kadınların yüzde 54’ü başka yerde/arkadaşlarında kalmak için izin de alamıyor, ailesiyle kalan genç kadınlarda üniversiteli olanların yüzde 48’i, üniversite mezunu olanların yüzde 40’ı bile başka yerde kalma izni alamıyor, gençlerin kararlarında yine en etkili olanlar anne-baba, iş-okul, mahalle, siyaset/cemaat arkadaşları yine sonlarda geliyor.
Ailenin çözülmesi, gençlerde bireyselleşme gibi gelişmelere karşın, üniversite öğrencileri ve hatta üniversite mezunları (bkz: “Boşuna mı Okuduk?”) açısından bile aileye bağımlılık oldukça yüksek oranlarda sürüyor. Tabii genç kadınlar üzerinde aile bağımlılığı, gerici/muhafazakar aile otoritesi ve baskısı çok daha yüksek. Genç nüfusun neredeyse yüzde 20’sini ne okuyan ne çalışan, eve, aileye ve koca beklemeye mahkum edilmiş genç ev kadınları oluşturduğu gibi, büyük çoğunluğu aileleriyle kalan üniversiteli öğrenci, hatta üniversite mezunu çalışan ya da işsiz genç kadınların da yarısına yakını her şey için ailelerinden izin almak zorunda, yarısına yakını da dışarıda/arkadaşlarıyla kalmak için izin bile alamıyor!
Günümüz gençleri, hele ki genç kadınları için yüz kaz daha tahammül edilemez bir bağımlılık ve baskı biçimidir bu. Devletin de gençlerin bu aile bağımlılığını nasıl kullandığı aşikar: Muhalif örgütlenme, etkinlik, eylemlere katılan gençlerin ailelerine bildirilmesi, ailelerin “çocuklarına göz kulak olması” için korkutulması, kışkırtılması, manipule edilmesi, vb. En son kolektiflerin yaz gençlik kampını ailelerin basıp çocuklarını götürmeye çalışması skandalı tezgahlandı.
Gençlerin aileye bağımlılığın temelinde ekonomik bağımlılık vardır, ve genç ev kadınlarının daha yaygın olarak eğitime ve emekgücü piyasasına çekilmesi, öğrenci gençlerin daha yaygın biçimde çalışmaya başlaması ile bu bağımlılığın daha fazla esneyeceğini öngörmek zor olmamakla birlikte, düz biçimde ve kolayca ortadan kalkacağını düşünmemek gerekir. Tam tersine bu çelişki başta genç kadınlar olmak üzere, çoğu genç açısından daha da büyüyecek, şiddetlenecektir. Sistemin aile kurumunun neoliberal muhafazakar restorasyonu programı boşuna değildir. Aile kurumu, aynı zamanda, 4+4+4+4 eğitim sisteminin, neoliberal esnek/güvencesiz emekgücü piyasası, çalışma rejimi ve işsizliğin, gençlerin en düşük ücretli, en güvencesiz işlerde çalıştırılmasının temel bir dayanağı olarak neoliberal muhafazakar biçimde restore edilmektedir. AKP’nin anayasa taslağında “aile toplumun temelidir” denilmektedir. Neoliberal muhafazakar demokraside, önceki dönemlerde toplumun kurucu öğeleri sayılan işçiler ve öğrenciler, kurucu öğe sayılmaktan çıkarılmaktadır.Tabii ki sermaye, piyasa, özel mülkiyet temelinde neoliberal-muhafazakar esnek/güvencesiz emekgücü eğitimi, aile ve din toplumun kurucu öğeleri olarak yeniden tanımlanmaktadır.
Gençlerin ebeveynleriyle yaşadığı çelişki ve çatışmalar, burjuva sosyolojisinin lanse ettiğinin tersine, basit bir “kuşak çatışması” sorunu değildir. Aile kurumu (tıpkı eğitim kurumu gibi) kapitalist üretim ilişkilerinin temel ve ayrılmaz bir bileşenidir. Üretimin toplumsal güçlerinin gelişiminin (kapitalizmde: sermaye birikimi yükseltiminin, toplumsal artıdeğer üretiminin artırılmasının vb) önünde engel haline geldiği için sarsılmakta ve çözülmekte, fakat toplumsal emek üretkenliğini (sömürüsünü) bir üst düzeye çıkartmanın bir bileşeni olarak (tıpkı eğitim sistemi gibi) yeniden yapılandırılmaktadır. Gençler, dahası çocuklar, son derece hızlanmış ekonomik-toplumsal-ideokültürel dönüşüm süreçlerine daha kolay ve çabuk uyum sağladıkları ve anne-babalarını bunun engeli olarak gördükleri için de onlarla çatışmaktadırlar, fakat bunun tıpkı kadınların durumunda ve erkek egemenliğine karşı büyüyen mücadelelerinde olduğu gibi, toplumsal, siyasal, sınıfsal bir arka planı da vardır. Kaldı ki, aile kurumun içsel dönüşüme uyarlanması, onun engeli olmaktan çıkartıp yeniden üreticisi haline gelmesiyle, bu durum da tersine dönmekte, aile kurumu yeni rejim ve üretim-emek organizasyonunun temel bir bileşeni haline gelirken, gençlerin bunlardan rahatsızlığı ve hoşnutsuzluğu giderek daha fazla artmaktadır.
Biraz basitleştirerek söylersek, aile kurumu “ulusal istihdam stratejisi”nin, esnek/güvencesiz emekgücü piyasası ve çalışma rejiminin temel bir direği olarak yeniden yapılandırılmaktadır. Hem emekgücünü ucuzlatmakta hem de (özellikle kadın, genç ve çocuk emeğini) disipline etmede özel bir rol oynamaktadır. Dolayısıyla, kadınların olduğu gibi bugün daha yaygın ve yığınsal olarak işçileşen gençlerin de aile kurumu ile çatışmaları, düzenle, kapitalist egemenlik sistemi ile çatışmanın bir biçimi ve dinamiğidir. Gençlik Halleri Araştırması bu durumu şöyle değerlendiriyor:
“Hayata atılım sürecinde gence en büyük desteği veren aile aynı zamanda özgürlüğü kısıtlayıcı bir unsur da olabilmektedir. Gencin ev dışındaki yaşamına da müdahalelerde bulunan aile gençlerin evlenmeden öncekendi yaşamlarını kurabilmelerine de engel olurken, gençler aile içi karar alma süreçlerinde de söz sahibi olamıyorlar. Kendi ayakları üzerinde durabilen, katılımcı, özgüvene sahip bireyler olmalarının önü aile kurumunun kendini geliştirmesinden geçmektedir. Bu anlamda,oluşturulacak gençlik politikaları gençler kadar ailelerin dönüşümünü de hedef almalıdır.”
Bu yorum burjuvazinin neoliberal demokratik sosyal içerme politikaları açısından tipiktir: Aile kurumu hem çözülmeye karşı restore edilecek ve güçlendirilecek, ama hem de dönüştürülecek, esnetilecek, neoliberal özerkçi bir biçimde yeniden yapılandırılacak. Nitekim gençlerin artan neoliberal özgürlük/özerklik dinamiklerine karşın böylesine bağımlı oldukları, engellendiklerini, her kararlarına karışan ve hele ki genç kadınları bastıran aile otoritesine ve disiplinine karşı neden cinnet geçirmediklerine ilişkin önemli bir veri: “Liseli Öğrencilerin yüzde 63’nün kendine ait bir odası vardır, ancak bu oran özel lise öğrencilerinde yüzde 79 olup imam-hatip lisesi öğrencilerinde yüzde 58’dir. Öğrencilerden kredi kartı sahibi olanlar yüzde 9 düzeyindedir. Bu yüzde özel liselerde 26’ya kadar yükselmekte, düz lise öğrencilerinde ise yüzde 4’e düşmektedir.” (İstanbul Liseli Gençler araştırması)
Liseli gençlerin kendi bireysel odasının olması, yalnız orta sınıflara özgü bir durum değildir, gecekondulardan iyi kötü TOKİ konutlarına, sitelere vb geçiş yapmakta olan işçi, hatta kent yoksulu aileleri açısından da bu oran yükselmektedir. (1998 tarihli bir araştırma, İstanbul, Ankara ve Konya’da sigortalı işçi ailerinin yüzde 60’ının apartmanda oturduğunu, bunların da yarısının oturdukları dairelerin kendilerine ait olduğunu gösteriyordu.) Bu aynı zamanda geleneksel aile yapısının nasıl dönüşmekte olduğu, aile içinde/evde bireyselliğin/bireysel özerkliğin nasıl sağlandığına ilişkin, yanısıra gençler, işçi vd gençler arasında bireyselliğin nasıl geliştiğine dair önemli bir veridir.
Diğer bir neden ise, kuşkusuz, internet ve cep telefonunun aile evinde oldukları sırada bile onlara sağladığı görece özerklik, farklı toplumsallaşma biçimi olanağıdır. Bunlar gençlerin aile ile olan çelişki ve çatışmasını bir yanıyla yumuşatıyor olsa da, diğer yanıyla bireyselliği de geliştirerek şiddetlenmektedir. Çünkü gençlere aile/evde özerk bir alan tanınmış olsa da, gençlerin yaşamları üzerine tüm temel kararların ebeveynler tarafından alınmasında büyük bir değişiklik yoktur: Sevgili ve cinselliğe müdahaleden, gece dışarda kalmanın izne bağlı olması, harçlıktan, interneti bırak ders çalış, şu saatte yat, siyasete örgütlere bulaşma, ve tabii ki genç kadınlara ev işlerini yap vd baskısına kadar…Bunu gençlere (gençlerde yaygın olan neoliberal bireycilik, daha yaşlı olan işçi kuşaklarına karşı neoliberal rekabetçilik, anne-babaya isyan ve özgürlük adı altında neoliberal piyasa ve meta egemenlik ilişkilerini savunma, liberal anarşizm ve nihilizmle de sınırları net çizerek) anlatabilmeliyiz. Anne-babaya bağlılık, sevgi vd başka bir şeydir, sisteme temel bir bağımlılık ve yeniden üretim ilişkisi olarak aile kurumuna bağımlılık, kendi kararlarını verebilmenin kat kat engellerinden birisi olması başka bir şeydir.
Din
Tüm “eski” demokratik sorunların: Kürt sorunu, kadın sorunu, aile sorunu, din sorunu, eğitim ve bilgi sorunu, aydınlar sorunu…- geri dönüşü de “muhteşem” olmaktadır. Gençliğin kendisi de bir demokratik sorun olduğu gibi, bu demokratik sorunların her birinde, onu genellikle daha, hatta en ağır yaşayan kesimleri oluşturmaktadır. Din de bunlardan biridir. Eski katı biçimiyle değil, ama neoliberalize edilmiş esnek biçimiyle dinsel aidiyet ilişkisi, cemaatçilik-dindarlık, neoliberal muhafazakar gençlik mühendisliği çerçevesinde (ama aynı zamanda neoliberal yıkım ve dehşete karşı bir sığınak tuzağı olarak) gençler arasında yaygınlaşmaktadır. Son 5 yıldaki liseli, hatta üniversiteli gençler arasında yapılan az buçuk nesnel görünümlü araştırmaların hepsi, genç kadınlar dahil, dinin önde gelen bir kendini tanımlama öğesi/kimlik olarak benimsenmesinde belirgin bir artış eğilimi olduğuna işaret etmektedir.
“Tüm liseli öğrenciler ele alındığında, vazgeçilemeyeceklerin başında “arkadaşlar” (%77), “müzik” (%75), “internet” (%67) ve “dini inanç” (%60) gelmektedir. Bu sıralama, imam-hatip öğrencileri arasında “dini inanç” en başa gelerek (%99) değişmekte, dini inancı “arkadaşlar” (%78), “müzik” (%62) ve “kitap” (%52) takip etmektedir. Anadolu liseleri ve özel liselerde “arkadaşlar” ve “müzik” en vazgeçilemeyecek etkinliklerdendir.” (İstanbul Liseli Genç Araştırması, Maltepe Ü.)
Tam bir postmodern gençlik tablosu! Arkadaşlar, internet, müzik, din ve kitap! 4+4+4+4 eğitim sistemi ile birlikte bu daha da hızlanacak ve artacaktır. Dine karşı, hele ki gençlik ve eğitim sistemi içindeki (ve emekgücünün yeniden üretiminin ayrılmaz bileşeni haline getirilmesine) her türlü dine karşı, sermaye temelinden/burjuvazinin sınıf egemenliğinin bir biçimi olarak mücadele etmek, ihmale gelmez bir görevdir. Kaldı ki, yalnızca din konusunda değil bir bütün olarak neoliberal muhafazakar ideoloji konusunda şunu çok iyi kavramalıyız: İnsana, yani işçilere, belli üretim ilişkileri içinde belli biçimlerde üretme (yani sömürülme) yeteneği, yalnız dar anlamda teknik bilgi vb ile değil, aynı zamanda belli bir ideoloji, bakış açısı, düşünme/davranış biçimi kazandırılarak gerçekleştirilir. Bu yüzden burjuva ideolojisinin dünkü biçimine karşılık bugünkü biçimi, emekgücünün yeniden üretiminin ve disaynının ayrılmaz bileşenidir. İdeoloji yalnızca bir fikirler toplamı değil, düşünce, duygu, değerler, davranış örüntüsüdür.
Neoliberal muhafakar demokrasi ve ideolojiye karşı mücadele de, eski burjuva modernist laiklik ve demokrasi anlayışıyla değil, ancak emek-sermaye, sınıf karşıtlığı ve savaşımı temelinde verilebilir. Ekonomik, toplumsal, siyasal, ideolojik-kültürel savaşım bir bütündür ve iç tutarlığa ve bütünlüğe sahip olmalıdır. Kuşkusuz demokratik görevlerin kapsam, içerik ve biçimi değişmiş, tamamı uzlaşmaz sınıf karşıtlığı, kapitalizm/komünizm karşıtlığı eksenine oturmuştur. Ancak sorun demokratik sorunları ihmal etmemek, bir biçimde yer vermek değil, tam tersine bu yeni düzlemden (sınıfsal-toplumsal-ulusal-cinsel-bireysel sosyalist özgürlük) dev çaplı bir siyasal mücadele dinamiği olarak değerlendirmek ve geliştirmektir: Hele ki işçi, işçileşen gençler söz konusu olduğunda!
Spor
“16-24 yaş arası gençlerin çoğu düzenli olarak spor yapmıyorlar ve hobilerini geliştirmekle ilgilenmiyorlar. Araştırmamızda ancak düşük oranda futbol ve basketbolla (spor yapmak anlamında) ilgilenen gençler karşımıza çıktı. Çeşitli becerilerin ve hobilerin geliştirilebileceği kurslarla ilgilenenlerin oranı çok daha düşük.” (Gençlik Halleri, 2008)
Başbakanlığın 2012 yılı itibarıyla yaptırdığı araştırmaya göre, voleybol, basketbol, yürüyüş, koşu, fitnes, yüzme, atletizm gibi spor dallarına katılımda kısmi bir yükseliş var. Spor yapan gençlerin 5’te biri de bir spor dalında resmi lisansa sahip olduğunu belirtmiş. Ancak gençlerin yüzde 40’ı hiç spor yapmıyor. Türkiye’de gençlik bakanlığının adı “Gençlik ve Spor Bakanlığı”, resmi gençlik bayramının adı “Gençlik ve Spor Bayramı”dır. Ancak bir dönemki burjuva modernizminin enerjik, sportif gençlik imajı da halen bir “imaj” olarak eski modernist biçimiyle çoktan yıkılmış durumda. Metropol ve orta sınıf okulları dışında bir spor altyapısı hemen hemen yok, ancak sporda ABD’deki gibi eğitim sistemi içinde ve dışında olduğu gibi en fazla birkaç yüz kişinin milyon dolarlık yıldızlar olduğu, ama milyonlarca çocuk ve gencin hayallerinin de böyle sömürüldüğü ve endüstriyel spor kurs ve disiplini içinde öğütüldüğü, dev çaplı bir azami kar sektörü olarak Türkiye’de de adım adım yığınsallaştırılıyor. Eh Shrapova ve Serana Williams da, biri yoksul bir işçi ailesinden diğeri siyah bir kent yoksulu ailesinden gelmedi mi?! Öyleyse, futbol da zaten olduğu, basketbol, voleybol, atletizm, yüzme alanlarında büyüdüğü gibi, tenis de yeni bir endüstriyel çocuk ve genç piyasası haline niye gelmesin. Yüzlerce özel tenis kursu, okulu, onlarca markalı tenis mağazası açılmasın?
Evet, Türkiye’de spor dalları giderek çeşitleniyor ve bir çocuklar, gençler ordusu sınıf atlama hayaliyle bunlara akıyor. Ancak bu eski burjuva modernist sportif gençlik hikayesinden çok farklı ve daha acıklı hüsranlarla bitecek bir hikaye. Çünkü bu artık tekelci kapitalist azami kar sektörü olarak endüstriyel spordur. Azami performas/yeterlilik sistemlerinin yüzbinlerce çocuk ve gence acımasızca uygulandığı aşırı rekabetçi spordur. Amatör spor felsefesiyle, sağlıklı ve enerjik yaşamla hiçbir ilgisi olmayan yamyamlaşmış spordur. Ve burada gençler, artık oyun, eğlence, kendini bedensel ve zihinsel olarak geliştirmek, çok yönlü gelişmek için değil, köle gibi çalıştırıldıkları, birbiriyle ölümüne rekabete sokuldukları, zaten keyif almak ve kendilerini geliştirmek için değil bedenlerini de ola ki paraya çevirebilme ihtimali için katlandıkları yeni bir iş yüküdür.
Biz ne eski burjuva modernist yarı-askeri soğuk savaş sporu anlayışını, ne bugünkü endüstriyel ve yüzbinlerce çocuk ve gencin kendi bedenlerini sermayeye pazarlayabilmek için ölümüne çalıştırıldıkları ve rekabet ettikleri, bir de üstüne tomar dolusu para saydıkları azami performans sporunu savunmuyoruz. Her ikisini de nefretle reddediyoruz. Biz, çocuk ve gençler için oyun ve eğlence, çok yönlü gelişim, toplumsal olduğu kadar bireysel gelişim, bir iş değil bir serbest zaman etkinliği olan, sermaye, meta, kölelik biçimi tamamen ortadan kaldırılmış, sosyalist demokratik ve özgür spor anlayışını savunuyoruz.
Sosyal Kültürel Sanatsal vb Etkinlik
“Gençlerin hane dışındaki sosyal ve sanatsal faaliyetlere katılımı da düşük. Görece en sık yapılan faaliyetler sinemaya (tüm gençler için) ve maça (erkekler için) gitmek,bunun dışında gençler sanatsal olayları pek izlemiyorlar.” Gençlerin yüzde 76’sı sergiye, yüzde 58’i tiyatroya, yüzde 22’si sinemaya, yüzde 54’ü maça hiç gitmemiş, yüzde 35’i hiç gece dışarı çıkmamış.
Başbakanlığın gençlik araştırmasının daha manidar sonucu ise şu: “Katılımcılara ulaşabildikleri taktirde belirtilen hizmetlerden hangilerinden faydalanmak istedikleri sorulduğunda verdikleri yanıtlar şöyle olmuştur: dil kursları (yüzde 55.8), meslek kursları ve seminerleri (yüzde 54.5), tiyatro ve sinema (yüzde 52.7), kültürel ve sosyal etkinlikler (yüzde 46.9), müzik kursları (yüzde 44), kişisel gelişim seminerleri (yüzde 39.9), sınavlara hazırlık kursları (yüzde 38.1), kariyer danışmanlığı hizmetleri (yüzde 38.1), gençlik kampları (yüzde 35.7), geleneksel el sanatları kursları (yüzde 31.8), liderlik seminerleri (yüzde 26.4), halk oyunları (yüzde 25.3), izcilik kampları (yüzde 23.8). Buna göre, gençler, söz konusu etkinliklerin düzenlenmesi durumunda, bu tür etkinliklerin hemen hepsine değişen oranlarda ilgi göstereceklerini ifade etmişlerdir. Bununla birlikte, özellikle kariyerlerine doğrudan katkısı olacak dil ve meslek kursları ile kültürel ve sosyal etkinliklere katılmayı daha çok istemektedirler.”
Manidar olan sosyal etkinlik adı altında da iş bulma kaygısının başı çekmekle kalmaması, dil, meslek, kişisel gelişim, kariyer hizmetleri, liderlik, sınavlara hazırlık, geleneksel el sanatları ile toplam içinde ezici bir ağırlığı oluşturmasıdır. Bu da geleneksel olarak sosyal, kültürel, sanatsal, sportif merak ve ihtiyaçları tanımlı gençlik (en azından öğrenci gençlik) imgesinin nasıl bir yıkım ve çözülme içinde olduğunu gösteren çok çarpıcı bir tablodur.
Başbakanlık araştırması ayrıca maddelendirdiği doğa gezileri ve şehirlerarası gezilere katılım isteği daha yüksek çıkıyor (sırasıyla yüzde 60 ve yüzde 80), ancak gidilmek istenen yerler İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük metropoller ve Bodrum, Antalya, Nevşehir gibi turistik yerler. Bu da birincisi, Anadolu kentlerinde yaşayan gençlerin büyük bir bölümünün halen bulundukları kentlerden dışarı çıkamadıklarını, ikincisi, doğa ve geziden turizmi anladıkları ve tabii metropol ve turistik kapitalizmin onlar üzerindeki çekim gücünü ortaya koyuyor.
Spor konusunda söylediklerimiz, sosyal, kültürel, sanatsal etkinlik, gezi, doğayla (kapitalizm bunlardan ne bıraktıysa) iç içelik sorunu için de geçerlidir. Türkiye tekelci kapitalizmi ve devleti, belediyeleri, cemaatleri vb bunları da yeni sermaye birikim, gençler üzerinde hakimiyet ve gençleri sermayenin bugünkü isterlerine hem emekgücü hem de tüketici olarak daha uygun hale getirmek için geliştiriyor ve daha hızlı geliştirecek. Fakat ister azami kar ve piyasalaştırma, ister belediyelerin, cemaatlerin, burjuva partilerin, stkların daha ucuz biçimde halen içe kapalı ve “katı” duran çocuk ve gençleri daha fazla piyasaya açmak ve muhafazakarlığı neoliberalize etmek, neoliberalizmi muhafazakarlaştırmak için yapıyor olsun, hiçbiri gençlerin gerçek sosyal, kültürel, sanatsal, doğal ihtiyaçlarını karşılamayacak. Bu en doğal genç ihtiyaçlarının ve özlemlerinin de sömürülmesi ve bunlar üzerinden gençlerin daha derinlemesine “gönüllü kullar” biçiminde sisteme bağlanmasında kullanılacak. Hem bunları hiç yapamayan, çünkü parası, zamanı, olanağı olmayan büyük çaplı bir genç kitlesi varolmaya devam edecek, hem de “parası kadar” yapabilen ya da gönüllü kulluk olarak yapabilenler için de büyüyen bir hayal kırıklığı olmaya devam edecek: Bodrum’u, Antalya’yı, Nevşehir’i, metropolleri tabii ki görebilirsiniz! Ucuz turistik işgücü olarak ya da müşteri olarak, ha tabii bir de daha derinlemesine bir kapitalist kültür ve düşünce tarzı edinecekler olarak! Buna bir de, dershanelerin kapatılacak olmasıyla özel iş kurslarının, özel kiralık işçi şirketlerinin patlama yapacağını da ekleyelim.
Fakat orta ileri tekelci kapitalizmin tüm bunlar, gençlik lokalleri, kursları, emekçi semtlerine belediye kültür sanat merkezleri, vb ile sağladığı çekimi de görelim. Bunun karşısına rutin kültür sanat etkinliği ve kursları, kamplar, paneller seminerler anlayışıyla çıkılamayacağını da bilelim. İşçi, kent yoksulu, öğrenci gençlerin doğrudan katılımcısı, kolektif üreticisi, öznesi olabilecekleri, çok yönlü ve mücadele ve yaşamdan yalıtık değil kaynaşmış bir proleter sosyalist toplumsallaşmayı, toplumsal bireyleşmeyi yaratmak zorundayız. Üreti-Yorum felsefesini kaldığı yerden, eleştirel bir değerlendirmeyle yeni bir düzleme çıkartabilmeliyiz.
Mali oligarşik mekan egemenliği: AVM’leşmiş Kentler, Üniversiteler
Gençlerin dışarda eğlenme için en çok yaptıkları ise AVM’lere gitme (kadın yüzde 35, erkek yüzde 14), ikinci sırada barlar geliyor (12, 18.7). Spor merkezi, kahvehane, meyhane/birahane, içkisiz restorana gitme oranları çok daha düşük. Alt sınıflardan genç kadınlar için, AVM’lerin nasıl bir kapitalist çekim merkezi haline geldiğini görmek gerek. Yalnızca genç kadınlar da değil. Emekçi mahalle ve semtlerinde açılan AVM’lerin işçi, emekçi, kent yoksulu gençler üzerindeki etkisini çok çarpıcı biçimde inceleyen şu araştırmayı mutlaka okumak gerek:
“2000’li yılların başlarında, İstanbul’un işçi sınıfı mahallelerinin bir kısmında alışveriş merkezleri açılmaya başladı. Hasköy de bu mahallelerden biri. Hasköy’de açılan AVM, hem Hasköylü gençler arasında orta sınıfa benzeme arzusunun üremesine önemli bir katkıda bulundu, hem de bu arzunun iyice görünür bir hal almasını sağladı. Medya aracılığıyla orta sınıfın kendisini, yani “varoş”ta yaşayanları, nasıl gördüğünü tahayyül eden Hasköylü gençler, yeni açılan AVM sayesinde birden bire sadece şehrin orta sınıf mekânlarında değil, kendi mahallelerinde de orta sınıfın dışlayıcı, aşağılayıcı bakışıyla mücadele etmek zorunda kaldılar. AVM ile birlikte mahallenin içine giren orta sınıflar ve hayali ya da gerçek orta sınıf bakışı, Hasköy’de gençler arasındaki orta sınıfa benzeme arzusunu tetikledi. Orta sınıfa benzeme arzusunun kendini en sık gösterdiği biçim, orta sınıfın tüketim tarzını taklit etmek, özellikle de orta sınıf gibi giyinmek. Görüştüğüm insanların çoğunluğu, gençlerin AVM’nin açılmasından sonra markalı kıyafetler giymeye başladığını söyledi. AVM’den sonra Hasköy sokakları, eskinin aksine, sınıf kimliğinin haykırıldığı değil, sınıf kimliğinden utanılarak gezilen, sınıf kimliğinin Ötekine, yani “normal” olduğu varsayılana benzeyerek örtülmeye çalışıldığı mekânlara dönüşmeye başladı. Örneğin bir iki genç bu örtme çabasını şöyle ifade ediyor: “Markasız kıyafetlerle dışarı çıkmak zorunda kaldığımda hep yere bakarak yürüyorum. Çünkü, insanlar beni o kıyafetlerle görürlerse dalga geçerler… Dürüst olmak gerekirse, ben de markasız kıyafetlerle gezenleri gördüğüm zaman, ben de onlara küçümseyerek bakıyorum. Mesela AVM’ye hiç markasız kıyafetle gitmem, insanlar öyle yerlerde nasıl giyinmeleri gerektiğini bilmeliler.” (yaş 17) “AVM’ye gelenler sırf burdan değil, Ataköy’den de geliyorlar, Bakırköy’den de geliyorlar, Yeşilköy’den de geliyorlar. Onların gelmesi burdaki insanları değiştirdi. Paralı kesimi gören Hasköy gençliği onlara ayak uydurmak için daha özen gösteriyor giysisine, ayakkabısına. Özenti oluyor yani, diyor bu adamlar böyle geliyor, biz de böyle takılalım. Sokağa çıkarken dikkat ediyor kılığına kıyafetine.” (yaş 21)” (Kapitalizm, Umutsuzluk ve Aciliyet, Deniz Yonucu, RedThread)
Burada anlatılan kent yoksulu gençler olmakla birlikte, çözülen orta sınıf ve işçi, işçileşen gençleri barındıran üniversiteler için de çok farklı değil. Üniversitelerin iç mekanı ve yakın çevresi de, uluslar arası, tekelci kafetarya, fast food, banka, hatta bizzat AVM zincirleri tarafından işgal edilmiş durumda. Karier günleri, “insan kaynakları” seminerleri, Koçfest gibi tekelci sermaye şenlikleri, teknoloji müzik spor endüstrisi yıldızlarının büyük patronların katıldığı festival etkinlik ve konferanslar, büyük tekellerin üniversiteye sponsorluk faaliyet ve reklamları…
“Kapitalizmde vurgunun üretimden tüketim kaymasının temelinde sermayenin dolaşım hızını artırmak ya da başka deyişle dolaşım süresini kısaltmak yatmaktadır. (Kar oranlarının düşme eğilimini toparlamanın başlıca mekanizmanlarından biri-bn)… Daha önce toplumsal üretim pratikleri üzerinden tarif edilen ilişkiler, tüketim ilişkileri üzerinden tarif edilmeye, sosyal ve kültürel değişimler tüketim biçimleri içinden anlaşılmaya ve değerlendirilmeye başlanmıştır. (Bu da emeğin görünmez hale getirilmesinin ve değersizleştirilmesinin temel mekanizmalarından biridir-bn)… Bu sistemde ihtiyaç ve hazların olumsal dünyasının yerini, bir toplumsal değerler ve sınıflandırmalar düzeni almıştır. Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey tüketim malları satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. Böylece tüm bir toplumsal farklılaşma mantığı ortaya çıkar. İhtiyaç artık tikel bir nesneye duyulan ihtiyaçtan çok, bir farklılaşma ihtiyacıdır. Toplumsal olarak üretilmiş rasyonel ve hiyerarşik ihtiyaçlar sisteminde tüketici tek tek nesnelere değil, tüm bir mal ve hizmetler sistemini almaya yönlendirilir. Bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, diğer yandan tüketim toplumuyla (kapitalizmle-bn) bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. Çünkü temel toplumsal etkinlik ve bütünleşme biçimi, geçerli ahlak, tüketim etkinliğinin ta kendisidir. Bu anlamda tüketim bireyin özgür etkinliği değildir. Tersine tüm ihtiyaçlar sisteminin üreten ve yönlendiren üretim düzeninin, hem de birer gösterge olarak tüketim mallarının kazandırdığı görece toplumsal prestiji ve değeri belirleyen anlamlandırma düzeninin zorlaması altındadır.” (Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi, Hakkı Yırtıcı, Bilgi Üniversitesi y.)
Bu gençler için haydi haydi böyledir. Bir gelecek güvencesi ve umudu, eğitimden gelen toplumsal konum ve kabulleniliş, ilgi ve saygınlık, ve kendi yaşam, zaman ve faaliyetleri üzerinde söz sahibi olamadıkları gibi olanları da kaybeden, toplumsallaşma süreçleri ne kadar çeşitleniyorsa o kadar yalnızlaşan, ve geçiş süreçleri artan ölçüde tıkanan gençleri, kapitalizmle bütünleştirmenin en temel mekanizmalarından biri işte budur: Görülmemiş bir meta fetişizmi! Ve bu, kendileri de pek farklı durumda olmayan geleneksel solcuların sandığı ve cık cık yaptığı gibi, basit bir aldatmaca-kandırmaca ya da özenti sorunu değildir. Tıpkı kapitalizmde emekgücünü satma zorunluluğu gibi bir zorunluluktur! Çünkü olabildiğince çok ve yeni, en yeni, son model metalar almak ve bunları kendi üstünde ve çevresine teşhir edebilmek, kendini burjuva topluma kabul ettirebilmenin, burjuva toplumsallaşmanın biricik biçimidir. Ve çalışma ve emekgücü ve gelecek ne kadar değersizleştiriliyor ve güvencesizleştiriliyorsa o kadar daha büyük bir zorunluluktur.
“Modern dünyada mutluluk (kapitalist dünyanın terörize ediciliğinden, büyüyen korku ve kaygılardan sıyrılıp geçici rahatlama -bn) ancak tüketim yolu ile sağlanabilecek bir psikolojik (aslında toplumsal-ideolojik-bn) ihtiyaç olmuştur. Mutluluk diğer insanlarla olan ilişkiler ya da insanın kendi iç huzuru ile ulaştığı bir duygu olmaktan çıkmıştır. Tüketim dünyasında Descartes’in meşhur sözü ‘düşünüyorum öyleyse varım’ biraz ironik bir hava ile artık ‘tüketiyorum öyleyse varım’ diye telaffuz edilmektedir.” (age) Gerçek toplumsal-sınıfsal yaşam ve ilişkiler, onları ikame eden ve dolayımlayan metalarla ilişkilerin perdeleyici, büyülü, gizemli metalarla ilişkiler dünyası biçimini alır.
Ve insanlar arası ilişkiler ne kadar meta dolayımlı hale gelirse, insanlar nesneleri kullanacaklarına, nesneler (yani o metaları üreten ve pazarlayan kapitalist şirketler, sermaye) o kadar insanları yönetir hale gelir. Cep telefonlarını kullanarak konuşan insanlar değildir, adeta insanları kullanarak konuşan cep telofonlarıdır. İnternet üzerinden paylaşımda bulunan insanlar değildir, adeta insanları yöneterek paylaşımda bulunan bilgisayarlardır. Yoksa insanların yüz yüzeyken konuşamadıklarının 3 katını cep telefonunda konuşmaları, yüzyüzeyken paylaşamadıklarının 3 katını internette paylaşmalarının başka bir açıklaması yoktur. Çünkü yüzyüze konuşmak, paylaşmanın metalarsız bir cazibesi yoktur, cep telefonu, internet, facebook ise “ben bunlara sahip olduğum için varım ve bu yüzden mühim bir şahsiyetim” demektir, ve sosyal statü simgesi olarak daha fazla cazibesi vardır.
Dolayısıyla metalar bugünkü biçimiyle zaten ikincil olan ihtiyaç karşılama niteliğini daha da silikleştirmiş, ihtiyaç yaratma, ihtiyaç belirleme, ihtiyaç yönetme aracı haline gelmiştir. (Bunun başlıca araçlarından biri promosyon kampanyalarıdır. Cep telefonu, internet ve çoğu tüketim mal ve hizmetinde promosyon kampanyaları, kapitalist rekabetin fiyatları düşürerek tüketicinin nasıl yararına olduğu tarzında lanse edilir. Oysa vahşi rekabet asıl işçileri ölüm rekabetine sürerek canlarını çıkarmakla kalmaz, cep telefonunda, internette, bilimum tüketim mal ve hizmetinde, daha çok tüketmeyi zorunlu yaşam standartı haline getirmenin aracıdır. Alışsınlar, vazgeçemez hale gelsinler, sonra nasılsa acısı misliyle çıkarılır. Gnctrkcll’den gençlere bilmemnekadar kontur, dakika bedava! Sonra da ah şu gençlerin cep telefonu, internet, ve bilimum meta tüketim bağımlılığı!)
Bu durum yalnız orta sınıflar için değil, giderek daha fazlası zorunlu toplumsal varoluş standartı haline gelen metaları alabilmek için 2 kat daha fazla çalışmak, daha fazla kendini parçalamak ve köleleştirmek zorunda olan işçiler ve kent yoksulları için geçerlidir. İşçi, emekçi aileler çocuklarına artık üniversitede okutmak zorundadır, bu bir statü olarak algılansa da, çocuklarına satın aldırmış olacakları diplomanın bir yoksulluk ve işsizlik sertifakasından farkı olmasa da, zorundadır çünkü bu artık asgari toplumsal varoluş standartıdır, altında kalmak büsbütün yok sayılmak, yok olmak demektir. İşçi veya kent yoksulu gençler, kendilerini iki kat paralayarak, kapasitesinin yüzde 90’ını kullanma olanağına bile sahip olamayacakları son model bilgisayarlı 3-G cep telefonu almak için kendilerini paralamak ve daha fazla çalışmak zorundadır, çünkü bu yoksa, bırakalım orta sınıfları, kendi arkadaşları ve hatta kendi gözlerinde bile yok sayılacaklardır. Britanya’da 2-3 yıl önceki siyah, göçmen gençlerin isyan ve mağaza yağmalarında en çok el koydukları şeyler laptop bilgisayarlar, son model cep telefonları, markalı kotlar ve spor ayakkabılar vbydi. Bir tv röportajında kendilerini kınamaya kalkışan tv muhabirine bir siyah genç aynen şöyle demişti: “Bunları aldık, çünkü başka türlü bizi insan kabul etmiyorsunuz!”
Ve meta tüketimi ya da seyrini asli serbest zaman geçirme etkinliği, eğlence ve hipnoz ile bütünleştiren anıtsal meta tapınma mabedleri, AVM’ler:
“Galeria, örneğin Beşiktaş pazarı gibi gidilen, .. dükkanlar gibi geçerken girilen, iş, sinema çıkışı uğranabilen bir yer değil, ancak ‘ziyaret edilebilen’ bir yerdir. Ama aslında ne çarşı ne mabedtir. Geleneksel, tanıdık kavramların hiçbiri onu açıklamaya yetmez. Birçok açıdan mesire yerine, en çok da malların sergilendiği ve seyredildiği, metanın ziyaret edildiği bir fuara benzer. Galleria, alışverişi şehir hayatının bir parçası olmaktan çıkarıp, kendi başına bir amaç, malları kullanım değeri bütünüyle silinmiş bir değişim değeri haline getirmekte, bakılanla kurulan ilişkiyi de önemli ölçüde değiştirmektedir. İnsanlara,mekanla kurulabilecek tanışıklık ilişkisinin imkanlarını tümüyle ortadan kaldırarak, kendi şehirlerinde turist olma imkanı vermektedir. .. Modern tüketim eğlence kavramıyla birleştirilmiştir. Daha doğrusu tüketimin kendisi insanların boş vakitlerini değerlendirdikleri bir eğlenceye dönüşmüştür. Bu mekanlar tüketimin bir gösteriye dönüşmesine yardımcı olur. … Tüketim olduğundan farklı anlamlarla yüklenir, büyülü, mistik bir hal alır. Ancak tüm büyüleme mekanizmalarına rağmen, tüketim araçları aşırı derecede rasyonalize olmuş (güdümleyici-bn) organizasyonlardır. Başarılarının temelinde tüketicileri, işçileri ve yöneticileri verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve insansız teknolojiye dayalı denetim mekanizmaları ile yönlendirmeleri yatmaktadır.” (age)
Ve ilk başta anlamsız görünebilecek, gençlerin, özellikle genç kadınların eğlenmek için en çok gittikleri yer olarak AVM’ler, şimdi gerçek anlamını kazanmaktadır: O eskiden filmlerden izlenen Amerikan, Avrupai orta ve üst sınıf yaşamının yanıbaşına gelmesidir, ateş pahasına markalı bir şey satın alamayacak olsa bile, yine markalı bir kahve vb fiyatına, birkaç saatliğine o dünyaya kabul edilmektir, onların sunduğu “olanakla” onların dünyasında -mış gibi olabilmektir, o dünyaya son derece kolaylaşmış (bir Starbuck marka kahve fiyatına) bir turistik seyahattir, bir statü simgesidir, bir keyif ve eğlence vaadidir. Ve daha önemlisi, bu pek keyifli kendinden geçme ayinleri, içselleştirilmiş (gönüllüleşmiş) bir daha çok çalışma disiplini ve zorlamasından başka bir şey değildir. Ve üretim bantlarından tüketim bantlarına, ve tersi, çember kapanır. Serbest zamanın da, AVM’lerden medya ve internete, spordan sanata, eğlenmekten dinlenmeye azami metalaştırılması ile, asıl gerçek, serbest zaman ve serbest mekan diye bir şeyin kalmaması, çalışma/ders dışı zaman ve mekanın da tekelci kapitalist ve mali oligarşik güdümlü (başkaları tarafından tasarlanmış, hesaplanmış, denetlenen ve yönetilen) piyasa zaman ve mekanı hale gelmiş olmasıdır.
Kapitalizmin zaman ve mekan üzerindeki egemenlik ve kontrolü, mali oligarşik bir diktatörlük düzeyine gelmiştir. Serbest zaman ve serbest mekan diye bir şey neredeyse kalmamıştır. Üniversite kampusları, piknik alanları, mesire yerleri, parklar dahil “kamusal alan”ların tamamı sermaye ve piyasa tarafından işgal edilmiştir, aynı şekilde evler ve özel denilen yaşam alanı da, medya, internet, cep telefonu vb tarafından piyasalaştırılmıştır. (İnternet ve cep telefonu, görece daha özerk alanlar gibi görünse de, gerçekte en fazla teknolojik kontrol ve güdümlemenin araçları arasındadır, ve bir yandan e-devlet, diğer yandan fikri özel mülkiyet ile giderek daha fazla sınırlandırılmakta, denetlenmektedirler.Facebook ve Tweetter, küresel sosyal paylaşım ağları kullanım anayasaları, yönergeleri çıkarmakta, e-devletin üstüne bir de kendileri takip, sansür, yasaklar koymaktadır. Ve bunların da daha fazla açığa çıkardığı ve derinleştirdiği, sosyal paylaşım ağlarının da söylendiği gibi yeni bir “kamusal alan” olmadığı, basbariz biçimde tekelci özel mülkiyet ve egemenlik alanı olduğudur!!) Dolayısıyla zaman ve mekanın giderek büyüyen ölçüde tekelci, mali oligarşik özel mülkiyet, meta üretim ve gerçekleştirme, egemenlik zamanı ve mekanı haline gelmektedir. İnsanların az buçuk kendi denetimlerinde, az buçuk özerk, az buçuk kendileri olabildikleri ve kendilerini gerçekleştirebildikleri zaman ve mekan diye bir şey kalmamaktadır.
Fakat böyle oldukça da, kitlesel serbest zaman/serbest mekan mücadelesi dinamiği ortaya çıkmaktadır. Bir üniversitede geleneksel öğrenci kantinlerinin yerini uluslar arası kafetarya zincirleri aldığında, bir emekçi semtinde bir AVM açıldığında, önce bir şok etkisi yaramakta, gençlerin, emekçilerin aklını başından almakta, muazzam çekim etkisiyle “birgün bir AVM’ye gittim dünyam değişti” etkisi yaratmaktadır. Fakat arttıkça, arttıkça, arttıkça, hem doğallaşıp sıradanlaşmakta, hem de daralan bir cendere etkisi yaratmaktadır. Oralara biletsiz -yani bir şeyler satın almadan, yiyip içmeden- giremezsiniz, dolaşamazsınız, oralarda sermaye mühendisleri tarafından yapmanız tasarlanmış olanlar dışında bir şey yapamazsınız… Ve oraların, yani artık tüm yaşam alanlarının, yani artık tüm kentin AVM’leşmesiyle, nasıl tekelci özel mülkiyet, egemenlik, güdüm ve denetim alanı olduğu sezgisi, bunaltısı ve giderek tepkisi gelişmeye başlar.Ve tabii, bir yanda tüm yaşam alanları AVM’leşirken diğer yanda yoksullaşma, özgürlüksüzleşme süreçlerinin artık AVM turizmiyle de kapatılamaz hale gelmeye başlamasıyla! (Ankara’da 1 aya yayılmış “shopping fest”in tüm bir metropolün nasıl AVM’ye dönüştüğünün çok çarpıcı bir göstergesidir!)
New York’ta bu durum öyle bir hale geldi ki, dünyanın en kalabalık nüfuslardan birine sahip şehirde, insanların parasız oturup dinlenebileceği, sohbet edebileceği, bulaşabileceği kamusal alan kalmadı. Büyüyen tepkiler üzerine New York Belediyesi, fahiş fiyatlar ödeyerek plaza, AVM ve şirketlere ait parklardan çok küçük bir kısmını, insanların geçici olarak parasız oturabileceği yarı kamusal-özel bir statüye geçirdi. Wall Street İşgal hareketinin de sürekliliğini sağlayabilmesi, bu yasal boşluktan yararlanarak bu yarı kamusal statülü alanlardan birini işgal etmesiyle olabildi. Dünyanın bütün büyük metropolleri de bu yönde ilerlemekte, işçi, kent yoksulu yerleşimleri en ücra banliyölere sürülerek yolda geçirdikleri zaman artırılmakta, tüm kent merkezleri hiçbir boşluk bırakmamacasına özel mülkiyet ve egemenlik alanı haline getirilmektedir. (Taksim’in yeniden düzenlenmesi de onu dev çaplı bir AVM alanı haline getirecek, eylem merkezi olması sınırlanacaktır.) Ancak Wall Street’i İşgal hareketi, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Starbucks işgal hareketi, Ankara’yı dev bir AVM’ye çeviren shopping fest’e ablukasına tepkiler, mekan üzerindeki mücadelenin de nasıl gelişmekte olduğunun ve gelişme dinamiklerinin göstergesi.
Serbest zaman ve mekan için ve meta egemenlik ilişkilerine karşı mücadele, işçilerin ve kent yoksullarının olduğu kadar onlara bu açıdan da yakınlaşmış öğrenci gençler için de yakıcılaşmaktadır. İnternet ve cep telefonu, zaman ve mekan sorununu ortadan kaldıran bir hareket serbestisi sağlıyor görünse de, aslında tam tersine zamanda ve mekanda tekelci özel mülkiyet ve egemenlik çelişkisini daha da büyütmektedir.
Gazete Kitap Okuma
“Her gün gazete okuyan gençlerin oranı % 36,1. Kitap okuyan gençler ise daha da az: % 27,4. Burada ilginç olan düzenli kitap okuyan gençler arasında kadınların oranının (% 32,9’u düzenli okumakta) genç erkeklerden (%21,8) daha yüksek olması. Okul hayatının bitmesiyle gençler kitap okuma alışkanlıklarından da uzaklaşıyorlar. Geçim derdi, üniversite sınavına hazırlık gibi etkenler gençleri kitap okumaktan alıkoyan önemli etkenler. Araştırma bulgularına göre öğrenci olmayanlar arasında düzenli kitap okuma alışkanlığına sahip olanların oranı, öğrencilerin yaklaşık yarısına tekabül ediyor.”
Düzenli gazete, kitap okuma oranı lise ve üniversite öğrencisi gençler arasında bile oldukça düşük. Kitaplar pahalı ve daha fazla zaman ve dikkat yoğunlaştırmayı gerektiriyor. Medya- internet kültürünün şekillendiriciliği de düzenli kitap/gazete okuma olanağını zayıflatıyor. Kaldı ki okunan kitapların niteliği de genellikle düşük, küresel ve iç yayın piyasasının gençleri yönlendirdiği kitaplar. İnternet başında geçirilen zaman çok hızlı artıyor olmasına karşın, bunda Facebook vb ile oyun arasında yer alan “araştırma” kategorisi, daha çok ilgisini çeken konularda sörf yapmak olduğu için, düzenli gazete/kitap okuma azlığını gidermiyor. Bu veriler, öğrenci gençlerin aydın, yarı-aydın karakterinin çözülmekte olduğunun bir diğer göstergesi. Ki gazete/kitap okuma konusunda en önemli veri olan, okuldan mezun olunca kitap/gazete okuma alışkanlığından kopma da bunun göstergesi. Diğer yandan genç kadınların genç erkeklerden belirgin düzeyde daha fazla düzenli kitap okuması, genç kadınlarının uyanış ve arayış dinamiklerinin küçük bir işareti olabilir. Bu arada çarpıcı bir veri de, liseliler içinde imam hatip lisesinde okuyan öğrencilerin düzenli gazete okumada özel liselerin hemen arkasında (Anadolu, Fen, meslek, süper, düz liselerin çok önünde) 2. sırada olduğunu, ve diğer liselilerin aksine düzenli kitap okumayı vazgeçilmezleri arasında yüzde 52 oranında saydıklarını da kaydetmeye değer. (İstanbul Liseli Gençlik Araştırması) AKP, cemaat ve bir bütün olarak neoliberal muhafazakarlığın gençlerinde yarattığı sosyo-politik ve ideo-kültürel disiplin ve şekillenmenin, altının kaba solculuğun sandığının aksine (çoğu solcu üniversite öğrencisinden fazla düzenli kendi gazete ve kitap okuma alışkanlığıyla), altının hiç de boş olmadığının çarpıcı bir göstergesi.
Televizyon
“Televizyon izlemek gençler için en önemli boş zaman faaliyetlerinden birini oluşturuyor. Televizyon karşısında hergün 2 saatten fazla zaman geçirenlerin oranı %53,8. Televizyon izleme sıklığı konusunda genç erkek ve kadınlar arasında önemli farklar bulunmuyor. Ancak ortalama 5 saat ve 6 saatten fazla televizyon karşısında zaman geçirme oranı genç kadınlar için erkeklere oranla daha fazla. Günde 5 saat TV izleme kadınlar için %9,8 oranında söz konusuyken, erkekler için bu oran %9,5.Ortalama 6 saatten fazla TV izleyen genç kadınlar %9,3’lük bir dilimi oluşturuyor.Erkeklerin ise %8,1’i aynı sıklıkta TV izlemekte.”
16-24 yaş arası gençlerinin yaklaşık yarısının günde 2-3 saat, üçte birinin günde 4-6 saat TV izlemesi, TV’de gençlerin en çok izlediği programların yerli diziler olması, tekelci kapitalizmin gençlerin serbest zamanına da en pasifize edici meta-toplumsallaşma biçimi olan TV ile el koyduğunun, köleleştirdiğinin en çarpıcı ifadelerinden birisi. İnternet kullanımın zamanının artması da medya zamanın düşürmüyor, çünkü TV dizi ve programları da artık daha çok internet üzerinden izleniyor. En ağır durumdakiler ise günde 5-6 saat TV’ye talim eden genç ev kadınları.
İnternet Cep Telefonu
Ancak gençlerin ilgi alanları ve sosyalleşme biçimleri arasındaki en büyük değişim ve patlama, internet ve cep telefonları ile yaşanıyor.
“13-29 yaş arası gençlerin yaşadığı hanelerin yüzde 71.4’ünde bilgisayar bulunuyor. 13-17 ve 18-24 yaş aralığındaki gençler masaüstünü en çok oyun amaçlı kullanırken (bu 2008’de chat’ti-bn) 25-29 yaş grubundaki gençler önceliklerini araştırma yapmak için kullanıyor (bu araştırma daha ziyade sörf ve iş gerekleri olabilir-bn). Cep telefonlarının gündelik kullanım süresi 128 dakika. Kadınlar günde 104, erkekler 110 dakika telefon konuşması yapıyor. Türkiye’de gençlerin yüzde 56.9’unun düzenli internet erişimi bulunuyor. Kırsal kesimde bile bu oran yüzde 40. Kürt illerinde yüzde 15-25’e düşüyor. Gençlerin yüzde 28.4’ü sabah kalkınca ilk iş olarak internete bakıyor. Gençlerin bilgisayar başında günde geçirdikleri ortalama 330 dakikanın 228 dakikası (yaklaşık 4 saat-bn) internette geçiyor. Her 3 gençten ikisi dijital cihazların insanların sosyal statülerinin bir parçası olduğunu düşünüyor. Gençler interneti en çok sosyal ağlara bağlanmak için (yüzde 54.7) kullanırken, haber okumak (yüzde 39.9) ve bilgi almak (yüzde 39.3) onu takip ediyor. Gençlerin günde ortalama 53.5 dakikaları sosyal ağlarda geçiyor. Bilgi paylaşımı da artık sosyal ağlar üzerinden gerçekleşiyor. Sosyal ağlarda en fazla vakit geçirenler 13-17 yaş arası. Yaş ilerledikçe sosyal ağlarda geçirilen süre azalıyor. İnternette gençlerin en uzun süreli yaptığı ikinci eylem ortalama 42.7 dk ile oyun oynamak iken, 28.2 dk ile müzik/film indrimek 3. sırada yer alıyor. İnternet günümüzde gençler için hayatlarıyla ilgili önemli konular hakkında bilgi almak için kullandıkları mecralar arasında açık ara ilk sırada yer alıyor. (İntel’in “Genç Türkiye Araştırması”, aktaran Abbas Güçlü, Milliyet, 28 Ekim 2012)
Sosyal liberal eğitim ve gençlik gurusu Abbas Güçlü daha ileri ülkelerin çocukların internet başında geçirdiği süreyi azaltmak için çareler aradığını, eğitimin de baştan aşağıya dijitalleştiği, “eğitim denen sosyalleşme ve terbiyenin” de internete havale edildiği, gençleri sosyalleştirelim derken asosyalleştirildiği, türünden geleneksel endişeleri dile getiriyor. Ancak biz şunu artık biliyoruz ki, internet ve cep telefonları sanal ve asosyal bir dünya değil, gerçek yaşamın, hele ki gençlerde giderek daha güçlü biçimde egemen olan, düşünce, davranış ve ilişki biçimlerinin de buna göre yeniden şekillendiren bir bileşeni ve yeni toplumsallaşma biçimi. Bu bir olgu, ve biz gençliğin yeni durumunun en önemli olgularından biri olan internet ve cep telefonunu, dijital gündelik yaşam teknolojilerini geleneksel kabalıkta eleştirip durmaktan başka bir şey yapmazsak, gençler tarafından da dinazor muamelesi görmekten ileriye geçemeyiz.
Çünkü bilişim-iletişim teknolojilerinin gelişmesi, gündelik yaşama ve ilişkilere de baştan aşağıya yeniden şekillendirir biçimde girmesi, yığınsal olarak en basit ve zahmetsizce kullanılabilir hale gelmesi, insanın üretken yeteneklerini, ilişkilerini, ihtiyaçlarını, potansiyel özgürlük alanını alabildiğine genişletmektedir. Bunun kapitalizmde üretken ve geliştirici, kolektivize edici değil, en berbat bir tüketicilik, yüzeysellik, bireycilikle iştigal edilerek engellenmesi asıl mücadele edeceğimiz şeydir. Yoksa üretim, bilişim, iletişim teknolojilerindeki gelişmenin yepyeni yetiler ve ihtiyaçları, dolayısıyla doyum yeteneklerini ve yeni doyum araçlarını geliştirmesi değildir karşı çıkacağımız. Doyumlardan fedakarlık etmenin öğütlenmesi eski kafanın ta kendisidir. Çünkü doyum yeteneği, bireysel potansiyelin, tohum halinde toplumsal bireyin, yani bireyin çok yönlü gelişmesinin ve toplumsallaşmasının ta kendisidir. (Bkz. Marx, Grundrisse) Öyleyse bizim gençlere yaşamlarının merkezine yerleşmiş internet, cep telefonu ve diğer dijital araçlar konusunda vereceğimiz öğüt, eski küflenmiş kafalar, anne-babalar, öğretmenler gibi, bunları azalt, dersine çalış, dershaneye çalış, işinde daha sıkı çalış filan olamaz asla. Yapılması gereken tam tersidir: Gençlerin çalışma ve ders zamanı/yükü azaltılmalı, serbest zamanı artırılmalıdır öncelikle! İnternet, cep telefonunun ifrazata varmış olması bundan sonra gelir. Burada da sorun, bunların sadece ders ve iş için kullanılmasına indirgenmesi değil, gençlerin kendilerini, kapitalizmle sınıfsal-toplumsal kolektif mücadelelerini geliştirmeleri, ve evet aynı zamanda hoşça vakit geçirmeleri, eğlenmeleri için daha farklı kullanılabilmesini öğrenmek, öğretmektir.
Araştırma göstergelerinin asıl sorun olan yanı, gençlerin internet ve cep telefonunu, bir sosyal statü ve yaşam standartı artışı olarak benimsemesi. Bunda bir gerçeklik payı da var. Çünkü dijital gündelik yaşam (tüketim) teknolojileri, görece ucuz, çok pratik, yaşamı kolaylaştırıyor, daha önce hayal bile edilemez olan şeyleri yapılabilir hale getiriyor, bu anlamda yaşam standartlarını geliştiriyor, gençlerin oturdukları yerden bireysel-toplumsal hareket alanlarını, yetilerini, bir dizi olanağa erişimlerini, ilişkilerini genişletiyor. Bu zaten üretici güçleri geliştirme temelinde kapitalist gelişmenin, kitlelerde durmaksızın yeni ihtiyaçlar ve yetenekler yaratıp bunları daha ucuz ve pratik biçimde kitlelerin tüketimine sokarak, kitleleri peşinden sürükleyebilmesinin en büyük gücüdür. Marx’ın yine Grundrisse’de vurguladığı gibi kapitalizmin biricik mazereti ve tarihsel misyonudur. Ve asıl bunu yapamaz hale geldiğinde, üretici güçlerin gelişiminin artan ölçüde engeli haline geldiğinde, kitlelerde durmaksızın yarattığı ve artık kitleler için zorunlu hale gelen ve hak olarak görülen ihtiyaçları doyuramaz ve doyurulmasını engeller hale geldiğinde, zaten işi biter. Tıpkı gençlerde kendi eliyle yarattığı ve körüklediği internet, cep telefonu vd kullanımını fikri mülkiyet yasaları, devlet sansür ve baskıları ile daraltmaya başladığında, internet ve cep telefonunu azaltın, okulda işte kullanmayın, daha fazla çalışın ve ders yapın demeye başladığında, giderek büyüyecek bir direnç, mücadele ve hatta internet isyanları ile karşılaşacağı gibi. İşte biz, gündelik yaşam teknolojilerinde giderek büyüyecek olan asıl bu sınıfsal-toplumsal çelişkiyi açığa çıkarmalı ve tarihsel gelişim doğrultusundan şiddetlendirecek, gençleri bu alandan da yatkın olacakları mücadeleye çekecek politikalar üretebilmeliyiz.
Tabii internet, cep telefonu vd kullanımındaki patlamanın başka boyutları da var: Ağır aile, okul, ders, sınav, parasızlık, işsizlik, esnek güvencesiz aşırı çalışma, geleceksizlik baskısı, cinsel baskı, sosyal-zihinsel-kültürel-sportif-cinsel gelişim yoksunluğu altındaki gençlerin bunlardan görece özerk hareket edebilmesini, bir yanıyla da kaçabilmesini ya da farklı biçimlerde tamponlayıp/perdeleyebilmesini sağlıyor. Çünkü internet, post modernizmin, geçmişten ve gelecekten kopuk, anı yaşama tarzının adeta mutlak biçimi: “Burada ve şimdi”. Bunun için yapacağımız şey, internet, cep telefonunun bunlardan kaçmak, temel ihtiyaçlarını dolayımlı karşıladığını sanmak değil, teknolojiyi tam da bunlarla yüzleşmek, bu sorunlarını yaratanlarla mücadele için kullanılmasını sağlamaktır.
Dijital teknolojilerin meta-toplumsallaşma biçim ve statüsü olarak algılanması ise tipik bir meta fetişizmi, kapitalizm fetişizmidir, buna karşı uzlaşmaz bir savaşım vermek zorundayız. Meta fetişizmini, temelindeki meta egemenlik ilişkileriyle birlikte yıkılmaya götürecek olanda bunun içindeki sınıfsal-toplumsal çelişkileri (bunların büyüttüğü toplumsal yetenek, ilişki ve ihtiyaçlara karşın neoliberal bireycilik, sermaye egemenliğinin her türlü engel, sınırlama ve baskısı) gerçek mücadeleye çevirebilmeliyiz.
Bunları güçlü biçimde vurguladıktan sonra, şimdi adet yerini bulsun diye eleştiri görevimizi de yapalım. (Rengin’in sosyal medya yazısına yaptığımız yorumda yer alan internet üzerine notlardan düzenleyerek.)
İnternet ve sosyal medyasının azami hız ve kolaylık, fakat kişisellik ve yüzeysellikle tüketilebilir veri, enformasyon ve fikirler bombardımanı ortamı olması, en doğru olan enformasyon ve fikir parçalarının bile gerçek yararlı bilgiye ve tutarlı fikirlere dönüştürülmesi için gereksinilen kolektif-bireysel emek sürecinin, bağımsız inisiyatif ve zamanın tamamen yok edilmiş olması üzerine kuruludur. İnternetin sunduğu her türlü kaynak-mücadele olanağından azami yararlanırken, en başa sınıfsal-kolektif-bireysel olarak bağımsız düşünme-işleme çabası ve yeteneği kazanmayı yazmazsak, internetin baskın postmodern neoliberal demokratik kültürü en iyi niyetli girişimleri bile bunun ve piyasanın bir uzantısı haline getirmek üzerine kuruludur. İnternetin tüm olanaklarından bağımsız temelde azami yararlanırken, onun en nihayetinde bir burjuva sınıf egemenliği aracı, neoliberal burjuva mali oligarşik egemenliği ve karlılığı doğallaştırma ve toplumsal temellerini genişletme aracı olduğunu unutmamalıyız. Kitleler ve bireyler için de burjuva toplumsallaşma biçimi olduğunu. İşte bu yüzden de, internet ve sosyal ortamlarını hem kendi içimizde, (iç site vb) hem içten dışa, dıştan içe doğru en etkin ve cesur biçimde kullanırken, internetin egemen kültürü ile proleter toplumsallaşma ve sosyalist proleter demokrasi niteliği arasında (yalnızca ne yapıldığı değil nasıl yapıldığı açısından da) net bir ayrım yapabilmeliyiz.
Bilim-teknoloji, ulaşım, iletişim, medya, internet ve sosyal medyaki gelişmeler: 1- Çok daha gelişkin ve bilimsel bir komünizm ufku ve onun bizzat bugünkü olanaklarında ileri gelişmelerin kavranması için temel önemdedir. Bilimsel-somut-güncellenmiş bir komünist bilinç ve komünizm propagandası için de en elverişli konular arasındadır. 2- Günümüz kapitalizmini, burjuvazinin sınıf egemenliğinin yeni biçimlerini, neoliberal demokrasisini, toplumsal yaşam ve ilişkilerini, bireyini, duygu, düşünce, davranış biçimlerini kavramak açısından da olmazsa olmaz ve çok zengin konulardır. 3- Hele ki günümüz gençliğini, cep telefonu, internet, sosyal paylaşım sitelerinin, popüler kültürün (ve gündelik yaşama girmiş diğer teknolojik araçlar) yaşamında tuttuğu yer ve ağırlığı, şekillendiriciliğini bir yana bırakarak anlamak, hitap edebilmek, örgütlemek neredeyse imkansız gibidir. 4- Bunlar hem burjuvazinin mali oligarşik sınıf egemenliğini, hem de sınıfsal-toplumsal-bireysel çelişkileri yoğunlaştıran ve yaygınlaştıran, bu çelişkilerin burjuvazinin sınıf egemenliğinin yıkılmasına götürecek tarihsel gelişim yönünü gösteren, bu doğrultuda sınıfsal-toplumsal savaşım ve faaliyette, önemi artan konulardır. 5- Ulaşım, iletişim vd konularındaki gelişmeler, basitçe sınıf mücadelesinin -eski tabirle- bir “alanı”, ya da yeni bir cephesi olmakla da kalmıyor. Toplumsal-bireysel yaşam ve ilişkileri olduğu gibi, sınıf mücadelesini de karşılıklı etkiliyor, yeni biçimler kazandırıyor. Ajitasyon, propaganda, örgütlenme biçimlerini de etkiliyor, değiştiriyor.
Bilimsel-teknolojik gelişmeler ve tekelci kapitalist üretim/egemenlik ilişkilerin engelleyiciliği konusunda verdiğin örnekler anlamlı. İm ve gençlik yayınlarında, bilimsel-teknolojik gelişmeleri, bugün her zamankinden daha fazla iç içe geçen ve bütünleşen; 1- Uzlaşmaz sınıf karşıtlığı ve, 2- Kapitalizm-komünizm karşıtlığı temelinde, sürekli işlemeliyiz. Enerji teknolojisi, inşaat-konut ve ev içi teknolojisi (“akıllı evler”, “akıllı süpürgeler”, “mutfak robotları” vb), tarım-gıda teknolojisi, ulaşım teknolojisi, iletişim teknolojisi, sağlık-tıp teknolojisi, eğitim teknolojisi, temizlik teknolojisi, kültür-sanat-spor-oyun teknolojileri, savaş teknolojisi, … Bunların her birinde ve daha fazlasında, teknolojinin kapitalist kullanım biçimi (azami üretkenlik/sömürü/kar, azami metalaştırma, azami egemenlik-denetim, vd), teknolojinin daha farklı gelişme olanak ve biçimlerinin engellenmesi, teknolojinin komünist toplumdaki kullanımı, bu teknolojilerden işçilerin, kent ve kır yoksullarının (daha derin sömürülmek, para-meta ilişkileri dışında) ne kadar yararlanabildiği, teknolojinin sınıfsal-toplumsal-bireysel yaşam ve ilişkiler, çelişkiler (özgürlük-kölelik vd) üzerindeki etkisi ve mücadele konularını işlemeliyiz.
Üretim ve gündelik yaşam/tüketim teknolojilerinin, bunların da temelinde olduğu kapitalist meta-toplumsallaşma, neoliberal toplumsallaşma biçimlerinin gençliği nasıl yeniden şekillendirdiği, önemli bir ilgi odağımız olmalı. Teknolojiyi fetişleştirmeden, fakat teknolojinin kaba ve geri bir eleştirisine de düşmeden, artık tarihsel-toplumsal bir olgu olan, bu yeni toplumsal ilişki biçimleri içindeki sınıfsal-toplumsal-bireysel çelişkileri açığa çıkarmak (bilince çıkarmak/çıkarılmasını sağlamak) ve tarihsel gelişim yönünden, bağımsız bilinçli örgütlü savaşım konusu haline getirmektir, sorunumuz.
İnterneti ve sosyal -neoliberal- medyayı da, bu somut sınıfsal-toplumsal çelişkinin somut gelişimi açısından ele alabilmeliyiz. İnterneti herkes için demokrasi ve “fırsat eşitliği” cenneti olarak düşünmek ne kadar yanlışsa, onu salt bir “aldatmaca, tuzak” olarak görüp bağımsız ideoloji-sınıf temelinden daha etkin ve cesur biçimde kullanmaktan geri durmak da o kadar tutuculuktur. İnternet üretimin, emeğin, bilginin, iletişimin, kültürün, yönetimin üst toplumsallaşması temelinde ortaya çıkmış, bunları daha da toplumsallaştırmıştır. Fakat üretimin, bilginin, yönetimin gerçek fiili toplumsallaşmasının önündeki engel neyse, internetin ve sosyal medyanın gerçek toplumsallaşmasının önündeki engel de – daha da keskinleşmiş bir çelişki olarak- odur: Kapitalist üretim ve meta egemenlik ilişkileri, neoliberal burjuva demokrasisi vb.
İnternet daha hızlı, daha neoliberal özerkçi, daha düşük maliyetli, daha çeşitli, yani piyasa çeşitliliğine ve neoliberal katılımcılığa daha elverişli… Basın ve anlatım özgürlüğü yazısında, benim de atlamış olduğum bir konu var: “Fikri mülkiyet hakları!” Kitap, gazete, müzik, sinema vb tekelleri, internette “fikri mülkiyet ve kar hakları”nı genişletmek için dehşetli bir savaşım veriyorlar, ve ABD, AB, Türkiye dahil adım adım mevzi kazanıyorlar. Türkiye’de daha geçtiğimiz haftalarda sinema vbde “fikri mülkiyet hakları” yasası uygulamaya geçti, ve ortalama -teknik bilgi ve becerisi olmayan- internet kullanıcısı için her türlü filmi yayınlayan bir dizi site daha erişime kapandı. Şimdi yeni ve çok daha kapsamlı, parasız film, müzik, kitap paylaşımını da yasaklayan fikri özel mülkiyet yasası geliyor. Tekeller, bir yandan interneti istedikleri gibi kullanırken, diğer yandan da bu tür karlarını azaltan sitelerin izini sürüp, mahkeme kararıyla erişime kapatılmasını sağlıyorlar.
Çoğu dergi ve gazetenin tamamını internet sitelerinden okumak mümkün değil. Nazım’ın bütün şiirlerini ya da kitaplarını da, Yapı Kredi yayınları bloke ettiği için internette bulmak mümkün değil. Yasa gereği en fazla 6-7 şiiri bir sitede yayınlanabiliyor, ama tüm kitapları yok! “Fikri mülkiyet” blokajları, adım adım büyüyor ve daha da hızlanacak. Bu da aslında, ucuz ve yenilenebilir enerji kaynaklarına karşı fosil yakıt tekellerinin blokajı örneğinin bir benzeri. Biz asıl bunun en gürültülü tantanasını yapmalıyız! Sosyal medyanın ticarileşmesinin ve sermayeleşmesinin yoğunlaşması, bir Ekşi Sözlüğün evriminden bile kolayla izlenebilir. Site reklamdan okunamaz hale geldiği gibi, artık düpedüz parayı bastırana sözlük maddesi olarak da gizli reklam alıyorlar. Ekşi sözlükte eskiden antikapitalist denilebilecek sözlük maddeleri varken, şimdi neredeyse hiç kalmadı. Facebook ve Twitter’da, paylaşım başına 3 kuruşa, istenen reklam ya da fikri paylaştırma uygulaması da gündemde. İnternet yasası da, yine asıl internetteki ticari sosyal medya ve paylaşım sitelerinin bastırıp yaptırdığı, onlar için olan bir iki düzenleme ve esnetme ile geçti. Bir ara tor sitelerine bile erişimi engelleme koydular, sonra kaldırdılar. Bunlar aşılamayacak engeller olmasa da, internet kullanıcıların yüzde 90’ı bunları aşacak teknik bilgi ve donanıma sahip değildir. Burjuvazi evet, kendisi için zorunlu bir maliyet düşürme, azami kar, piyasa, egemenlik ve hegemonya aracı olduğu için, internetin fişini çekemeyebilir – ki çok sıkıştığında veya işine geldiğinde onu da yapıyor, en son Türk Telekom Suriye’den interneti kesti-, fakat onun en iyi yaptığı şey, sınıf ayrımıdır. Bu toplumun uzlaşmaz sınıf ayrımı (ve bu ayrımı her işçi yapamasa bile, her burjuva çok iyi yapar!) ve karşıtlığı toplumu olduğunu, ve her şeyin, internetin de temelinde bunun olduğunu asla unutmamalıyız. Burjuvazi internetin fişini çekemese bile, internette de, kendisi için ve kendisine karşı ayrımını çok iyi yapar, ve internette de bu ayrım giderek netleşmektedir, netleşecektir. Bizim de bu karşıtlığı, tam karşıt eksenden internet üzerinde ve somut olarak koyabilmemiz gerekir.
İletişim ve internet de, sermaye, meta, özel mülkiyet ilişkilerinden bağımsız olmadığı gibi, artan ölçüde ve kesin biçimde onlara bağımlıdır. Her şey gibi iletişim de dev çaplı toplumsallaşırken, diğer yandan görülmedik ölçüde kişiselleşmesi, dev çaplı evrenselleşirken diğer yandan görülmedik ölçüde özelleşmesi de kapitalizmin temel çelişkisinin bu alandaki ifadesidir. Eskiden ev telofonu, tvsi vb aile reisinin iktidarında aile kurumunun telefonu, tvsi vbydi. Şimdi cep telefonu, internet, hatta orta sınıf ailelerde herkesin kişisel tvsi, artık işçi evlerinin bile bir bölümünde gençlerin bireysel odası, vb var. Bu da her türlü tekçi kurumu ve içe kapalılığı çözen şeylerden biri. Toplum bireylere doğru çözülürken bireyler toplumsallaşıyor. Fakat bu da -komünizmin en temel koşullarından biri olmakla birlikte- gerçek bir toplumsallaşma değil, meta-toplumsallaşma.
Dolayısıyla, ileri teknolojilerin, internetin vd özündeki üretimin, bilginin, yönetimin ileri toplumsallaşma zorunluluğu ve eğilimiliyle, giderek kapitalist mali oligarşik ilişki ve biçimlerin sınırına dayanmakta olduğunu ve daha da dayanacağını, fakat bunun kapitalizm altında gerçek-fiili bir toplumsallaşma değil, ters yüz edilmiş biçimsel-soyut-burjuva toplumsallaşma olduğunu görmemiz, bu ikisi arasındaki uzlaşmaz sistemik (kapitalizm-komünizm) ve sınıf ayrım ve karşıtlığını net koyabilmemiz, yöneldiğimiz her konu ve sorunu, bu karşıtlık ekseni ve onun somut ifadesi açısından ele alabilmemiz gerekir. İnternette de, sınıfa karşı sınıf, neoliberal burjuva demokrasisine karşı sosyalist devrimci demokrasi, kapitalizme karşı komünist devrim. Yalnız propagandif anlamda da değil! Fiili faaliyet ve mücadele ilişkileri olarak da.
İnternetin herkese kendi haberini, fikirlerini, ürünlerini yayınlama, toplumsallaştırma olanağı sunması: Doğru, fakat tamamının yine sermaye süzgeçleri ve seçmelerine tabi olduğunu, unutmamalıyız. Bu sermaye açısından da maliyetleri düşürme, istediğini masrafsızça seçip ayıkladığı ve popülerleştirdiği dev çaplı bir yetenekler havuzu ve yerellere de nüfuz etme olanağı da sağlıyor. Banka otomatlarıyla müşteri parasını kendi çeker, hipermarketler rafları arasında müşteri istediği metayı onca raf arasında kendisi arayıp bulur, böylece sermaye daha az işçi çalıştırdığı gibi, işlerin bir kısmını da parasız olarak tüketicilere yaptırmış olur. Haber konusunda da öyle. Medya bir muhabir ordusu çalıştıracağına, böylece kendiliğinden oluşan dev çaplı bir haberler, fikirler, ürünler havuzundan, istediğini, işine geleni sıfır maliyetle alır, öne çıkartır, popülerleştirir. Şunu da görelim, cep telefonuyla çekilen onca trafik kazası vb olayı, kameralara takılan onca kuyumcu soygun olayı vb ana bültenlere girip milyonlara izletilirken, cep telefonuyla çekilmiş tek bir iş cinayeti, iş kazası varmı, varsa da ana internet-medya artellerine girip milyonlar tarafından izlenebiliyor mu? Ya da yerel işçi direnişleri? Böylelikle internet tabanına da milyonlarca bireyin katılımı, “top trend topic” olabilmek, yani ortaya sermaye için paraya çevrilebilir bir şeyler koyabilmek için birbiriyle kıyasıya rekabet edebilmeye indirgenmiş oluyor. İnternetin, bir yazılı basın ve tv kadar kaba değilse bile, kendi egemenlik ve hiyerarşi piramidi ve süreçleri olduğunu da görmemiz gerekir.
Yukarı doğru mali oligarşik güç ve egemenlik yoğunlaşması ve merkezileşmesi, aşağı doğru katılımcılık, özerkçilik, “fırsat eşitliği” (ki bu da sermaye açısından paraya çevrilebilir şeyler üretme anlamındadır) ile neoliberal demokrasiye en uygun biçimi oluşturuyor. Türkiye’de internet yasağına karşı 2 bin kişi taksimde eylem yaptı, 100 bin maillik internet eylemleri oldu, fakat bu hareket de şirketleşmiş internet sözlükleri gibilerin hegemonyasındaydı, onlar yasadan istedilerini aldıktan sonra -asıl kitleler açısından sorun devam ederken- hareket tak diye kesildi. Yine evet Arap baharı, Wall street, öfkeliler gibi hareketlerin gelişim ve yönlendirmesinde internet ağlarının bir etkisi oldu, ancak bu hareketleri organize eden veya başına çeken ağ ve ortamların tamamı, sermayeden bağımsız olmayan, sosyal liberal ve sosyal anarşizan site ve ağlardı. Bunlar, aman bunlardan uzak duralım, küçük olsun bizim olsun anlamında değil, bunların içinde de etkinlik göstermeli fakat internetin ideolojik, sınıfsal, siyasal, örgütsel süzgeç, egemenlik, hegemonya mekanizmalarını da görelim ve bağımsız ideolojik, sınıfsal, örgütsel çizgi ve faaliyeti başa yazalım anlamındadır… İnternette her şeyin herkese açık ve serbest görünümü, internetteki her türlü kitle ve birey faaliyetinin de, her zaman daha geniş olanakları ve egemenliğe sahip sermayeye, sermaye güçlerine ve burjuva ideolojisine de açık olduğu anlamına gelir ki, sorun da zaten buradadır. Yine neoliberal demokrasi veya sosyal liberalizme karşı bağımsız proleter demokrasi ve proleter sosyalist ideoloji, örgütlenme vbnin bağımsızlığı sorununa geliriz.
İnternette yeni fikri özel mülkiyet yasasına, yeni dev çaplı telefon dinleme, internet takip fonları ve düzenlemelerine (örtülü ödenek), TMY ve TCK’ya, internette bir mail, tweet üzerinden öğrencilere açılan soruşturma ve okuldan atmalara, dinci muhafazakar medyanın facebook ve sosyal paylaşım ağlarını “genç kızlar ve çocuklar için tehlikeli ilan edip hedefe koymasına, aileleri genç kız ve çocukların sosyal paylaşım ağlarına girmesini yasaklamasını istemesine” (Samanyolu, Yeni Şafak ve diğer cemaat yayınları bu konuda yoğun bir kampanya yürütüyor) karşı bir internet gençlik kampanyasıyla ilk adımı atabiliriz.
Sevgililik ve Cinsellik
“Gençlerin %82’sinin sevgilisi olmuş ya da var. Sevgilisi olan gençlerin eğitim hallerine baktığımızda ise üniversite mezunları 89,9% oranla başta geliyor. Üniversite mezunlarını %86,2 ile üniversite öğrencileri, 84,0% ile lise mezunları, 81,3 % ile lise öğrencileri, 79.1% ile ortaokul mezunları ve son olarak 75.1% ile ilkokul mezunları takip ediyor. /16-24 yaş arası gençlerin %69’u cinsel ilişki yaşamamış. Gençlerin medeni hallerine göre cinsel ilişkileri olup olmadığına baktığımızda ise bekar olanların %27’si, sözlü/nişanlı olanların da %31.9’u cinsel ilişki yaşamış olduğunu görüyoruz./Üniversite öğrencilerinin %36,1’inin, lise öğrencilerinin ise sadece %13,3’ünün cinsel ilişki tecrübesi olmuş. Eğitim durumuna göre baktığımızda en düşük orana lise öğrencilerinin sahip olduğunu görüyoruz. Bunun yanında eğitim durumu en yüksek olanlar cinsel ilişki konusunda ortalamanın daha çok üstüne çıkmışlar. Kısaca üniversite yaşamının cinsellik açısından özgürleştirici bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz.” (Gençlik Halleri Araştırması)
Son 4-5 yılda cinsel deneyim oranının bir miktar daha yükseldiğini düşünebiliriz. Ortalama yüzde 82, üniversitelerde yüzde 90, liselerde yüzde 81 sevgilisi olmuş ya da var oranı, büyük bir dönüşümü gösteriyor. Bir diğer önemli veri, gençler içinde en yüksek cinsel deneyim yaşamış/yaşıyor olma oranının çalışan gençlerde olması (yüzde 36.5, ancak bu daha ziyade mezun ve evlilik oranının bu kesimde daha yüksek olmasından kaynaklanıyor olmalı), ikinci öğrenciler (yüzde 25.6) iken, en düşüğün tabii ki genç ev kadınları (yüzde 1.5) olması. Bununla birlikte cinsel deneyim yaşamış olma oranının üniversitelilerde bile 3’te biri geçmemesi de, gençliğin çoğunluğu için cinselliğin geleneksel bir tabu veya zorlanım alanı olması, gençlerin yaşadığı travmatik cinsellik sorunu/çelişkisinin de derinleştiğini gösteriyor. Cinsel deneyim yaşama oranının yükseldiğini öngörsek bile, neoliberal muhafazakar demokrasinin, aile kurumunun restorasyonunun, “dindar nesil” projelerinin, yanısıra ortalama evlenme yaşının yükselmesinin (22-24) bu çelişkiyi daha da sertleştireceğini düşünebiliriz.
Gençler arasında, cinsel yaşam konusunda işaret edilmesi gereken ilginç bir kutuplaşma da var: Bir yanda tam liberalize olmuş, cinselliğe indirgenmiş, tüketim metası olmuş “hiper” cinsel ilişkiler, diğer yanda ise halen çoğunluğu oluşturan evleninceye kadar cinsel deneyim yaşamayan gençler!
Birinciler daha ziyade orta sınıf gençleri, ikinciler daha ziyade işçi, kent yoksulu ve asıl olarak ev kızı gençler olsa da bu kutuplaşma tam bir sınıf ayrımına denk düşmüyor, fakat gençler arasında varolan “yaşam tarzı” farklılık ve kutuplaşmalarının da çarpıcı bir örneğini oluşturuyor. (Bu arada hiçbir gençlerin sosyal yaşamı araştırmasının, eşcinsellik ve LBGT bireyler de belirgin yükseliş eğilimini söz konusu bile etmedeğini belirtelim!) Çünkü bu durum, kapitalizmin neoliberal dönüşümünün yarattığı yaşam biçimlerine karşı (neoliberal kadın-erkek cinsellik anlayışı, neoliberal LBGT anlayışı, alkol, uyuşturucu, gece hayatı, tüketimcilik, ultra pragmatizm ve bencillik, liberal anarşizm, liselerde çeteler ve adli şiddet, vb) sistemin daha geniş bir gençlik kesiminde ortaya çıkan tepki ve korkuyu, neoliberal muhafazakar (aile, din, türban, gelenekçilik, tutuculuk, cemaatçilik vd) biçimlere hapsetmesini kolaylaştırıyor. Gençlere duygusal ve cinsel özgürlük ve bağımsızlık, fakat burjuva/orta sınıf liberal, (yani aile, gelenek ve tabulardan özgürlük adına meta ilişki biçimlerine bağımlılık, birbirini tüketmeye ve sömürmeye dayalı) değil, ( diğer yandan “halkımızın gelenekleri” veya dar işçicilik adına tutucu-gerici biçimleri, kişisel bağımlılık ilişkilerini, ketlenmeleri körükleme ya da uzlaşma da değil) fakat proleter demokratik özgürlük ve bağımsızlık! Gençlerin tüm sosyal yaşam ve ilişkiler sorunlarında olduğu gibi, duygusal ve cinsel ilişki sorunlarında da proleter demokrasiye vurgumuz, dar işçiciliğin öte yandan dar siyasallığın ötesine geçen proleter demokrasinin siyasal ve ekonomik olduğu kadar toplumsal yaşamın tüm alanlarını kucaklayan tüm yönlü olması gerektiğinedir.
Geleneksel sol ve devrimcilikte, (çalışma dışı) sosyal sorunlar denilince dar ve geleneksel biçimiyle yaşam koşullarından (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, ulaşım, konut gibi) fazlası anlaşılmıyor. Oysa toplumsal sorunlar, toplumsal yaşam ve ilişkilerin, sorun ve mücadele dinamiklerinin bütünüdür. Küresel tekelci kapitalizm, Türkiye kapitalizminin aksak topal orta-ileri gelişme düzeyine geçmesi, tüm yönlü dönüşümler, geleneksel bir dizi sorunun içerik ve biçimini değiştirerek de olsa derinleştirdiği, bir dizi yeni dev çaplı toplumsal sorun ve ihtiyaç/çelişki alanını ortaya çıkardığını görmeliyiz. Hele ki söz konusu olan gençlikse! Çünkü gençlik -bugün hem çocukluk hem de yetişkinlikle sınır çizgileri giderek belirsizleşiyor da olsa- tanımı gereği bir diyalektik sosyalizasyon süreci ve bu süreçte yaşanan ciddi sorunlar, çelişki ve çatışmalar olduğundan, gençliğin sosyal yaşam, ilişki ve ihtiyaçlar alanının geçirdiği hızlı dönüşümler, bugün kazandığı yeni derinlik, genişlik, çeşitlilik olması itibarıyla, gençlik çalışmasının önceki dar siyasallık ve dar eğitim, sağlık hakları vb düzlüğü ile sınırlanması, büyük geride kalmanın ifadesidir. Bu geleneksel darlık ve düzlük, onu en fazla almaya açık olabilecek gençler açısından sosyalizmin/komünist ideoloji ve gelecek tasarımının anlatılamamasının, dahası bu dev çaplı yeni sorun, ihtiyaç ve karşıtlık konularının gelişkin bir sosyalist mücadele kanalı ve dinamiği haline getirelememesinin temel nedenlerinden biridir.
Oysa yalnızca yukarıda yer verdiğimiz 3-4 araştırmada bile ortaya açık ya da örtük olarak konular: İnternet, cep telefonu, cinsellik, aile, din, kitap okuma ve araştırma, bilgi, zihinsel gelişim sorunu, sosyal-kültürel-sanatsal-sportif-doğasal etkinlik ve gezi-tatil vd olanaklarından yoksunluk, zaman ve mekan sorunları, bunların nasıl dev çaplı ve değişen sınıfsal-toplumsal-bireysel sorun ve ihtiyaç, karşıtlık alanı ve mücadele potansiyeli olduğunu göstermeye yeter de artar bile. Zaten burjuvazi tüm bu sayısız gençlik araştırmalarını boşuna yapmıyor, gençliği tüm yönlü denetlenebilir ve yönetilebilir, sisteme bağlı ve sosyal temeli kılmanın gereği olarak yapıyor, durmaksızın egemenlik biçimlerini böyle geliştiriyor, yetkinleştiriyor, inisiyatifi sürekli elinde tutuyor. Hatta devrimcilerden devşirilmiş bir ifadenin tranformasyonu ile Devlet ve burjuva partilerinde, STK’larda buna “gençlik çalışması” deniyor. Buna karşılık geleneksel sol ve devrimci gençlik çalışmasının düzlüğü ve kabalığı, sürekli kendi sınırlarına çarpıyor, çok geride kalıyor, gençlerin hızla dönüşen ve gelişen sorunlarına, dokularına, arayış ve beklentilerine nüfuz edemiyor, dinamik, yaratıcı gençlik politikaları üretemiyor. Öncelikle çalışma ve eğitim sorunlarını öncelikle kapsayan ama onlarla sınırlı kalmayıp, medya, internet, cep telefonu, teknoloji, zaman, mekan, kent, cinsellik, aile, kadın sorunu, birey, din, (ve bir iki piknik, bir iki eyleme katılma, derneklerde bir iki rutin etkinlik ve kurs vb ile sınırlı olmayan) sosyal, kültürel, sanatsal, sportif, doğasal vb etkinlik dahil, çok daha gelişkin ve derinleşmiş bir sınıfsal-siyasal toplumsallık anlayışına, gençlik konusunda da bu açıdan da toplumsallaşmış sınıf gençliği anlayışına ihtiyacamız var.
Şiddet
Şiddetin tüm gençlik araştırmalarında, yıllara göre belirgin biçimde arttığı görülüyor, artan oranda gencin yaşamının ayrılmaz ve travmatik bir bileşenini oluşturuyor. Ancak gençlik araştırmalarında genellikle liselerdeki adli şiddet, çeteleşme vb üzerinde durulurken, gençlere uygulanan siyasal şiddete genellikle yer verilmiyor. Şiddeti genel geçer bir kavram olmaktan çıkarıp ayrıştırmakla başlayalım. Kürt gençlerine ve çocuklarına karşı şiddet ve onların uyguladığı karşı şiddet, gençlere karşı devletin, okul idarelerinin, öğretmenlerin, ebeveynlerin uyguladığı şiddet, genç kadınlara karşı baba, koca veya sevgililerinin uyguladığı şiddet, en nihayet liselerde ve kent yoksulu gençler arasında daha ağırlıklı olan gençlerin kendi içlerindeki şiddet.
Kürt gençlerinden başlamalıyız. Diyarbakır’da 3 liseden 1135 öğrenciyle yapılan araştırmada, gençlerin yüzde 45’inin uyku sorunu, yüzde 39’unun sürekli halsizlik, yüzde 20’sinin yetersiz beslendiği belirlendi.
“Öfke patlamaları yaşıyorum, nedensiz çabuk sinirleniyorum” diyenlerin oranı yüzde 55. “Kendime güvenim yok” diyen yüzde 16, kendini utangaç ve sıkılgan olarak niteleyen yüzde 26. Öğretmenlerin tutum ve ilgisizliklerini sorun olarak görenlerin oranı yüzde 54. Ailesi ile geçinemeyenlerin oranı yüzde 35. Öğrencilerin yüzde 29’u okul saatleri dışında bir işte çalışıyor. (Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Bioistatistik Bölümü Araştırması, 2009)
Araştırmada tabii ki gençlerin devletten, okul idaresi ve öğretmenlerden gördüğü şiddete dair bir soru ve veri yok, Ancak bu “araştırmalara göre şiddet görenlerin şiddete başvurması yaygın. Şiddetin yaygın olduğu yerde çocukların çabuk sinirlenmesi normal…. Bu çocuklar kendilerini aile ve toplum içinde kanıtlamaya çalışıyor, bu yüzden istenmeyen yer ve yöntemlere yönelebiliyorlar…” diye devlet baskısı, şiddeti, inkarı ve Kürt sorunu üstü kapalı olarak ima edilmiş. Kürt gençleri ve çocukları, aslen devletten, fakat okul yöneticileri, öğretmenler ve hele ki babalarından da ağır şiddet görüyor. Sonuncusunun nedeni, babaların genellikle işsiz ya da çalışmıyor oluşu, çok nüfuslu ailenin geçimini çocuk ve gençlerin çalışarak sağlaması, yanısıra babaların türkçe bilmemesi ya da okuma yazmasının olmaması nedeniyle evin metazori egemen dildeki işlerini (sağlık, yeşil kart, vd) türkçe bilen çocuk ve gençlerin çözmesi nedeniyle, baba otorite kaybının acısını çocuklardan çıkarması, ve diğer taraftan sürekli devletle karşı karşıya çatışan çocukların babalarını pasif ve “tırşıkçı” bulması.
Benzer bir durum zorla göçertilen Kürt ailelerinin metropollerin kenar Kürt mahallerinde dünyaya gelen kent yoksulu Kürt çocukları için geçerli:
“Devraldıkları hafıza, onlara uygulanan şiddet, dönüşmüş aile ilişkileri ve zor yaşam koşulları Kürt çocukları için farklı bir çocukluk kuruyor. Ancak çocuklar da bunu kullanarak, politik öznellikler üreterek kendilerini ezen mekanizmalara karşı mücadele ediyorlar. Gündoğan Mahallesi’nin çocukları Halil’in dediği gibi yarı-çocuk… Aynı zamanda, bu şiddet anlatıları ve deneyimleri çocuklar arasında herhangi bir kişinin yararlanabileceği, ayrıntılandırabileceği ve performe edebileceği kolektif bir repertuara dönüşüyor. Bu bağlamda, siyaset, mücadele ve kuşaklar arasındaki etkileşim ve aktarım (post-bellek) çocuklara bir anlatma olanağı sunuyor. Bu yüzden de travma özneleri parçalamıyor, tam tersine kuruyor. Ayrıca, hikâyelerin mütemadiyen dolaşımıyla oluşturulan bu repertuar çocukların Kürtlükten ve Kürt olmaktan ne anladıklarını da belirliyor. Tüm mağduriyetlerini Kürtlüklerine bağlayan çocuklar sürekli şiddet hikâyeleri anlatarak Kürtlüğü adaletsizliğin ve şiddetin ifade edilebildiği bir düğüm noktasına dönüştürüyorlar…. Şiddet mahalledeki tüm sosyal ilişkilerin kurucu bir öğesi. Her şey, bedenler de dâhil olmak üzere şiddetle anlamlandırılıyor ve şiddet bir yaşam biçimi haline geliyor. Şiddet dili de çocukların sahip olduğu tek dil. Bütün çocukların anlatıları şiddet hikâyeleriyle başlayıp şiddet hikâyeleriyle bitiyor. Böylece şiddet anlatıların temel izleği haline geliyor. Paul Ricoeur’e göre olay olan şey değildir, anlatılabilen şeydir (Aktaran, Feldman, 1991: 15). Bahsettiğim kontekstte de şiddet neyin anlatılabileceğini ve neyin anlatılmaya değer olmadığını belirlediği için anlatıların yapılarını da kuruyor. Mülakatlarda ilk sorularımdan biri kişinin nereli olduğu ve neden göç ettiklerine ilişkindi. Köy, devletin şiddet uyguladığı mekân olarak anlamlandırıldığı ve hatırlandığı için de köye ve göçe dair anlatılan her şey devlet şiddetiyle ilgili oluyor… Çocukların çoğu okul ve karakol gibi devlet kurumlarında kendilerini nasıl sahipsiz hissettiklerini anlattılar. Tartışmalarda ya da kavgalarda Türk çocukları Kürt çocuklarını polise şikâyet etmekle tehdit ederken Kürt çocukları Türk çocuklarını DTP’ye şikayet etmekle tehdit ediyor. Gözaltı ve tutukluluk çocukların temel deneyimleri haline geldiği için polisin rutin şiddeti çocuklarla devlet arasında bir antagonizm yaratıyor…. Mahalledeki politik şiddet bununla sınırlı değil: Polis düzenli olarak evlere operasyonlar düzenliyor. Aslında mahallede konuştuğum çocukların hemen hepsi politik meseleler kadar hırsızlık ve kavga nedeniyle en az bir kere gözaltına alınmış ya da tutuklanmış. Okul da çocukların şiddete maruz kaldığı mekânlardan biri. Çocukların hepsi politik düşünceleri ve pratikleri nedeniyle öğretmenler tarafından dövüldüklerini anlattılar. Dahası, defterlerine yazdıkları sloganlar, öğretmenleriyle yaptıkları siyasi tartışmalar ve Türk ve Kürt öğrenciler arasındaki tartışma ve kavgalar nedeniyle Kürt çocukları gözaltına alınıyor hatta tutuklanıyor. Sivil ve resmî polisler günün her saati mahallenin ana sokaklarında dolaşıp keyfi olarak çocukları durdurup kimlik soruyorlar… Saha araştırması sırasında, zorunlu göçle gelmiş çoğu ailede babaların çalışmadığını, çocukların ailelerin geçimini sağladığını gözlemledim. Babaların çalışmamalarının nedeni köydeyken belli bir statüleri varken kentte niteliksiz işçilere dönüşmeleri. Onların iş olanakları da çok sınırlı: ya inşaat işinde yaşıyorlar, ya pazarlarda sebze ve meyve satıyorlar ya da seyyar satıcılık yapıyorlar. Çoğu baba da bu tarz işlerin onurlarını incittiğini düşündüğü için çalışmak istemiyor. Ancak çocuklar berber, mobilyacı ve terzilerde çıraklık yapabildikleri için daha çok iş olanağına sahipler. Ayrıca çocuklar okula gittikleri için Türkçeyi ailelerinden daha iyi biliyorlar ve fatura ödeme, belediye veya valiliğin dağıttığı yardımları almak için gerekli evrakları hazırlama gibi aileleri için önemli bürokratik işleri üstleniyorlar. Bazı ebeveynler hiç Türkçe bilmediği için onları hastaneye çocukları götürüyor. Tüm bunlar da çocukları aile ilişkileri içinde güçlü bir konuma getiriyor. Dahası çocuklar kendilerini ailelerinden daha politik gördükleri için ve gerçekten de siyasette daha aktif oldukları için de aile içinde bizim alışık olmadığımız bir ilişki biçimi doğuyor. Çocuklar ailelerinin devletin şiddeti nedeniyle sindirildiklerini ve sessizleştirildiklerini düşünüyorlar. Ancak çocuklar medya, özellikle de internet yoluyla devletin Kürtleri ezdiği bilgisini paylaşıyorlar. Onlara göre, ebeveynlerinden farklı olarak bu ezilme bilgisi devlete karşı öfkeye yol açıyor. Bununla birlikte, aile içindeki statülerini ve iktidarlarını kaybeden babalar kendi otoritelerini tekrar kurmak için çocuklarına daha fazla şiddet uyguluyorlar. Konuştuğum çocuklardan çoğu babalarından çok fazla dayak yediklerini anlattılar.” (Şiddet ve Özgürlük: Kürt Çocuklarının Siyaseti I-II, 2011, alıntı uzun oldu ama, kimi sosyolojik bulanıklıklarına karşın mutlaka okunması gereken, sarsıcı bir yazı, tümü mutlaka okunmalı.)
Gençlere dönük öğretmen ve idareci şiddeti: 16-24 yaş arası gençlerin yüzde 21’i öğretmen ve okul yöneticilerinden şiddet görüyor. Genç erkeklerin yüzde 30’u öğretmen ve idarecilerden şiddet görmüş, bu kızlarda daha düşük. Genç erkeklerin 5’te biri, genç kadınların 10’da birinin çevresinde okuldan atılan veya uzaklaştırılan öğrenciler olmuş. Ancak geçmişten önemli bir farklılık da, liselerde öğretmenlere dönük öğrenci şiddeti de artması.
Gençlerin kendi aralarındaki adli şiddet: 16-24 yaş arası gençlerin yüzde 21.7’inin çevresinde çete benzeri oluşumlar var, yüzde 11.9’unun çete oluşumlarıyla ilişkisi var, yüzde 27’sinin çevresinde son 1 ayda şiddet olayı yaşanmış, yüzde 28.2’si şiddet olayına karışmış, 16-18 yaş grubunun yüzde 26.4’ünün çevresinde silah veya kesici alet kullanan arkadaşı var. Bu oran 22-24 yaş grubuna doğru yüzde 18’e düşüyor.
Okullarda, mahallelerde her zaman gençler arasında kavga gürültü olur. Ancak şiddet doz ve oranının bu kadar yükselmesi, kavgalarda silah ve kesici alet kullanılması, lise ve sokak çeteleri, uyuşturucu, adli suçların bu kadar yükselmesi tarihsel dönüşümün bir olgusu. Adli şiddet ve suçlar en yüksek 16-18 yaşlar arasında sonra nisbeten düşüyor, ancak 22-24 yaş arasında halen çok yüksek. Şiddet özellikle kent yoksullarının yoğunlukta olduğu okul ve mahallelerde yoğunlaşıyor. Okullardaki adli şiddet, çete, uyuşturucu fırtınası, ölüm ya da “genç kızlar sevgilileri için birbirini bıçakladı” türünden magazinleştirme olmadan medyada pek yansımıyor, ancak oranlar Türkiye’de liselerin önemli bölümünün, ABD’de ve İngiltere’deki siyah, göçmen ve kent yoksulu ağırlıklı liselerdeki, okuldan cezaevine pompalama mekanizmasına benzemeye başladığını göstermeye yeter. Nitekim çalışmak için okulu bırakmak kadar, adli şiddet ve suçlar nedeniyle okuldan atılmalar da giderek yükseliyor.
Okullardaki ve gençler içindeki adli şiddet, çeteler, adli suçlar, uyuşturucu vd neoliberal sosyal yıkım ve çöküntü, ve devlet tarafından teşvik ediliyor, ancak devlet bir yanıyla da bunları emekçi okul ve mahallerinde ve gençler üzerinde baskıyı artırmak ve meşrulaştırmak için kullanıyor.
Siyaset
Gençler siyasetle ilgilenmiyorlar mı? Aslında şöyle söylemek daha uygun olur: Gençler geleneksel siyaset tarzlarıyla pek ilgilenmiyorlar. Bunun nedenleri de yine geleneksel olarak, 12 Eylül, aile ve eğitim sisteminde gençleri siyasetten uzak tutma mekanizmaları, neoliberalizmin gençleri piyasa ağları içine hapsetmiş olması, ders yükü, sınav boyunduruğu ve artan sayıda öğrencinin çalışmasıyla dünya meseleleri ilgilenecek zaman ve mecallerinin olmaması diye sıralanabilir. Diğer önemli bir neden de, muhalif siyaset kanallarının onlara temas edememesi, büyük bölümünün siyasetten burjuva siyaset, meclis ve partileri anlaması ve burjuva temsili demokrasi ve siyasetin onlara pek hitap etmemesi.
1- Gençler yetişkinlerin ağırlıkta olduğu veya kendilerine kumanda ettiği örgütlenme ve siyaset tarzından hoşlanmıyorlar ve kendilerine yabancılaşıyorlar. Kendi yaşıtları arasında daha rahat ve doğal hareket edebiliyorlar.
2- Gerek mevcut siyasal-toplumsal sistemde, gerekse gençlik ortam, kurum ve örgütlenmelerinde geleneksel “temsili demokrasi” ve ikamecilik biçimleri gençlere hemen hiç hitap etmiyor. Daha katılımcı, interaktif siyaset ve örgütlenme biçimlerine daha fazla ilgi ve katılım gösteriyorlar. Bu ikincisi, orta sınıflardan, daha “katılımcı ve interaktif” eğitimin olduğu okullardan gelen gençlerde çok daha yaygın, daha alt sınıfların sıkı disiplin ve otorite ortamlarından ve ezbere dayalı eğitim olduğu okullarda olan gençlerde daha düşük olmakla birlikte, internet, cep telefonu kültürü işçi, kent yoksulu gençlerde de bunu giderek yaygınlaştırıyor.
3- Maddi yaşam, eğitim koşullarına ilişkin olduğu kadar kimlik ve sosyal statüye/statü istemine dayalı siyaset ve örgütlenme tarzları gençler içinde daha hızlı yayılıyor. Sosyal statü konusu, önceden de siyasal-toplumsal yaşamdan dışlanan, gelecek kaygısı içindeki gençlik hareketlerinin bir dinamiğini oluşturuyordu. Ancak, eğitimin, mesleki ve yüksek eğitimin, belli iş ve mesleklerin sosyal statü kazanma olanağı olmaktan çıktığı, bu anlamda eğitsel statü halelerinin çöktüğü, meta egemenlik ilişkilerinin ise meta-statü fetişizmini körüklediği günümüzde, gençler arasında sosyal statü arayış ve istemi çok daha yaygın ve güçlenmiş durumda. Gençlerin, özellikle de spor, teknoloji, dini cemaat, turizm-seyahat, kültür-sanat gibi dernek, etkinlik ve stklara katılmalarında, bunların toplumsal planda ve tabii yaşıtları arasında statü simgesi olmasının da önemli bir rolü var. Ezilen ulus, cins, cinsel yönelim, mezhep kimliklerinin de statü sorunuyla kaçınılmaz bir ilgisi var. Diğer taraftan birbiriyle de çatışmalı egemen dini-cemaatçi ve ulusalcı kimliklerin de. Ancak kimlik sorunu bireysel-grupsal statü sorunundan farklı olarak siyasal egemenlik ve imtiyazlılık/ezilme ve özgürlüksüzlük sorunlarıyla daha doğrudan bağlantılı. Bugün kimlik ve statü sorun ve krizlerini en ağır biçimde yaşayan gençlere dayatılan ise, egemen neoliberal dini ve ulusalcı kimlikler ile, kendisi de metalaştırılmış bir (gerçek veya daha çok da hayali) orta sınıf meta-gençlik statüsü. Gençliğin önemlice bir bölümünün birinciler, fakat çok daha geniş kesimlerinin sonuncusunun yörüngesinde olması. Bir işçi sınıfı kimliği olmadığı gibi (ki bu yalnız çözülen orta sınıf gençleri açısından değil, eğitimi halen tutunma ve statü çabası olduğu daha geniş gençlik kesimleri içinde konum kaybı, statüsüzlük, geleceksizlik olarak görülüyor), gerçek toplumsal-sınıfsal durumu ve bu temelden mücadelesi içinde gerçek bir gençlik kimliğinin olmaması.
Burjuvazi, burjuva demokrasisinin, özellikle de parlamenter temsili demokrasinin krizinin ve gençler açısından çekim gücünün azalmasının ve gençlere hitap etmediği gibi dünya çapında gençlik hareketlerinin giderek hedefi haline gelmeye başlamasının farkında. Türkiye’de bu doğrultuda ciddi bir hareket olmamasına karşın, hükümetin küresel mali oligarşik siyasal içerme politikaları çerçevesinde seçme/seçilme yaşını 18’e düşürmeye çalışması raslantı değil. (Seçme/seçilme yaşı Norveç ve Arjantin’de ise 16’ya düşürüldü!) Önümüzdeki dönemlerde mecliste 35, 30 yaş altı milletvekillerinin görünmesi, gençlik bakanlığı ve kadrolarının gençleştirilmesi, daha “sivil”, aktif ve görünür kılınması, sık sık gençler içinde “interaktiflik” şovları yapması, AB’de uygulanan gençlik politikalarının vazgeçilmezidir ve Türkiye’de yapılması şaşırtıcı olmayacak.
Bununla birlikte, temsili demokrasinin çekim gününün zayıflamasına karşı “katılımcı demokrasi”nin geliştirmesi, başta Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışma Grubu olmak üzere sistemin tüm gençlik araştırmalarında vurgulanan, giderek öne çıkarılan bir gençlik politikası. Gençliğin stklara çekilmesi, bunun için de gençlik stklarının geliştirilmesi ve gençler için cazibesinin artırılması. Türkiye’de burjuva sivil toplum halen oldukça güdük ve batı ülkelerinde olduğu gibi doğallaşmış bir yurttaşlık hak ve ödevi olarak görülmenin hayli uzağında olmakla birlikte, yıllar içerisinde ittire kaktıra geliştiriliyor, ancak bu sefer de neoliberal demokrasinin geriliğine tosluyor. Gençlerin stklara katılımının üniversitelerde bile oldukça düşük olmasının bir nedeni de stkların muhalif olmaması ve azçok muhalif görünümlü olanların üzerinde de baskıların eksik olmaması, yanısıra gençlerin özgül ihtiyaç ve beklentilerine yanıt vermemesi, çoğunun geleneksel kurum ve örgütlerden daha az bürokratik olmaması. Ancak buna karşın burjuva sivil toplum organizasyonlarının gençler içinde belli bir etkisi ve artan etkinliği var. Çıkartacağımız ilk sonuçlardan biri, burjuva demokrasisinin gençliğin siyasal-toplumsal entegrasyonuna dair tüm hamle ve mekanizmalarının etkin bir teşhiri, karşılarına bambaşka demokrasi anlayışı, bir işçi ve genç demokrasisi anlayışıyla çıkmak.
Sol ve devrimci hareketin gençler içinde ciddi bir çekim gücü oluşturamamasının nedenleri de çok farklı değil. Geleneksel sol ve devrimci hareket, gençliğin toplumsal-sınıfsal durumundaki dönüşümü, düşünce, davranış, ilişki kuruş biçimlerindeki köklü değişimleri kavramaktan uzak. En başta bu nedenle, zaten önemli bir karakteristiği anlaşılmadığı duygusu olan ve bu bugün daha da büyümüş olan gençliği hemen hiç anlamıyor ve hitap edemiyor. Sol ve devrimci hareketin önemli bölümünün gençliğe bakışı halen modernist, kalkınmacı, aydınlanmacı gençlik biçimindedir. Oysa gençliğin önemli bölümü Türkiye’de kapitalizmin epey kalkındığını ve kendilerini de kalkındırdığını veya kalkındırabileceğini (evlerde bireysel genç odaları, teknoloji, internet, cep telefonu, i-pod, kredi kartları, meslek teknik liseleri ve üniversite eğitimi, endüstriyel spor, kültür-eğlence, turizm, metropol kültürü, AVM’ler.. vd) düşünmektedir, postmodern ara geçiş/geçemeyiş durumları bolluğu içindedir, ve aydın, yarı-aydın karakterini büyük ölçüde yitirmiş durumdadır.
Oysa asıl sorun bunlarla yüzleşebilmektir, bunlarla geriye doğru, bir dönemki burjuva, küçük burjuva modernizmine yaslanarak ve geri getirmeye çalışarak değil, ileriye, kapitalizmi ve onun gençler tarafından içselleştirilen çekim gücünü aşan ve karşıtlaşan, yeni bir yaşam özlemi ekseninden yüzleşebilmek ve gençleri yüzleştirebilmektir. Sermaye-meta egemenliğiyle, gençler içinde yaygınlaşmış kendisi de metalaştırılmış gençlik imgesinin büyük çekim gücüyle, meta-gençlik durumuyla yüzleşmektir. Ki bu durum, solda genellikle sanıldığı gibi, yalnızca ve basitçe bir aldatmaca, kandırmaca ya da özenti sorunu değil, kökleri bugünkü küresel tekelci kapitalist üretim ve meta egemenlik ilişkilerinde olan, gençlerin emekgücünün, tüm toplumsal ilişkilerinin ve kendilerinin gerçekten ve derinlemesine metalaştırılmış olmasında varolan, gerçek ve derin bir sorundur.
Sol eğitimin piyasalaşmasını görmekte ve muhalefet etmekte, fakat bunun da bir derinleştiricisi olduğu, gençlerin daha öğrenciyken emekgücünün, düşünce ve ilişki kuruş tarzının, kişiliklerinin ve bizzat egemen gençlik imgesi ve algısının nasıl metalaştırıldığını görmek istememekte, bundan kaçmaktadır. Küresel tekelci/neoliberal kapitalizm, insanın ve tüm çalışma, düşünce, duygu, davranış, ilişki ve faaliyet biçimlerinin (bilim, teknoloji, iş, eğitim, sağlık, kültür, sanat, spor, doğa, cinsellik, dahil) ancak endüstiriyel-meta varoluş biçiminde varlık hakkını kazanabilecekleri, bunun dışındaki her türlü çalışma, faaliyet, duygu, düşünce, davranış ve ilişki biçiminin düşman ve yasadışı addedileceği (örneğin internette parasız film, müzik indirmek ve paylaşmayı yasaklayan fikri özel mülkiyet yasaları vd) bir meta üretim ve köleliği dünyasıdır. Ve bu bugün, gençler için iki kat böyledir.
Eğitimin piyasalaşması ve esnek/güvencesiz emekgücü piyasası ve çalışma rejimi ile birlikte (bunlar gençlik hareketinin de yığınsallaşmasının başlıca dinamikleri arasındadır), gençliğin kendisinin de tüm yönlü piyasalaştırılmasına karşı, ama geriye doğru bir ahlakçılıkla değil, ileri doğru, bilim ve teknolojinin, eğitimin, iletişimin, internetin, kültürün, sporun, sanatın, eğlencenin, gezme ve seyahatin, aşk ve cinselliğin, ve tabii çalışmanın, sermaye birikim, meta üretim ve tüketim-statü konusu olmaktan çıkarılmasına doğru, mücadele! Gençliğin kendini eski tarz içe kapalı kurum, otorite, disiplin, otorite mekanizmalarından özerkleştirdiğini sandığı (onların da buna uyarlanmış biçimiyle) en köleleştirici, nesneleştirici, edilgenleştirici, baskıcı olan budur.
Eğitim ve çalışma sürecinde, ve artık yaşamın her alanında, bir ölçme/değerlendirme, performans, yeterlilik, rekabet, seçme/ayıklama sistemlerinin, sürekli ölçülüyor, denetleniyor, izleniyor, nitel olan her şeyi tasfiye edecek biçimde nicelleştiriliyor olmanın yarattığı ve içselleştirdiği baskı, yabancılaşma, güdümlenme, okul idarelerinin baskısından daha mı azdır? Daha az olmadığı gibi, siyasal baskılar ve egemenlik ile kapitalist üretimin, eğitimin, yaşamın toplumsal ilişkilerinin içerdiği yoğunlaşan baskı ve egemenlik birbirine çok daha fazla içerili hale gelmiştir. Yeni bir yaşam özlemi, kendi kararlarını özgür ve bağımsız olarak birlikte vermek ve gerçekleştirmek, kendi üretken, yaratıcı, geliştirici ilişkilerini özgür ve bağımsız olarak birlikte kurmak ve gerçekleştirmek için mücadele ve asıl kolektif mücadele içinde kendini gerçekleştirmek, bunların karşısına konulmalıdır.
Eskiden üniversite öğrencileri kendi yaşam ve zamanları üzerinde kısmi denetim ve özerklikleriyle; fazla bir iş ve gelecek kaygılarının olmamasından, üniversitenin yukarıya doğru yükselme şansını artrımasından ve toplumun ve hatta sermayenin kendilerine olan ihtiyacından kaynaklanan özgüvenleriyle; yüksek öğretim sisteminin görece standart ve homojenleştirici olmasından, eğitimde ve yaşamda kullanım değerlerinin varlığından kolektif paylaşım, dayanışma ve davranma yetenekleriyle ayırtedilirlerdi. Muhalif güç ve dinamiklerinin başlıca kaynakları arasında bunlar vardı.
Bugün ise küresel tekelci kapitalizm önce bunları ortadan kaldırdı/kaldırıyor. Öğrencilerin ders yükü giderek sermayenin sipariş ettiği projeler vb dahil artıyor, kat kat sınavlar ve performans/yeterlilik sınavları, kısmi zamanlı çalışma, serbest zaman bırakmıyor, ders-sınav-iş dışı zaman da kapitalist serbest zaman ve tüketim endüstrileri tarafından organize edilip yönetilerek bağımlılık/kölelik zamanı olmaya devam ediyor, yığınsal vasıfsızlaştırılma/konum kaybı, esnek/güvencesiz emekgücü piyasası ve çalışma rejimi, iş-gelecek kaygısı ve gerilimi ile birlikte konum ve özgüveni yerle bir ediyor; eğitim fiyatlarının/harçlarının artması, her türlü ihtiyaçlarının metalaşması ve sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi aileye bağımlılıklarını artırıyor, ve tüm zaman ve mekanlarını işgal eden sermaye/meta taaruzu ve tapınmacılığı, rekabet, bireycilik, atomizasyon tabloyu tamamlıyor. Üniversite öğrencilerin genişleyen kesimlerini, çalışıyor olsunlar olmasınlar işçi sınıfına yaklaştıran bu dönüşüm, aynı zamanda, gençlerin kendi yaşam ve zamanları üzerinde en ufak bir denetim ve özerkliklerinin kalmaması, özgüvenlerinin kalmaması, kolektif paylaşım, dayanışma ve davranma yeteneklerinin önemli ölçüde çözülmesiyle birlikte yaşanıyor.
“Postmodern gençlik” kavramını ise şu anlamda kullanıyoruz: “Postmodern bilinç ‘arada olmak’ olarak tarif edilebilecek bir durumla karşı karşıyadır. Eski ile yeni arasında hiçbir organik bağ yoktur. İçinde bulunulan an da kuşkulu, ileride yabancı olunacağı bilinen bir andır. Sonraki ise bir dizi hiçliktir. Gelecek öngörülemeyen, sisli bir alandır. Böyle bir bilinç durumunda referans alınabilecek hiçbir değer ve anlam bulunmaz. Bu bilinç durumu sürekli olarak kuşkulu bir şimdiki zaman algısı içinde yaşar ve gündelik yaşama ait deneyimler bu duygu içinde gerçekleşir.” (Modernizmin Karanlık Yüzü, H. Yırtıcı)
Bu zaten, ensek güvencesiz emekgücü piyasası ve sirkülatif çalışma rejiminin yarattığı durumdur, gençler açısından ise kat kat ve birbirine dolanmış eskiden kopmuşluk/kopamamışlık, yeni duruma/yetişkinliğe geçiş/geçemeyiş, ve onun içinde de kat kat kademelendirilmiş eşikleri geçiş/geçemeyiş, gelecek belirsizliği ve korkusu, dahası bulunulan yerin de güvencede olmayışı, teknoloji, piyasa, eğitim sistemi ve herşeyde durmaksızın hızlanan değişim ve dönüşümler, yeniden yapılandırmalar ile ayakların basıldığı sanılan zeminin de kayganlaşması, daha da yoğunlaşmaktadır. Bu geçicilik, zeminsizlik, kayganlık toplumsal ilişki ve pratiklerin ve bunlara dair bilginin de, somut ve bağlamsal olmaktan çıkıp soyut ve kurgusal bir karakter kazanmasına yol açmaktadır. Öyle ki, çoğu genç, aslında politikaya çok da ilgisiz olmadığı halde, siyasal-toplumsal gelişmeleri, hatta kendi çevresi, okulundaki gelişmeleri, öyle anlamaya bile çalışmadan, herhangi bir kurgusal film seyreder gibi izlemektedir. Her hangi bir örgüte, siyasete bağlanmaktan kaçınma, yalnız korku vb nedeniyle değil, aynı zamanda bu geçicilik, yüzeysel akışkan özerkçi aidiyet ilişkilerinin, başlıca ilişki biçimi haline gelmesi nedeniyledir.
Bu yüzden gençlerin siyasallaştırılması ve örgütlenmesinde atılacak her adım öncelikle bu dönüşümü dikkate almalı, kendi yaşam ve zamanları üzerinde söz ve karar sahibi olmalarını sağlamalı, özgüvenlerini ve yeni bir yaşam ve geleceğe güvenlerini, birbirlerine ve giderek bir yarı-bileşeni haline geldikleri işçi sınıfına olan güvenlerini artırmalı, ancak belli bir süreklilik ve gelecek duygusu içinde mümkün olacak kolektif paylaşım, dayanışma ve davranma yeteneklerini güçlendirmelidir.
Gençlik toplumun “en dinamik” kesimidir. Bu kavramı, geleneksel “en mücadeleci, en eylemci” anlamında değil, fakat, en hızlı değişen, teknolojik, ekonomik, toplumsal, kültürel, siyasal dönüşüm ve gelişmelere en fazla etkilenen ve en hızlı uyarlanan, içselleşteren ya da tepki veren kesimi anlamında kullanıyoruz. Bu yüzden gençlik politikası ve örgütlenmeleri, her şeyden önce, statik, kaba ve düz değil, dinamik, esnek ve geçişli olmalıdır. Kolektif öz örgütlenmeleri geliştirmek için özel bir çaba harcamalıdır. Dönüşüm süreçlerini olabildiğince önden okuyabilmeli, genel siyasetleri gençlerin ihtiyaç ve dinamiklerine içinden uyarlayıp alan politikaları ile birleştirebilmeli, gençlere çok yönlü hitap edebilmeli, karar ve eylem organlarını birleştirebilmeli, kolektif-bireysel inisiyatif ve yaratıcılıklarını geliştirebilmelidir.
Not: Türkiye’de öğrenci hareketinin gelişimi, siyasal-toplumsal iktidar sorunu ve toplumsal proletarya çerçevesinde gençlik, yeni bir yaşam özlemi ekseninden gençlik politikası ve örgütlenmesi, komünist gençlik sorunu, bu zeminden farklı çalışmaların konusu olur. Önce bunu bir hazmedelim…
Fuat Filizler,
Kasım 2012
Kaynaklar
Grundrisse, Marx
Gençlik Üzerine, Lenin (derleme), Sol y.
Kolektif İşçi Demokrasisi Dizisi, Devrimci Proletarya
Yeterlilik Sizsiniz İşçi Sınıfı I-II- III, Devrimci Proletarya
Kültür-Sanat ve Sosyalizm, Proletarya Sosyalizmi
Eğitimli İşçiler Ekseninden İşçi Sınıfında Dönüşüm, (hazırlanıyor)
Post Modernliğin Durumu, David Harvey, Metis y.
Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi, Hakkı Yırtıcı, Bilgi Ü. y.
Enformasyon Toplumu ve Türkiye, Veysel Bozkurt, Sistem yay.
Türkiye’de Genç İşsizliği, Prof Nurhan Yentürk, Doç Cem Başlavent, Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışmaları Birimi, 2007
Türkiye ‘Gençlik Halleri’ Araştırması, Yaşama Dair Vakıf, 2008
Türkiye’deki Sosyo-Kültürel Değişmeler Hakkında Gençlik Ne Düşünüyor, Maltepe Ü. Araştırması, 2011
Yoksulluk ve Genç Kuşakların Toplumsal Hareketlilik Olanakları: İstanbul ve Gaziantep Örnekleri, Dr. Neriman Açıkalın, Çalışma ve Toplum Dergisi, 2008
“Allah Hiç Kimseyi Hem Okuyup Hem Çalıştırmasın”: Öğrenciler ve İş Kazaları, Foti Benlisoy
Gençliğin Sorunları, Dicle Ü. Tıp Fak. Bioistatistik Bölümü Araştırması, 2009
Türkiye’de Gençlik, İnsani Gelişme Raporu, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), 2008
Üniversiteli ve İşçi Gençliğin Gelecek Beklentileri, Kriz Dergisi
İstanbul Gençliği: STK Üyeliği Bir Fark Yaratıyor mu?, Bilgi Ü. STK Araştırma Birimi, 2006
Popüler Kültür ve Gençlik, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi Özel Sayı, 2004
Mesleklere Göre Aile Araştırması: İşçi Ailesi, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, 1998
Gençlik Sosyolojisi ve Antropolojisi Araştırmaları, Prof Mahmut Tezcan, Ankara Ü. Eğitim Fak Yayınları, 1997
İstihdam Uygulamalarındaki Değişiklikler ve Güvencesiz Çalışma Araştırması, Uluslar arası Metal İşçileri Federasyonu ve DİSK, 2007
Boşuna mı Okuduk: Beyaz Yakalı İşsizliği, Tanıl Bora, vd, İletişim y., 2011
Milenyum Kuşağı Neleri Değiştirecek, Capital Dergisi, 2007
En Öfkeli ve Mutsuz Gençler Türkiye’de, Dünya Sağlık Örgütünün Gençlik Araştırması Raporu’nun gazete özetleri, 2012
Türkiye’nin En Büyük Gençlik Araştırması, Başbakanlığın yaptırdığı araştırma, gazeteler, 2012
İstanbul Liseli Profili Araştırması, Genç Hayat Vakfı,
The Economics of Being Young and Poor: How Homeless Youth Survive in Neoliberal Times (Genç ve Yoksul olmanın İktisadı: Neoliberal Çağda Evsiz Gençlik Nasıl Yaşıyor), Jef Karabonow, Jean Huges, vd, Journal of Sociology and Social Welfare, 2010
Şiddet ve Özgürlük: Kürt Çocuklarının Siyaseti, Haydar Darıcı
Kapitalizm Umutsuzluk ve Aciliyet, Deniz Yonucu, RedThread
Modernizm Aile ve Çocuk Üzerinden Yolculuğu, Kemal İnal, bianet, 2004
Çocukluğun Yokoluşu, Neil Postman, İmge y., 1994
Neil Postmanın Çocukluğun Yokoluşu Sürecinde İletişim Teknolojisi Eleştirisinin Eleştirisi, İletişim Araştırmaları Dergisi, e-makale
Üniversitenin Pazarla Bütünleşmesi Sürecinde Akademinin Dönüşümü, A. Ergür, Toplum ve Bilim, 2003
Eğitim Piyasalar ve Denetim Kültürü, Ebru Oğuz, Ayfer Yaka, Dipnot y., 2007
Neoliberal Küreselleşme ve Eğitim, Naciye Yıldız, D.Ü. Ziya Gökalp Eğitim Fak Dergisi, 2008
Neoliberalizm Eleştirisi Bağlamında Eğitim Yönetimini Yeniden Düşünmek, İlknur Şentürk, Eskişehir Osmangazi Ü. Sosyal Bilimler Dergisi
Zeynep Gambatti ile Neoliberalizm Üniversite ve İktidar Üzerine
Türkiye’nin Yükseköğrenim Stratejisi, YÖK, 2007
Neoliberal Politics As Failed Sociality: Youth and the Crisis of Higher Education (Başarısızlığa Uğramış Toplumsallık Olarak Neoliberal Politikalar: Gençlik ve Yükseköğretimin Krizi), Henry Giroux, 2012
The University İn Chains: Confronting Military-İndustrial-University Complex (Zincire Vurulmuş Üniversite: Askeri-Sınai-Üniversite Kompleksi), Henry Giroux, Paradigm, 2008
US Education Orientation for Minorities: The School to Prison Pipeline (Azınlıklar İçin ABD Öğretim Düzenlemesi: Okuldan Cezaevine Pompalama, S. Walsh, The Gurdian, 2012
The Knowledge Factory (Bilgi Fabrikası), Stanley Aronowitz, The İndypendent, 2011
Tehlikeli İttifaklar: Sınıf ve Öğrenci Hareketi (İngiltere Öğrenci Hareketi Üzerine), Federico Campagna, 2011
The Chilean Student Movement and the Crisis of Neoliberal Democracy (Şili Öğrenci Hareketi ve Neoliberal Demokrasinin Krizi), K. Fox-Hodess, F. N. Caprilez
Quebec Öğrenci Hareketi, 2012
Anti-Kapitalist Mücadele ve Öğrenci Hareketi
Öğrenci Hareketi ve Sağa Dair
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencilik Hareketi: Karşı İşgal, Ali Aslan, Hasret Bingöl
Gençlik Hareketine Dair Tespit ve Olanaklar, B. Aydın,
Starbuck Karşı İşgal, Foti Benlisoy
Üniversitenin Krizi ve Öğrenci Hareketi, Mutlucan Şahan
Üniversitenin Tutuklu Mücadelesi: Özgürlük Nerede Başlar, Selin Pelek
Hiç yorum yok