Demokratik Modernite ve devlet – 3: Burjuva devletle uzlaşma teorisi
Kadir Yalçın
Geçen sayımızda, bitirirken insan topluluklarının –neredeyse ayakları üzerine dikilip ellerinin serbest kalmasıyla eş zamanlı olarak– önce avcılık ve ardından tarımda, ama aynı zamanda komşu kabilelerle çatışmalarda kullandıkları aletlerle birlikte var olduklarını belirtmiş ve Engels’ten aktarmalarla zor teorisi ya da tarihte zorun rolü üzerinde durmuştuk. Devletin, toplumsal işbölümünün belirli bir aşamasında, üretici güçlerin, üreticilerin kendi tükettiklerinden fazlasını üretebilir oldukları gelişme düzeyinde, belirli sayıda insanın, çalışmadan, ama kendi adlarına çalıştırdıkları insanların ürettiklerinin bir bölümüne mülk sahibi niteliğiyle sahip çıkmalarının olanaklı hale gelmesine bağlı olarak sınıfların ortaya çıktığı koşullarda, en başta bu aletlerin, toplumun üretici çoğunluğunu baskı altında tutma ve tepkilerini yatıştırıp bastırmak üzere, zor aletleri olarak özel ellerde toplanmasıyla ortaya çıktığını söylemiştik.
Son olarak yürüttüğümüz tartışma; DM yazarlarının ileri sürdükleri gibi devletin sınıfları yaratan bir sınıflaştırma ve sömürü aygıtı olmadığı, sömürünün ve öyleyse özel mülkiyetin ve sınıfların ortaya çıkışının, devletin varlığını ve “tekelci yapısı”nı ekonomiye dayatarak onu egemenlik altına almasını, özetle bir siyasal zoru gerektirmediği, ama bir şiddet aleti ve siyasal zor aygıtı olarak, devletin kendisinin, üretim ve değişim süreçleriyle ekonominin sınıfların ortaya çıkışına götüren gelişmesinin bir ürünü ve verili ekonomik durumun ihtiyaçlarını karşılamak üzere, onun hizmetinde oluşup geliştiğiydi.
Bu tartışma gerekliydi; çünkü DM yazarları örneğin “… toplumsal artı değere el koymak için zor ve şiddet araçları egemenler açısından ne denli gerekli ve zorunlu”[1] olduğu üzerinde duruyor, devletin “bir sınıflaştırma aygıtı” olduğunu iddia ediyorlardı: “Sanıldığı gibi artı-ürünün ortaya çıkmasıyla kent, sınıf ve onların üzerinde devlet yükselmemiştir. Ta başlangıcından itibaren sınıflaşmanın bizzat kendisi iktidar ve devlet oluşumunun zihniyet ve kültür inşasıdır. O inşa sonucu sınıf ve tabaka türü toplumsal ayrışma yaratılmıştır ve sınıf olgusu açığa çıkarılmıştır. Devlet bir sınıflaştırma aygıtıdır.”[2] Öcalan da altını çizmekteydi: “İktidar ve devlet, esas olarak ‘ekonomi olmayan ekonomi’dir; yani ekonomiyi ürettiği artık-ürün ve değerleri sızdırma alanı olarak görmekte ve bu alanda tekel kurmaktadır. Bu anlamda ekonominin hemen üstündeki alandadır. Ekonomi ile çok ilgilidir. Bütün mekanizmaları artık-ürün ve değerlerin çeşitli yöntemlerle ele geçirilmesi içindir. Tarım, ticaret ve sanayi, tekel kurduğu alanların başında gelir.”[3]
Engels’e başvurmuştuk; ancak komünal toplumun bağrında köleciliğin ve devletin ortaya çıkışı ve işlevine ilişkin söylediği bir özlü sözü de burada aktaralım: “Zor,… iktisadi durumu egemenlik altına alacak yerde, tersine, zorla iktisadi durumun hizmetine koşuldu.”[4]
*
Devletin sınıfların ortaya çıkışı sürecinin bir ürünü olarak mı ortaya çıktığı, yoksa DM yazarlarının iddia ettikleri gibi sınıfları bizzat devletin mi yarattığı tartışması şundan önemlidir: DM, sınıf, sınıf mücadelesi ve “dar” dediği “sınıf bakış açısı” gibi kavramlar ve kuşkusuz onların belirttiği olgulardan hiç haz etmemekte; sınıfların ortaya çıkışıyla sınıf mücadelesinin “tarihin motoru” olduğunu, insanlar bilinçli varlıklar olarak kendi tarihlerini yapmakla birlikte, tarihin ilerleyişinin çerçevesinin, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandıran maddi yaşamın üretim tarzı ve insanların zorunlu olarak kurdukları üretim ilişkilerinin oluşturduğu toplumun iktisadi yapısı tarafından belirlendiğini kabullenmeyip reddetmektedir. Sırasıyla yerine geçirmekte olduğu, olumsuzluğuyla Sümer rahibi olarak “kurnaz adam” şahsında bizatihi zihnin, onun tarafından icat edilmiş kurumlarıyla devletin, “devletli duruş”un ve iktidar sahibi “devletli uygarlık” egemenlerinin; olumlu yanında ise “toplumun dokusunu teşkil eden zihniyetin sabitleri”nin, “insanlık için sabitler olması gereken toplumların manevi dünyasının”, “insani kutsiyetler” ve “ahlaki gelenekler”iyle “komünal demokratik duruş”un, onların maddi dayanağı olarak “İkinci” ya da “toplumsal doğa” olarak tanımlanan ve –bozuşup bozuşmadığı üzerinde durulmadan– dünden bugüne geldiği ve devletli duruşa direndiği varsayılan “toplum”un ve sınıf mücadelesinin yerine “tarihin motoru”nu vermek üzere devletli toplumla doğal toplumun mücadelesinin belirleyiciliğidir.
Kapitalizm, kapitalist üretim (ya da mülkiyet) ilişkileri, kapitalizmin üzerine kurulu olduğu uzlaşmaz çelişki olarak emek-sermaye ve işçi sınıfı-burjuvazi arasındaki çelişme, tarihi ilerletecek olan çatışma halindeki burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesi ve tarihin devrimci öznesi olarak işçi sınıfı ve sosyalist devrimle devlet cihazı parçalanıp burjuvazinin iktidarı devrilerek, ekonomik olduğu kadar siyasal egemenliği elinde toplamış burjuvazi ve kapitalizmin tasfiye edilmesi değil; ama yerlerine, 13. yy. Venedik’i bir yana Sümerlerde bile olduğu düşünülen muhayyel bir “kapitalizm” ve “işçiler”le “tüccarlar” soyutluğundan söz edilişi sayılmazsa, “devletli uygarlık”, “egemenler”, “devletli uygarlıkla demokratik uygarlık arasındaki temel çelişme” ve “demokratik toplumun direnişi”, “demokratik komünal toplumsal ve politik değerler” ve dayanağı olarak “toplumsal çokluklar” ya da “devlet dışı toplum bileşenleri”yle, mücadele platformu olarak, onların devletle uzlaşmalarının konması –“demokratik uygarlık manifestosu”nun aslı ve özeti budur!
Detaya girelim.
*
Öcalan’dan başlayarak, DM yazarları, çokça “kapitalist modernite”nin kötülüğüyle “devletin lanetli”liğinden söz açar ve kapitalizmle devleti hedefe koyuyor gibi yaparak, görünüşte bütün paradigmalarını “kapitalist modernite” ve devlet karşıtlığı üzerine kurarlar. Aslı farklıdır.
“Kapitalizm” dedikleri şeyin, işçi sınıfıyla burjuvazi ve emekle sermaye arasındaki uzlaşmaz karşıtlığa dayalı bilinen kapitalizmle alakası olmayan, sömürü ilişkilerinin daha Sümerlerle ortaya çıkmış ilk biçimlerine dayanan toplumsal örgütlenme biçiminden başlayarak, bütün sömürücü toplum biçimlerini kapsayan ve hemen komünal toplumun ardı sıra tarih sahnesine çıkan bir hayal ürünü olduğunu görmüştük. Buna “sınıflı devlet”, “devletli uygarlık” ya da düpedüz “uygarlık toplumu” diyorlar ve “kapitalist modernite” adını taktıkları şeyle aynı şey olduğunu varsayıyorlar.
Yine görmüştük ki, köleci, feodal ve kapitalist toplum biçimlerini birbirlerinden ayırt etmiyor, bu biçimlerin birbirlerinden farklarını önemli saymayarak tümünü tek bir “devletli uygarlık” başlığı altında topluyor ve “ilkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist gibi çizgisel ilerlemeci yaklaşımlar fazlasıyla dogmatiktir” düşüncesiyle üç toplum biçimi tanıyorlardı: “İlkel klan toplumu, sınıflı devlet veya uygarlık toplumu, demokratik çoklu toplum.”[5]
TARİHSEL GELİŞMENİN TEMEL ÇELİŞMESİ
Tarihin motoru ya da hareket ettiricisini de buradan türetiyor; her ne kadar “tarihin düz bir çizgi boyunca ilerlediği”nin tasarlanmasına sert biçimde karşı çıkıyorlarsa da, paradigmalarının bir çelişmesini oluşturmak üzere, toplumların gelişmesi ya da tarihin ilerlemesinin temel çelişmesinin “devletçi uygarlıkla demokratik uygarlık”, “demokratik komünal toplum güçleri”yle “uygarlık toplumu arasında” olduğunu ileri sürüyorlar:
“…tarihin temel gelişim motorunun sınıf çelişki ve çatışmaları olduğunu söylemek gerçekçi değildir. Sınıf olgusu temel çelişme değil, tali bir çelişme, yani ikincil bir çelişme olarak değerlendirilebilir. Temel çelişme, devletçi uygarlıkla demokratik uygarlık arasındadır. Diğer tüm toplumsal çelişmeler bu temel çelişmenin ikincil derecedeki çelişmeleridir ve ona bağlı olarak çözüme giderler.
“Esas alınması gereken demokratik uygarlık değerleridir. Devrimci olan onlardır. Komünal değerlerdir, komünalitede sınıf yoktur, sömürü ve baskı söz konusu değildir. Devlet öncesi süreçte gerçekleşen toplumsal hakikat ile onu parçalayan, bölen ve yine o değerleri kendi sınıf çıkarlarına göre saptırıp yorumlayarak, o değerlerden beslenen devlet arasındaki çatışma olmaktadır.”[6]
Sınıflar ve sınıf mücadelesi bir çırpıda tarih yapıcılığın dışına süpürülmüş ve tarihin gidişatı, maddi birer güç oluşları tartışmalı “demokratik uygarlık değerleri”ne emanet edilmiştir! Ya da maddi olgu ya da ilişkiler aranıyorsa, gözler, “devlet öncesi” “toplumsal hakikat”lere çevrilmelidir. Çevrildiğinde görülecek olan, “vahşet” dönemi bir yana, bu “toplumsal hakikat”in özünü yabanıllık ve ardından barbarlığın oluşturduğudur. Ancak sınıflar ve sınıf mücadelesinin yerine geçirilmek üzere, politik mücadele “sahnesi”nin düzenlenmesi ve güçlerinin mevzilendirilmesi bakımından, orada da, günümüzle ilintili maddilikleri tartışma götürmeyecek olgu ya da ilişkiler bulunabileceği fazlasıyla şüphelidir. Yazılı tarih ya da uygarlık veya ölçü devletin ortaya çıkışı ve varlığıyla konacak olduğunda “devletin [ortaya çıkışı] öncesi”yle günümüz arasında, söylendiğine göre, beş bin yıllık (gerçekteyse daha da fazla) bir zaman dilimi olduğu dikkate alındığında, o zamandan bu yana maddiliğiyle kendisini koruyan pek bir şey kalmadığı herhalde teslim edilecektir.
Diyelim ki kalmıştır; günümüzde, sözü edilen türden kanlı-canlı, yaşayan bir topluma tanık olunamadığına göre, kalmışsa bile, en çok kalıntılar halinde kalmış olmalıdır. Bu durumda da, bu kalıntılar halinde kalıştan anlaşılacak olan, herhalde “demokratik güçleri”yle “devlet öncesi toplumsal hakikat”in, en azından derin bir çözülmeye uğrayarak ileri ölçüde törpülenip dağıldığıdır. Ve şu soru kaçınılmazlıkla kendisini dayatır: Kendisi çözülüp yok olan, nasıl olacak da, yaşadığımız toplumun “devrimci” dönüştürücü gücü olacaktır? Devrimciliği iddia edilerek geleceği kuracağı varsayılan güç, ancak gelişip güçlenen bir güç olabilir, ama çözülüp yok olan bir güç olamaz. Kendisini koruyamayanın geleceği kuramayacağı şüphesizdir!
İşte bu nedenle, zihinselliğe, madde yerine manevi olana, maneviyata öncelik verilmesi ihtiyacı oluşmaktadır. DM yazarları aslında “mutlakçı” olmadıkları inancındadırlar; hatta tersine bir suçlamayla Marksizmi, birinci bölümde gördüğümüz gibi, zihne ya da bilince önem vermeyip görüş ve teorilerini mutlak anlamda ekonomiye ve üretici güçlerin gelişmesine dayandırdığı gerekçesiyle “mutlakçılık”la suçlamaktan kaçınmamışlardır: “Marksizmin tarihsel materyalizminde MUTLAK vardır. Madde kılığına bürünmüş MUTLAK.”[7]
Ve mutlakçı olmadıklarını varsayan ya da böyle inanan DM ve yazarları, sıra, paradigmalarını teorik bakımdan açıklamaya geldiğinde, mutlakçılıktan kaçınmayı hiç de gerekli görmemekte ve manevi değişmezlik (sabitlik) vurgusu yapmaktadırlar:
“Değişmeden kalan unsurlar mutlaka olmalıdır, toplumun dokusunu teşkil eden zihniyetin sabitleri gereklidir… İnsanlık için sabitler olması gereken toplumların manevi dünyasının; ahlak, politika, inanç, beğeni, sezgi örülü, anlam yüklü zihniyet yapısının büyüklüğü ve önemi fark edilmedi bile. Milyonlarca yılın birikimi olan insani kutsiyetler, toplumun öz zihni değerleri, ortak akıl ve vicdan anlamına gelen ahlaki gelenekler geri, küçük, ilkel, engel görülerek dağıtıldı… Kimi zihniyetler farkında olarak su taşıdı. Marksizm gibi kimi zihniyetler de farkında olmadan.”[8]
Yukarıdaki pasajda söylenenler, barbarlığı ve barbarlık geleneklerini, “sınıflaşmaya karşı demokratik toplumun direnişi”ni önemli saymayarak, sınıflar ve sınıf mücadelesini tarihin dönüştürücüsü sayan Marksizmin eleştirisi/suçlanması kapsamında ileri sürülmüştür. Hem de aynı yazar tarafından ve aynı yazıda. Anlaşılan, kuşku yoktur ki madde mutlak olamaz, ama zihnin mutlaklığının da bir o kadar kanıta ihtiyacı yoktur!
Öyleyse, şöyle anlamalıyız ya da öyle ileri sürülüyor ki, “devletçi uygarlıkla demokratik uygarlık arasındaki temel çelişme” kapsamında “devrimci olan” ve tarihi ilerletecek bugünkü politik mücadelede “devletçe saldırıya uğrayıp parçalanan” ve “esas alınması gereken demokratik uygarlık değerleri” ya da “devlet öncesi süreçte gerçekleşen toplumsal hakikat”in komünal toplumdan bu yana “değişmeden kalan” günümüzdeki unsurları –neden aralarında dualar ve milliyetçi önyargıların sayılmadığı merak konusu olabilecek– tamamen manevi aleme özgü unsurlarıdır, –ve tabii ki ekonomiden hiç söz edilmeden ve onun yerine– “toplumun dokusu” durumundaki “zihniyet sabitleri”dir: “Ahlak, politika, inanç, beğeni, sezgi örülü, anlam yüklü zihniyet yapısı”, “milyonlarca yılın birikimi olan insani kutsiyetler, toplumun öz zihni değerleri, ortak akıl ve vicdan anlamına gelen ahlaki gelenekler”!
Ve Marx ve Marksizm, maneviyata dair olan bu ahlaki gelenek ve göreneklerin devlet ve kuşkusuz “egemenler”ce “geri, küçük, ilkel, engel görül”düğü ileri sürülerek, dağıtılmasına neyse ki “farkında olmadan” “su taşımakla” suçlanmaktadır! Oysa geri mi, ilkel mi, nasıl görüldüğü fazla önemli olmadan, ama kuşkusuz ilkel ya da geri görülmesi dolayısıyla değil, ortak komünal mülkiyet ilişkilerinin yansımaları olarak, antik Yunan ve Roma’da köleci ya da örneğin Franklarla Germenlerde feodal sömürü ilişkileriyle uyumsuzlukları nedeniyle önceleri başlıca ticaretin gelişmesiyle ve sonra ilaveten köleci ya da feodal devletin aldığı ek önlemler dolayısıyla da komünal maddi ilişkilerin dağıtılmasına bağlı olarak çoğu ülkede bu ilişkilerin maddi kalıntılarıyla birlikte manevi unsurlarının “çözülüp dağıtılması”nın üzerinden uzun yıllar geçmiştir.
“İnsanlığın altın çağı”na duyulan özlem olarak, geçmişin sömürü ve aynı toplumun insanlarının küçük bir bölümünün ezici çoğunluğuna yönelik zorbalığının tanınmadığı komünal toplumuna dönüş arzusunun yüreklerde yaşatılması gayet anlaşılır bir şey olduğu kadar, bu özlemin maddi dayanaklarının, Ortaçağ yılları boyunca ve henüz kapitalizmin gelişmesiyle hemen tüm kapitalizm-öncesi ilişkilerin çözülüp dağıtılmadan örneğin Alman Markı ve Rus Mir’i gibi değişim ilişkilerince az-çok bozuşturulmuş haliyle komünal toplum kalıntılarının özellikle kırsal alanda varlığını sürdürdüğü bilinmektedir. Ancak, günümüzde ne Almanya ve ne Rusya’da, bu arada eklenmelidir ki ne de Türkiye’de artık komünal ilişkilere rastlamak olanaklıdır. Sözü edilen ilişkilerin son kalıntıları herhalde “imece” türü karşılıklı yardımlaşmaya dayalı olanıdır ki, pazar için üretim ve kapitalizmle paranın egemenliği tarafından izi bırakılmamacasına ortadan kaldırılmaktadır, olduğu kadarıyla da, kapitalizme karşı mücadelenin ve geleceğe yönelik programatik ve stratejik bir hesaplamayla güç mevzilendirilmesinin dayanağı edilemeyecek zayıflıktadır. Ancak geçmişten çok geleceğin ortaklaşmacı/sosyalist yöneliminden güç alacak ve politik olarak dayanışmacılığın harekete geçirilmesine dayanacak el birliği etme ve yardımlaşma ilişkisine geçmişin derinliklerinden sunulacak bir hatırlatıcı etken olarak katkısı öngörülebilir, herhalde daha fazlası değil. Dayanakları geçmişte olan ortaklaşmacılığın ahlaki vb. manevi yansımalarının da belki bir miktar daha fazla katkısı beklenebilir; ama etkisi abartılarak, toplumsal ilerlemenin temel çelişkisinin, burjuva devletinin korumasındaki mevcut –kapitalist– sınıflı uygarlıkla –ne kadar kalmışsa imece türü dayanışma ilişkileri ve bu tür kalıntılarıyla ancak geçmişin komünal toplumundan yansıyabilecek– “toplumların manevi dünyası”nda ifadesini bulacak “demokratik toplum” arasında olduğu ve başta “insanlık için sabitler” olduğu varsayımıyla değişmezliği iddia edilmiş “milyonlarca yılın birikimi” ahlak ve vicdan türünden “demokratik uygarlık değerlerinin esas alınması” gerektiği, eğer hayal aleminde yaşanmayacaksa, ileri sürülemez.
Ama ileri sürülmektedir!
“Kapitalist modernite” ve devlet karşıtlığı adına, gerçekte her ikisi de değil, ama asıl olarak Marksizm hedefe konup suçlanmakta; “demokratik toplum manifestosu”, kapitalizme ve burjuvaziye karşı –müttefikleriyle– işçi sınıfının mücadelesi ve bizzat işçi sınıfının kendisi karalanarak, sadece sosyalizm değil, tamamıyla devrim fikri ve pratiği reddedilerek, düzen-içi bir platform benimsenmekte, devlete yöneltilmiş onca lafın üzerine, birbirinin varlığına rıza göstererek burjuva devletle bir arada yaşamanın teorisi yapılmaktadır.
Tarihin işçisizleştirilmesi ya da işçi sınıfı yerine köylülük
DM’ye göre, “temel çelişme, devletçi uygarlıkla demokratik uygarlık arasındadır” ve tarihe yön veren “devlet öncesi süreçte gerçekleşen toplumsal hakikat ile onu parçalayan, bölen ve yine o değerleri kendi sınıf çıkarlarına göre saptırıp yorumlayarak, o değerlerden beslenen devlet arasındaki çatışma”dır.
“Proje” böyle kurgulandığında, onda işçiye yer olmamaktadır. Zaten kapitalizmin kapitalizmden, işçinin de işçiden başka her şeye benzetildiği analizde işçiden nefret ve aşağılamayla söz edilmektedir. Bu analizde işçiden hayır yoktur; işçi, DM ve yazarlarının gözünde “tavizci işçi”dir[9], “… kapitalist efendi karşısında takla atan işçi”dir ve “toplumsal çokluklara karşı efendisinin sistematiğinin bir uşağı”[10] varsayılmaktadır.
İşçi sınıfının, DM’ye göre, tarihin öznesi olmadığı ve öyle düşünülmediğinde kuşku yoktur, onun yerine “özne”, “toplumsal çokluklar”dır! Ya da, hedef alınan, geçmişe ilişkin olarak önceki sömürü ilişkileri ve toplumlarından, günümüzdeyse sermaye ilişkileri ve kapitalizmden soyutlanmış, öyleyse kendi başına buyruk bir “devlet” olduğuna göre, devlete göreliğiyle tanımlanmış “devlet dışı toplum bileşenleri”dir: “İnsanın ve toplumun temel arayış yönelimi daima, hem potansiyellerindeki eşitlik, özgürlük ve demokratik olguları açığa çıkarmak, hem de bu bağlamda yeni olanı keşfetmenin, yaratmanın ve yaşatmanın mutluluğu demektir. İnsan ve toplumdaki bu arayışın temel somut dinamik gücü olma rolünü de etnik kültürel toplum, dini kültürel toplum ve sosyokültürel toplum olarak devlet dışı toplum bileşenleri üstlenmiştir.”[11]
Burada bir sorun daha açıklığa kavuşmuş olmaktadır. DM’nin izini sürdüğü paradigma ya da “toplumun temel arayışı”, sosyalizmi amaçlamamakta, ama kendisini, tümü burjuva demokratik içerikli olan “eşitlik, özgürlük ve demokra(siyi)… açığa çıkarmak”la sınırlamaktadır. Buna ileride değineceğiz. Şimdilik önemli olansa, işçi sınıfının dışlanmasının ardından, tarihin öznesi olarak, dönüştürücü “dinamik güç”ün, “kültürel” ortak paydasıyla, geçmişten yadigar “demokratik toplum”un (şüphe yok ki “manevi dünya”ya özgü, iradi çabayla politik düzeye yükseltilecek ahlaki, vicdani vb.) etnik-dinsel-sosyal güçler olduğunun ileri sürülmesidir! İşçi sınıfı yerine M. Hardt ile A. Negri’nin “çokluk”u ya da “devlet dışı toplum bileşenleri” geçirilirken, bilinç (sınıf bilinci) yerine –her ne kadar köleci ahlakla köleninki, feodal ve kapitalist ahlak ve şüphesiz burjuva ve proleter ahlak arasında niteliksel farklar bulunsa da– “insanlığın değişmezleri” sayılarak ahlak ve vicdan geçirilmektedir.
Tüm bu yerine koymalarda tayin edici rol devlete yüklenmiştir. Manivela devlettir; ve DM tarafından tarihsel toplumsal mücadele de, sömürünün, tarihsel süreçte sömürü toplumlarının ve günümüzde de kapitalizmin ortadan kaldırılması için bir mücadele, burjuvazinin iktidarının devrilmesiyle, sömürücü sınıfların egemenliğine ve varlıklarına son vermeyi değil, devletin baskısının –göreceğiz ki, devletin varlığıyla birlikte ortadan kaldırılmasını hedef edinmeden, sadece ve öyleyse şüphesiz ki– geçici olarak hafifletilmesini amaçlayan bir mücadele olarak, devletle uzlaşıp anlaşma mücadelesi olarak tasarlanmaktadır. Bu anlayışla, olağan ve bilinen devlet yerine soyutlanmış, sınıf niteliğinden soyundurulmuş ve sömürücü sınıflarla egemenlikleri altındaki sömürü toplumların tüm kötülük ve haksızlıklarıyla zorbalıklarının da yerine geçirilip tümünün tek aleti durumuna yükseltilmiş, sınıflaştırma aygıtı olduğu kadar, tekelci sömürü aygıtı da olan, siyaset ve ideoloji alanına özgü olmakla kalmayıp ekonomiyi de denetleyen, her şeye muktedir muhayyel bir “devlet” geçirilmiştir.
“Komünal uygarlık ya da demokratik uygarlık, devletin… parçalayıcı, çatıştırıcı ve savaş temelini esas alır ve buna karşı koyar. Devlet olgusu, komünal topluma bir yönüyle fiziksel katliamlarla boyun eğdirmeye çalışmakta, diğer yönüyle kültürel asimilasyona tabi tutmaktadır.”[12]
Geçmişte böyle olduğu doğrudur; peki, ya şimdi? Şimdi hangi devlet hangi “komünal toplum”a fiziksel katliamlarla kültürel asimilasyon uygulamaktadır? Beş yüz yıl öncesinin İnka, Maya ve Aztek uygarlıklarını hedef alan katliamların ardından son olarak “beyaz” ırkçı gerici ve faşistlerin Amerikan Kızılderilileriyle Afro-Amerikalılara yönelik yalnızca asimilasyonlarla sınırlı olmayan ve hala bütünüyle sona ermemiş katliamcı saldırganlıklarına tanık olunmuştur. Günümüzde Aborijinlere yönelik Avustralya devletinin asimilasyoncu uygulamalarından söz edilebilse ve belki Polinezya ve Afrika’nın bazı bölgeleriyle Amazonlarda da bu içerikte gerici saldırılara rastlanabilse de, artık dünya ölçeğinde bundan bahsedilemez. “Etnik kültürel toplum”la “dini kültürel toplum”a yönelik hem zorla asimilasyon hem de fiziki katliamlar şüphesiz ki hala sürmektedir, ancak artık ne bu ulusal ve dinsel topluluklarla komünal toplumun bir ilgisi kurulabilir, ne de buradan hareketle dünyanın başlıca çelişmeleri arasında “temel” olanın “devletli toplumla komünal demokratik toplum arasında olduğu” ileri sürülebilir. Böyle bir iddia, olsa olsa, dünyanın gerçek durumuna gözleri kapama ve “özgürlük zorunluluğun bilincine varma” değildir deyip hayal aleminde yaşamayı seçme özgürlüğünü kullanma anlamına gelebilir!
Ancak DM yazarları ısrarlıdırlar. Marksizmi suçlayarak “tek uygarlık içinde iki sınıfın çatışması”nın “dar sınıf eksenli bakış” ürünü olduğunu ve tarihsel toplumsal gelişmeyi açıklamadığını iddia etmektedirler:
“Marksizmin en önemli eksikliklerinden biri de bu çatışmaya dar sınıf eksenli bakmasıdır. Sınıfların direkt çatışması analitiktir. Somut çatışma toplumsal gövdeler arasındaolur: Devlet toplumuyla demokratik toplumlar arasında. Dar sınıf bakış açısının sonuçları bilinmektedir… Uygarlıksız sınıf mücadelesi olmaz. Tek uygarlık içinde iki sınıfın mücadelesi tezinin ne kadar vahim bir hata olduğu Sovyet deneyiminde açıkça görüldü. Avrupa devlet uygarlığının kalıpları kırılamadığı için özgün bir Sovyet uygarlığı oluşturulamadı.”[13]
Sovyet uygarlığına geleceğiz. Ancak şimdi öğrendiğimiz, toplumların, kendi iç dinamikleri ve kendi karşıt –kuşkusuz sınıf– güçlerinin çatışmasıyla değil, ama geçmişten gelip içselleştiği ileri sürülen güç ve değerlere dayanarak, ithal edildikleri bir başka “toplum”la mücadelesinin ürünü olarak geliştikleri ve dönüşebilecekleridir! Köle isyanları, köylü ayaklanmaları, proletarya devrimleri de neymiş –DM yazarları ciddi ciddi “tek” toplumun kendi içinde değil, iki ayrı toplumun “gövde” “gövde”ye birbirleriyle çatıştıklarını ve ilerlemenin buradan (ulusal kurtuluş hareketlerine olduğu kadar işçi hareketine de yer olmadan –güncel toplumdan soyutlanmış– geçmişin “komünal-toplumcu değerlerinin temsilcisi” köylü dinamiğiyle) gerçekleştiğini yazıp çizmektedirler!
Şaka değildir, ciddi görünmekte, ve her ne kadar muhayyelelerindeki “kapitalizm” ve “işçi sınıfı”nı –“toplumların düz ilerlemeci çizgi boyunca gelişmesi” “hatalı Marksist yorumu”ndan(!) kaçınarak– “sınıflı-devletli uygarlıkla demokratik uygarlık arasında çatışma”ya bağladıkları siyasal toplumsal ilerleme teorisine uygunluğu/uydurmayı gözeterek Sümerlere kadar taşımış olsalar da, bu değiştirilmiş “işçi sınıfı”ndan bile hazzetmediklerinden, tarihin işçisizleştirilmesine girişmişlerdir. Deproletarizasyon! Yakın tarihte ve bugün her şey komünal toplumdan kalma “demokratik uygarlığın” “sınıflı-devletli uygarlıkla çatışması” zemininde, öyleyse işçisiz olup bitmektedir. Yeni bir tez değildir. DM yazarlarının az çok farklı pozisyonları, “işçi sınıfının değiştiği” görüşünden hareketle modern revizyonizmin tahribatı koşullarında ve özellikle çöküşünün ardından ileri sürülmüş olduğu gibi, “artık işçi sınıfı kalmadı”, öyleyse “elveda proletarya” tezini savunmanın dahi gerisinde bulunmalarıyla karakterizedir. Gerçi, göreceğimiz gibi, onlar da “proletarya diktatörlüğü”nün vahim bir hata(!) olarak gerçekleştiğini kabul ettiklerine göre, Marksizmin bir yanlış yönlendirmesinin ürünü(!) olsa bile, işçi sınıfının iktidara gelerek egemen sınıf olarak örgütlendiğini, öyleyse var olmakla kalmayıp mücadeleci bir sınıf da olduğunu kabul etmiş oluyorlar. Ancak iddiaları birbiriyle çelişse ve bir öyle bir böyle konuşsalar da, dediklerine göre, tarih, aslında işçi ve işçi mücadele ve isyanlarını tanımamıştır; işçi diye bilinenler işçi değillerdir, gerçek anlamda işçi sınıfı öyleyse hiç oluşmamıştır, işçi sanılanlar köylü, işçi mücadelesi olduğu düşünülenler ise köylü mücadelesidir. Çünkü; işçinin değil, ama –Marx’ın “komünalist ve toplumcu [yani sosyalist] niteliğini çözümle”yemediğini ileri sürdükleri– köylünün, başlıca kırsalda varolmuş “komünal toplum”un gücü varsayılmaya daha yatkın olduğu düşüncesindedirler:
“Marx kapitalist moderniteye koşarken tarihsel olarak köylülüğün komünalist ve toplumcuniteliğini çözümleyip göremediği gibi, döneminin kentlerindeki köylü isyanlarını da işçi sınıfına mal etmiştir. Esasında kapitalist modernitenin geliştirilmeye başlamasıyla, fabrikalarda, iş yurtlarında gelişen isyanlar kırsal kesimdeki köylü ayaklanmalarının bir devamıdır. 17, 18 ve 19. yüzyılın sonlarına dek süren isyanlarda köylülüğün komünal ve toplumcu nitelikleri belirgindir. Bu dönemlerde Marx’ın tanımladığı anlamda bir işçi bilinci henüz gelişmemiştir. Kırsal bölgelerden kentlere göçertilen köylülerfabrika vb. iş yaşamı ve koşullarına isyan etmişlerdir. Köyün komünal yaşam tarzı ve toplumcu alışkanlıklarından, en önemlisi kendi kendine yeten özgür yaşamından kopartılan köylüler içine hapsedildikleri koşullara isyan etmişlerdir. Bir Paris Komünü’nün işçi sınıfının eseri olduğu iddia edilemez. Tersine Marksist anlamda işçileşme geliştirildikçe isyan ruhundan uzaklaşma yaşanmıştır… İşçileşme geliştikçe köylülüğün komünal ve toplumcu niteliğinden uzaklaşma yaşanmış ve işçi sınıfı doğası gereğikapitalist modernite içinde orta sınıf haline gelerek onun bir parçası olmuştur.”[14]
DM yazarına göre, “Marx kapitalizme koş”makta, işçi sınıfı, hem de “doğası gereği” kapitalizmin “orta sınıfı haline gel”mekte, özetle meydan boş sanılıp sallanmaktadır! İler tutar yanı olmayan görüşlerin teori adına ortaya atılmasıyla karşı karşıya olunduğu bellidir.
Kapitalizmin gelişmesi döneminde ciddi boyutlu köylü ayaklanmalarının yaşandığı bilinir, ancak kapitalizmin gelişme doğrultusundaki demokratik taleplere sahip köylülüğün isyanlarıyla kapitalizme ve sermaye egemenliğine karşı sosyalist talepleriyle işçi sınıfının isyan ve devrimleri, “köylülüğün toplumcu niteliği” denip geçilemeyecek ve birbirine karıştırılamayacak kadar farklı olgulardır. Köleci ve feodal toplumlarda köylülüğün durumu bir yana, kapitalist toplumun sınıf farklılaşmasının nesnesi durumundaki köylülüğünün bizzat kendisi toplumcu değildir. Geçmişin toprağa bağımlılık ilişkilerinin yadigarı olan köylülük, gelişen kapitalizmin, farklılaştırarak, üretim aletleriyle topraktan koparıp proleterleştirerek ortadan kaldırırken, aynı zamanda burjuva zengin köylü niteliğiyle yeniden ürettiği bir ara katmandır. İyice zenginleşip emeği sömürerek ama emek harcamadan geçinenleri bir yana, hem mülk sahibi hem emeğiyle geçinen bir üreticidir. Ve mülk sahibi olduğu ölçüde bireyci olduğu kadar kırda sermaye ilişkilerinin sosyal dayanağı durumundadır. Toplumculuğu emekten, proletaryadan, onunla birleşme eğilimine yol açan emekçi yanından gelir.
Ancak DM yazarları, günümüzde de devam eden ve geçmişten gelen devrimci niteliğini belirtmekle yetinmeyerek, Marx’la çekişme halinde, toplumculuğunu ileri sürdükleri köylülüğü, işçi sınıfı yerine, kapitalizme karşı mücadelenin de asıl gücü varsaymakta kararlıdırlar:
“Marx’ın iddia ettiğinin aksine köylülük varoluş niteliğiyle politiktir. Salt politik değil, ahlakidir de. Hiyerarşik devletçi-iktidarcı toplumun geliştirilmesiyle komünal-toplumcu değerlerin savunulması için direnişe geçmiştir. Marx tarihi tek boyutlu ele aldığı için demokratik uygarlık tarihini görememiştir. Köylülük demokratik uygarlık güçleri içinde en etkili direnişçi bileşenlerden biridir. Tarih boyunca komünal-toplumcu yaşam içindirenmiştir. Sümer, Mısır, Asur, Pers ve Roma köleciliğine karşı direndiği kadar feodalizme ve kapitalist moderniteye karşı da ölümüne direnmiştir. Eğer Marx ve Engels az da olsa kapitalist modernite büyüsünün etkilerinden kurtulmuş olsalardı, 14. Yüzyıldan itibaren İngiltere, Fransa ve Almanya’da gelişen köylü ayaklanmalarını, direnişlerini görebileceklerdi… Bugün insanlığı yaşatan temel zemin köylülüğün temsil ettiği değerlerdir… Köylülük, günümüzde kapitalist modernitece çepeçevre sarılmış olsa da, en önemli devrimci dinamiklerden biridir.”[15]
Sümer, Pers, Roma’da köylülüğü ileri sürülebilecek toprağa bağlı sınıf, özgür yurttaşların yanı sıra gerçi başlıca kölelerdir, sonra da serfler. Ancak DM yazarı, Sümerlerle Roma’da direnenlerle, 14. yy.’dan 18. yy.’a kadar kapitalizme karşı değil, ama onun gelişme yönünde –ve feodalizme karşı mücadele ederek– ayaklananlar ve sonra gerçekten kapitalizme karşı ayaklanan işçiler dahil, tümünü, genelleyerek, “köylü” olarak nitelemekte ve “uygarlığa karşı mücadele”nin “en önemli devrimci dinamiği” saymaktadır. Marx’la Engels’in payına düşense, “kapitalizmin büyüsünün etkilerinden kurtul”amamış olmaları nedeniyle tarihsel politik körlük olmaktadır! Kapitalizmin bile değil, geçmişin bir katmanı olan ve kapitalist gelişmenin kimi ülkelerde çözüp ortadan kaldırdığı “köylülüğün temsil ettiği değerler”i “insanlığı yaşatan temel zemin” sayan DM yazarı değil, ama Marx’la Engels kapitalizmin büyüsünün etkisinde! Bu saygısızlıkla bay yazarın varacağı kapitalizm savunuculuğundan başka bir yer yoktur.
İşçi sınıfını yok sayıp işçi sınıfı ayaklanma ve devrimlerini, örneğin Paris Komünü’nü “komünal ve toplumcu demokratik uygarlık değerleri”nin temsilcisi köylülüğe mal eden, yalnızca “Marksizm ve Köylü Sorunu”nu kaleme alan yazar değildir; bu, DM ve yazarlarının genel yaklaşımıdır, örnekse, “Sınıf Değil, Komünalite” başlıklı makalenin yazarı da aynı düşüncededir, hatta proleter karakterini çizip köylülükleriyle ilkel komünal toplumun hanesine yazdığı ve onun direnişine bağladığı Ekim Devrimi’ni de katarak, daha da ileriye gitmektedir:
“Avrupa’da ortaya çıkan 19. yüzyıldaki işçi sınıfı hareketleri diye tanımlanan o hareketler gerçek anlamda işçi sınıfı hareketi miydi? Yoksa o isim altında direnen, köyden kopup kent varoşlarına yerleşen, aç susuz ve ağırlıklı komünal kültürü yaşayan ve direnen komünaliteler miydi? Bu hareketler daha yakından incelendiğinde görülecektir ki, kentle kır arasında kültürel farklılıklar diye tanımlanan durum, kentin yabancılaştırıcı ve asimilasyonist yapısı, kırın yani köyün devlet öncesi döneme ait komünal değerlerin ve yaşamın kültürel çatışması olmaktadır.
“Neolotik Devrim diye tanımlanan köy ve tarım devrimi, kırsalda hep varlığını koruyagelmiştir. Aslında kent varoşlarında direnen bu değerler olmaktadır. Artı-değer sömürüsü bu direnişlerde sadece güçlendirici bir rol oynamıştır. 1917 Ekim Devrimi de incelendiğinde, işçi sınıfı devriminden çok komünal değerlerin, yani demokratik uygarlığın devletçi uygarlığa karşı bir çıkışı, direnişi olduğunun tespitini yapmak doğru olandır.”[16]
Anlaşılmış olmalıdır.
Değişimin kaldıracı olan ahlak hangisi?
Bookchin, Wallerstein, Mouffe, Althusser ve Hardt’la Negri ve çalışmaları dikkate alındığında tezin koyucusu olmasa bile sentezleyici ve geliştiricisi olan Öcalan’ın, “sistem içi” olduğunu iddia ettiği Marx ve doğrudan Marksizmle hesaplaşmaya girişerek, benzeri görüşleri daha iddialı biçimde ortaya koyduğu görülmektedir:
“Marksist yaklaşımın daha temelli yetersizlikleri vardır. Uygarlığı bir bütün olarak çözümlememiştir. Engelsin denemesi çok sınırlıdır. Sınıflı toplumla doğal kolektif toplum arasındaki temelli çelişkiyi çoktan aşılmış ve geri biçim olarak saymaktadır. Halbuki kapsamlı tarihsel tanımlamamız da gösterdi ki, komünal demokratik duruşla hiyerarşik ve devletli duruş arasında sürekli ve kapsamlı bir mücadele vardır. Komünal demokratik değerler geri ve yok olmak şurada kalsın, tüm sistem oluşumlarında ‘dinamik’ role sahiptir. Buna kapitalizm de dahildir. Kapitalist sistemde… en çok işleyen çelişki komünal demokratik değerlerle ilişkili olanlardır. Sistem, işçi, köylü vb. gibi birçok kesimi içinde tutup yönetebilir. Hatta iyi bir müttefik yapabilir… Ama toplumun kendisini toplum olmaktan çıkaramaz. Toplum da esas olarak komünal ve demokratiktir… Toplumsal dönüşüm projeleri başta çelişkilerin bu temel yönünü dikkate aldığında başarı şansı kazanabilir.”[17]
Yoksa başarı şansı olmayacaktır! Kentlilikle malûl(!), dolayısıyla bağlanmaktan kaçınamayacağı/kaçınamadığı(!) kent-soyluluğun egemenliği olan kapitalizmle mücadelede başarı şansına sahip olmayan(!) Marksizmi bir kalemde mahkum edip –dolaylı olarak köyü ve köylülüğü yüceltip– başarı için vicdanı ve ahlaki mücadeleyi işaret ederek, sürdürür:
“Bağlantılı olarak kapitalizmin sistemli olarak yıktığı ahlaki örgü esas alınmadan hiçbir çelişkinin teknik olarak çözüm şansı olamaz. Toplumsal ahlak olmadan, yalnızca hukuk, siyaset, sanat ve ekonomik yöntemlerle hiçbir toplumu yönetme veya değiştirme olanağı yoktur… toplumun kendini yürütüş vicdanı, yüreği… Vicdanını yitirmiş toplum bitmiş toplumdur… O halde kapitalizmle mücadele zorunlu olarak etik ‘bilinçli ahlak[i]’ çaba gerektirir. Bunsuz mücadele başından kaybedilmiş mücadeledir. Marksizmde kişilik bir bütün olarak kapitalist yaşam değerleri içinde yaşar. Kentlilik ağır basar. Kentin özeti bir yaşam tarzı bireyi bin bir bağla kapitalist sisteme bağlar. Marx’ın kendisinin bile binlerce bağla sistem içi olduğunu iyi bilmek gerekir.”[18]
Tabii ki ahlaklı ve vicdanlı olmak gerektir. Toplumsal ilerlemenin özellikle siyasal yönü ve birikimleri bakımından ahlak ve vicdana dair biriktirilmiş olan tepki ve etkenlerin küçümsenmeyecek roller oynadıkları ve oynayacakları gerçektir. Ama tartışmasızdır ki, her toplum ve onların her sınıfının ahlakıyla vicdanı birbirinden farklı olmadan edemez; örnekse bir toprak ağasıyla serfin ya da fabrikatör bir burjuvayla fabrikasında çalıştırıp sömürdüğü bir işçinin vicdanıyla ahlakı bir ve aynı olamaz. Öyleyse sorun, hangi toplumun hangi vicdanıyla ahlakının esas alınıp bilinçli ahlaki çaba içine girileceği olarak karşımıza çıkar. Hangi ahlak?
Öcalan’ın yazdıklarına bakılırsa, –vicdan da eklenerek– başarıyı garanti edecek ahlak dendiğinde, ya bir başka DM yazarının yazdığı gibi, “insanlığın sabitleri”nden olan, tüm zaman ve hallerde genel-geçerliği ve değişmezliğiyle herkes için ortalama bir ahlakı anlamamız gerekmektedir ya da gerçekte olduğu gibi, eğer ahlakın toplumsal biçimler ve sınıf konumlarına göre değişeceği doğru kabul edilecekse, şüphesiz ancak çok cüzî kalıntılar halinde olabilecek komünal toplumcu ahlakı. Hangisi?
Ve yine yazılanlardan anlaşılmaktadır ki, biri ya da diğeri, hangi ahlaksa, kalıntı durumunda değildir; “kolektif toplum” ve “komünal demokratik değerler”le dolaysızca bağlıdır, “sınıflı toplum”u hedef alarak süren “sürekli ve kapsamlı mücadele”nin başlıca dayanağı durumundadır! Çünkü sınıflı toplum, ne demekse “toplumun kendisini toplum olmaktan çıkarama”maktadır; ve “sınıflı toplum” nerede diğer “toplum” neredeyse ya da hangi toplumdan söz ediliyorsa (anlaşıldığına göre, aynı anda ve tek bir insan topluluğu söz konusu edildiğinde, biri sınıflı diğeri sınıfsız iki “gövde” halinde, en az iki toplum geçerli olduğu varsayılmaktadır), “toplum da esas olarak komünal ve demokratiktir”!
Oysa ülkede son olarak gerçekleştirilmiş olan “Adalet Yürüyüşü” örneği üzerinden yapılacak sınırlı bir fikir yürütme bile gösterecektir ki, evet, gayrı-meşru yeni Anayasal düzenlemeleriyle OHAL ve KHK’leri, yasaları, yasal olmayan keyfi uygulamaları, yargı sistemi, mahkemeleri, hakim ve savcıları, hapishaneleri, işkencehaneleri gibi maddi ve maddileştirilmiş unsurlarıyla adaletsizliklerin varlığı tabii ki temeldir, ancak hareketlendirici unsur olarak, toplum vicdanında yaygınlaşmış adaletsizlik algısıyla duygusunun küçümsenmez bir kaldıraç olarak rol oynadığı da açıktır. Ancak güncel adaletsizlik algısıyla adalet arayışının, ilkel komünalden yadigar olmayıp, tamamen günümüz kapitalizmi ve çürümüşlüğünden, tekelci burjuvazinin egemenliğini sağlamlaştırma ve bunun yolu olarak tekçi faşist uygulamalar ve diktatörlük yöneliminden ve tümünün neden olduğu adaletsizliklerden kaynaklandığı tartışma götürmez.
İşçisiz toplumculuk.. Ulusal hareketsiz demokratizm
Peki, ya günümüzün ve yakın geleceğin gelişmeleriyle alt-üst oluşlarının kararlaştırıcısı olmakla kalmayıp kapitalist toplumun aralarındaki uzlaşmaz karşıtlık üzerinde kurulu olduğu işçi sınıfıyla egemenliği elinde tutan burjuvazi ve kapitalizmin bu iki temel sınıfı arasındaki mücadele? Önemli sayılmamaktadır ya da başta Öcalan olmak üzere DM yazarlarının “kapitalizmi”, temel çelişmesi emekle sermaye arasında olan, son ve en yüksek aşaması olan emperyalizm döneminde bulunan, kendi işçilerini sömürüp ezmekle kalmayıp başka halkları sömürgeleştirerek yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalayan, baskılayıp yağmaladığı ezilen halkların anti-emperyalist tutumlarla ulusal direniş yolunu tuttuğu herkesin bildiği kapitalizm değildir. DM ve yazarlarına göre, ne işçinin sömürülüp baskı altına alındığı kapitalizm önemlidir, ne de işçi sınıfıyla birlikte yeraltı ve yerüstü kaynaklarına el koyarak tüm dünya halklarına kan kusturan olarak emperyalizm! Öcalan, şöyle yazmıştır:
“Sanayici ve işçi sınıfı birlikteliği belki modernitenin bir özelliği olabilir; ama eşitlik, özgürlük ve demokratikleşme açısından tekelci devlet kapsamındadır. İkisi birlikte anti-toplumculuğa çok daha yakın bir duruş sergilerler… Kapitalist çağın barbarlıkları karşısında ilkin sömürge, yarı-sömürge sürecine tabi kılınmak istenen boylar, kabilelerdirendiler ve isyan ettiler. Kuzey Amerika’nın Kızılderili kabileleri ve Güney Amerika’nın Aztek Uygarlığı sonuna kadar direndiler. Asya ve Afrika uygarlıkları, kabile ve kavimleride (Çin, Hindistan, Habeşistan uygarlıkları ve binlerce kabile) sürekli direniş ve isyanlarını sürdürdüler. Daha bilinçli ve örgütlü olarak, çoğu 20 yüzyılın ulusal kurtuluş savaşlarıbiçiminde, eksiklik ve yanılgıları olsa da, önemli başarılar elde ettiler.”[19]
“Sanayici” denen burjuvaziyle işçi sınıfının “birlikteliği”, aralarındaki mücadele esas olan her çelişme için geçerli olan “karşıtların birliği” ya da uzlaşmaz bir mücadele halinde bir arada bulunan kapitalizmin temel çelişmesinin iki zıt kutbunun “birliği” olarak anlamlıdır. Ancak Öcalan’ın kastettiği karşıtların ya da zıtların birliği halinde bir “birliktelik” değil, ama [“tavizci] işçinin”, burjuvazi ya da “tüccar”ın “uşağı” olduğu[20] türden bir “birliktelik”tir ve bizatihi işçi ile burjuvazi arasında varsayılan bu ilişki, kapitalizmin gerçekte olduğu gibi değil, ama muhayyilede yaratılmış bir kapitalizm olduğunu ortaya koymaktadır.
Öte yandan, toplumu komünal toplumdan, toplumculuğu da komünal toplum yandaşlığından ibaret sayarak kullanılan özel lügat ya da jargon bilinmediğinde “anti-toplumculuğa yakın durma” türü tespitlerin anlaşılması olanağı olmayışı bir yanadır. Ancak tarihin tanık olduğu en toplumcu sınıf olan ve kendi kurtuluşu, yoksullukta paylaşımcılıkla karakterize geçmişin komünal toplumun tersine, zenginliğin paylaşımı kadar, işbölümüne kölece boyun eğmekten de kurtulmak demek olacak geleceğin sınıfsız toplumunun kuruluşunda olan ve bunun için burjuva egemenliğini devirip kapitalizmin tasfiyesini sağlamaktan başka çaresi olmayan işçi sınıfını “anti-toplumculuk”la nitelemenin hiçbir anlaşılır yanı yoktur!
Ve gariptir ki, kapitalizmin şafağına gelinirken burjuvaziye özgü merak ve maceraperestlik ve Hindistan baharatına giden kısa yol, altın ve köle arayışıyla denize açılan Colombus ve Vespucci’lerle ardı sıra gelen başta feodal İspanya ve Portekizlilerce kırıma uğratılan –çoktan köleciliğe adım atmış– Aztek uygarlığının hedef olduğu kırıma karşı direnmeyle, kuzey Amerika Kızılderili komünlerinin/klanlarının kırımı ve direnişi ve Çin, Hindistan, Etiyopya ve ardı sıra gelen 20. yy.’ın ulusal direnişleri “demokratik toplum direnişleri” olarak eşitlenmektedirler. Oysa tümü farklı türdendirler ve kendilerine yöneltilmiş saldırıya karşı direnişler olmaları ortak paydasının ötesinde eşitlenemezler. Hele işçi sınıfı ve ayaklanmalarının üzeri çizilip işçilerin aslında köylü oldukları ve eski komünal değerlerle ayağa kalktıkları iddia edilerek hiç eşitlenemezler.
TOPLUMSAL İLERLEMENİN GÜÇLERİ
Bu noktada Öcalan ve ardından sair DM yazarları, –“lanetli” ilan ettikleri “sınıflı uygarlık” ya da “devlet”ten çok– Marx ve Engels’le Marksizme saldırarak, insanlığın “komünal toplumcu değerleri”ni geri ve ilkel bulup küçümserken, “sınıfları” ve “sınıflaşma”yı “erdemli”, “olumlu” ve “ileri” saydıklarını söyleyip suçlamaktadırlar. Önce övülüyor gibi yapılıp uzun bir “suçlama” çetelesi çıkarılışını görelim:
“Devletçi uygarlığın saldırılarına karşı insanlık özgürlük arayışlarını hep sürdürmüştür. Toplum bu bitirici yapıdan kurtulmak ve özgürleşmek iradesinden hiçbir zaman vaz geçmemiştir, vaz geçmeyecektir… Devletçi uygarlığın toplum değerlerine yaptığı saldırılara karşı gerçekleştirilen direnişlerin özünde komünal değerleri yaşatmak ve devleti aşmaamacı bulunmaktadır… Ancak ya katliamlara uğratılmışlar ya da saptırılıp devletleştirilmişlerdir.
“Özellikle 19. Yüzyıl Avrupa’sında sosyalizmin öncüleri K. Marx ve F. Engels o direnişçilerin başında gelenlerdir… Ancak devletçi uygarlığı aşamamış olmalarından ve kendi modernitelerini geliştiremediklerinden tam başarıya ulaşamamışlardır. Tarihi Sümer Devleti ile başlattılar. Öncesini çok fazla önemli olmadığı, o yaşamın ortak üretim ve paylaşıma dayalı, yani komünal olsa da ilkel ve basit olduğunu düşündüler. Tarihte doğal toplum ve komün döneminin kayda değer, fazla bir yerinin bulunmadığı kabulüne dayandırdıklarından dolayı önemli bir çıkmaz ve hatayı baştan yapmış oldular… Böylece on binlerce yıl kahırlı bir mücadele ile kazılan insanlık emeği adeta yok sayıldı ve küçümsendi.”[21]
Marx’la Engels’in direnişçiliklerinin teslim edildiği bu pasajda yöneltilen suçlamalar sert olmakla birlikte henüz dil fazlasıyla “yumuşak”tır. Suçlama; yazılı tarihi ya da uygarlık tarihini yerleşik uygarlıkların kuruluşuyla, Sümerlerle başlattıkları ve öncesini, komünal toplumu ilkel ve önemsiz, hatta yok saydıkları şeklindedir.
Öcalan ise daha serttir:
“Geleneksel uygarlık tarihçileri gibi modernitenin diğer yüzünü ‘gerilik, uykuda olma, barbarlık, gerici hareketler, tarihin çarkını tersine çevirme’ olarak değerlendirmekten kendilerini alıkoyamamışlardır… Tarihin ikinci yüzünü oluşturan, bağlı göründükleri tarihsel diyalektiğin ikinci kutbu olan Anti-Uygarlıkçı Güçleri çözümleme gereği duymamışlardır. Bu güçlere ilişkin yaptıkları yorumlar ise çoğunlukla olumsuzdur… Uygarlığın karşıt kutbunun muazzam bir ağırlığa, demokratik geleneğe, direniş ve özgürlüğe, eşitlik ve adalet arayışlarına, komünalite deneyimlerine sahip olduğunu görememeleri, burjuva ve küçük burjuva sınıf gerçeklikleriyle yakından bağlantılıdır. Göremezler, çünkü bu sınıflardan gelenlerin bu gerçekleri görecek gözleri yoktur.”[22]
Aktarılan pasajda yokmuş ya da gizliymiş gibi sanılabilecek özne “Marx ve ekolü”dür ve bütün bir dergi sayfası “Marx ve ekolü”nün eleştirisi ya da suçlanmasına ayrılmıştır. Baştan söylenmelidir ki, “burjuva ve küçük burjuva sınıf gerçeklikleri” nedeniyle “görecek gözler”e sahip olmamaya dair söylenenler, ağırlığı altında kalınacak fazlasıyla büyük laftır ve aynısıyla söyleyeni ilgilendirecektir. Yazarın sınıf gerçekliği, bilindiği kadarıyla farklı değildir ve ek olarak köy kökenlidir. Bu, yazarın, örneğin kapitalist uygarlığa ilişkin olarak bütün ileri sürdüklerinin, otomatik olarak “görecek gözlerinin yokluğu”na bağlanması ve baştan aşağı yanlışlığına yorulması anlamına mı gelmelidir?
Sürdürürsek, suçlama konusu aynıdır: Bugün açısından artık yeniden ulaşılması olanaksız “geçmişin altın çağına duyulan özlem”in ötesinde somut maddi bir varlığa sahip olmadığı gibi, atfedildiği türden harekete geçirici bir özelliğinin kalmadığı eskinin manevi komünal değer kalıntılarının bile belki ancak izine rastlanabileceği güncel koşullarda “uygarlığın karşıt kutbu”nu aramama içerikli beyhude bir çabaya girişmedikleri için Marx ve Engels’i, Marksizmi suçlamak olacak şey değildir.
Ne olmuşsa, –tabii ki yaşamları için gerekli nesneleri üretirken kendilerini de üreten, ama bunu kontrol edemedikleri doğal koşulları aşabildikleri ölçüde, belirli mülkiyet ilişkileriyle sınırlandırılmış haliyle ya toprağa ve kişiye ya da sermayeye bağımlılıkları çerçevesinde ve sonuçlarını denetleyemedikleri değişim için üretim olarak, öyleyse piyasa koşullarında yapan ve bu nedenle bilinçli tasarımlarının ancak görece küçük bir kısmını gerçekleştirebilen– insanın kendisi yapmıştır ve olacaksa ne insan tarafından yapılacaktır. Bu yapış/yapılış sürecinde şüphesiz hayallerle projelere de yer olacaktır. Ancak oluş halindeki ve yapılacak her şeyin, bütün bir toplumsal gelişmenin hayal dünyasına sığdırılmaya çalışılmaması koşuluyla!
Yani, yapılacaklar, insanlığın eski “altın çağı”nın çöküşünün ardından ortaya çıkan ve şöyle ya da böyle birbirini takip eden sömürü toplumları ya da sömürüye dayalı uygarlıklar çerçevesinde yapılacaktır. Öncekiler bir yana bırakılırsa, sonuncusu olan kapitalist uygarlık, kuşku yok ki, yol açtığı haksızlık ve adaletsizlikleriyle birlikte sömürüden ve zorbalıktan kurtuluş mücadelesinin zemini olacaktır ki, kapitalizm, geliştirdiği üretici güçlerle sömürüden kurtuluşun olanaklı hale geldiği toplumdur. Ama DM yazarları, hayali bir olgu olarak “kapitalizm”in lafını etseler bile, tamamen gerçek olan ve içinde yaşamakta oldukları bu son sömürü toplumunu, karşıtlıklarını, dayanaklarıyla sosyal güçlerini, gelişme ve öyleyse onu çöküşe götürecek yasalarını merak edip önemsemez ve hiç dikkate almazlar ve her defasında geçmişin güzel günlerini yad ederek onun hayaliyle yaşamayı seçerler. Önemli olan günümüz değilmiş gibi, Marksizmi geçmişte kalmış olan “uygarlığın karşıt kutbu”na gereken önemi vermemekle suçlarlar. Yaptıkları, tamamen olanaksız hale gelmiş olan, geçmişi günümüzde yaşatma çabasından ibaret kalır. Sözünü ettikleri “uygarlığın karşıt kutbu”nun “muazzam bir ağırlığa” sahip olduğunu söyler, ama bu “ağırlık”ın ne olduğunu ortaya koyamaz, “deneyim”le “gelenek”ten başka bir şeyle içini dolduramazlar.
“Demokratik geleneğe, direniş ve özgürlük, eşitlik ve adalet arayışlarına, komünalite deneyimlerine” dayalı bir “ağırlık” neden “anti-uygarlık güçleri”nin özelliği olsun? “Demokratik gelenek” ve “özgürlük, eşitlik ve adalet”le “komünalite deneyimleri” neden –“altın çağ”dan aktarılanlarla birlikte– sömürü toplumlarının beş bin yıllık uygarlık koşullarında, bu toplumları kıskacına almış sömürücü sınıf egemenliklerine karşı mücadelelerde ve bu mücadelelerin birikimlerinde aranmaz da, aşılmış en eskide aranmakla yetinilir?
Spartaküs’ün Romalı köle sahiplerine karşı mücadelesi neden bir demokratik gelenekoluşturmasın? Oluşturmamış mıdır? Spartaküs isyanı, kölelerin köle sahiplerine, köleci egemenliğe karşı ayaklanmasından başka nedir? Neden köleciliğe karşı isyan değil de, “anti-uygarlık güçlerinin uygarlığa karşı direnişi” olsun? Ya da Almanya’da feodal zorbalığa karşı dinsel bir görünüm alan ilk burjuva içerikli başkaldırılardan olan Thomas Müntzer liderliğindeki köylülerin 16. yy.’ın ilk çeyreğindeki ayaklanması neden günümüzün demokratik geleneklerini beslemiş olmasın da, Müntzer atlanarak, bu geleneğin komünal topluma özgülüğü ileri sürülsün? Uzatılabilir, ama son bir örnek verelim: Neden sıradan bir “devlet”çi “lanetlilik” olmayıp tamamen kapitalizmin tekelci bir devlet biçimi ve kan dökücü bir zorbalığı olan Alman ve İtalyan faşizmine karşı mücadelenin insanlığın demokratik geleneğinin oluşmasına katkısı yok sayılsın da, bu gelenek “anti-toplum güçleri” türünden ne olduğu belirsiz, hayali “güçler”e vehmedilerek, kaynağı sadece geçmiş “altın çağa özlem”de aransın?
Ve diğer sayılanlar… İnsanlığın hafızasına 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin sloganları olarak kazınmış eşitlik, özgürlük, adalet arayışları örneğin, neden “anti-uygarlık güçleri” denen muhayyel güçlere özgü olsun? Neden kurtuluş uygarlık karşıtlığında aransın sorusu ve yanıtı bir yana, Fransız Devrimi neden reddedilsin ve dayanak aranmak için beş bin yıl öncesine gidilmekten başka çare bulunamasın?
Eksiği mi var Fransız Devrimi’nin –evet, var. Spartaküs’ün de, Müntzer’in de, sonunda Fransa ve İtalya’da iktidar burjuvazinin elinde kaldığına göre, 2. Dünya Savaşı da denen büyük anti-faşist savaşın da var. Kimse, Marx ve Engels’in eksiklerini ve çözümsüzlüklerini ortaya koymadıklarını ve tamamlanmasın dediklerini iddia etmesin! Hem ders çıkarılarak hem eleştirilerek aşılacaklardır ve nitekim şimdiden aşılmışlardır. Ama hatırlayalım, bu aşma girişimlerinin başlıcalarından olan Paris Komünü’nü ve hatta ’17 Ekim Devrimi’nin bile, DM yazarlarınca “işçi sınıfının direnişi” olmadıkları iddia edilmiştir.
DM yazarlarınca yüceltilip ulaşılacak azami hedef varsayılan eşitlik, özgürlük ve adalet kavram ve olguları ve bu yöndeki arayışlar burjuva demokratik içeriklidir. “Demokratik komünal toplumcu” derken iddia edildiği gibi, “toplumculuk”la, sosyalizmle kesinlikle bir ilgileri bulunmamaktadır. Hele faşist bir diktatörlüğün kurulmakta olduğu bir ülkede küçümsenmeleri şüphesiz düşünülemez, ancak proleter değil burjuva, sosyalist değil demokratik içerikli olduklarından da kuşku duyulamaz. Önemlisi şudur ki, “eşitlik, özgürlük ve adalet”ten söz edildiğinde, “sınıflı topluma karşı demokratik toplum”, “sınıflı uygarlığa karşı demokratik uygarlık” derken kaçınılmak istenen sınıflılık ve sınıfa özgülük durumu baştan sona geçerlidir; bu kavramlar burjuvaziye özgüdür. Özetle, sınıflı toplum gerçeğiyle yüz yüze olunduğunda, kaçmak isteseniz de kaçamazsınız, pratiği ve kavramlarıyla ayağınıza dolanır; sınıflı toplumdan kurtulmanın tek yolu, “komünalite” ve “konfederalizm”den söz edip düşünsel olarak onun üzerinden atlamaya çalışmak (ama göreceğimiz gibi, onun sınırlarını sınır bilmek) değil, teoride ve pratik olarak, onu yıkmayı, bunun için de ilk olarak burjuvazinin iktidarını devirmeyi hedeflemektir.
Ya “komünalite” ve deneyimleri? DM yazarlarının hareket noktalarının başında geleni ilkel komünal topluma vurgu ve onun –Marksizmdeki gibi yadsımanın yadsınması olarak değil ama düpedüz ve– olduğu gibi, günümüze taşınma çabasıdır. Olanaksızlığından şüphe edilemez; geçmişin “komünalite”si, geçtiğimiz on yıllarda Amazonlar ve Polinezya’da bulunup örnek alınma şansı olmayan ve zaten kısa sürede farklılaşmış olan birkaç kabile bir yana, yaşayan canlı bir organizma halinde günümüze ulaşmadığı gibi, kalıntıları da insanlığın maddi ve manevi yaşamında kalmamış gibidir. Ama DM yazarları ne denli geçmişin komünalitesine gönderme yapıp köylülüğe mal etmeye çalışırlarsa çalışsınlar, Paris’in Komünü ve Büyük Ekim Devrimi’nin Sovyetleri (Şuralar ya da Halk Meclisleri) uzun yıllar tüm dünyayı etkisi altına almış ve hala çekici olan birikimleriyle, proleter sınıf niteliklerinin yanı sıra toplumsallıkları tartışılmaz örnekler durumundadırlar. “Komünalite deneyimi”yle toplumsallığın, neden, üstelik “modernitesi”nden yakınılıp lanetlenen kapitalizminin alternatifi olarak, Paris Komünüyle –50’li-60’lı yaşlarını süren herkesin gözlerinin önünde– ortaya çıkmış, yakın tarihli ve hala son derece güncel Sovyetler örneğinde değil, ama beş bin yıl öncesinin komünal toplumunda arandığı anlaşılır gibi değildir ya da ancak işçi sınıfı ve sosyalizm karşıtlığıyla açıklanabilir!
Toplumculuksa, toplumcudurlar; sosyalizmse, sosyalistlikleri kanıtlanmaya ihtiyaç göstermeyecek türdendir.
Neden Sovyet değil ilkel komünal gelenekler?
Kabaca bakışla anlaşılır görünmeyense, altı az kazındığında anlaşılır hale gelecektir. Paris Komünü ve ardından SSCB’nin yıkılmış olmaları, görmezden gelinmeleri ve komünal değerlerin beş bin yıl öncesinde aranmasının nedeni herhalde olamaz. DM yazarları, göreceğiz ki, sadece “hataları” değil ama “kapitalist moderniteyi aşamaması” ve “çözümsüzlüğü” nedeniyle Marksizmle Sovyetlerin yıkılışı arasında ilişki kuran görüşler ileri sürmektedirler, ancak gerçek nedenin bu olduğu iddia edilemez. Komün ve Sovyetler yıkılmışken, ilkel komünal toplum ayakta kalmış değildir! Eski komünal toplum, yerini kimi yerde köleciliğe kimi yerdeyse feodalizme bırakarak, çoktan yıkılmıştır. Üstelik eski komünal toplumun yıkılışının ardından gelen toplumlar da tarihe karışmışlardır. Ve bu komünal topluma ulaşmak üzere geriye, beş bin yıl öncesine gidilecek değildir! Yeni komünal ya da doğru adıyla komünist toplum içinse, tamamen güncel olanları varken, maddi ve manevi hareket ettiricilerin tarih-öncesinde aranmasıysa tamamıyla anlamsızdır. Komün ve Sovyetler yıkılmışlardır, evet, ancak, onların ayağa dikilmesine neden olan artık tarihin çarkının ileriye dönüşünün engeli haline gelmiş kapitalist toplumla mezar kazıcısı işçi sınıfı tarihe karışmış olmadıkları gibi, hala günümüzün temel gerçeğidirler ve kim ne kadar tersini isterse istesin, yeni Komünler’le Sovyetler’e götürmekten geri duramazlar.
DM yazarlarıysa, ulusal hareketin birliğini bozacağı ve dağıtacağı endişesiyle, Sovyetler, sosyalizm ve bu ikisinin öznesi durumundaki işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi karşıtı oldukları için, “geleceği” ve hareket ettiricisini beş bin yıl öncesi geçmişin ilkel toplumcu, paylaşımcı “değerleri”nde aramaya yönelmişlerdir.
Gerilik.. Barbarlık.. Tarihin çarkı
Sovyetler Birliği ve çöküşüyle Marksizmin ilişkilendirilmesi üzerinde duracağız. Buna gelmeden, DM yazarlarının ilkel komünal topluma yönelik olarak Marx ve Engels’le Marksizme izafe ettikleri, bir kısmı yakıştırma olan “gerilik, uykuda olma, barbarlık, gerici hareketler, tarihin çarkını tersine çevirme” türü görüşlerle doğruluk ve yanlışlıklarına değinmeliyiz.
Herhalde DM yazarları bile eski komünal toplumun gelişmemişlik anlamında “geri” ve hatta ilkel değil ama ileri bir toplum biçimi olduğunu iddia edemeyeceklerdir. İnsanın hayvanlıktan ayrılmasının ardından, genellikle toplayıcılık ve kısmen avcılıkla geçinip, birbirini de yiyebildiği ve henüz kuralsız bir cinsellik yaşadığı “vahşet dönemi” de içinde, çeşitli aşamalarıyla yabanıllık ve barbarlık koşullarında toplum olarak yaşadığı ilk biçimdir. Sözü edilen vahşet dönemi bir yana bırakılsa bile, toplumsal örgütlenmenin ilk ve en geri biçimlerinden söz edilmekte olduğu tartışmasızdır. Ve adı üstündedir; barbarlık, üstelik yabanıllığın ardından ve onunla birlikte yüz binlerce yıl süren döneme adını vermiştir. Yine üstelik eski komünal toplumun gelişkin aşamalarının barbarlıkla tanımlanabileceği de tartışmasızdır. Bu uzun bin yılların, toplumsal gelişmelerin olağanüstü yavaş seyrettiği, hayvandan kurtulmakta olan insanın iki ayağı üzerine dikilmesi bile binlerce yıl sürerken, henüz ateşi koruyup sürekli kılamadan gecelerini karanlıkta geçirdiği zamanın yine on binlerce yılını aldığı, alet ve silah olarak kullanmak üzere yonttuğu taşları cilalamasının, taştan madenleri kullanmaya geçmesinin her birinin on binlerce yıl sürdüğü, hayvanların ve buğdayın ehlileştirilmesinin ve ardından tekerleğe ulaşılmasının yine binlerce yıla mal olduğu düşünüldüğünde, komünal toplum döneminin insanlığın “uykuda olma hali” olarak tanımlanmasına kim itiraz edebilir? Sadece insanlığın bu ilk ve ilkel döneminin değil, ona göre nispeten kısa süren feodal Ortaçağ’ın bile bir “uykuda olma hali”ne ve “geri”liğe denk düştüğünü söylemek neden eleştiri konusu edilir?
Marx-Engels’le Marksizmin komünal toplumu “tarihin çarkını tersine çevirme” ve “gerici hareketler” olarak tanımlaması ise, bütünüyle bir yakıştırmadır. Bir olgu ya da şey, bir başkasıyla karşılaştırılarak, ya da bir nirengi noktasına göre, göreceliğiyle, ilerici ya da gerici sayılabilir; ve tarihin çarkını “düzüne” ya da “tersine” çevirme pozisyonunda bulunduğu ileri sürülebilir. İlkel komünal toplum örneğin, köleci ya da feodal topluma göre daha geri ve gelişmemiş bir toplumdur, ancak bu nedenle ona “gerici” ya da “gerici hareket” yaftası asılamaz. Kim ki komünal toplumu, kendisinden sonra gelen örneğin kapitalist topluma karşı dayanak edinip savunmaya yeltenirse, “gerici” ona denir ve –bu ölçüde bir tersine çevirme olanağı bulunamaz, ama– “tarihin çarkını tersine çevirme” çabasında olacak olan odur!
Burada, DM yazarlarının konuya ilişkin görüşlerinin, teorik bakımdan gelişmemişlik ve geriliğin yanında ideolojik bir gericilik oluşturduğu söylenmelidir.
SINIFLAR, SANAYİ VE İLERLEME SORUNU
“Marksizm, pozitivist yapısı gereği, endüstri toplumunu ideal olgu olarak itirazsız kabul etmiş, hatta tanrısallaştırmıştır. Çünkü işçi sınıfının onsuz oluşamayacağını, ve yaşayamayacağını varsaymaktadır… Endüstriye dair en ufak eleştiride bulunmamakla, bunun karşısında makine ve fabrika düzeneğini sınırsız yüceltmekle, endüstriyalizm denen dinin oluşumunda Marksistlerin payının en az kapitalistlerinki kadar etkili olduğu rahatlıkla belirtilebilir… Sanayi toplumu kavramı da kendi başına anlamlı değildir. Sanayi tekelleri kurulduğunda toplum daha çok emtialaşmanın, değişime sunulacak üretimin, üretim de sanayinin güdümüne veriliyor. Tekelci sanayi kapitalizmi, diğer üretim sahalarının tekelci sanayiye bağlı hale gelmesidir.”[23]
“Sınıflı ve devletli uygarlık” diyerek işçi sınıfının varlığı ve gelişkinliğiyle dolaysızca ilişkili olması nedeniyle, işçi sınıfı, sınıf mücadelesi ve sosyalizmle aralarına mesafe koymak için sanayiye karşı tutum içinde olan DM yazarları, ideolojik olarak, bütün bir tarihsel gelişmenin motoru durumundaki üretici güçler ve gelişmesi karşısında pozisyon almayı seçmektedirler. Ama bu seçimleri, komünal toplumu kastederek Marksizme yönelttikleri “tarihin çarkını tersine çevirme” suçlamasının, komünal toplum bakımından uygun olmasa da, kendileri bakımından uygun düşeceği anlamına gelmektedir. Üretici güçler nasıl gelişmez ve onların gelişmesine nasıl karşı çıkılabilir? Bu, ancak, üretici güçlerin gelişmesini engellemekte olan çürüme halindeki sömürücü toplumların, örneğin günümüz tekelci kapitalizminin ve tekelci egemenlerinin pozisyonu ve tutumu olabilir. Böyle bir karşı çıkış, doğrudan doğruya tarihin çarkının ileriye doğru dönüşüne karşı çıkmak olacaktır. Söylenenler şunlar:
“Marksizm, pozitivist yapısı gereği, endüstri toplumunu ideal olgu olarak itirazsız kabul etmiş, hatta tanrısallaştırmıştır. Çünkü işçi sınıfının onsuz oluşamayacağını, ve yaşayamayacağını varsaymaktadır… Endüstriye dair en ufak eleştiride bulunmamakla, bunun karşısında makine ve fabrika düzeneğini sınırsız yüceltmekle, endüstriyalizm denen dinin oluşumunda Marksistlerin payının en az kapitalistlerinki kadar etkili olduğu rahatlıkla belirtilebilir… Sanayi toplumu kavramı da kendi başına anlamlı değildir. Sanayi tekelleri kurulduğunda toplum daha çok emtialaşmanın, değişime sunulacak üretimin, üretim de sanayinin güdümüne veriliyor. Tekelci sanayi kapitalizmi, diğer üretim sahalarının tekelci sanayiye bağlı hale gelmesidir.”[24]
Sanayi ya da ticaret tekelleri türünden birbirinden nitelikçe farklı tekeller olmadığı, çünkü tekelci sermayenin mali sermaye olduğu ve her alanda faal bulunduğu ve tümünde tekelleşip tümünü tekelleştirdiği, yine “tekelci sanayi kapitalizmi” olmadığı ve olamayacağı, çünkü tekelciliğin örneğin sanayi ile sınırlanmadığı ve sınırlanamayacağı, sanayiin tekelleştirilebileceği ama “tekelci sanayi” olamayacağı gibi düzeltilmesi gereken pek çok şey ve Marksizmin pozitivizm sayılmasıyla din ve tanrılar bir yana bırakılırsa… Sanayinin olumsuzlamasının, kapitalizmin gelişmesiyle yok oluşa sürüklenen köylülüğün tepkisi olduğu belirtilerek, bizatihi sanayileşmeye itirazın anlaşılır şey olmadığı söylenmelidir. Olumsuz olan, fabrika ve sanayi değil, kapitalist nitelikleridir. Bir üretim merkezi olarak fabrikaya ve üretimin gelişkin bir örgütlenmesi olan sanayiye karşı çıkmanın, ancak tarıma, çiftliklere ve tarımsal üretime karşı çıkmak kadar anlamlı olabileceği ortadadır. Tahıl üretilmese ne yenecek, yeniden avcılığa mı dönülecektir? Ya giysi ve barınmak üzere ev ve bir adım atılarak onların üretiminde kullanılacak makineler, ulaşım ve taşıma araçları üretilmiyor olsa ne yapılacaktır, herkesin ancak kendi ürettikleriyle geçinebileceği değişim için olmayan doğal üretime, Ortaçağ’a ve hatta komünal topluma mı dönülmesi öngörülmektedir? Bunlar, şüphesiz gerici taleplerin savunulması ve gericilik olabilir ve bir yana bırakılmalıdır. İnsanın çalışmak zorunda olmayacağı –tersine bilime, felsefeye, sanata vb. ayırabileceği– zamanı çoğaltarak yaşamını kolaylaştıracak sanayiye ve sanayileşmeye değil, sanayi ürünlerinin mülkiyetinin hele tekelci kapitalizm koşullarında giderek daha az sayıda elde toplanmasına, dolayısıyla özel mülkiyete ve özel mülkiyet sistemi olan kapitalizme, tekeller söz konusu olduğunda tekelci kapitalizme ve sanayiden değil ama buralardan türeyen olumsuzluk, haksızlık ve adaletsizliklere karşı çıkılması gereklidir.
Sanayiye ve sanayi gelişimine karşı çıkmanın, insanlığın ihtiyaçlarının hep daha ileriden ve daha tama yakın karşılanmasına karşı çıkmak olduğu bilinerek düşünüp davranmak yerinde olacaktır. Ama kapitalistlerin egemenliğindeki sanayileşmenin eleştirilecek yönünün olmadığı ancak bir mugalatadır. Marksistler, sanayide istihdam edilen işçilerin işgüçlerinin gasp edilmesine ve sanayinin tüm ürünleri özel mülkiyet konusu olurken üretici işçilere, üretim gelirlerinin, ancak işgüçlerinin değerini karşılamaya yetecek çok küçük bir miktarının verilmesini nasıl eleştirmeyip karşı çıkmazlar? Hele düşük ücret dayatması ve işgünün kısaltılması yerine işçilerin işsizliğin pençesine atılması, nasıl Marksistlerin eleştirmeyecekleri şey olabilir? Sanayide mutlak ve nispi artı-değer oranının artırılması çabaları, esnek çalışma ve üç hatta beş işçinin işinin tek bir işçiye yıkılması türü kapitalizme yönelik eleştiriler Marksistlerin asli işlerindendir ve endüstri ve endüstriyalizm ve Marksizm arasındaki kurulmaya çalışılan bağlantıyı çürütmek için uzatmaya gerek yoktur!
Ancak sorun göründüğü kadar basit değil, daha temellidir. DM yazarları işçi sınıfı ile bağlantılı sayarak sanayiye karşı çıkmakla yetinmeyip, sınıflara, ve ilkel komünal toplumdan bakarak, sınıflaşma dedikleri sınıfların ortaya çıkmış oluşunu olumsuz sayıp sınıflara ve sınıf mücadelesine de tepki göstermektedirler. Genelleştirilerek şuraya gelinmektedir:
“Sınıf mücadelesi sorunuyla en çok uğraşan Marksistler bile sınıflaşmanın doğasını doğru belirleyememişlerdir. Sanki sınıflaşma bir erdemmiş, uygarlığın ilerleticisiymiş gibi değerlendirmekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Tarihin mutlaka kat etmesi gereken bir aşamaymış, bir köprüsel ilişkisiymiş gibi sınıflaşmayı tarihsel materyalizmin gereği saymışlardır… ilerleme ve gelişme olmak şurada kalsın, tersine bir toplumsal gerileme ve düşüştür.”[25]
“Sınıflaşma, ahlaki ve politik anlamda olumsuz bir gelişme olarak görülmemiş; iyi, ilerici, özgürlüğün gereği, zorunlu bir aşama olarak değerlendirilmiştir. Sınıfsal oluşumu meşru görmenin, objektif olarak iktidar ve devlet sınıflarına hizmet olduğu kavranamamıştır. Kölelik, serflik ve proleterlik tarihsel ilerleme ve doğaya karşı özgürlük için ödenmesi gereken bedeller olarak yorumlanmıştır.”[26]
Sınıflar ve ortaya çıkmaları, sanki istenmese olmayacakmış ve iradeye bağlıymış gibi, olumsuz, kötü ve erdem değil herhalde ahlaksızlık sayılmakta ve böyle yaklaşmayıp sorunu nesnelliğiyle ele alan Marksizm suçlanmaktadır. Sınıflar, “kurnaz adam” şahsında –“bir sınıflaştırma aygıtı” olan– devletin kurnazca etkinliğinin ürünü olarak oluşmuş varsayıldıkları için, ortaya çıkmalarının önlenebileceği, olmayabilecekleri ya da var oldularsa bile, bunun mutlak olumsuz olan devletin işi ve mutlak bir olumsuzluk olduğu düşünülmektedir.
Ahlak konusu bir yana bırakılırsa, Marksizmin sınıfın doğasını anlayamadığının ileri sürülmesi, sınıfla devlet ilişkisinin baş aşağı kavranışının ürünüdür ve şüphesiz devletin yol açtığı bir “sınıflaşma”nın anlaşılır yanı olamaz.
Politik ve ahlaki olarak yaratılmış sınıfların, kaçıncı olduğu belirsiz böyle bir boyutta yaratıldıkları için, Marksistlerce, yine aynı boyutta ve kuşkusuz “politik ve ahlaki olarak” olumsuzlanarak “meşru” sayılmaması ve ortaya çıkışlarının “zorunlu bir aşama” olarak değerlendirilmemesi istenmektedir. Zihin kararlaştırıcı kabul edildiğinden, sınıflar, nasıl ki “zihnin icadı” olan devlet ve kurumlarınca var edilmişlerse, karşısında direnmesi beklenen demokratik zihin tarafından, demokratik gelenekler vb. doğrultusunda meşru görülmeyip yok sayılmaları, sınıfların varlık zemini üzerinden yürünmesinin reddedilmesi ve toplumsal mücadelenin sınıflı toplumlar dolayımıyla ve bu toplumlar esas alınarak değil, bu toplumlara karşı yürütülmesi öngörülmektedir.
Sınıfların oluşumunu meşru görmenin, –ne demekse, kendi kendisiyle çelişmek üzere– “iktidar ve devlet sınıflarına hizmet” olduğu ileri sürülerek, Marksizm bu nedenle suçlanmaktadır. Sınıfların meşru görülmemesi istenmektedir, ama zaten sınıfları yaratıp dayatanın devlet “sınıfları” olduğu bildirilmekte ve bu sınıfların varlıkları DM yazarları tarafından kabul edilmektedir! Karşı tarafın sınıflarını kabul et, ama, kendi dayanağın olacak sınıfları ve varlıklarını meşru sayma –ilginç bir akıl yürütme olduğu şüphesizdir!
Asıl sorun ise, eski komünal toplumun bağrında oluşan sınıflar ve ilk sınıflı toplum olarak kölelikle ardı sıra gelen sınıflar ve sınıflı toplumların tarihsel bir ilerleme sayılıp sayılmamasıyla ilgili ortaya çıkmaktadır.
İyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, olumlu ya da olumsuz, ahlaklı ya da ahlaksız, hangi sıfatlarla anılırlarsa anılsınlar, sınıflar ve sınıflı toplumların birbirleri peşi sıra ortaya çıkışları ilerleme midir ve söylendiği şekilde hiç değilse “özgürlük için ödenmesi gereken bedeller” olarak mı kabul edilmelidirler, yoksa tersine, DM yazarlarının iddia ettikleri gibi “toplumsal gerileme ve düşüş” müdürler?
Köleliği olumsuzluk ve ahlaksızlıktan ibaret saydıkları için, köşeye sıkıştırdıkları düşüncesiyle, suçlamak üzere, 26 nolu dipnotta Öcalan ve başka yerlerde başka yazarlarının yaptıkları gibi, Marksizmin, tarihsel gelişme açısından köleliği bir ilerleme olarak değerlendirilmesine vurgu yapılmasına ne demelidir?
DM yazarlarınca bir adım daha atılarak ve köleliğin yanına serflik ve proleterlik de eklenip kölecilikle birlikte, feodalizm ve kapitalizmi de kapsamak üzere genelleştirilerek, sömürülenlerin komün üyesine ve sömürüye dayalı toplumların komünal topluma göre bir tarihsel ilerlemeyi temsil etmelerinin –sanki komünün yerine köleliği onlar geçirmiş gibi– Marksizme yönelik suçlama konusu edilmesi anlaşılır şey midir?
Ve bir diğer adımla, toplumların tarihsel gelişmesinin “temel çelişmesi” “sınıflı ve devletli toplumla demokratik toplum arasında” ve gelişmenin başlıca dinamiği de toplumcu “demokratik komünal değerler” olarak varsayıldığından, köleliğin, içinde geliştiği komüne göre ilerleme etkeni sayılmasının, tarihin, gerçekte olduğu gibi, yani komünün yerini kölelik alarak ve ardı sıra feodalizm ve kapitalizm gelerek ilerlediğinin açıklanmasıyla bağlantılandırılması yoluyla Marksizme yöneltilmiş diğer bir temel suçlamaya varılmaktadır: “Tarihin düz çizgi olarak gelişmesinin savunulması”!
Bir örnek:
“Geçmişin geri, ilkel, geleceğin hep gelişme ve ilerleme olarak görülmesi tarih-güncel ve gelecek arasındaki diyalektik bütünlüğü sakatlamış…”[27]
Bir diğer örnek ise şöyledir:
“… tarih sınıfların çatışması olarak ele alınınca, sınıflaşmaya, devlete, zor olgusuna ilerici rol atfedilmiştir.”[28]
Öcalan, daima daha köşeli ve sert değerlendirmeler yapmaktadır:
“Doğal toplumdan zorunlu olarak hiyerarşik ve devletli toplumun gelişmesi diye bir kanun yoktur. Belki bu yönlü bir eğilim olabilir. Eğilimin zorunlu, kesintisiz ve sonuna kadar olması yanlış bir varsayımdır. Sınıflı toplumun ilerlemeler için zorunlu olduğubiçimindeki Marksist tespit, (ezilen ve sömürülenler adına) yapılan en büyük yanlışlıklardan biridir. Bu yanlış, Marksizmin yaklaşık 150 yıllık tarihinde bir kapitalizm yedeği haline getirilmiş olmasının en temel nedenidir. Devleti, sınıfları ve zoru toplumsal gelişmenin, ilerlemenin evreleri olarak görmek, organik, doğal toplumun günümüze kadar muazzam direnmesini küçümsemek, hatta yok saymaktadır. Tarihi kendiliğinden tahakküm güçlerine hediye etmektedir. Sınıfların varlığını kader olarak görmek, belki de farkında olmadan hakim sınıfların ideologluğuna alet olmaktır.”[29]
Burada radikal bir suçlamaya da varılmaktadır: “Marksizmin yaklaşık 150 yıllık tarihinde kapitalizmin yedeği haline getirilmiş olması”!
Marksizme yönelik olarak ileri sürülen bu radikal suçlamayla tarihin materyalist yorumunun “düz çizgisel ilerlemeci”likle suçlanmasının Öcalan ve DM yazarlarına özgü özgün görüşler olmadığını söylemeliyiz. I. Wallerstein’in tarafından önceden ileri sürülmüşlerdir. Örneklersek:
“Uğrunda 150 yıl mücadele ettikleri siyasi bir projenin –devlet iktidarının, bugün bu devlette, yarın ötekinde elde edilmesi vasıtasıyla toplumsal dönüşüm projesinin– tarihsel beyhudeliğini fark ediyorlar… Fakat eski proje, dünya Solu’nun stratejisi her şeyden önce, Leninizm gibi en iddialı biçimde anti-liberal, ‘devrimci’ varyantlarında bile liberal ideolojiden etkilenmiş, onunla kaplanmış olduğundan ötürü başarısız olmuştu.”[30]
“Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun önceki tarihsel sistemlere göre maddi açıdan öznel ve nesnel olarak daha az iyi durumda olduğuna inanmamın yanı sıra… siyasal olarak da daha az iyi durumda olduğunun savunulabileceğini düşünüyorum. Hepimiz bu tarihsel sistemin moda ettiği, haklılığı kendinden menkul ilerleme ideolojisiyle öylesine dolmuşuz ki bu sistemin büyük sayıda tarihsel olumsuzluklarını kabul etmekte bile zorlanıyoruz. Karl Marx gibi kararlı bir suçlayıcısı bile tarihsel kapitalizmin tarihsel olarak oynadığı ilerici role büyük ağırlık vermiştir.”[31]
“Liberallerin ilerlemeye inanması şaşırtıcı değildir. İlerleme fikri, feodalizmden kapitalizme geçişe bütünüyle haklılık kazandırıyordu… Şaşırtıcı olan, liberallerin ideolojik karşıtlarının, Marksistlerin –liberal karşıtlarının, ezilen emekçi sınıfların temsilcilerinin– ilerlemeye en az liberaller kadar tutkuyla inanmasıdır…. Ne yazık ki, ilerlemeye olan bu çağcıl inancın görünüşte uyanıkça ve mutlaka heyecanlı olan benimsenişinde iki küçük kusur vardı. İlerleme fikri sosyalizme haklılık kazandırırken, kapitalizme de haklılık kazandırıyordu. Önce burjuvaziyi övmeden, proletaryaya bağlılık şarkısı söylemek pek olanaklı değildi… “Marksistlerin evrimci bir ilerleme modeli benimsemesi… kocaman bir tuzak olmuştur.”[32]
Sadece Öcalan ve diğer DM yazarları maddi ve manevi değerleriyle geleceğin dinamiklerini sağlayan ilkel komünalitenin kölelikten geri sayılmasına karşı çıkmakla kalmayıp, Wallerstein’ın da “Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun önceki tarihsel sistemlere göre maddi açıdan öznel ve nesnel olarak daha az iyi durumda olduğuna inanma”sına karşın, gerçek durum farklıdır.
Komünalite ve kölelik üzerine konuşulacak olursa; kimsenin özgürlüğü ve toplumcu paylaşımcılığıyla komün üyesini köle sahibine ve toprağa bağlı köleden aşağı sayamayacağı tartışmasızdır. Her şey bir yana, maddi çerçevesi son derece sınırlı olsa bile komün üyesi özgürdür, köleninse yaşamı sahibinin iki dudağı ucundadır. Ancak bir de madalyonun diğer yüzü vardır.
Komün ve üyeleri özgürdürler, ancak seçme hakları, doğanın dayattığı ve verili koşullarıyla insanın güç yetiremediği zorunlulukların olağanüstü katı ve aşılmaz duvarlarıyla çevrilidir. Özgür insanlar olmalarına karşın komünal toplumun üyeleri, ilkel aletleri ve üretkenlikleriyle, doğal koşullarının bütün etkilerine açık biçimde, yokluk ve kıtlıklarla boğuşmakta, sahip oldukları ortalama süresi son derece düşük ömürleri boyunca yarı aç yarı tok yaşayıp, hele başlangıçta hayvanlardan zor ayırt edilebilmektedirler. Öz varlıkları, yine öz yaşamsal etkinlikleri ve bunların koşullarının gelişmemişliği, basitliği kadar ilkelliği ve geriliği tartışma götürür türden değildir.
Bu gerilikten kurtularak insani ihtiyaçların daha ileriden karşılanmasının ve öyleyse insan emeğinin üretkenliğinin artışının ve dayanağı olan üretici güçlerin gelişmesinin “ilerleme ve gelişme olmak şöyle kalsın, tersine bir toplumsal gerileme ve düşüş” olacağı savunulabilir şey midir?
İnsanlığın ilerleyişi, toplumsal gelişme, üretici güçlerinin gelişmesiyle doğru orantılıdır. Şüphesiz belirli kıtlık ya da kapitalizmde olduğu türden kriz dönemlerinde üretici güçlerin gelişmeyip hatta belirli ölçülerde tahrip olduğu durumlarla karşılaşılabilir, karşılaşılmış ve toplumsal gelişmenin kesintiye uğradığı zamanlara da tanık olunmuştur. Ancak bunlar ya dünya ölçeğinde olmadıkları ya da kısa dönemlere özgü kaldıkları ve görece kolay atlatıldıkları için genel toplumsal ilerleme bakımından belirli gerilemelere neden olsalar bile gelişmenin genel yönünü değiştirmemişlerdir.
Komünal toplumun alt aşamalarını oluşturan yabanıllık döneminde örneğin, komün üyelerinin özgürlüklerinin tadına varabilme olanakları kısıtlı mı kısıtlıdır. Hele “yabanıllığın aşağı aşamasında”, insanlar, ancak sıcak ve ılıman ormanlarda, henüz ilkel barınaklarda, kısmen ağaçların üstünde, kabuklu-kabuksuz yemişler ve köklerle beslenerek yaşamaya çalıştılar.
“Yabanıllığın orta aşaması”nda, balık tüketmeye ve ateşi kullanmaya başlayıp nehir boylarıyla deniz kıyılarında yayıldılar. Kabaca yontulmuş ama henüz cilalayamadıkları taştan bıçak, balta, mızrak, topuz türü aletler yapmaya ve tümüyle geçimlerini karşılayamadıkları avcılığa yöneldiler. Beslenme kaynaklarının dar ve sürekli olmaktan uzaklığı, uzun süre yamyamlığa katlanmalarını koşulladı.
“Yukarı aşama”da ok ve yay kullanmaya başlandı ki, bu, avlanmanın olağan bir uğraş alanı olmasını sağladı. Taştan aletler cilalanmaya, ağaçların oyulmasıyla kayık ve tahta kalas ve levhalarla konut yapımına girişildi.
“Barbarlığın alt aşaması”, önce örme sepetler ve ardından çömlekçilikle başladı. Hayvanların evcilleştirilmesi ve bitki ekimi beslenmeyi çeşitlendirdi. “Orta aşama”da, Doğu’da et ve sütünden yararlanılacak hayvancılığa, Batı’daysa tarıma geçildi, kerpiç ve taş kullanımı başladı. “Barbarlığın yukarı aşaması” demirin eritilmesi ve dökümüyle başladı, karakteristiği gelişkin demirden aletlerdi. Demir balta ve bel ormanların tarıma açılmasında, hayvanların çektiği demirden saban tarımın gelişmesinde rol oynamış, gelişen ok ve yayın yanında kılıç savaşlar ve yayılmayla bu aşamanın doruğunu vermiş, alfabenin bulunması ve yazıda kullanılmasıyla birlikteyse uygarlığa adım atılmıştır.
Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nden özetlediğimiz yukarıdaki bilgileri Engels şöyle genelleştirmiştir: “Yabanıllık: Doğa ürünlerinden, onları hiç değiştirmeden yararlanmanın ağır bastığı dönem. İnsan eliyle yapılan üretim, her şeyden önce bu yararlanmayı kolaylaştıran aletlerin üretimidir. Barbarlık: Hayvan yetiştirme, tarım ve insan faaliyeti sayesinde doğal ürünlerin üretimini artırmayı sağlayan yöntemlerin öğrenilmesi dönemi. Uygarlık: İnsanların doğal ürünleri hammadde olarak kullanmayı öğrendikleri dönem; asıl anlamda sanayi ve ustalık dönemi.”[33]
Üstelik “asıl anlamda sanayi”, henüz bireysel ve küçük çaplı olanının ardından, ufak tefek gelişmeler gösterse bile, tarih sahnesine çıkmak için 17. ve 18. yy.’ları, buharlı makinenin ve sonra elektriğin bulunuşunu bekleyecektir. O hoşlanılmayan “fabrika düzeni”yle “sanayi”, daha üretici güçlerin ilerleyişini beklemektedir.
Ancak şimdiden bir şey bellidir ki, tarihin kendi başına ve değişmez sayılan ahlak ve benzerleriyle ilerlemesi olanaksızdır, zaten öyle olmamış, kendi içinde komünalite bile, her adımında üretici yeni güçlerin kullanılır olması ve insanın üretkenliğinin artışıyla ilerlemiş, uygarlığa böyle varılmıştır. Yontma taştan cilalısına, mızrakla baltadan ok ve yaya, sonra demirin işlenmesiyle saban ve kılıca…
Barbarlık ve uygarlık! İkisine ve insanlığa düşene dair Engels şunları söylüyor:
“Üretim, en dar sınırları içinde deviniyordu; ama üreticiler kendi ürünlerinin sahibiydiler. Barbarlardaki üretimin büyük üstünlüğü buradaydı; bu uygarlığın başlamasıyla yok oldu; gelecek kuşakların görevi, bunu yeniden fethetmek olacak; ama, bugün insan tarafından doğa üzerinde kazanılan güçlü egemenlik ve artık olanaklı bulunan özgürce ortaklaşma temeli üzerinde.”[34]
Ya “özgürce ortaklaşma” sağlanıncaya kadar ödenecek “bedel”? Köleleştiren sahibiyle köle olarak ilk sömürülen sınıf, köleci sömürü toplumu ve köleci devlet… DM yazarları öyle demektedirler: “Bedel”! Bu ilerleme, Marx ve Marksizm öyle istediği için değil, DM yazarlarının “sınıflaştırma aygıtı” olan(!) “devlet”in müdahalesiyle de değil, insanın öz etkinliğinin ürünü olarak ilerleyip uygarlığa götürürken, bu gidişin sınıfları da ortaya çıkaran bir gidiş oluşuyla ayırt edilmiştir. Devlet, sınıf devleti olarak doğmuştur; sınıf devletidir!
Peki, sınıflar, sınıflı toplum ve devlet, DM yazarlarının Marksizme atfettikleri gibi, tarihin ilerleyişinde ilerici rol mü üstlenmişlerdir?
Tarihin diyalektiği öyledir ki, işbölümü ve ticaretin gelişmesiyle parçalanmaya ve mülkiyet farklılaşmasına uğrayarak sınıflara bölünmek üzere yeni ve köleci topluma gebe kalıp bağrında eskisinden farklı olarak çekişmeler baş gösteren ve eski toplumsal yapısını koruyamayacak hal alan ilkel komünal toplum çözülüp dağılmaya başladığında, gelişmiş üretici güçlere uygun olarak emeğin daha ileri ve üretken bir örgütlenmesi olarak kölelik, evet, tarihsel bakımdan ilerici bir rol oynamıştır. Ancak yine tarihin diyalektiği öyledir ki, Roma’nın son günlerine gelinirken yüz yüze kalındığı gibi, yine üretici güçlerin gelişmesini sürdürmesi karşında, tıpkı eskiden ilkel komünal üretim ve toplumsal örgütlenmenin yetersiz kalması gibi, bu kez köleci üretim ilişkileri ve toplum yapısı yetersiz kalıp ilerlemenin ayak bağı haline gelerek, gerici bir ol oynamaya başlamış, ve dışarıdan barbar baskısının eklenmesiyle kölecilik sürdürülemez olup yıkılmıştır. Yerini alan feodal ilişkiler de başlangıçta ilerici rol oynarken, üretici güçlerin ilerleyişini frenlemeye ve gelişmekte olan kapitalist ilişkileri önlemeye başladığında gericileşmiş ve burjuva devrimleriyle tarihe karışmıştır. Benzer son, zamanında feodalizm karşısında ilerici rol oynayarak gelişen kapitalizmin başına gelecektir, tek farkla ki, yeni sosyalist ilişkilerin gelişmesinin önünün açılması için öncelikle burjuvazinin egemenliğine son verilmesi gereklidir.
Özetle, sömürücü sınıflar ve sömürü ilişkilerinin genel-geçer bir ileriliği ve ilericiliğinden söz edilmesi olanağı yoktur; aynı şey devlet için de geçerlidir. Bir şiddet aleti olarak, –sosyalizme varılıncaya kadar– sömürücü sınıfların sömürülen sınıflar üzerinde diktatörlüğünden başka bir şey olmayan devlet, sömürünün dış koşullarını sağlamak içindir; –tekelci devlet kapitalizmi örneğinde olduğu gibi, kısmen bu işlevi üstlendiği olsa da– sömürmek ve sömürecek sınıf yaratmak için değil, ama sömürücü sınıfların egemenliğiyle sömürüye dayalı mülkiyet (ya da üretim) ilişkilerinin varlığının korunması ihtiyacı karşılar. Her siyasal devrim bu korumayı kırmaya yönelir ki, sözü edilen koruma/kollama devletin gerici işlevini oluşturur. Eski ve gericileşmiş üretim ilişkilerinin devamını sağlamakta olan koruyucu mekanizmanın bir siyasal devrim aracılığıyla yeni bir sömürücü sınıfın eline geçmesiyle, tarihsel gelişmeye ayak uydurmakta olan yeni üretim ilişkilerince engellenmez olan üretici güçlerin gelişmesinin önünün açıldığı belirli bir dönem için, devlet engelleyici/gerici bir rol oynamaz, tersine ilerletici önlemler alır. Üretici sınıfların payına düşen sömürülme ve sömürüye karşı çıktıklarında baskılanma durumuysa sürer –ta ki sömürüye dayalı üretim ilişkileri, son sömürücü toplum olan kapitalizme bir sosyal devrimle son verilip kaldırılıncaya kadar.
Engels’in köleliğin göreli ileriliği ve bir komünist devrim zorunluluğu üzerine söyledikleriyle bitirelim:
“Tarım ile sanayi arasındaki oldukça geniş ölçüdeki bir işbölümünü, ve sonradan, eski dünyanın doruğunu, hellenisme’i olanaklı kılan tek şey, kölelik oldu. Kölelik olmasaydı Yunan devleti, Yunan sanat ve bilimi olmazdı; kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu olmazdı. Ne var ki, helleneisme ve Roma İmparatorluğu temeli olmasaydı, modern Avrupa da olmazdı. Bizim tüm iktisadi siyasal ve entelektüel evrimimizin, köleliğin genel olarak kabul edilmiş bulunduğu ölçüde zorunlu da olduğu bir durumu önkoşul olarak koştuğunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Bu anlamda, şöyle diyebiliriz: eski kölelik olmasaydı, modern sosyalizm olmazdı.
“Kölelik ve ona benzer başka şeylere karşı boş formüllerle savaşa girişmek, ve böylesine bir alçaklık üzerine yüksek bir ahlak öfkesi yağdırmak, pek para etmez. Ne yazık ki, böyle yapmakla, herkesin bildiği bir şeyden, yani bu eski kurumların artık bizim bugünkü koşullarımıza ve bu koşulların bizde belirlediği duygulara uygun düşmediğinden başka hiçbir şey anlatılmış olmaz. Ama bu da bize, bu kurumların doğuş biçimi, varlık nedenleri ve tarihte oynadıkları rol üzerine hiçbir şey öğretmez. Ve eğer bu sorun üzerine eğilirsek, o zaman ne kadar çelişik ve ne kadar aykırı görünürse görünsün, o zamanki koşullar içinde köleliğin ortaya çıkışının büyük bir ilerleme olduğunu söylemek zorunda kalırız. İnsanlığın hayvanlıktan başladığı ve barbarlıktan kurtulmak için, barbar, hemen hemen hayvansal araçlara gereksinim duyduğu saptanmış bir gerçektir. Eski topluluklar varlıklarını sürdürdükleri her yerde, Hindistan’dan Rusya’ya kadar, binlerce yıldan beri en kaba devlet biçiminin, Doğu despotluğunun temellerini oluştururlar. Ancak bu toplulukların dağıldığı yerlerdedir ki, halklar kendilerini geçmişlerdir, ve ilk iktisadi ilerlemeleri de, üretimin köle çalışması aracılığıyla artması ve gelişmesi olmuştur. Sorun açıktır: insan çalışması henüz zorunlu yaşama araçları ötesinde ancak çok az bir artı sağlayacak kadar üretken olduğu sürece, üretici güçlerin artışı, alışverişin yaygınlaşması, devletin ve hukukun gelişmesi, sanat ve bilimin kuruluşu, ancak ve ancak, ister istemez yalı kol emeği sağlayan yığınlar ile, kendini, çalışmanın, ticaretin, devlet işlerinin yönetimine, daha sonra da sanat ve bilim uğraşlarına vermiş az sayıda ayrıcalıklı arasındaki büyük işbölümü temeline dayanacak, güçlendirilmiş bir işbölümü sayesinde olanaklıydı. Bu işbölümünün en yalın, en doğal biçimi de, köleliğin ta kendisi idi. Eski dünyanın, özellikle Yunan dünyasının önertileri nedeniyle sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu bir toplumun ileriye doğru gidişi ancak kölelik biçimi altında gerçekleşebilirdi. Hatta köleler için bile, bu bir ilerleme oldu; köleler yığınının içinden çıktıkları savaş tutsakları hiç değilse şimdi yaşamlarını kurtarıyorlardı, oysa eskiden onları öldürüyorlar, ve daha da eskiden kebap ediyorlardı.
“…ekleyelim ki, bugüne kadar sömüren ve sömürülen, egemen ve ezilen sınıflar arasındaki bütün tarihsel çelişkiler, açıklanmalarını, insan emeğinin bu nispeten az gelişmiş üretkenliğinde bulurlar. Fiilen çalışan nüfus, gerekli-emeği ile, kendisine artık toplumun ortak işlerine –emeğin yönetilmesi, devlet işleri, hukuksal sorunlar, sanat, bilim vb.– bakmak için zaman kalmayacak kadar çok uğraşmak zorunda kaldığı sürece, her zaman, bu işlere bakabilecek, fiili çalışmadan kurtulmuş özel bir sınıf gerekti; ama bu durum, o sınıfı, kendi yararına, emekçi yığınlara gitgide daha ağır bir çalışma yükü yüklemekten de alıkoymadı. Sadece üretici güçlerin büyük sanayi tarafından ulaşılan son derece büyük artışı, emeğin toplumun istisnasız bütün üyeleri üzerinde dağıtılmasını, ve böylece, herkesin çalışma zamanının, herkese toplumun genel işlerine –pratik olduğu kadar teorik tüm işlere– katılmak için yeteri zaman kalacak biçimde sınırlandırılmasını sağlar. Demek ki, her türlü egemen ve sömürücü sınıf, ancak şimdi gereksiz, hatta toplumsal gelişme için bir engel durumuna gelmiştir, ve ‘dolaysız zor’ kullanmakta ne kadar usta olursa olsun, ancak şimdi acımasızca ortadan kaldırılacaktır.”[35]
*
Geriye, SSCB, çöküşü ve “reel sosyalizm”e dair söylenenlerle, sosyalizmde devlet sorununun ele alınışı ve özel olarak proletarya diktatörlüğü konusu kalmaktadır.
Ve tabii ki, bir de, “lanetli” varsayılan devletten uzak durmak üzere, mevcut burjuva “devlet ve iktidarla karşılıklı rızaya dayanan bir uzlaşmaya varmak, bu temelde devlet ve iktidarı tanımak, politik toplum için idealdir” formülasyonuyla ortaya konan “demokratik konfederalizm” mücadelesinin iktidarı amaçlamaması sorunu!
Ayrı bir yazının konusu olmayı hak edecek kadar kapsamlı sorunlardır. Sözü edilen konuları ayrı bir yazıda ele almak üzere, “Demokratik Modernite ve Devlet” başlıklı makaleyi burada bitiriyoruz.
[1] Ahmet Cemal, DM, Marksizmin İktidar, Bilgi ve Sermaye Birikimine Yaklaşımı, s. 18, sf. 50
[2] Haydar Ergül, DM, Sınıf Değil Komünalite, s. 18, sf. 95
[3] A. Öcalan, DM, sayı 18, sf. 22
[4] Engels, Anti-Dühring, sf. 297, Sol Yayınları.pdf
[5] Öcalan, DM, s. 18, sf. 14
[6] DM, s. 18, sf. 94-95, abç (aktarılan bütün pasajlardaki altı çizili yerler bizimdir)
[7] DM, s. 18, sf. 79
[8] DM, s. 18, sf. 82
[9] Öcalan, kastı hakaret olsun olmasın, işçi sınıfına ilişkin algı ve anlayışını, “… işçiden kastım,… diğer yoksullarından çalınan değerin ufak bir kısmının ücret adı altında kendisine verildiği tavizci işçidir. Köle ve serf nasıl ağırlıklı olarak efendi ve beyin uzantıları durumundaysa, tavizkâr işçi de her zaman patronun uzantısıdır.” (DM, s. 18, sf. 26) diyerek ortaya koymaktadır.
[10] Öcalan, DM, s. 18, sf. 10
[11] DM, s. 18, sf. 133
[12] DM, s. 18, sf. 94-95
[13] DM, s. 18, sf. 21
[14] Ergin Atabey, DM, s. 18, sf. 116-117
[15] Agy, sf. 117-118
[16] Haydar Ergül, DM, s. 18, sf. 94
[17] Öcalan, DM, s. 18, sf. 9
[18] Öcalan, DM, s. 18, sf. 9
[19] Öcalan, DM, s. 18, sf. 23
[20] Bkz. DM, s. 18, sf. 10 ve 26. Öcalan, bu “uşaklık” ilişkisini, işçilerin nesnel değil ama bilinçlilik durumuna bağlamakta; örneğin AKP, MHP ya da CHP’ye oy veren, çünkü milliyetçilik ve dincilikle reformculuktan, herhalde geçici olarak etkilenen, ertesi gün dün oy verdiklerinin dışında bir başka partiye ve aydınlanmalarına bağlı olarak da kendi sınıf partisine oy verebilecek olmakla kalmayıp kapitalizmi devirmek üzere mücadeleye atılabilecek işçileri, burjuvazinin “uşağı” varsaymaktadır! Ancak bu yaklaşımla, sınıf bilincine sahip olmayıp kendi sınıf partisinde örgütlenmeyen, ikisi de sınıf partileri değil ama ulusal partiler olan HDP’ye oy veren ya da hatta PKK’ya katılmış işçilerin de “tüccar uşağı” olmaları gerekecektir!
[21] Haydar Ergül, “Sınıf Değil, Komünalite”, DM, s. 18, sf. 92
[22] Öcalan, DM, s. 18, sf. 7
[23] Öcalan, sf. 22
[24] Öcalan, DM, s. 18, sf. 22
[25] Öcalan, DM, s. 18, sf. 26
[26] Agy, sf. 9
[27] DM, s. 18, sf. 49
[28] DM, s. 18, sf. 86
[29] Öcalan, DM, s. 18, sf. 15
[30] I. Wallerstein, Liberalizmden Sonra, sf. 11-12, Metis Yay., İkinci Basım
[31] I. Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm, Metis Yayınları, sf. 36, http://genclikcephesi.blogspot.com 36
[32] Agy, sf. 82-83
[33] Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları.pdf, sf. 33
[34] Age, sf. 117
[35] Engels, Anti-Dühring, sf. 297-299, Sol Yayınları
Kaynak
http://teoriveeylem.net/2017/08/demokratik-modernite-ve-devlet-3-burjuva-devletle-uzlasma-teorisi/
Hiç yorum yok