Header Ads

Header ADS

Balkanlaşma ve iç savaş sarmalında Ortadoğu

Volkan Yaraşır

Irak’ta her gün yaşanan katliamlar, etnik ve mezhebi polarizasyon, Lübnan’da her an patlamaya hazır siyasal ortam ve iç gerilim. Filistin’de bir davanın kirlenmesi, çeteleşme ve fiilen iki mikro devletin kurulması, Afganistan’ın giderek daha fazla karanlığa gömülmesi başta bölge ülkeleri olmak üzere uluslararası siyaseti etkiliyor ve sarsıyor. Ortadoğu yanıyor…

ABD yeni jeopolitik gereği Ortadoğu coğrafyasını bir odak olarak belirlemiş ve bölgeye Büyük Ortadoğu Projesi adı altında çok yönlü ve vektörlü müdahalede bulunmuştu.


İmparatorluk projesi çerçevesinde gelişen bu emperyalist müdahale kuzey Afrika’dan Afganistan’a kadar uzanmaktaydı. Önleyici vuruşla bölgedeki rejimlerin değiştirilmesi amaçlanıyor, kapitalizmin küresel ihtiyaçlarına uygun bölgenin yeniden dizaynı hedefleniyordu. Yeni jeopolitik gereği enerji kaynaklarının, enerji yollarının, kıymetli madenlerin bulunduğu, verimli toprakların ve su kaynaklarının olduğu coğrafyaların kontrolü amaçlanıyordu. Bu “kontrol” politikası bir başka anlamda ABD ile rekabet edecek başka bir emperyalist gücün veya bloğun da önünü kesmeyi içermekteydi. Büyük Ortadoğu Projesi tam da bu manada hayata geçirilmeye başlandı. Afganistan işgali, arkasından gelen Irak işgali sürecin hızla ve büyük bir vahşetle gelişeceğini ortaya koydu.

ABD’nin tek süper güç olma ya da imparatorluk kurma girişimleri, birçok faktörden dolayı aksamaya başladı. Avrupa Birliği’nin bölgenin talanında söz sahibi olma girişimleri sürüyor ve bu yönde yeni denge arayışları devam ediyordu. Ayrıca bölge ülkeleri Büyük Ortadoğu Projesine farklı saiklerle direnç göstermekteydi. Özellikle Irak’ta emperyalist işgale karşı başlayan direniş ve ülkenin kaotik bir ortama sürüklenmesi, ABD’ye projede yeni revizyonlar yapma ihtiyacı hissettirmekteydi. 

ABD daha önce devre dışı bıraktığı Avrupa Birliği’ni bu sefer devreye sokarak hareket etmeye çalıştı. Yeni proje Kuzey Afrika’yı kapsamıyor ve bölgedeki rejimlerin değişikliğini gündemine almıyordu. Özellikle bu zamana kadar bölgede emperyalizmin hizmetinde görev alan kesimlere yeni roller yükleniyor ve iç dinamiklerin önemine vurgu yapılıyordu. Ne var ki bu projenin basına yansımasıyla, başta Mısır ve Suudi Arabistan olmak üzere birçok bölge ülkesi projeye sıcak bakmadığını açıkladı. Ayrıca ABD’nin hızla bataklığa gömüldüğü Irak’a Avrupa Birliği bulaşmamayı tercih ediyordu. Bu faktörler revize edilmiş Büyük Ortadoğu Projesi’nin de ölü doğmasına yol açtı.

Özellikle Irak’ta çatışmaların yoğunlaşması, sürecin fiili parçalanmaya doğru hızlanması ve Şii’lerin ciddi bir güç olarak devreye girmesi, ABD ve onun bölgedeki mızrak ucu İsrail tarafından acil önlemlerin alınmasını zorunlu kıldı. İran, Irak’ta Şii’lerin güçlenmesini kendi nüfuz alanının genişlemesi olarak değerlendirdi ve çeşitli müdahalelerde bulundu. Bunun yanında nükleer programını hızlandırdı. “Yeni Ortadoğu Düzeni” içinde Orta Asya, Kafkaslar ve Hazar Bölgesi denkleminde önemli bir yer teşkil eden İran’ın devre dışı bırakılması son derece önemliydi. İşte bu konjonktürde İran’a yönelik saldırı planları gündeme getirildi. Yaşanan yüksek konjonktür bir başka vektöründe devreye girmesine yol açtı. İran’ın ön mevzisi konumunda olan Lübnan’daki Hizbullah hızla öne çıkarıldı.

İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’a saldırısı emperyal projede yeni düzenlemeleri işaretliyordu.

Hizbullah’ın tasfiye edilmesi, İran’ın ön cephesini kaybetmesine yol açacaktı ve İran’a yönelik operasyonun gerçekleşmesini kolaylaştıracaktı. Condoleezza Rice’ın “Yeni Ortadoğu” diye tanımladığı proje Lübnan’da yaratılmaya başlandı. Rice aslında ABD, İngiltere ve İsrail’in Ortadoğu’da Lübnan, Filistin, Suriye, Irak, İran, Afganistan’ı kapsayan askeri yol haritasından bahsediyordu. Şiddet sarmalıyla bu coğrafyalarda küresel sermayenin ihtiyaçlarına göre ekonomik, askeri ve kültürel düzenlemeler hedeflenmekteydi.

Lübnan start noktasıydı. “Yapıcı kaos” adı verilen şiddet dalgasıyla Ortadoğu coğrafyası yeniden yapılandırılmak isteniyordu. Rice, ABD’nin jeo-stratejik amaçlarının gerçekleşmesi için kıyım, sürgün, katliamları zorunlu görmekte, bir anlamda bu vahşeti “Yeni Ortadoğu’nun doğum sancıları” olarak değerlendirmekteydi. Bu arada ABD bölgedeki işbirlikçi ülkeleri devreye sokarak Ortadoğu’da bir Sünni cephenin oluşması yönünde çalışmalar yaptı. Şii jeo-politiğine karşı Sünni jeo-politiği gündeme getirildi. Bu yönde Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün devreye sokuldu. Bu ülkelerin o dönem Türkiye’yle girdiği mekik diplomasisinin ardında Sünni jeo-politiğinin hazırlanması vardı. Bahsedilen ülkelerde ve bölgenin bütünündeki çürümüş egemen klikler Şii radikalizmini tehdit olarak değerlendirmekteydi.

Ne var ki Hizbullah’ın direnişi ve İsrail’i askeri olarak yenmeyi başarması, bunun yanında siyonizmin hem Lübnan’da hem de Filistin’de bütün vahşetiyle kendini göstermesi bu atağında boşa çıkmasına yol açtı. 

ABD’deki iç politik gelişmeler

ABD’nin Irak’ta hızla kontrolünü yitirmesi (Kuzey Irak burada özel bir konumda duruyor. Uzun vadede ABD’nin bölgedeki kalıcı karargahı olarak dizayn edilmiş durumda), ölen asker sayılarının “kabul edilebilir” sınırı zorlaması, Irak’ta özellikle Bağdat’ta bir türlü istikrarın sağlanamaması birçok problemi beraberinde getirdi. Bu arada Şii’ler Irak siyasi arenasında önemli bir siyasi ve askeri aktör olarak rol almaya başladı. Irak’ın hızla bir iç savaş ortamına girmesi ABD’yi sıkıştırmaktaydı. Askeri kayıplar düzenli bir şekilde artmaya devam ediyordu. Irak’ta işgal ve savaşın yarattığı anafor başta ABD’yi ve bölge ülkelerini içine çekmekteydi. İşte bu sırada Bush, Irak’ta yaşananları Vietnam’a benzetmek zorunda kaldı.

Bu gelişmelerin yanında Kuzey Kore’nin nükleer deneme yapması, Bush yönetimini iyice sıkıştırdı. İmparatorluk projesiyle hareket eden bir güç, artık dünyadaki gelişmeleri kontrol etmekten acizdi. 2006 yılı içinde Bush yönetimi kamuoyu desteğini hızla yitirmeye başladı.

Başta Bush olmak üzere Neo-Con’lara yönelik eleştiriler yoğunlaştı. Hatta daha önce Neo-Con’ları desteklemiş bazı “önemli” adlar açıkça R. Perle ve P. Wolfowitz’i suçladı.

ABD’de senato ve meclis seçimleri bu politik zemin üzerinde gerçekleşti. Demokrat Parti, Cumhuriyetçi’lere karşı “savaş karşıtlığı” temelinde bir kampanya yürüttü. Fakat bu tırnak içindeki savaş karşıtlığı, savaşın kendisine yönelik değil, yürütülüş biçimineydi. Yani Irak’a yeterli oranda asker gönderilmediği, müttefiklerin desteğinin sağlanmadığı ya da İran gibi bölge ülkeleriyle ilişki kurulmadığı gibi… 

Demokrat Parti seçimleri az bir farkla kazandı. Hatta eski Cumhuriyetçi’leri devşirerek, birçok konuda “sağ” argümantasyonlar geliştirerek seçimleri aldı. Seçimler bu yönüyle ABD seçmenlerinin giderek muhafazakarlaştığını gösteren bir platform oldu. 

Bu süreçte Demokrat Parti, bazı askeri ve diplomatik kaynaklar ve Irak Çalışma Grubu benzer açılımlarda bulundu. Asker sayısının artırılması, Irak’ta düzenin sağlanması, güvenlik sorunlarının aşılması, petrol gelirlerinin paylaşılması ve bu yönde bir vakfın kurulması, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması, bölge istikrarının sağlanması için Suriye ve İran’la temasa geçilmesi istendi. 

Çok şey beklenen ve mana yüklenen Baker ve Hamilton Planı ya da Irak Çalışma Raporu başından itibaren kadük kaldı. Bush yönetimi açık zor politikalarını derinleştirerek sürdürdü. İşgal stratejisinde revizyonlar yaptı. Stratejisini iç savaş ve katliamlar zinciri üzerinden yeniden kurdu

Ortadoğu’ya emperyalist müdahalenin evreleri

Bugün Irak’ta ABD’nin uyguladığı emperyalist politikaların kökleri Carter, hatta 
Nixon dönemine dayanıyor. Ortadoğu’daki yaşananları Bush yönetiminin ya da Neo-Con’ların fanatikliğiyle açıklamak oldukça sığ bir yaklaşımdır. *

Nixon doktrini, Soğuk Savaş’ın başlamasıyla dünya jandarması konumuyla hareket eden ABD’nin bu pozisyonunu tedricen değiştirerek, hegemonyasını yayması ve sürdürmesi için, kritik coğrafyalarda bölgesel işbirlikçilerin devreye sokulmasını ve rollerinin artırılmasını içeriyordu. Bu perspektifle ABD, Ortadoğu ve Körfez’in denetim altında tutulmasını iki ayakta düzenlemişti. Bu düzenleme içinde İran ve Suudi Arabistan’a önemli misyonlar yüklendi. İsrail ise bölgede bir karşı devrim merkezi gibi hareket ediyordu. Suudi Arabistan bir taraftan geniş petrol rezervleriyle kontrol altındaki enerji kaynağı olarak işlev görürken, diğer taraftan şeriatçı devlet yapısıyla ve petro-dolarların açtığı zeminlerle bir ideolojik saldırı odağı gibi konumlandırıldı. İran, ABD’nin bölgedeki jandarması ve vurucu gücü gibi hareket edecekti. Bölgenin birçok ülkesinde İran gizli servisi Savak ve Mossad’ın ortak operasyonları gerçekleştirildi. İsrail ve İran bölgede Arap olmayan iki devlet olarak, bir savunma kuşağının oluşturulması yönünde hareket etti.

Nixon yönetimi bu amaçla İran’ın bir savaş makinesi dönüşmesi için gayret gösterdi. İran’a yoğun silah yardımı yaptı. Hatta nükleer teknolojinin gelişmesi için özel ilişkilere girdi.

ABD’de Carter’ın yönetime gelmesiyle Nixon’un başlattığı silahlanma yardımı artırılarak sürdürüldü. Carter yönetimi döneminde İran Devrimi gerçekleşti. Devrim, ABD’nin bölgedeki en önemli vurucu güçlerinden birini kaybetmesi anlamına geldi. Ardından Afganistan işgalinin gerçekleşmesi Ortadoğu’da ve Körfez’deki dengeleri altüst etti. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesine karşılık, ABD bölgeye ilişkin yeni emperyalist politikalar geliştirdi.

ABD, Vietnam’dan çıkmasının verdiği rahatlıkla Ortadoğu’ya kalıcı askeri güç olarak girmeye çalıştı. Bu adımına paralel olarak bölgedeki işbirlikçi yönetimlerle ilişkilerini yeniden düzenledi. 1980’de açıklanan Carter Doktrini’nde şu noktalar belirtildi: “Bir dış güç tarafından Basra Körfezi bölgesinin denetimini ele geçirmeye yönelik herhangi bir girişim, Birleşik Devletler’in yaşamsal çıkarlarına karşı bir saldırı olarak kabul edilecek ve böyle bir tecavüz, askeri güç de dahil olmak üzere, her araç kullanılarak geri püskürtülecektir.”

Bölgeye askeri müdahalenin ilk adımı Çevik Güç’ün 1978 yılında kurulmasıyla atıldı. Çevik Güç, ilk döneminde merkezi bir komutanlığa bağlı değildi. Merkezi komutanlık Reagan döneminde kurulacaktı.

Reagan “Yeni Soğuk Savaş” stratejisiyle hareket etti. Özellikle bölgede İsrail’e önem verdi. Reagan için İsrail “Ortadoğu’da Sovyet varlığına karşı (Amerikan) askeri dengesini oluşturuyordu” ve İsrail’e yapılan yardım ABD’nin güvenliğine yapılmış iyi bir yatırımdı.

Sovyetler Birliği’nin çökmesi, ABD’ye hegemonyasını yayma ve derinleştirme şansı yarattı. Yaşadığı ekonomik sorunlar ve Sovyetler Birliği sonrası ortaya çıkan “düşmansızlık” durumu ABD’nin ataklar yapmasını ve hegemonyasını restore etme ihtiyacını zorunlu kıldı.

Reagan’dan sonra eski CIA Başkanı George Bush, (1989 başında) iktidara geldi. Bush ABD’nin yeni hegemonya hamlesinin ifadesi olan “Yeni Dünya Düzeni”nin inşasına girişti. Bu süreç bir yanıyla da “küreselleşme” adı verilen finans kapitalin spekülasyon yoluyla dünyayı kumarhaneye (ya da ‘kumarhane kapitalizmi’ne) çevirme süreciydi. I. Körfez Savaşı, Soğuk Savaş’ın ardından Carter Doktrini’ne bağlı olarak bölgenin yeniden düzenlenmesiydi ve “Yeni Ortadoğu Düzeni”nin inşasına yönelik agresif bir ataktı. ABD Irak müdahalesiyle ve Suudi Arabistan’da kurduğu askeri üsle Ortadoğu’ya geri döndüğünü gösterdi. Bu adım bir yanıyla da ABD’nin tek kutuplu bir dünya oluşturma çabasının ifadesi oldu.

ABD emperyalizmi, hegemonyasını ekonomik, kültürel, diplomatik yollarla ya da “yumuşak” enstrümanlarla kuramayacağını bildiğinden, bu inisiyatifini yitirdiğinden dolayı askeri üstünlüğe dayanan bir yönelim içine girdi. ABD yönetici elitleri rakip bir emperyalist gücün yükselmesini engellemenin ancak ABD’nin muazzam askeri gücünün daha da büyütülmesiyle olanaklı olduğu ileri sürmekteydi. Bu noktada silah ve petrol lobileri ve tekelleri ağırlıklarını koydu. Bütün bu süreç bir anlamda hegemonyanın restorasyonu süreciydi. ABD, imparatorluk projesine uygun olarak “yeni” bir emperyalist kimliğe girmeye çalışıyordu. 

Neo-Con’lar tarafından temsil edilen bu yönelim, hegemonya stratejisini imparatorluk projesine dayandırmaktaydı. Özünde tek yanlı üstünlüğü içeriyor ve temel politika olarak da ünilateralizm uygulanıyordu. “Yeni Roma” tartışmaları o günlerde sıkça yapılmaya başlandı.

Soğuk Savaş’ın bitmesi savunma harcamalarında gerilemelere, savunma ve askeri sanayi alanındaki şirketlerin hisse senetlerinde düşmelere yol açmıştı. 1989-1991 arasında yaşanan bu dalgalanma I. Körfez Savaşı’yla bir ölçüde kırıldı. Askeri sanayi alanındaki şirketler bir toparlanma sürecine girdi. 

I. Clinton döneminde “bütün ağırlık” küreselleşme politikalarına verildi. Soğuk Savaş sonrası “bakir kalmış coğrafyaların” ya da eski Sovyet coğrafyalarının hızla emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonu, birincil yönelim oldu. Yeni pazar alanları kapitalizmin vahşi sömürüsüne maruz bırakıldı. ABD küreselleşme adı verilen bu politikalarla ülke içine olağanüstü bir değer transferi yaptı. Savunma harcamaları ikincil plana itildi ve önemli oranda azaltıldı.

II. Clinton döneminde bu durum değişti. Seçimler sonucu senato ve mecliste Cumhuriyetçilerin daha fazla koltuk kazanması süreci etkileyecekti.

Yeni bir av sahası olarak Yugoslavya parçalandı. Federe devlet sekiz mikro devlete bölündü. Balkan savaşlarında ABD aktif rol oynadı. Irak sürekli bombalandı. Afganistan ve Sudan aralıklı roket saldırılarına uğradı. Bu ataklar ABD üstünlüğüne vurgu yapılan demagojik kampanyalarla tamamlanmaya çalışıldı. ABD halkı savaş psikolojisini alıştırıldı. Vietnam yenilgisinin yarattığı travma kırılmaya başladı. ABD gücünü dünyanın dört bir yanında hissettiriyor, gösteriyordu. 

Küreselleşme dalgasının yarattığı halüsinasyon 1997 Asya Krizi’yle hızla dağıldı. Ardından bir dizi krizin (Rusya, Meksika, Türkiye gibi) yaşanması ABD’ye hegemonyasının restorasyonu yönünde hamle yapma ihtiyacını doğurdu. Bu arada ABD ekonomisi hızla resesyon içine giriyordu. 11 Eylül olayları bu konjonktürde gerçekleşti ve arkasından Afganistan ve Irak işgali yaşandı.

Bu kısa tarihçenin de ortaya koyduğu gibi, ABD yönetici elitlerinin farklı kliklerinin yeni hegemonya arayışlarına yönelik itirazları yoktur. Yönetici elitlerin stratejik yönelimleri ve görüşleri birbiriyle uyuşmaktadır. Bugün Irak savaşında yaşandığı gibi problem, savaşın yürütülüş tarzındadır. Irak’ta durumu en çok eleştiren yönetici kliklerin bile ürettiği politikalar, Irak’ta ABD’yi içine çeken anaforun yeni bir Vietnam yenilgisine dönüşmemesi yönündedir. ABD’nin bölgede kalıcı ve etkili bir güç olmasının yöntemleri araştırılmaktadır. Aslında bu projeler bir başka bağlamda Anglo-Amerikan emperyalizminin bölgedeki yeni yol haritasını belirlemede işlev görecektir. 

Ortadoğu’dan Orta Asya’ya kaosun yıkıcılığı

Condoleezza Rice, “Yeni Ortadoğu” tanımıyla süreklileştirilmiş bir kaosa vurgu yapmaktaydı. Bu yönde İsrail, ABD’nin ve İngiltere’nin tam desteğiyle Lübnan’a saldırdı. Burada vahşet, kan ve gözyaşı tıpkı Irak’ta ve Afganistan’da olduğu gibi “yeni” Ortadoğu’nun doğum sancıları olarak görüldü. Ortadoğu’nun Balkanlaştırılması yönünde süreç derinleştirilmeye çalışıldı. 

Irak işgali ve Kürt Federe Devleti’nin kurulması, Irak parlamentosundan çıkacak kararla Irak Federasyonu’nun üçe bölünmesi ve ardından son derece senkronize sonuçlar beklenen Lübnan saldırısı, Balkanlaştırma projesinin zeminlerini oluşturmaktaydı. Anglo-Amerikan emperyalizminin Ortadoğu stratejisi, bölgenin Balkanlaştırılması üzerinden kurulup, daha geniş bir coğrafyanın “stabilizasyonu” yönünde adımları içermekteydi. Ortadoğu’nun mikro milliyetçilik ve dincilik temelinde küçük devletçiklere, kantonlara ayrılması ya da bölünmesi askeri bir yol haritası olarak düşünüldü. Bu anlamda Balkanlaşma stratejisi bir iç savaş stratejisi üzerinden yürütüldü. İç savaş süreci Balkanlaşma stratejisine hizmet ederken, Balkanlaşma yönündeki her adım, iç savaş sürecini tetikledi. Böylesi bir sonucun yaratacağı hegemonik üstünlük Orta Asya’ya giriş yolunu da açmaktaydı. ABD Pakistan ve Afganistan’daki etki gücünü kullanarak Orta Asya’da, özellikle eski Sovyet coğrafyalarında nüfuzunu yaymaya ve derinleştirmeye çalıştı.

Bu çaba bir yandan Çin’in kuşatılması anlamını taşırken, öte yandan Rusya’nın çepeçevre kontrol altına alınması anlamına geliyordu. Özellikle Ön Asya diye de tanımlanan Ortadoğu’nun, Asya’nın jeopolitiğindeki yeri stratejik önemdeydi ve bir anlamda Rusya’nın zaafiyet alanıydı.

Eski ABD Milli Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinsky’nin Ortadoğu’yu, Avrasya’nın Balkanlarının kontrol aracı olarak görmesi boşuna değildi. Brzezinsky’nin Avrasya’nın Balkanları tanımı; Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan’ı kapsayan Kafkaslar’dan; Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Afganistan ve Tacikistan’ın bulunduğu Orta Asya’yı hatta Ön Asya’daki İran ve Türkiye’yi içine alması ilginç ve düşündürücüdür. 

Bu yönüyle Ortadoğu’da yeni “kanlı” sınırların belirlenmesi kaçınılmaz olarak ele alındı. Yeni sınırlar Türkiye dahil bütün bölgeyi kapsamaktadır. Yeni sınırların mikro devletler şeklinde, etnik puzzle biçiminde oluşturulması, deklere edilmesi emperyalist rotanın istikametini ortaya koymaktadır. Bu süreç Orta Asya ve Hazar Denizi’nin kontrolüyle pekişecek içeriktedir.

Başta Ortadoğu’da, ardından Orta Asya’da hegemonik bir üstünlük kuracak ABD, küresel tahakkümünü garanti altına almış AB’yi, Rusya’yı ve Çin’i denetleyecek bir güce ulaşmış, salt askeri değil ekonomik bağlamda da önemli kazanımlar elde etmiş bir ülke konumuna gelecektir. Çünkü enerji kaynaklarının ve yollarının dünya çapındaki belirleyici sinir merkezlerinden biri de Orta Asya’dır. 

Ortadoğu’nun Balkanlaşması bir emperyalist projedir. Yugoslavya nasıl ki emperyalizmin av sahası olarak federe devletten sekiz yapay mikro devlete bölündüyse, etnik ve dini kan banyosundan sonra bölgede stabilizasyon yaratıldıysa, benzer bir sürecin Ortadoğu’da yaşanması olasıdır. Yugoslavya deney ülkedir. Buradaki deneyim birikimlerinin daha konsantre ve rafine bir şekilde Ortadoğu’nun dört bir tarafında hayata geçirilmesi yönünde adımlar atılmaktadır. Filistin’deki sistematik şiddet ve ekonomik-siyasi blokajlar, yaşanan iç savaş ve fiilen mikro devletlere ayrılması, Lübnan’daki iç savaş provokasyonları, Irak’ın fiili bölünmüşlüğü, Afganistan’ın işgal pratiği bu sürecin farklı sonuçlar doğursa da önemli merhaleleridir. 

Kısaca kaos siyaseti, ABD’nin yeni işgal ve bölgeyi yeniden düzenleme stratejisidir.* ABD bu yönde işgal kavramının içeriğini değiştirerek ya da açık işgaline hiçbir meşruiyet kazandırma ihtiyacı duymayarak, tıpkı Irak’ta olduğu gibi bir ülkenin ya da hedef coğrafyanın etnik, dini, mezhebi, milli “sinir noktaları”na vurarak ve provoke ederek şiddetli bir çatışma ortamı hazırlayıp, toplumun paramparça olmasını hedeflemektedir. Bu bir konsantre katastrof politikasıdır. Daha sonra her parçada, başından itibaren kontrol edilen, yönlendirilen, şekillendirilen ve bağımlı kılınan hatta köleleştirilen bir mikro devletin kurulması teşvik edilmektedir. Şiddetli iç çatışmalar sonucu bütün ahlaki, kültürel, entelektüel ve maddi gücünü kaybeden halkın bu “devlet” aracılığıyla, hiç de işgalciye gerek duymadan, kendi celladını kendi yaratarak emperyalist politikalara bütünüyle angaje olması hesaplanmaktadır. Halklar arasında etnik, dini, mezhebi ve milli polarizasyon ve düşmanlığın sürekli kılınmasını sağlayacak bu mikro devlet ya da kanton devletler bir başka yanıyla da emperyalizmin bölgedeki makro siyasetine hizmetle mükellef olacaklardır. 

Ortadoğu’nun prototipi: Lübnan

Tarihsel olarak, Ortadoğu’ya ilişkin emperyalist projelerin deney alanı Lübnan oldu. Lübnan küçük bir Ortadoğu olma özelliğiyle bölge güçlerinin ve emperyalist güçlerin ilgi alanında yer aldı. Lübnan, Ortadoğu’da yaşanacakların aynası işlevini gördü. Olası gelişmeleri ve yönelimleri, hayata geçirilmek istenen projeleri Lübnan projeksiyonundan okumak olanaklıydı.

Yakın dönemdeki Hariri suikastı, Kafkaslar’da hayata geçirilen “demokrasi mühendisliği” uygulamalarının “sedir” devrimi adında Lübnan’da realize olmasına yol açtı. Farklı coğrafyaların emperyalist nüfuz alanına girmesi ya da emperyalist ilişkilerin derinleştirilmesi yönünde kullanılan bu taktik Lübnan’da da başarılı sonuçlar verdi. Suriye Lübnan’dan çekilmek zorunda kaldı. İlk adım böylece atıldı. İkinci adım Lübnan’da son derece önemli bir güç olan Hizbullah’ın devre dışı bırakılmasıydı. 2006 Temmuz ayında İsrail’in 34 gün boyunca Lübnan’ın Güney’ine yönelik saldırısının amacı buydu, ama bu amaç gerçekleştirilemedi. Acil bir önlem olarak UNIFIL Lübnan İsrail sınırının, Lübnan tarafına yerleştirildi. 

İsrail saldırısı sonrası Lübnan’daki yeni siyasal süreçte Hizbullah etkisini göstermek için ulusal birlik hükümeti önerisinde bulundu ve hükümette daha fazla bakanlık istedi. 

İsrail saldırılarına karşı müthiş bir direniş gösteren, İsrail’i askeri olarak yenilgiye uğratıp, geri çekilmesine neden olan Hizbullah, Lübnan halkı içinde büyük sempati topladı. O işgalciye karşı direnen bir güçtü. 

Hizbullah bu prestije dayanarak ulusal hükümet teklifinde bulundu. Savaş alanında kazandığı başarı ve sempatiyi politik plana taşımaya çalıştı. Teklifin kabul görmemesi üzerine Sinyora hükümetinin gayrı meşru olduğunu göstermek için Hizbullah ve Emel örgütü üyesi beş bakan hükümetten istifa etti. Hizbullah Sinyora hükümetini, ABD’nin Lübnan büyük elçisine gönderme yaparak “Feltman Hükümeti” diye nitelemeye başladı. İstifasını istedi ve olağanüstü seçim kararının alınması konusunda ısrarcı davrandı. Hükümeti düşürmek için de kendi kitlesini mobilize etti. Barışçıl gösteriler yapmak için taraftarlarını sokağa çıkmaya çağırdı. Paradoks gibi gözükse de Hizbullah, Emel örgütü ve Hıristiyan Michel Aoun’un Ulusal Birlik Partisi yeni bir “sedir devrimi” taktiğini hayata geçirmek istiyordu. Bu dönemde Hizbullah’ın, bir Şii partisi olma kimliğinden uzaklaşıp, direniş savaşının yarattığı avantajları kullanarak Lübnan halkının partisi olma yönünde çabaları yaygınlaştı.

Hükümetin devrilmesi ve seçimlere gidilmesiyle Hizbullah’ın oylarını artıracağı ortadaydı. Hizbullah’un parlamentoda ve kurulacak bir hükümette son derece etkili bir güç olacağı büyük bir olasılıktı. Hizbullah’ın hem yasal bir güç olarak hükümet ve parlamentoda olması hem de fiili ve meşru bir güç olarak devrede oluşu ve sokakları tutuşu ABD ve İsrail için son derece riskli gelişmeleri beraberinde getirebilirdi.

Halihazırda silahsızlandırılamayan Hizbullah, hükümetin büyük ve çok etkili bir ortağı olmasıyla uluslararası düzeyde önemli diplomatik ataklar yapma şansı da kazanacaktı. Ayrıca bu gelişme İran’ın Lübnan’daki etkisini artırmasının yanında, olası ABD müdahalesine karşı İran’ın kolayca savaşı kendi sınırlarının dışına taşımasını sağlayacaktı. Hizbullah’ın toplumsal inisiyatifinin artması bir yanıyla da Suriye’nin manevra alanının genişlemesi anlamına gelecekti. Bu süreç ters bir etkiyle İsrail’in güvenlik çemberinin kırılmasına yol açabilirdi. Hizbullah, İsrail’in Lübnan’ı işgal döneminde, attığı füzelerle İsrail kentlerinin güvenli olmadığını göstermişti. Bütün bu faktörler ABD’nin, Irak’ta olduğu gibi Lübnan’da da politik ve askeri olarak sıkışmasına ve beklenilmeyen ve denetlenilemeyen birçok yeni gelişmenin devreye girmesine neden olacaktı.

Tam bu aşamada Pierre Gemayel suikastı yapıldı. Suikast sonrası bütün dikkatler Suriye’ye odaklandı. Suriye suikasttan sorumlu ilan edildi. Lübnan’da siyasal gerilim hızla arttı. Suikast dengeleri İsrail lehine değiştirmeyi amaçladı. Hizbullah, Emel ve Hıristiyan Michel Aoun’un Ulusal Birlik Partisi’nin içinde bulunduğu muhalif grubun yapmayı düşündüğü gösteriler ertelendi. Sinyora hükümeti ve içinde Sünni grupların bazılarının bulunduğu, Maruniler ve Dürzi’lerden oluşan 14 Mart Grubu Gemayel’in cenazesini gövde gösterisine çevirdi. Etnik ve dinsel mozaik bir ülke olan Lübnan’ın bu özelliklerinin parçalanması yönünde basınçlar artmaya başladı.

Pierre Gemayel Falanjist partisinin kurucusu olan Beşir Gemayel’in yeğeniydi. Falanjist parti İsrail ve ABD işbirlikçiliğinde rüştünü ispatlamış bir yapıydı. Ulusal konjonktürle uluslararası konjonktürün çakışmasıyla, özellikle ABD’nin iç politik dengelerinin değişmesine bağlı olarak, alelacele gerçekleştirildiği ortada olan suikastla bir dizi sonuç alınmaya çalışıldı. Lübnan’ın hızla kaotik bir sürece girmesi yönünde gerçekleştirilen bu eylem birçok vektörü de içinde taşıyordu. Gemayel, Suriye’nin Irak’la diplomatik ilişki kurduğu gün öldürüldü. Suikastın ABD ve İngiltere’nin İran’a uzak durmasına karşılık Suriye’yle diplomatik görüşmelerin başlayacağı yönünde sinyallerin verildiği konjonktürde gerçekleşmesi ilginç bir gelişme oldu. Suriye aldığı diplomatik sinyallerle esnek, hatta tavizkar politikalar geliştirdi. Golan tepelerine ilişkin eski tezini terk etti. Suikastın Suriye’yi hedef göstermesi en başta bu havanın dağılmasına yol açtı. Ayrıca İsrail saldırılarından sonra Hizbullah lehine dönen siyasal atmosfer dağılacak, Hizbullah ve Emel örgütüyle ittifak yapan, Hıristiyan Ulusal Birlik Partisi’nin üzerinde kamuoyu baskısı yaratılacaktı. Ulusal Birlik Partisi’nin ittifaktan kopması Lübnan’da etnik, dini, mezhebi polarizasyonu hızla artıracaktı. Cenaze töreninde Hıristiyan, Sünni, Dürzi, Maruni ittifakının yeniden öne çıkması şaşırtıcı olmadı. Suikastın kendisi zaten Lübnan’ı etnik, dini ve mezhebi temelde bölmeyi ve ülkeyi hızla iç savaş ortamına sürüklemeyi amaçlıyordu. Lübnan bir iç savaş gerginliği içine girdi. 

Hizbullah bu süreçte temkinli davranıp sokağa çıkmadı ama sokağın etki gücünü bilmekteydi. Lübnan’da Fransız mandacılığı döneminden beri gelen Hıristiyanların nüfuslarıyla orantısız bir şekilde temsil edilmesi Hizbullah’ı ve diğer tüm muhalif güçleri rahatsız ediyordu. Hizbullah Gemayel’in üç gün süren yasından sonra sokağa çıkacağını ilan etti ve söylediğini gerçekleştirdi. Parlamentoyu abluka altına aldı. Hizbullah bu eylemini “ak devrim” olarak adlandırdı. 

Hizbullah ve müttefikleri (Lübnan Komünist Partisi bu muhalefetin içinde yer alıyor) Sinyora hükümetini fiilen işlevsizleştirmek yönünde taktikler geliştirdi. Hizbullah sokağı kazananın iktidarı da kazanacağını bildiğinden, taraftarlarıyla sokakta hakimiyet kurmaya ve bu hakimiyeti kalıcılaştırmaya çalışıyor. Ama bu adımlara cevabın gelmesi de uzun sürmedi. ABD Dışişleri Bakanı Rice Lübnan’da önümüzdeki süreçte nelerin olabileceğini şöyle ifade etti: “Muhalif güçler (yani Hizbullah ve ittifakları) hükümetin değiştirilmesi, erken seçime gidilmesi ve sokaklara hakim olunması taleplerini sürdürürse Lübnan’da yeni suikastlar yaşanacaktır!” Bu açıklama Lübnan’ın bir iç savaş riski yaşadığını göstermektedir. Lübnan’da olası bir iç savaş durumunda bir yandan Hizbullah’ın ülke içinde Hıristiyan, Sünni ve Dürzi paramiliter güçlerle meşgul edilmesi sağlanacak, diğer yandan İran’ın izolasyonu yönünde önemli adımlar atılacaktır. Böylece İsrail Lübnan’da Hizbullah’ı bütünüyle tasfiye etme şansı bulacaktır. Ayrıca İran’a yönelik askeri operasyonun önü de açılmış olacaktır. Bütün bu adımların ABD’nin iç politikasında Neo-Con’ların sıkışmasını engelleyici bir yönünün olması da ayrıca düşündürücüdür. 

Bu gelişmelere rağmen toplumsal mücadelenin her türlü projeyi tarumar edici bir güç olduğu bir kez daha ortaya çıktı. 2006 Aralık başında dört milyon nüfuslu Lübnan’ın başkentinde bir milyon kişi toplandı. Sokaklar işgal edildi. Çadırlar kuruldu, on binlerce kişinin katıldığı sürekli gösteriler ve toplantılar yapıldı. Hükümetin iç savaş tehdidi sökmedi. Hatta bazı Sünni partiler de eyleme iştirak etti. Kitleler ayaklanarak ulusal birlik hükümetinin oluşmasını ve erken seçimlere gidilmesini istedi. Beyrut kitle hareketleriyle zenginleşti ve güzelleşti. 

Son olarak Lübnan ordusunun çeşitli banka soygunu ve silahlı eylemler düzenledikleri gerekçesiyle Fetih-Ül İslam adlı örgüte yönelik, Nahr el Bared Filistin mülteci kampına operasyon düzenlemesi ilginçtir. Örgüt CIA ve Suudi istihbaratı tarafından Hizbullah’a karşı uzun yıllar paravan örgüt olarak kullanıldı, faaliyetlerine Lübnan ordusu tarafından göz yumuldu. Zamanla örgüte verilen finansal desteğin kesilmesi kadrolarının denetiminden çıkmasına ve çeşitli eylemler yapmasına yol açtı. Örgüt bu dönemde Lübnan’ın El-Kaide’si olarak tanımlandı. Bu aşamada Lübnan ordusu devreye sokuldu. ABD bu ve benzer bahanelerle Lübnan’a 8 uçak dolusu mühimmat ve silah gönderdi. Geçen yıl (2006) Lübnan hükümetine güvenlik amaçlı 40 milyon dolar yardım etti. Bu yıl yapılan finansal yardım 30 milyon dolara ulaştı. Gelişmeler Lübnan’daki iç gerilimin hızla artacağını gösteriyor. ABD bunun yaratılması doğrultusunda adımlar atıyor. Özellikle Hizbullah probleminin halledilmesi doğrultusunda hem İsrail hem de ABD, işgal dahil çeşitli provokasyonların yapılmasını gündeme almış durumda. İsrail’de ana muhalefet partisi, Likud’un başkanı Netenyahu’nun İsrail-Hizbullah savaşının ikinci raundundan bahsetmesi (hem de parlamentoda) boşuna değildir. Bu raundun başlaması için “basit” bir provokasyon bile kullanılabilir. 

* ABD Irak’ta 100 adet askeri üs kurdu. Ayrıca 14’ünün inşası da devam ediyor. ABD Irak’ın petrol alanları ve enerji nakil hatlarını kuzey, güney ve merkez olarak 3’e ayırdı. Bu bölgelerin güvenliği iyi tahkim edilmiş ve son derece kompleks askeri üsler tarafından sağlanıyor. Ayrıca güvenlik, havadan ve denizden füze sistemleriyle destekleniyor. Kısaca ABD bu alanları ya da Irak’ın “kalbini” son derece itinayla koruyor. Bunun dışında Irak’ın kan gölüne dönüşmesinden hiçbir rahatsızlık duymuyor. Hatta iç savaşı körükleyen taktikler uyguluyor. Ama Irak’taki grupların ya da direnişçilerin stratejik alanlara yönelik eylemlerine ise asla izin vermiyor. ABD giderek bir üsler imparatorluğuna benziyor. Bu üsler Irak’ta olduğu gibi stratejik hedeflere yönelmiş durumda. ABD 11 Eylül sonrası değişik ülkelerde kurduğu binlerce askeri üsle Ortadoğu’dan Asya’ya, Kızıldeniz’den Pasifik’e kadar olan coğrafyadaki enerji yollarını, enerji kaynaklarını, kıymetli madenleri, besin ve su kaynaklarını kontrol etmeyi hedefliyor. Ayrıca bu üsler, Rusya’nın ve Çin’in kuşatılması anlamında da işlev görüyor. 


kaynak

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.