Tarih Bir Kez Daha Yinelenecek mi?
Garbis Altınoğlu
Robert Fisk'in, ABD'nin Kürt halkı ve ulusal hareketine ihanet ve Türkiye'yi tercih edebileceğini anlattığı 21 Mayıs 2017 tarih ve “Kürtler Bir Kez Daha İhanete Uğrayacak” başlıklı yazısı önemli bir yankı yarattı. Kürt ulusal hareketinin liderlerinin ABD'nin; Suudi Arabistan, Türkiye gibi bölgedeki kadim uşaklarını da seferber etmek suretiyle yeni ve daha kapsamlı bir savaş hazırlığı içine girdikleri günümüzde, gelişmeleri rasyonel bir biçimde değerlendireceklerini ve gerek kendi halkları ve gerekse bölge halkları için en doğrusunu yapmaya çalışacaklarını umuyorum.
ABD başta gelmek üzere emperyalist devletlerin Kürt halkı ve ulusal hareketinin düşmanlarını onyıllardır besledikleri, destekledikleri ve silahlandırdıkları ve zor zamanlarında onları terk ettikleri ve arkadan hançerledikleri de yadsınamaz bir olgu. Onlar her zaman DİVİDE ET EMPERA (=BÖL VE EGEMEN OL) ve buna ek olarak KULLAN VE AT biçiminde özetlenebilecek siyasal çizgi izlemişlerdir. Britanya'nın 19. yüzyıldaki ünlü dışişleri bakanlarından Lord Palmerstone ise şu benzer sözlerin sahibidir:
“Britanya'nın dostları ve düşmanları yoktur; çıkarları vardır.” (Bu sözün aslı şöyle: “Bizim ebedi bağlaşıklarımız ve kalıcı düşmanlarımız yoktur. Ölümsüz ve kalıcı olan bizim çıkarlarımızdır ve bizim görevimiz işte bu çıkarları gözetmektir.”)
Öte yandan, gene klasik deyişle “emperyalizm savaş ve gericilik demektir ve ne barışla ve ne de demokrasiyle bağdaşır.” Dünya tarihi bunun özellikle ABD emperyalizmi için bütünüyle doğru olduğunu yeniden ve yeniden kanıtlamıştır ve kanıtlamaya da devam etmektedir. Randolph Burns adlı bir Amerikalı yazarın 1917'den itibaren ABD'nin de katıldığı Birinci Dünya Savaşı sırasında söylediği şu sözler, Washington ve Pentagon'daki savaş ağalarının zihniyetini tamı tamına yansıtmaktadır: “Savaş devletin sağlığı için gereklidir.” ABD eski dışişleri bakanı ve ulusal güvenlik danışmanı Condoleezza Rice'in Ağustos 2003'de yayımlanan bir yazısında Ortadoğu'da 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini anlatması, işte en azından o tarihten bu yana yaşamakta olduğumuz savaşları, insan kıyımları ve ülke/ toplum yıkımlarını müjdeliyordu.
Kürt halkının siyasal önderlerinin, emperyalizmin barış ve demokrasi getirebileceğine ilişkin hatalı söylem ve hayallerin etkisi altında olduklarını söylemek bir abartı sayılmaz. (Bunun için PKK liderlerinin, aşağıda sunduğum açıklamalarına bakılmalı.) Oysa 2000'lerin başından bu yana yaşananların da göstermiş olduğu gibi bu temelden yanlış yaklaşım, olgular tarafından yeniden ve yeniden çürütülmüştür. (Tabii buna onların, Osmanlı-Türk gericiliğinin siyasal karakterine ilişkin ve yeterince eleştirilmiş ve ipliği pazara çıkarılmış hatalı söylem ve hayalleri eşlik ediyordu.)
Kürt halkının hedef olduğu ulusal zulme karşı çıkmak ve onun, ayrılma ve kendi devletini kurma hakkı da içinde olmak üzere meşru haklarını savunmak ve desteklemek kendisini devrimci-demokrat ve enternasyonalist sayan her parti, çevre ve bireyin görevidir. Bu, tartışma götürmez bir aksiyom olarak kabul edilmeli. Ancak, Kürt halkı ve ulusal hareketinin bu hakkını yaşama geçirme süreci içinde kimleri dost ve kimleri düşman gördüğü ve göreceği ve kimlerle yürüdüğü ve/ ya da onlarla nereye kadar birlikte yürüyeceği de son derece önemlidir. Kürt halkının liderleri, tarihin kendilerine sunduğu olanakları değerlendirmeli elbet. Ama onlar bunu yaparken, ABD ve benzer emperyalistlerin Kürt halkını başka halklarla karşı karşıya getirmemesine özen göstermek ve kendisinin diğer halkların ezmek için kullanılan bir araca dönüştürülmesine izin vermemekle yükümlüdür. Bölge halklarına karşı, dışardan gelen emperyal güçlerin bir maşası ve aleti olduğu görüntüsünün, Kürt halkının stratejik çıkarlarıyla bağdaşmadığı ve gelecekte daha büyük kan banyoları ve kıyımlara zemin hazırlayacağını ve gerici Türk, Arap ve Fars milliyetçiliğini ve Kürt düşmanlığını güçlendireceğini görmek için bir siyaset dehası ya da uluslararası ilişkiler uzmanı olmaya gerek yok.
Bu bağlamda burada, yaklaşık 15 yıl önce kaleme almış olduğum bir yazıdan (“Demir Küçükaydın Ne Yapmak İstiyor? I”) bir bölüm sunuyorum.
* * * * *
Demir Küçükaydın Ne Yapmak İstiyor? I (12-17 Aralık 2002)
11 Eylül ve PKK’nın ‘Yeni Adımı’
.... PKK’nın adının KADEK olarak değiştirildiği Parti Meclisi toplantısında dünya ve bölge konjonktürünün nasıl değerlendirildiğine ve bundan ne tür görevler çıkarıldığına göz atacağız. PKK Parti Meclisi’nin Ocak 2002’de gerçekleştirilen 5. Genel Toplantısının sonuç bildirgesinde,
“Bu çerçevede öncelikle AB sınırları içinde ve yine TC Devleti sınırları içinde PKK adıyla politik, örgütsel ve pratik çalışmanın yürütülmesini durdurmayı gerekli görmüştür. Bu andan itibaren AB ve TC sınırları içinde PKK adıyla herhangi bir çalışmamız olmayacaktır.” (“Yeni Adım”, Özgür Politika, 6 Şubat 2002) dendikten sonra şunlar söyleniyordu:
“Değişim süreci hangi yöntemlerle yaşanırsa yaşansın, sonuçta 21. yüzyıla damgasını vuracak olan yeni uluslararası sistem, insanlığın her alanda yaşadığı küresel bütünleşmeye uygun olarak daha demokratik, barışçıl ve işbirliğini esas alan bir karakterde olacaktır. Tarih boyunca olduğu gibi, 21. yüzyıl uluslararası sistemini şekillendirecek olan mücadelenin birinci planda bölgemiz Ortadoğu'da yaşanmakta olduğu ve sonucun da bu temelde yaratılacağı açık bir gerçektir.” (aynı yerde, abç) Irak'ta yoğunlaşan savaşımın “yeni Ortadoğu sisteminin”, hattâ “yeni uluslararası sistemin temel ölçü ve özelliklerini yarataca”ğını ileri süren PKK Parti Meclisi'ne göre, artık çağımız “demokratik uygarlık çağı”, asıl savaşım ve saflaşma da “eski sistem ile yeni sistem, eski statüko ile yeni statüko arasında”dır. Bölge ve hattâ dünya halklarının yerinin ve PKK'nın çıkarlarının “yeni statüko”dan yana olduğunu ve dolayısıyla PKK'nın da bu ikincisinin saflarında yeralması gerektiğini savunan Parti Meclisi tutumunu şöyle açıklıyordu:
“Irak'taki sistem mücadelesi yeni Ortadoğu sisteminin nasıl olacağını belirleyecek, bu da yeni uluslararası sistemin temel ölçü ve özelliklerini yaratacaktır. Açıkça görülüyor ki Irak üzerinde yoğunlaşan mücadelenin bölgesel ve uluslararası karakteri vardır ve bu mücadele eski sistem ile yeni sistem, eski statüko ile yeni statüko arasındaki bir mücadele olmaktadır. Önümüzdeki süreçte siyasî ve askerî düzeyde daha da keskinleşerek çözüm yaratmaya çalışacak olan böyle bir mücadelede Partimizin ve halkımızın yeri, hiç kuşkusuz Kürdü inkâr eden ve yok etmek isteyen eski statüko cephesinde değil, yeni bir sistem yaratmak isteyen değişim cephesinde olacaktır. Yine Partimiz ve halkımız baskı, parçalama ve terör cephesinde değil, demokrasi, barış ve özgür birlik cephesinde saf tutacaktır. Çünkü Kürt halkının olduğu gibi, bölge halklarının ve dünya demokrasi güçlerinin çıkarları burada yatmaktadır.” (aynı yerde, abç)
Aslında bu “yeni” adım, pek de “yeni” sayılmazdı...
Bunun işaretleri 11 Eylül eylemini izleyen günlerde görülmeye başlanmıştı da. Örneğin, bu eylemin hemen ardından Yanki emperyalistlerine başsağlığı dileyerek, “İslâmî terörizme” karşı savaşta “dünyanın efendilerinin” yanında oldukları mesajını veren PKK Başkanlık Konseyi’nin üyelerinden Murat Karayılan, 11 Eylül'den kısa bir süre sonra yayımlanan bir demecinde şöyle diyordu:
“Şimdi anlaşılıyor ki ABD, bu olayla birlikte yeni bir konsept geliştiriyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, bölgelerinde ve en temelinde Ortadoğu'da, Kafkasya'da yeni bir düzenleme geliştirmek istiyor. Bu sadece ABD değil, genel anlamda NATO politikasına dönüşebilir. Dolayısıyla yeni düzenlemede Kürtlerin bu yeni süreci hassasiyetle ele almaları ve kendilerine bir yer yapmaları gerekiyor. Bizim yaklaşımımız budur...
“Irak'a yönelik bir plan gelişirse, bu yeni süreç Güney'e çok yönlü olarak yansıyacaktır. Şimdi iki şey var: Irak'a yönelik mücadelede Güneyli Kürtler mi esas güç olarak görevlendirilecek, yoksa Türk ordusu mu? Öyle görülüyor ki şimdi güneyli güçler değerlendirilecek. Ama bununla birlikte Türk ordu güçleri de dâhil edilecek. Dolayısıyla burada iş biraz hassaslaşıyor... Bir fırsat gelişebilir.” (Özgür Politika, 2 Ekim 2001, abç) Çok geçmeden, aynı görüşler, bir başka Başkanlık Konseyi üyesi Cemil Bayık üyesi tarafından da yinelenecekti:
“Filistin ve Kürt sorununda eski politikaların yerine yeni politikaların geliştirileceği, belli bir çözümün devreye sokulacağı görülüyor. Irak'a müdahâle, demokratik bir Irak ve Kürt sorununun demokratik ve özgür birlik temelinde çözümünü yaratırsa anlamlı olur. Böylesi bir çözüm herkesin yararına olabileceği gibi, bölgeyi de demokratikleşmeye açar. ABD öncülüğündeki güçler, Afganistan'da başarılı oldularsa bunu geliştirdikleri geniş uzlaşma ve ittifaka borçludurlar. Ortadoğu'da da başarılı olmak isteniyorsa, en başta da Kürt ve Filistin halklarıyla ittifak yapılır, iradeleri esas alınır ve sorunlarına adaletli bir tarzda yaklaşılırsa, çözümleyici ve kalıcı olunabilir.” (Özgür Politika, 30 Aralık 2001)
Irak’ta yaklaştığını sezdikleri emperyalist yağmadan kendilerine de bir pay çıkarmayı kuran ve Afganistan’da “Kuzey İttifakı” denen güçlerin yaptığını Irak’ta yapmaya soyunan PKK/ KADEK önderleri, emperyalizmin ipiyle kuyuya inilemeyeceği gerçeğini ve bu bağlamda kendi uluslarının yaşadığı acı tarihsel deneyimleri unutmuş gözüküyorlar.
Öte yandan onlar, ABD emperyalistlerinin dünyanın hemen hemen her yerinde olduğu gibi İran’dan Pakistan’a, Türkiye’den Lübnan’a, Mısır’dan Pakistan’a, Filistin’den Irak’a, Ortadoğu’da da her zaman ezilen sınıflara ve uluslara karşı yerel gerici ve faşist rejimleri sistemli olarak desteklemiş olduğu gerçeğini de unutmuş gözüküyorlar. Olaya, tüm Ortadoğu proletaryası ve halklarının değil de, yalnızca Kürt proletaryası ve halklarının çıkarları açısından bakmamız da bu gerçeği zerrece değiştirmez. Kürt halkını boyunduruk altında tutan, ezen ve katleden Türkiye, İran ve Irak egemen sınıflarının onyıllardır sırtlarını esas olarak Washington’daki, Londra’daki, Brüksel’deki efendilerine dayadıkları, onlar tarafından silâhlandırıldıkları ve yönlendirildikleri nasıl olur da unutulabilir? (1) Onyıllarca Fars halkının yanı sıra Kürt halkına da kan kusturan Şah faşizminin, Kürt halkını büyük katliamlara tâbi tutan Baas gericiliğinin ve özellikle 12 Eylül darbesinden sonran Kürt halkına azgınca saldıran Türk militarizminin arkasındaki gücün kim olduğunu ilkokul öğrencileri bile biliyor. Osmanlı ve Türk gerici egemen sınıflarının kendilerini bilmem kaçıncı kez aldatmalarını ve yüzyıllardır milis olarak kullanmalarını bir yana bıraksak bile, Molla Mustafa Barzani’nin önderlik ettiği Kürt peşmergelerinin 1975 Cezayir Anlaşması sonrasında ABD, İsrail ve İran Şahlığı tarafından nasıl Baas diktatörlüğünün eline terkedildiklerini, 1991’deki Körfez Savaşının ardından ABD Başkanı George Bush’un çağrısıyla ayaklanan Irak Kürtlerinin, ABD ordusunun dolaylı askerî desteğinden yararlanan Irak ordusunun kalıntıları eliyle nasıl bir kez daha biçildikleri hâlâ hatırlarda.
Daha da ilginci, PKK yönetiminin, “21. yüzyıla damgasını vuracak olan yeni uluslararası sistem”in, insanlığın her alanda yaşadığı küresel bütünleşmeye uygun olarak daha demokratik, barışçıl ve işbirliğini esas alan bir karakterde” olacağını ve PKK’nın “baskı, parçalama ve terör cephesinde değil”, ABD emperyalizminin başını çektiği sözde “demokrasi, barış ve özgür birlik cephesinde saf tutacak” olduğu yolundaki gerici ve karşı-devrimci görüşleri, 11 Eylül sonrasında savunması. Oysa bu dönem, bırakalım devrimci ya da ilerici güçleri, bir dizi tutucu ve düzen içi yazar ve siyasetçinin de açıkça itiraf ettiği ve olayların da tüm çıplaklığıyla gösterdiği gibi,
a) ABD emperyalizminin İslâm halkları başta gelmek üzere dünya işçi sınıfı ve halklarına açıkça savaş ilân ettiği, kendisinden yana olmayan bütün güçleri potansiyel düşman olarak değerlendirdiği,
b) Ulusların kendi yazgılarını belirleme hakkını ve BM’in temel yasası da içinde olmak üzere uluslararası burjuva hukukunu hiçe sayarak kendi diktasına boyun eğmeyen devletleri savaşla tehdit ettiği, beğenmediği rejimleri devireceğini, istemediği liderleri öldürebileceğini açıkladığı,
c) Irak’a karşı savaş hazırlıklarını hızla sürdürdüğü ve Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizmeye hazırlandığı,
d) Ortadoğu'da ve Orta Asya'da bir dizi yeni askerî üsler kurduğu, savaş harcamalarını hızla arttırdığı, genişlettiği savaş filolarını dünyanın tüm denizlerinde mevzilendirdiği,
e) Çin başta gelmek üzere potansiyel rakiplerine açıkça meydan okuduğu ve kendi küresel hegemonyasına yönelik tüm “tehdit” ve meydan okumalara askerî şiddetle ve hattâ nükleer silâhlarla karşılık vereceğini açıkladığı,
f) Askerî birliklerini yolladığı Afganistan, Filipinler, Kolombiya gibi ülkelerde halklara ve ilerici güçlere karşı doğrudan savaşa katıldığı,
g) Metropol ülkelerde demokratik hakların kısıtlandığı, devlet aygıtının güçlendirildiği ve faşizmin ayak seslerinin duyulduğu, tekelci burjuvazinin neredeyse her türlü muhalefeti “terörizm” yaftasıyla susturmaya ve ezmeye giriştiği,
h) Dolayısıyla emperyalizm çağında zaten içi önemli ölçüde boşalmış bulunan burjuva demokrasisinin gerçek niteliğinin, yani onun tekelci burjuvazinin geniş işçi ve emekçi yığınları üzerindeki vahşî diktatörlüğünden başka bir şey olmadığının açıkça gözler önüne serildiği bir dönemdi.
Nitekim, uşakların uşak davranışı görmeye ve aşağılanmaya mahkûm olduklarını kavramayan PKK/ KADEK yöneticilerinin hayal balonları zamanla patlayacaktı. Mayıs 2002’de Murat Karayılan, yaklaşan Irak operasyonunda PKK’ya “görev” verilmemesinden ve bu alanda Türk gericiliğinin yeğlenmesinden ve dahası PKK’nın ABD’nden sonra AB emperyalistleri tarafından da “terör listesi”ne alınmasından duyduğu şaşkınlık ve hayal kırıklığını ve bu karara karşı tepkisini şu sözlerle dile getirecekti:
“İşte hem Türkiye'nin kaygılarını gidermek, hem de Türkiye'yi bu nedenlerle biraz dışında tutup arazisini kullanmak için aslında PKK'nin alelacele 'terörist listesi'ne alınması gündeme gelmiştir. Irak'a yönelik müdahâlede Türkiye'ye, Afganistan'a operasyonda Pakistan'a verilen rol verilecek. İşte Türkiye'nin böyle bir rolü kabul etmesi için Kürt kaygısını gidermek, bunun için de PKK'nin 'terörist listesi'ne alınması gerekiyordu. Bu Mart'tan sonra gündeme geldi. Şimdi herkes şaşırmış hâlde, PKK savaşırken niye listeye alınmadı da şimdi alındı? diye soruyor. PKK dört yıldır savaşı durdurmuş ve şimdi değişmiştir, adı bile kalmamıştır. Nedeni budur. Yani ABD'nin bölgeye yönelik politikalarının bir parçası olarak Avrupa'ya bu konuda bunun dayatılması ve Avrupa'nın da dayatmaya karşı kendi çıkarlarını burada görmesindendir. Irak'a karşı müdahâle olsun, oradaki Kürt çevreleri de burada bir güçtür, katılsın ama Türk devletinin bu konudaki kaygıları giderilsin noktasından hareketle, bu karara ulaşılmıştır. Yani Saddam'ın devrilmesi ve Güney Kürdistan'da muhtemelen Irak'ın bütünlüğü çerçevesinde ne olacağı henüz şimdilik net olmayan bir statüyle sürecin geçiştirilmesi koşuluna bağlı olarak; Kuzey Kürdistan'ın da feda edilmesi durumu vardır. Güney'e ne, hangi statü verilecek o da bilinmiyor. Böyle çirkef bir oyun sözkonusudur... Kuzey'i Türkiye'ye sundular ve ‘o sana ait, o konuda hiçbir kaygın olmasın bak biz onu terörist ilân ettik. Tasfiye de edebilir, her şeyi de yapabilirsin ama Saddam'ın devrilmesinden ürkmemelisin, destek sunmalısın’ dediler...
“Aslında burada Kürde, Kürdistan'a yönelik bir komplo vardır. Kürdistan'ın çok az bir parçası olan Güney'e çok sıradan bir statü, diğer esas ulusal davayı da 'terörist' gösterme komplosudur bu... Türkiye'yi razı etme adına Kürt ulusal davasını, haklı davasını 'terörist' gösterme tutumu var... KADEK'in, HPG'nin (=Halk Savunma Güçleri- G. A.) bölgedeki gücü, etkisi görülemiyor, görülüyorsa da yeterince hesap dâhiline alınmıyor.” (Özgür Politika, 18 Mayıs 2002)
NOTLAR
(1) ABD’nde 1994’de yayımlanan bir Senato Komite Raporuna göre, en azından 1985’ten Aralık 1989’ a kadar geçen süre içinde, bir dizi Amerikan şirketi, ABD Ticaret Bakanlığı’nın onayıyla Saddam Hüseyin faşist kliğine, çoğu insanları yavaş yavaş ve sancılı bir biçimde öldüren değişik biyolojik savaş malzemeleri sattılar. Bunların arasında, antraksa yol açan Bacillus Anthracis, botulinum zehirinin kaynağı Clostridium Botulinum, akciğerlere, beyine, omurgaya ve kâlbe saldıran bir hastalığın mikrobu olan Histoplasma Capsulatam, temel organlara zarar veren Brucella Melitensis, sistemik hastalıklara yolaçan Clotsridium Perfringens adlı son derece zehirli bir bakterinin yanı sıra, Clostridium tetani, Escherichia Coli ve daha düzinelerce patojenik biyolojik madde bulunuyordu. Senato Komite Raporu, 1980’lerin ilk yarısından başlamak üzere İran askerlerine, ayaklanan Kürtlere ve Şiîlere karşı kullanılan bu biyolojik maddelerin Irak’a “seyreltilmemiş, zayıflatılmamış ve yeniden üretimi olanaklı” bir durumda gönderildiğini ve daha sonraları ise, “ABD tarafından ihraç edilen bu mikroorganizmaların, BM silâh kontrolörlerinin Irak’ın biyolojik silâh programında bulunan ve ortadan kaldırılan mikroorganizmaların aynısı olduğunun öğrenildiğini” de belirtiyordu.
Hiç yorum yok