Header Ads

Header ADS

19. Yüzyıl Sonunda Suriye , Filistin ve Irak

Türkiye’nin Finansal Esareti 19. yüzyıla yaklaşıldığında Suriye, Filistin ve Irak hâlâ Osmanlı İm paratorluğuna bağlı idari bölgelerdi. Mısır ve Sudan’ın aksine buraların Babıali’ye bağlılığı göstermelik değildi. Bu dönem boyunca, Ön Asya’daki (Anadolu) Arap ülkelerinin tarihi Türk tarihiyle yakından ilintilidir ve Osmanlı İmparatorluğunun genel tarihinden bağımsız analizi mümkün değildir. 19. yüzyıl sonlarına doğru Avrupa ve Kuzey Amerika’da kapitalizmin gelişimi, bu sistemi son evresine -emperyalizme- taşımıştı. Öte taraftan feodal toplum yapısının çözülüşünün oldukça ağır ilerlediği Türkiye’de ve Arap bölgelerinde kapitalizmin esasları henüz başlangıç aşamasında ortaya çıkmıştı. Feodalizmden kapitalizme geçiş başlamış fakat bu süreç son derece çelişkili şartlarda işlemişti. Böylece Türkiye ilkin bir dış pazara ardından da Avrupalı kapitalist güçlerin bir yarı-sömürgesine dönüştürülm üştü. 1856 Hatt-ı H üm ayunu ile getirilen ve Paris Barış Antlaşması ile uluslararası bir yükümlülüğe dönüşen Tanzim at’ın ikinci dönemi yabancı sermayenin yolunu açmıştı. Türkiye yabancı yatırımcı­ lara demiryolu, bankacılık, madencilik ve diğer bazı imtiyazları vermeyi kabul etmiş; İmparatorluk dâhilinde toprak satın almalarını sağlamış ve onların yerel temsilcilerine (Ermeniler, Rumlar ve Hıristiyan Arap tüccarlar) ayrıcalıklar tanımıştı. Zaten 1856 Paris Barış Anlaşması, Türkiye ve Arap bölgelerinin yabancı sermaye tarafından yarı sömürgeye dönüş­ türülmesi sürecine önayak olmuştu.


Antlaşmayla sonuçlandırılan 1853-56 Doğu Savaşı, Türkiye’nin finansal esaretinin hazırlığı niteliğindeydi. 1854 yılında, savaş esnasında askeri harcamaları karşılayabilmek için Türkiye ilk dış kredisine başvuracak ve en ağır şartlarda bir kredi sağlanacaktı. 75.000.000 frank toplam nom inal değerli krediden Türkiye’nin eline geçen yalnızca 60.000.000 frank olacak ve kredi tem inatı olarak M ısır’ın ödediği vergi gösterilecekti. Yine 1855 yılında askerî harcamaları karşılamak için İzm ir (Smyrna) ve Suriye gümrüklerinin teminat olarak gösterildiği ikinci bir krediyle 125.000.000 frank sağlanacaktı. Bunu 1858 yılında 125.000.000 franka imza atarak 95.000.000 frankın alındığı bir başkası izleyecekti. Bu kredi de İstanbul gümrük dairelerinin gelirleri güvence gösterilerek alınabilmişti. Sonrasında ise 1860, 1862, 1863, 1865 (iki kredi), 1869, 1870, 1871, 1872, 1873 ve 1874’te olmak üzere on bir kredi daha gelmişti. Aynı sürecin Mısır’da da yalnızca daha geniş bir kapsamla işlediğini görm üştük zaten. 1874 itibariyle kredilerin toplam m iktarı 5.300.000.000 franka varmış ve bu rakam üzerinden Türkiye’nin eline geçen yalnızca 3.012.000.000 frank yani nominal değerin yüzde 56,8 olmuştu. Bankalar (çoğunlukla Fransız ve kısmen İngiliz) 2.000.000.000 frankı ya da nominal değerin yüzde 43,2’sini faiz, komisyon ve benzeri kesintiler olarak alıkoymuştu. 1856’da bir Britanya Bankası olarak kurulup 1863’te İngiliz-Fransız bankasına dönüşen Osmanlı Bankası, Türkiye’nin mali esaretinde önemli bir rol icra etmişti. Bankanın kendisi de fahiş krediler sağlamış ve diğer bankalarla kredi anlaşm alarında aracılık yapmıştı. Ayrıca birçok yan şirket kurarak İmparatorluk topraklarında oldukça kazançlı imtiyazlar edinmişti. Peki, Türkiye’yi ilk askerî kredi sonrasında bir dizi kredi anlaş­ masına iten sebep neydi? Şüphesiz ki, bu sebep Mısır’dakiyle aynıydı. Aralarındaki tek fark Mısır’da alman paraların Süveyş Kanalının, inşasına gitmiş olması ve Türkiye’de ise kilometrik garanti bazlı kurulan demiryollarına harcanmış olmasıydı. Bu, Babıali’nin demiryolu inşasında imtiyaz dağıtırken, imtiyazlıların sabit getirisini, yapılan hattın her kilometresinden sağladığı anlamına geliyordu. Alman gerçek tutar ile gelirlerin garanti edilen tutarı arasındaki fark Hazine tarafından karşılanı­ yordu. Bu kilometrik garantiler Türkiye ve Arap bölgelerinin faizle talan edilmesinin esas araçlarından biriydi. Kilometrik garantileri karşılayabilmek için devasa m iktarlarda paralara ihtiyaç duyuluyor ve Türkiye’de bu yüzden yabancı kredi arayışına yöneliyordu. Bunun karşılığında da devlet gelirleri kredilere teminat olarak veriliyordu. İlkin Mısır vergileri ve vergi dairleri daha sonra ağnam vergisi (küçükbaş hayvan vergisi), tuz ve tütün tekellerinden elde edilen gelirler ve benzerleri ipotek edilmişti. Kredi faizlerini kapatm ak için ihtiyaç duyulan gelirler arttıkça yeni kredilere duyulan ihtiyaç da artıyordu. İmparatorlukta toplanan vergi miktarında bir artış yaşanmasına rağmen, köylü ekonomisi tamamen harap olmuş ve küçük memurlar, askerler ver din adamları maaşlarını almakta güçlük çekmişlerdi. 1875’te Türkiye’nin toplam gelirleri 380.000.000 frank civarındaydı ve bunun 300.000.000’u yalnızca kredi ödemelerine ayrılıyordu. Bu koşullar altında, Babıali 6 Ekim 1875’te iflasını açıklamış ve ödemekle yükümlü olduğu tutarın yarısının peşin diğer yarısının da tahviller aracılığıyla ödeneceği açıklamasını yapmıştı.


Yeni Osmanlı Darbesi ve 1876 Anayasası M ısır’da olduğu gibi, Osmanlı İm paratorluğunun iflası ülkeyi hem dışarıda hem de içeride zor durumda bırakmıştı. Hatta iflasın açıklanm asından önce Avrupalı bankerlerin boyunduruğu ve yabancı kreditörlerin adeta bir hizmetçisine dönüşen İmparatorluk, nüfusun büyük bir çoğunluğu arasında derin memnuniyetsizlikler yaratmıştı. Özellikle Bosna, Hersek ve Bulgaristan’da olmak üzere Balkanda bir köylü hareketi şekilleniyordu. 1875 yazında Bosna ve Hersek köylüleri, Müslüman feodallere karşı bir ayaklanma başlatmış ve tarımsal bir reform talebinde bulunm uştu. Sonrasında bu ayaklanma Rusya ve Sırbistan’ın da desteğiyle ulusal bir nitelik kazanmıştı. İsyancılar bu bölgelerin Türkiye’den ayrılmasını ve Sırbistan’a katılmasını istiyordu. 1876 Tem m uzunda Sırbistan ve Karadağ imparatorluğa karşı bir savaş başlatmış ve Türkleri daha da kötü durum a sürükleyecek bir dizi yenilgiye uğratmıştı. İmparatorluğun dört bir yanında huzursuzluk belirtileri ve ülkeyi yabancılara satmakla suçlanan Sultan Abdülaziz’in aldığı önlemler baş göstermişti. Mayıs 1876’da İstanbul’da bir halk gösterisi düzenlenm iş ve 22 Mayıs’ta birkaç bin sufist zanaatçı, tüccar ve küçük m em urun da katı­ lımıyla Sultan’ın sarayına yürüm üştü. Korkuya kapılan Sultan alıkoyulan maaşların ödeneceği ve bir anayasanın getirileceği sözünü vermişti. Fakat birkaç gün sonra Sultan’ın yabancılarla gizli görüşmelere başladığı bilgisi ortaya çıkacaktı. Bunun üzerine bir grup subay ordunun başına geçmiş ve 29 Mayıs’ta Sultan Abdülaziz’i azlederek yerine aklı kıt karde­ şi V. Murat geçirmişti. Bu darbenin faal katılımcıları arasında bir grup Türk subayı, liberal m em urlar ve kendilerini “Yeni O sm anlılar” olarak adlandıran ve altmışlarda yeniden şekillenecek bir grup olan entelektüeller bulunuyordu. “Yeni Osm anlılar” im paratorluktaki durum dan, Tanzim at’ın içler acısı sonuçlarından ve yabancı sermayenin n ü fu zu n ­ dan oldukça hoşnutsuzdular. Kendi programlarını üç temel başlık altında topluyorlardı: 1) Ulusal kapitalizmin gelişimi. “O sm anlılarm kendi ticari ve sanayi şirketlerini kurm alarına izin verin; yeni demiryolları inşa etmelerine izin verin” diye yazıyordu bir belgelerinde. 2) Anayasal ve parlam enter bir sistemin kurulması 3) Bir burjuva k ü ltü rü n ü n geliştirilmesi ve Orta Çağ’a ait Türk yaşam tarzına ve geleneklerine karşı çıkılması. Başlangıçta “Yeni O sm anlılar” kendilerini büsbütün aydınlanm a ile sınırlandırmışlardı. Bu amaçla 1860’ta bir çeşit ders bürosu olan ve yazarlara, bilim adam larına ve kamu ileri gelenlerine konuşm alar ayarlayan D a rü lfü n u n u kurm uşlardı. 1865 yılında ise iki temel engeli olan gizli bir politik topluluk kurmuşlardı. Öncelikle, baskın ulusun temsilcisi olarak “Yeni Osm anlılar” Osmanlı İm paratorluğunun tüm ünü Türk burjuvazisi için bir pazar olarak görüyorlardı. Osmanlı İmparatorluğunun kendisine bağlı unsurları yönetmesi gerektiğini düşünüyor ve Osmanlı boyunduruğundan kurtulmaya çalışan halklara karşı düşmanca bir tavır benimsiyorlardı. Üstelik bu şovenist politikayı meşru kılmak için, Türklerin kendisi de dâhil olmak üzere İmparatorluğa tabi halklar arasındaki ulusal ayrımları yadsıyan “tek bir Osmanlı ulusunun” varlığı gibi anlamsız bir teoriyi icat etmişlerdi. Bu teori Avrupa’da “PanO sm anlıcılık” olarak bilinecekti. İkinci olarak, “Yeni O sm anlılar” halk kitlelerinden yalıtılmış bir vaziyetteydiler. Neticede saray devrimi (küçük bir çevrede yaşanan iktidar değişimi -çev.) taktiklerinin savunuculuğunu yapıyorlardı. Zira 1867 yılında Yeni Osmanlılar saray devrimi için bir girişimde bulunacaklardı. Fakat bu komplo polis tarafından boşa çıkarılmış ve bu gizli topluluğun üyeleri tutuklanmıştı. Bazıları ise yurt dışına kaçmayı başarmış ve 1873 yılında geri döndüklerinde İmparatorluğun farklı yerlerine sürgüne gönderilmişlerdi. 1869-71 arasında İrak Valiliği yapmış olan Mithat Paşa anayasal reformların yılmaz bir savunucusuydu ve Yeni Osmanlılarla yakın ilişkileri bulunmaktaydı. Paşa 1872 yılında Vezir-i Azamlığa seçilmiş fakat daha sonra Sultan’la olan ihtilaflarından ötürü istifa etmişti. 1876 yılında, Mayıs devriminde Yeni Osmanlıların lideri olarak aktif bir rol oynamıştı

Yeni Osmanlılar iktidara gelene kadar yüksek seviyede entrikalar çevirmeye devam ettiler. Devrimden üç gün sonra, 1 H aziran’da öldü­ rülen Sultan Abdülaziz’i devirmişlerdi. Resmî ölüm ilanında : “Padişah Hazretleri bir cinnet anında kendisine sadık tebaasının büyük kederiyle intihar etmiştir” diye yazmaktaydı. Böylece Ağustos 1876’d a persecution mania dan (herkesi kendisine düşman olarak görme hastalığı) mustarip V. M urat’ın rahatsızlığı aşırı derecede ilerlediği için tahtta daha fazla kalamazdı. Mithat Paşa ve destekçileri V. M urat’ın kardeşi Abdülham id için bazı düzenlemeler yapmış ve 31 Ağustos’ta onu padişah ilan etmişlerdi. Türk feodallerinin en gerici kesimlerinin çıkarlarını gözeten Sultan II. Abdülhamid geçici olarak “Yeni Osmanlıları” destekleyecekti. Zira Mithat Paşayı Vezir-i Azam olarak atayacak ve onu yeni bir anayasa hazırlamak üzere görevlendirecekti. Abdülhamid tarafından hafifçe değiştirilen Mithat Paşa anayasası padişaha birtakım önemli hakları­ nı sürdürme şansı tanıyordu. Bakanları seçme ve görevden alma, savaş ve barışa karar verme, parlamentoyu feshetme, sivil yasaları iptal etme ve politik olarak güvensiz addettiği kişileri yargısız sürgüne gönderme hakkına sahipti. Parlamento iki meclisten oluşuyordu: padişah tarafınd an atanan Heyeti Âyan (Senato) ve mülkiyet ve vasıf yaşı temelinde se­ çilen Heyeti Mebusan. Dil ve din ayrımına bakılmaksızın padişahın tüm tebaası “Osmanlı” olarak addedilmiş ve eşit yükümlülüklere ve haklara sahip olmuştu. Fakat yine de Türkçe resmî dil ve İslam da resmî din olarak kabul görmüştü. Anayasanın resmî olarak duyurulması, imparatorluğun Balkan bölgesindeki reformlar üzerine İstanbul’da toplanan Uluslararası konferansla örtüşmüştü. 23 Aralık 1876’da konferansa katılan delegasyon bir araya geldiğinde bir top ateşi duydular. Türk delege katılımcılara bunun yeni anayasanın şerefine verilen bir selam olduğunu açıklamıştı. “Bu büyük olayın ışığında emeğimizin gereksiz olduğu kanaatindeyim” diye eklemişti. Maalesef bu m anevra amacına ulaşamayacaktı. Dahası Babıali’nin Balkan haklarının talepleri karşısındaki ilgisizliği Rus-Türk ilişkilerini daha da kötüleştirmiş ve 1877-78 Türk-Rus savaşma neden olmuştu.

Zulüm (Abdülhamid İstibdadı) 

1878-1908 Türk-Rus Savaşı ile birlikte içeride ve dışarıda cereyan eden olaylar II. A bdülham id’in anayasayı ve Yeni O sm anlıları bertaraf etmesini mümkün kılmıştı. Hâlihazırdaki anayasa kendisi için hiçbir şekilde uygun değildi. Yalnızca diplomatik bir hamle olarak anayasayı kullanm ış ve sonrasında ihmal etmişti. 1877 Şubat’m da Mithat Paşayı görevden alıp başkentten sürgüne göndermişti (başlangıçta Suriye’ye ve sonra 1883 yı­ lında katledileceği Hicaz’a). 13 Şubat 1878’de kendisine tereddütsüz b o ­ yun eğen ve 1877 başında seçilmiş etkisiz parlamentoyu süresiz olarak askıya almıştı. Fakat anayasa resmî olarak kaldırılmamıştı. Aksine II. A bdülham id ’in saltanatı boyunca her yıl resmî Türk takvim inde devletin esas yasası olarak basılmaya devam edecekti. Parlamentonun ve anayasanın askıya alınm asından sonra Sultan, Zulüm (Abdülhamid İstibdadı) olarak bilinen katı bir otokratik rejim getirdi. Böylece Abdülhamid Osmanlı İmparatorluğunun mutlak hâkimi oldu. Lenin, Zulüm dönem inin anlaşılması babında “Dünya Tarihinin Yeni Bir Bölümü” adlı makalesinde ciddi katkılar sunmuştur: “Sosyal ve proleter gelişiminin önünde ciddi şekilde engel teşkil eden Doğu Avrupa’daki (Avusturya, Balkanlar, Rusya) Orta Çağ’a ait güçlü kalıntılar henüz ortadan kalkmamıştı. Bu kalıntılar rnutlakiyetçilik (sınırsız despotik güç), feodalizm (toprak beyleri ve feodal ayrıcalıklar) ve ulusların baskı altına almmasıydı.” (Lenin Toplu Eserler Cilt 18, s.368) Bu üç temel vurgu Osmanlı İmparatorluğunun Zulüm dönemindeki politik ve sosyal sistemini karakteriz etmektedir. Toprak beyliği hâlâ toplumun temellerini oluşturuyordu. Büyük feodaller Abdülham id’in destekçisiydi ve devletteki tüm önemli noktaları ele geçirmişlerdi. Ayrıca Zulüm dönemi ölümcül ulusal baskı ve kitlesel pogromlar dönemiydi. Abdülham id Doğu Anadolu’daki Ermenilerin bağımsızlık hareketini 1894-96’da kanla boğmuş, 1896’da Girit Adasındaki Yunan ayaklanmasını hemen halletmiş ve Makedonya Hıristiyanlarının bağımsızlık hevesini bastırmıştı. Zulüm döneminde ülke hükümet tarafından değil, bizzat Sultanın sarayı tarafından yönetiliyordu. A bdülham id’in etrafım en geri kalmış bölgelerin -Arabistan ve Kürdistan- feodal beyleri sarmıştı. Gerici Arap ve Çerkez kumandanların komutasındaki Kürtler, İmparatorluktaki Hıristiyan nüfus arasında terör estiren düzensiz süvari birliklerinin -hamidiye alayları- omurgasını meydana getiriyordu. Aynı şekilde Çerkez, Arnavut, Kürt ve Arap feodaller sarayda önemli bir rol icra ediyordu. Adeta ülkenin gerçek hükümeti gibiydiler. Sultanın herhangi bir cariyesi bakanlardan daha büyük bir etkiye sahipti. Sarayın danışman gurubu tamamen yozlaşmıştı ve yabancı kapitalistler yalnızca imparatorluğun ileri gelenlerini değil Sultanın kendisini bile satın alacak bir konuma gelmişti. Zulüm döneminde, jurnalcilik ve karşılıklı casusluk Osmanlı İm paratorluğunun dört bir yanına yayılmıştı. Sultan’ın çevresindekiler birbirlerini yakından takip ediyor ve birbirlerini jurnalliyorlardı. İmparatorluktaki tüm sosyal yaşam sürekli olarak polis ve ajanlarının gözetiminde geçiyordu. Hatta Abdülhamid, birisinin kendisini kablolar aracılığıyla öldürebileceği korkusuyla sarayında elektrik ve telefonu da yasaklamıştı. Panislamizm gerici bir yorumuyla Zulüm döneminin resmî ideolojisi haline gelmişti. Abdülham id, Cemaleddin Afgani’nin tüm M üslüman halkların birliği yönündeki öğretisini benimsemişti. Zira ideali tüm Müslümanları kapsayan ve imanın hüküm sürdüğü bir devletin başında olmaktı. Bu sebeple II. A bdülham id iktidarını Mısır M üslüm anlarm a (Britanya’nın kontrolü altında bulunan), Kuzey Afrika M üslüm anlarm a (Fransızların kontrolü altındaki), Britanya Hindistanı’na ve Kafkasya, Orta Asya ve Volga M üslüm anlarm a (Rusya’nın egemenliği altında) yayma niyetindeydi. Bu şiddetli emperyalist planlar, İtilaf Güçlerine karşı mücadelesinde Türkiye’yi de kullanmak isteyen Wilhelm tarafından da destekleniyordu.

Muharrem Kararnamesi 

Zulüm rejimi, yabancı sermayenin Türkiye’yi ve Arap bölgelerini finansal olarak esaret altına almak için nüfuz edebileceği en uygun devlet haliydi. Bu dönem boyunca A bdülham id’in nüfuz alanlarının yarı- sömürgeleri sömürüsü iki şekilde etkilenmişti. Bir taraftan Türkiye ve Arap vilayetleri bir pazar ve ham madde kaynağı olarak kullanılıyor, öte yandan külfetli krediler ve kilometrik garantili demiryolu inşaatları vasıtasıyla yağmalanıyordu. İmparatorluğun dış ticaret hacmindeki artıştan da izlenebileceği gibi 19. yüzyıl sonunda Türkiye’nin bir pazar ve ham m adde sağlayıcısı olarak önemi artmıştı. Türk dış ticareti I. Dünya Savaşından önceki otuz yıl içinde iki kattan fazla artmıştı. Aşağıdaki rakam lar Türkiye’nin ithalat ve ihracatını göstermektedir (yıllık ortalama milyon lira olarak).

Yıllar İthalat İhracat 
1880 17,8    8,5 
1900 23,8    14,9 
1913 40,8    21,4

Suriye, Irak ve Filistin imparatorluğun ithalatının çeyreğini ve ihracatının beşte birini gerçekleştiriyordu. Dış ticaretteki artış Türkiye’yi ve Arap bölgelerini dünya kapitalist ekonomisine eşit birer üye olarak değil de tarımsal ürün ve ham madde sağlayıcısı olarak sürüklemişti. İmparatorluğun ticareti eşitsiz mübadeleye dayanıyor ve özel bir kolonyal karakter taşıyordu. Kumaş ve iplik ülkenin temel ithalatını oluştururken ham yün ve ipekle beraber deri, tü tü n ve çeşitli astropikal meyveler ihracatının temel kalemleriydi. Üstelik Britanya sermayesi hâlâ Türk ticaretinde esas bir rol oynuyordu. Fakat 19. yüzyılın seksenlerinde ve doksanlarında durum değişmeye başlayacaktı. Britanya ülke pazarındaki baskınlığını sürdürse de, Türkiye’ye ihracatım ciddi şekilde arttırm ış olan Almanya tarafından zorlanmaya başlamıştı. Almanya’nın 1882’de ihraç ettiği mallar 6.000.000 mark değerindeyken bu rakam 1895’te 35.000.000 marka çıkmıştı. Sermayenin artan ihracı emperyalist çağın belirleyici özelliklerindendir. Üstelik bu Osmanlı İmparatorluğunun ekonomik gelişimini de teşvik etmeyecekti. Yabancı sermaye yatırımları sanayide değil aksine devlet tahvillerinde ve demiryolu inşasında kullanılıyordu. Zulüm döneminde, daha net bir ifadeyle 1890-1908 arasında, Türkiye 45.000.000 lira değerinde on iki adet yeni kredi aldı. I. Dünya Savaşı öncesinde toplam dış borç 152.300.000 liraya ulaşmıştı. Kamu borçları Türkiye’deki yabancı sermaye yatırım larının en temel alanıydı. Diğer yabancı sermaye alanları arasında bankacılık ve demiryolu inşası da bulunmaktaydı. 1914 yılı itibariyle, krediler haricinde Türkiye’deki yabancı yatırımların 63.400.000 £ civarında olduğu tahm in ediliyordu. Bu tutarın 39.100.000’i demiryolu inşasına ve 10.200.000’i de bankalara gitmişti. Endüstriyel yatırımlar 5.500.000 £, yani yabancı yatırımların yalnızca yüzde 8’i civarındaydı. Türkiye’nin yabancı sermaye tarafından tefecilikle sömürülmesi, ülke mâliyesini tüketm iş ve onu tam bir çöküşe sürüklemişti. 1875’teki ilk iflası 1879 yılındaki bir diğeri izleyecekti. Süper güçlerin talebiyle Sultan, 1881’de Osm anlı İmparatorluğu mâliyesi üzerinde yabancıların kontrolünü m ü m k ü n kılan “M uharrem Kararnam esini” yayınlayacaktı. M uharrem ism ini taşıması hicri takvim e göre 28 M uharrem (20 Aralık 1881) günü olmasmdandı. M uharrem Kararnamesi Osmanlı İmparatorluğunun borçlarını teminat altına alıp 2.400.000.000 frankta sabitlemişti. Borç miktarı yarısından fazla indirilmiş fakat buna rağm en Babıali’nin gerçek borç m iktarı olan 300.000.000 frankın çok üstünde kalmıştı. Osmanlı kamu borçlarını denetlemek için özel bir idare oluşturulmuştu. Resmiyette bir Türk Kurumu gibi görünse de aslında Osmanlı Düyun-u Umumiye İdaresi Fransız, Britanya, İtalyan, Alman ve Avusturya-Macaristan bankalarını temsil eden yabancıların elindeydi. Rusya bu idarede temsil edilmemişti fakat 300.000.000 ruble (802.000.000 frank) savaş tazminatı Borçlar İdaresi tarafından tahsil edilecekti. Türkiye’nin Düyun-u Umumiye İdaresindeki temsilcisinin ihtiyatlı oy hakkı oldukça önemsizdi. Düyun-u Umumiye İdaresi imparatorluğun ikinci maliye bakanlığı haline gelmişti. Öyle ki Türk devlet mekanizmasına paralel faaliyetlerde bulunan ve daha geniş yetkilerle donatılm ış 5.000’den fazla m em uru istihdam ediyordu. Ayrıca im paratorluğun en önemli gelirleri bu İdarenin kontrolü altına girmişti. Tütün ve tuz tekellerinden, pul ispirtodan, çeşitli vilayetlerin aşar vergisinden gelen gelirler, Bulgaristan haracı, Doğu Rumeli ve Kıbrıs’tan gelen gelirler, güm rüklerdeki artı tutarlar (artış durumlarında) ve benzeri tü m gelirler İdare’nin kasasına akıyordu. İdare’nin gasp ve yağma yöntemleri yalnızca imparatorluğun vergilerinde yoğunlaşmıştı. Ayrıca aynı yabancı sermaye gurubu tarafından kontrol edilen ve yüksek faizle tefecilik yapan bir dizi çevre de Osmanlı Borçlar İdaresinin üstünden filizlenmişti. 1883 yılında oldukça kârlı olan tütün tekeli bağımsız bir imtiyaz olan Osmanlı Tütün Rejisine devredildi. Bu imtiyaz ayrıca tütün üretme, satın alma ve satma hakkınıda edinmişti. Rejinin tiranlığı başta Suriye’dekiler olmak üzere tütün yetiştiricilerinin durumunu ciddi şekilde etkilemişti.

Alman Nüfuzu 

19. yüzyıl sonlarında, yabancı kapitalistlerin olağanüstü kârlar edinmek için bir araç olarak gördükleri demiryolu inşası, sonrasında bütü­ nüyle politik bir karaktere bürünecekti. Yani demiryolu inşası politik nüfuzun ve emperyalistler arası yoğun bir rekabet aracına dönüşmüştü. Alman m ilitarizm inin en büyük teorisyen ve uygulayıcılarından biri olan Kont Moltke demiryolu inşasının önem ini ilk kavrayan kişilerdendi. 19. yüzyıl ortalarında yazdığı bir makalesinde Osmanlı İmparatorluğunu boydan boya geçecek bir dem iryolu ku rm a teklifini yapmaktaydı. Bu demirden kolların yayıldığı om uzlar Birleşik Alm an İm paratorluğu’dur diye yazmaktaydı. Bu kollar sonra A nadolu’yu kesmeli ve parm aklarını Kafkasya, İrak ve İran sınırlarına k ad ar uzatmalıydı.

19. yüzyılın altmışlı yılları itibariyle A lm an iktisatçılar ve sosyologlar Osmanlı İmparatorluğuna gelecekteki sömürgeleri gözüyle bakıyorlardı. A lm an iktisatçı Rodbertus, Türk m irasının Almanya’ya geçeceği ve Alman askerî taburlarının Boğazlar kıyılarında konuşlanacağı günleri görecek kadar yaşamayı um ut ediyorum diye yazmaktaydı. A lm anya’nın yeniden birleşmesinden sonra Alman junkerler (Alman Asilzadeler - çev.) ve kapitalistler bu yayılmacı planları uygulamaya koymaya başladılar. Osmanlı İm paratorluğu Almanya’n ın sömürge bölgesine ve Irak tahıl ambarıyla pamuk plantasyonlarına dönüştürülecekti. Alman diplomasisi, Türkiye’nin tam am ıyla Almanya’nın kontrolü altına gireceği ve bu yüzden imparatorluğu paylaşma planları için herhangi bir eylemde bulunmamanın hesabını yapıyordu. Alm an nüfuzu, askerî, ekonomik ve politik kanallardan ilerliyordu. 1882’de Baron von der Goltz’un askerî heyeti Türkiye’ye davet edilmiş ve b u rad a on dört yıl geçirmişti. Albay von der Goltz’a T ü rk paşalı­ ğı verilmiş ve o da orduyu yeniden düzenlemişti. Üstelik Türk askerî okulları bu heyetin denetimine bırakılmıştı. Alman askerî gelenekleri Sultan’m ordusuna tanıtılm ıştı. Birçok Türk subayı askerî eğitim lerini tam am lam ak üzere A lm anya’ya gönderilmişti. Eş zam anlı olarak A lm anya von M oltke’n in demiryolu planlarını uygulamaya koym uş­ tu. Deutsche Bank ve W urtem berg B an k ’m talimatlarıyla faaliyette bu lu n an Alm an kapitalist Alfred Kaulla 4 Ekim 1888’de, Boğaz’dan A nkara’ya kadar bir dem iryolu inşasının imtiyazını almıştı. Bu hat Ü sküdar H aydarpaşa istasyonundan başlıyordu. İzm ir’e kadar olan başka bir hat halihazırda bir İngiliz-Yunan şirketi tarafından inşa edilmişti. Devlet bu hattı İngilizlerden satın alıp Alınanlara devretmiş ve Alfred Kaulla hattı devam ettirme görevini üstlenmişti. Bunu Bağdat’a kadar uzatm a planı henüz ortalıkta yoktu fakat em peryalizm çağında uluslararası ilişkiler tarihinde önemli bir role sahip Bağdat Demiryollarının temelleri atılmıştı. Kaiser II. Wilhelm A lm an etkisini arttırm ak için D oğuya iki ihtişam ­ lı gezi düzenlemişti. Bu gezilerden ilki 1889 Kasımında, II. W ilhelm ’in tahta çıkışından kısa bir süre sonra gerçekleşmişti. Tüm her şey inanılmaz bir görkem içinde hazırlanmıştı. Sultanın kendisi sarayının önündeki tüm sekten top atışlarıyla Kaiser’i karşılamış ve yine Sultan’m em ­ riyle, Kaiser onuruna özel bir nişan bastırılmıştı. Wilhelm, Bismarck a çektiği bir telgrafta “İstanbul’a olan ziyaretim cennete ait bir düş gibiydi” demişti.

A lm an diplomatlar, sürekli olarak diğer Avrupalı güçlerin Türkiye’ye karşı takındıkları düşmanca tavrı vurgulayarak Babıali ile diğer Avrupalılar arasındaki ihtilafları ustaca kullanıyordu. Britanya Mısır ve Kıbrıs’ı zapt etmiş, Fransızlar Cezayir ve Tunus’a zorla el koymuş ve Rusya Kars ve Ardahan’a girip Balkanların bağımsızlığını kazandırmıştı. Böylece Alman diplomatlar kendi ülkelerinin, Türkiye’nin topraklarına el koym ak ya da onu zayıflatmak gibi bir niyetinin olmadığını iddia ediyor ve Sultanı diğer güçlerin gerçek ya da hayalî saldırı planlan ile korkutuyorlardı. Bu strateji Türk-Alman yakınlaşm asında ve Almanya’nın Türkiye üzerinde politik kontrol sağlamasında kesin bir etkiye sahipti. 19. yüzyılın seksen ve doksanlı yıllarında Britanya lehine olan eski yönelimin Almanya tarafına kaydığı gözlemlenebilirdi. Almanya, Babıali’nin “dostu ve müttefiki” olmuştu. Kaiser U. YVilhelm’in D oğuyu Ekim 1898 tarihindeki ikinci ziyareti Alman diplomasisinin başarısını garantiye almıştı. Hatta bu ziyaret ilkini gölgede bırakacak bir ihtişam ve görkem dâhilinde gerçekleşmişti. Kaiser ziyaretini yalnızca İstanbul’la sınırlandırmamış, Kudüs ve Şam’ı da ziyaret etmişti. Müslümanların savunucusu ve koruyucusu olduğunu iddia ederek, bazı evliyaların türbelerini ziyaret etmiş ve Selahaddin’in mezarına bir çelenk bırakmıştı. Selahaddin’in mezarın başında “Sultan Hazretleri ve ona Halife olarak saygı duyan üç yüz milyon Müslüman emin olmalı­ dır ki, Alman İmparatorluğu’nda her daim bir dostlan olacaktır” (George Antonius, Arap Uyanışı, I. s. 77) diye bir konuşma yapmıştı. Kaiser’in ikinci ziyareti demiryolu imtiyazları için verilen mücadelelerin oldukça yoğunlaştığı bir dönemle örtüşüyordu. 1892’de, A nkara’ya uzanan hattın tamamlanmasından sonra, Almanlar hattı devam ettirmek için yeni bir imtiyaz teklifinde bulunacaktı. Hat A nkara’ya girmeden önce güneye doğru bir kola ayrılıyor ve doğuya, Konya yönüne doğru dönüyordu. Fakat bu imtiyaz Britanya, Fransa ve Rusya tarafında protestolarla karşılanmıştı. Almanlar imtiyaz konusunda ısrarcı davranarak, Britanya’yı Mısır meselesinde muhalefet yaratmakla tehdit ediyordu. Böylece Britanya aldığı pozisyonu değiştirmek zorunda kalmış ve Alman şirketleri imtiyazı almıştı. Demiryolu 1894 yılında Konya’ya ulaştığında, Bağdat’a kadar devam etme meselesi gündeme gelmişti. Bunun için oldukça yoğun bir diplomatik mücadeleye girişilecekti. Türkiye kilometrik garanti sağlama niyetinde olsa da bunun için yeterince kaynağa sahip değildi, bu yüzden Almanya ithalat vergilerini ad valorem (malın değeri üzerinden) yüzde 8 ila 11 artırabileceğini önerisini yapmıştı. Fakat bu öneri, Türkiye’yi ticari anlaşmalarla bağlı olduğu Britanya, Fransa ve Rusya’nın yaptırım ­ ları ile karşı karşıya bırakm ak anlamına gelecekti. Britanya bu güm rük artışını yalnız Britanya sermayesinin Bağdat Demiryollarının yapımına davet edilmesi şartıyla kabul edeceğini açıklamıştı, Fransa da aynı yolu benimsemiş ve nihayetinde Bağdat Demiryolları meselesinin uluslararasılaşması sonucu doğmuştu. Rusya ise bu hattın inşasına bütünüyle karşı çıkıyordu. 1899’da Alman kapitalistleri inşaatı uluslararası teşebbüslerle yapmayı kabullenmişti. Britanya ve Fransız sermayelerine katılım için davet gönderilecek fakat Almanlar yönetim hisselerini ve demiryolunun tümden işletim hakkını ellerinde tutacaktı. Daha sonra hisselerin paylaşılması, işletme ve idari yetkiler üzerine uzun uzadıya bir tartışm a baş gösterecekti. Neticede ise Fransız Devleti Almanlarla bir uzlaşıya varamamış ve demiryolu inşasında yer almayı reddetmişti. Diğer güçlerle bir anlaşmaya varamayan Almanya hattın ilk 200 kilometresini yapmaya karar vermişti. 1903’te inşa için nihai bir imtiyaz sözleşmesi yapılmış fakat Almanların, diğer güçlerin gümrük vergisi artışı ve demiryolunun uzatılması hususundaki onaylarını alması 191 l ’i bulmuştu.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.