'Güneş-Dil teorisine' soldan destek?
Candan Badem
Güneş-Dil Teorisi malum, 1935’te Atatürk’ün bir ara merak sardığı, bütün dillerin kökenin Türkçenin olduğunu ileri süren saçma sapan bir hipotez (teori ya da kuram demek kuram kavramına hakaret olur). Sağlığında Atatürk’ün de bıraktığı ve çoktan tarihe mal olmuş bir olay. Ne var ki sosyalist olduğunu veya en azından milliyetçi olmadığını iddia eden üç yazar (Kaan Arslanoğlu, İlknur Arslanoğlu, Arif Yavuz Aksoy) bu “kuramın” “doğru ve güçlü bir sezgiyle başlamış” olduğunu ancak “amaçta yanlışlara bulanmış, yol ve yöntemde ağır hatalara düşmüş" olduğunu iddia ederek kuramı yeniden kurmaya soyunmuşlar ve sonuçta ortaya bir kitap ve ekinde yer alan bir sözlük çıkmış. Yazarların güçlü bir sezgi dedikleri şey, bütün dillerin ortak bir kökten gelmesi olasılığı ise bunda yeni veya özgün olan bir şey yoktur. Zaten başından beri dillerin doğuşunu açıklamaya çalışan dilbilimcilerin üstünde durdukları iki hipotezden biridir bu. Nitekim Ortadoğu mitleri ve dinleri de aynı şeyi söyler: Adem ile Havva ve insanlık ilk başta aynı dili konuşuyordu sonra Tanrı insanları cezalandırdı ve farklı diller konuşmaya başladılar. Tıpkı insanın yayılmasında olduğu gibi dillerin yayılmasında da iki olasılık vardır: Ya bir merkezden ya da birden fazla merkezden yayılmış olabilirler. Dolayısıyla yazarlardan Arif Yavuz Aksoy’un mal bulmuş Mağribi gibi, sanki ilk kez kendisinin ifade ettiği bir hipotezmiş gibi, büyük bir heyecanla “bence bir ortak kök dil var” demesi sadece amatörce bir heyecan. Hipotezi kanıtlayacak bir veri ise yok.
Yazarlar, girişte, hiçbir izm’in peşinde olmadıklarını, sadece gerçek tutkusu ve merak ile hareket ettiklerini ilan ediyorlar. Onlar söze böyle girince insan heyecanlanıyor, “dur bakalım galiba yepyeni ve ilginç şeyler okuyacağım” gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Ancak sonuç büyük ölçüde hüsran. Görelim.
Yazarlar, “Gördük ki, Türkçe tarihin en eski kök dillerinden biri” diyorlar. Birincisi, “kök dil” ne demek ki? Kitapta bir tanımı yok. Üçü de tıp kökenli olan yazarlar bilimin kavramlar ve tanımlarla yürüdüğünden habersiz sanki. Tanıma gerek görmemişler. Şöyle de sorabiliriz: “Kök dil” diye bir şey varsa kök olmayan dil de var demektir. Kök olmayan dil nasıl oluyor? Tarihin belli bir anında birden bire mi ortaya çıkıyor? Bir örnek verseniz? İkincisi, Türkçenin en eski dillerden biri olduğuna dair kanıtınız nedir? Yazarlar Kazım Mirşan’ın bilim dünyasında kimsenin ciddiye almadığı birtakım yakıştırmaları dışında bir şey söylemiyorlar. Mirşan birtakım arkeolojik eserler üzerindeki birtakım işaretleri kendince “okuyor” ve onlara derin anlamlar yüklüyor. Ancak Türkologlar arasında kimsenin bu “okumaları” kabul ettiği yok. Yazarlar da kitabın sonuna ekledikleri sözlükte büyük çoğunluğu çocukça ve zorlama birtakım benzetme ve yakıştırmalarla bazı İngilizce sözcüklerin Türkçe kökenli olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. İşin ilginci yazarlardan Arif Yavuz Aksoy bu yakıştırmaların birçoğuna çekincelerini belirten notlar düşmüş. Ancak öteki ikisi oralı olmamış ve öylece yayımlamışlar! İnsan bu kadar zayıf yakıştırmaları kitabına koymaya utanır! Ayrıca bu sözcüklerin hepsi Türkçe kökenli olsa bile (ki büyük çoğunluğu değil!) bu neyi kanıtlar? Türkçenin “tarihin en eski kök dillerinden biri olduğunu” mu? Hayır, sadece İngilizceden Türkçeye sözcük geçtiği gibi Türkçeden de İngilizceye (ve öteki Avrupa dillerine) bazı sözcüklerin geçmiş olduğunu kanıtlar. İyi de bunu zaten inkar eden yok ki! Siz neyin peşindesiniz o zaman? Biraz İngilizce bilmekle, birkaç dilbilim kitabını okumakla etimoloji çalışması yapamazsınız, çok daha fazlasını bilmek gerekir. (“Biraz İngilizce” demekle haksızlık ettiğimi düşünüyorsanız, buyrun. “Language, Archaeology and the Quest for the Original Turks” ibaresini şöyle çevirmişler (sf. 42): “Sahih Türkler için Dil, Arkeoloji ve Araştırma”. Doğrusu, şöyle olmalı: Dil, Arkeoloji ve Sahih (Orijinal) Türkler Arayışı. Şu basit ad tamlamasını yanlış anlayıp, yanlış çevirenlerin İngilizcesinden şüphe etmeye hakkımız var elbette).
Hiçbir izm ya da şuculuk buculuk peşinde koşmadığını iddia eden Kaan Arslanoğlu, “Sovyet resmi politikası Türk tarih ve dilinin araştırılmasına, bulguların yorumlanmasına ciddi bir kısıt da koymuştur. Bu politika 1970’lerde bir ölçüde gevşemiştir” de diyor (sf. 45). Neymiş bu kısıtlamalar diye merak ettim ama yazmamış. SSCB’de yaşayan birkaç bin nüfuslu Türki halkların bile (örneğin Tofaların) kendi dilinde gramerler, ders kitapları hazırlatan Sovyetler mi kısıt koymuş? Arslanoğlu ayrıca “Vavilov’u da bilim dışı uyduruk genetik teorilerini kabul etmediği, Darwincilikte ısrar ettiği için Stalin’in çetesi öldürmüştü” diye buyurmuş (sf. 96). Vavilov bilimsel çalışmalarından dolayı değil siyasi faaliyetinden dolayı hapse girdi ve hapiste hastalıktan öldü. Vavilov hakkında nesnel bilgiyi Sovyet düşmanlarından alamazsınız. Biz sosyalistler buna liberalizm diyoruz. Nikolay Marr’ın saçma sapan “Yafetik” hipotezlerinin ve Marksist görüneyim diye dilin sınıfsallığı gibi saçma sapan zorlamalara girişmesinin sorumlusu da Sovyet politikası değildi. Marr denen dalkavuk adam geniş dil bilgisi ve otoritesi sayesinde Sovyet dilbiliminde bir ara tekel kurmuştu, farklı görüşleri engelliyordu, ölümünden sonra da takipçileri bunu sürdürdüler, Stalin 1950’de bu tekele son vererek dilbilimini özgürleştirdi. Ben burada Sovyet resmi politikasında hiç hata olmaz demiyorum, ancak her hatayı resmi politikaya bağlamaya itiraz ediyorum. Marr’ın hatası, Marr’ın hatasıdır.
Kaan Arslanoğlu, Göktürk Runik alfabesini Türk-İslam sentezci gericilerden Muharrem Ergin’in kitabından okumuş. Gericiliği yanında Ergin’in kitabı Talat Tekin’in daha önce İngilizce yayımlanmış kitabından intihal de içeriyor. Talat Tekin veya Annemarie von Gabain gibi saygın Türkologlar varken neden Muharrem Ergin’e referans? Bu örnek Arslanoğlu’nun kaynaklara hakim olmadığını gösteriyor. Arslanoğlu, Göktürk alfabesinin Latin alfabesine benzediğini yazıyor ancak ünsüzlerin çoğunun kalın ve ince olmak üzere iki biçimi olmasının anlamı üzerinde düşünmemiş belli ki. Bence bu durum alfabenin Soğd alfabesiyle ilişkisini açıklar, çünkü Soğd alfabesi de Arami kökenli olduğu için kalın ve ince ayrımı vardır. Runik L harfi Arap alfabesindeki lam harfi ile aynıdır, öteki bazı harfler de benzer. Runik alfabeyi gerçekten Türkler icat etmiş olsaydı, Türkçede bir anlam ifade etmeyen kalın ve ince ünsüz harf ayrımı olmazdı. Türkçedeki sekiz ünlü için dört harf olmazdı, sekiz ayrı harf olurdu. Arslanoğlu, Kazım Mirşan’ın “en basit ifadeyi bugünkü atom fiziğinin, moleküler biyolojinin, en son astronomik keşiflerin birer açımlaması” saymasını, Ruslara “barbar” demesini vb eleştiriyor ancak yine de onun hezeyanlarını tümden çöpe atmaya razı olmuyor, yazılarında bir boncuk arıyor. Neden? Mirşan, bildiğimiz tipik ırkçı, faşist, milliyetçi işte, ondan bilim adına ne bekliyorsunuz?
Arslanoğlu, Lenin’e de el atmış ve Lenin’in gerçek soyadı olan Ulyanov’un Ulyanovsk şehrinden geldiğini yazmış! (sf. 110). Oysa gerçek tam tersi: Ulyanovsk şehrinin adı Ulyanov’dan geliyor, şehrin eski adı Simbirsk, Lenin öldükten sonra Ulyanovsk olarak değiştirilmiş. Arslanoğlu kitabında bol bol kullandığı Vikipedi’ye baksa bunu öğrenirdi! Bu basit ilişkiyi bile karıştıran birinin etimolojiyle uğraşması vakit kaybı bence.
Arslanoğlu, Adile Ayda’nın Etrüskler Türk Mü İdi? adlı kitabını okumuş ancak Talat Tekin’in Tarih ve Toplum dergisinde 1987 ve 1989’da yayımlanan muhteşem yanıtlarını (Etrüskler Etrüsk İdiler) okumamış. Okusun, zihni açılır. Yazar Türk-İslam sentezci gericileri çok okumaktan onların milliyetçi terminolojisini benimsemiş, Türk dillerine “Türkçenin lehçeleri” diyor. Bu bilim dışı lehçe teorisini Türkiye’deki resmi ideoloji savunucuları dışında hiçbir Türkolog kabul etmez, o akraba Türki dillerini konuşanlar da kabul etmiyorlar nitekim. Lehçe dediğiniz o dillerin çoğunu anlayamazsınız.
Yazarlardan Arif Yavuz Aksoy Ermeniceden de bir örnek vermiş. Kiç sözcüğünün eski Ermenicede çift anlamına geldiğini iddia ediyor (sf 170-171). Oysa kiç modern Ermenicede “az” demek ve Türkçe küçük ile akraba. Yine modern Ermenicede “çift”in karşılığı zuyg. Açaryan’ın sözlüğünde de kiç’in farklı bir anlamını bulamadım. Aksoy ayrıca kiç’in Gürcücesinin kiçva olduğunu iddia ediyor ki Gürcüce bilenlere sordum öyle bir sözcük yok dediler Gürcücede. Acaba Aksoy bunları nerden uyduruyor?
Arslanoğlu, Hikmet Kıvılcımlı’nın tarih tezinden de etkilenmiş, o tezin “tarihi materyalist açıdan daha derin ve doğru okumamızın önünü açacağını” sanıyor. Oysa Kıvılcımlı’nın tezi, niyetinden bağımsız olarak, materyalist değil düpedüz idealisttir. Arslanoğlu’nun alıntıladığı gibi Kıvılcımlı “Gaziler, at üstünde din uğruna dünyaya dirlik getirme ülküsünden başka inanç tanımıyorlardı” diye yazmıştır. Kıvılcımlı’nın bu gaziler için alpler, yiğitler şeklinde güzellemeleri de vardır. Bu ise maddi çapul ve iktidar peşinde koşan Osman (veya Ataman) ve adamlarını bir ülkü (ideal) uğruna savaşan yiğitler gibi göstermektir, idealizmin daniskasıdır. Osman’ın İslam’ı doğru düzgün bildiği bile şüphelidir. Materyalist tarih anlayışı bize çapulcunun derdinin maddi zenginlikler olduğunu ve gaza gibi dini kavramları ideolojik bir örtü olarak kullandığını öğretir. Kıvılcımlı ve ondan etkilenenler ise gaza sözcüğünün özgün anlamının çapul akını olduğunu da bilmeden bu gazilerin sadece din uğrunda savaştığını iddia ediyorlar. (Bu arada Kıvılcımlı’nın Türkiye sosyalist hareketi tarihindeki yerini bu hatasıyla belirlemiyorum, o ayrı bir konudur. Kıvılcımlı yerli bir teori yapayım derken istemeden idealizme kaymıştır).
Yazarların verdiği sözlükteki maddeleri tek tek ele almaya gerek yok bence. Birkaç doğru örnek dışında çoğu komik yakıştırmalar. Örneğin to beg (dilenmek) sözcüğü Türkçe bey anlamındaki beg’den geliyormuş çünkü dilenmek, beyden istemek demekmiş! Ne diyelim, ağanın eli tutulmaz! Bazen de iyi bilinen ve geniş kabul gören etimolojilerden habersiz görünüyorlar. Örneğin Dinyester, Dinyeper ve Don nehirlerinin adlarının Osetçe (Alanca) olduğundan, Osetçede don sözcüğünün su demek olduğundan haberleri yok, bunları da Türkçeleştirmeye çalışıyorlar. Öte yandan, bazı Oset milliyetçileri de yazarlara benzer bir yöntemle işi abartıp London sözcüğü de Osetçede “çürük su” demektir, Roma ordusu içindeki Oset askerler bu adı koymuştur demeye dek vardırıyorlar! Bir zamanlar bizde de Kürtler hakkındaki şu meşhur “kart kurt” teorisinin mucidi, milliyetçi bir “profesör” Kırzıoğlu vardı. O da başka şeyler yanında örneğin Trabzon adının Türkçe tura (tuğra) bozan’dan geldiğini iddia etmişti. Turabi Saltık adında bir yazar da Yunanca adları Zazaca ile “açıklayarak” bütün antik Yunan uygarlığını Dersimlilerin kurduğunu iddia ediyor! Araştırılırsa her dilin bu türden uçuk milliyetçileri bulunabilir. Sosyalistlerin bunlardan bir farkı olmalıdır.
Sonuç olarak İngilizcede Türkçeye benzeyen ve İngilizceye ne zaman ve nasıl geçtiği bilinmeyen, muhtemelen çok eski çağlarda bir etkileşime işaret eden sözcükler gerçekten var. Bunlar araştırılabilir ancak bunun için ciddi altyapı gerekir. Örneğin yazarlara İngilizceden ben de birkaç örnek vereyim, üzerinde düşünsünler: 1) Edge < uc (uç). 2) Turf < torf < torfak < torpak (toprak). 3) Sneak < sinsi (sinmekten). Her halükarda bu sözcüklerin sayısı yazarların iddia ettiği kadar çok değil ve esas önemlisi de buradan Türkçenin en eski “kök dil”lerden biri olduğu gibi bir anlam çıkmaz. Nitekim Rusçada da Türkçeden geçmiş epey sözcük vardır. Örneğin dengi (tenge, para), tovar (davar, mal), tamojnya (tamga, gümrük). Burdan da Türkçenin en eski dillerden biri olduğuna dair bir teori çıkmaz.
Şu noktayı da belirtmekte yarar var: Yazarların “güneş-dil teorisini” yeniden kurma çabalarına katılmamakla birlikte Atatürk’ün uyguladığı dil devrimini (ya da reformunu) olumlu ve gerekli bulma konusunda aynı düşünüyorum. Türkçeyi kaba saba bir köylü dili olarak hor gören dinci gericilerin yüzyıllar boyunca yazı dilini Arapça ve Farsça ile doldurmaları sonucunda Türkçe büyük zarar görmüştü. Eğitimde, bilimde, devlet işlerinde her alanda terimlerin olabildiğince Türkçeleşmesi gerekliydi. Bu milliyetçilik değildir çünkü bu Arapça Farsça sözcükler Türkçeye doğal yoldan değil, tepedeki seçkinlerin yeğlemesi ve zorlaması yoluyla, yapay yoldan girmişti. Bunlardan kurtulmak ve yeni terimler üretiminde Türkçeden yararlanmak gerekiyordu. Örneğin, üçgene müselles demenin anlamı yoktur ve üçgen sözcüğünü ve başka geometri terimlerini uydurmakla Atatürk kesinlikle doğru bir iş yapmıştır. Hatalar da olmuştur elbet ancak üretilen, türetilen, diriltilen, yaratılan binlerce Türkçe sözcük dilimizi zenginleştirmiş, öğrenmeyi kolaylaştırmıştır. Türkçenin yapısına uymayan, Türk (ve Kürt) çocuğunun kafasını karıştıran, okumayı zorlaştıran Arap harfleri yerine Latin harflerinin alınması ve uyarlanması da çok doğru ve gerekliydi. (Bu arada Kürt çocuğunun zorla asimile edilmesi yanlıştır, fakat o ayrı bir konu). Yazarlar, Fikret Başkaya gibi, Kemalizmi eleştireceğim derken doğru reformlara da karşı çıkan, liberalizmin etkisinde kalmış “solcuları” eleştirmekte haklıdırlar. Ancak onlara tepkinin sonucu bilim dışı, milliyetçi zorlamalara sığınmak olmamalıydı.
Eleştirel Bakışla Güneş-Dil Kuramı ve İlk Güneş-Dil Sözlüğü. Kaan Arslanoğlu, İlknur Arslanoğlu, Arif Yavuz Aksoy. İthaki Yayınları, 2017. 319 sf.
Hiç yorum yok