ORTADOĞU, ÇIKAR ÇATIŞMALARI VE EMPERYALİST “BARIŞ” VEYA “PAX AMERİCANA” DANSI
Okçuoğlu
Günlerce devam eden askeri hareketliliğin sonucunda 3 Eylülde Körfez’deki Amerikan savaş gemilerinden ve B-52 uçaklarından fırlatılan 27 füzeyle ABD, Güney Irak’taki tespit ettiği hedefleri vurdu. Saldırılar 4 Eylül’de de devam etti.
ABD, bu saldırısına neden olarak, Irak ordusunun Kuzey Irak’a –Güney Kürdistan- sızmasını gösteriyordu. Körfez savaşından sonra bu bölge, Irak ordusundan temizlenmiş ve BM’nin himayesinde bölge ilan edilmişti. Körfez Savaşındaki durumun aksine bu saldırısında ABD emperyalist ülkelerden veya Körfez Savaşı koalisyonundan beklediği desteği veya onayı tam alamadı. Amerikan saldırısını sadece Britanya ve Alman hükümetleri desteklediler. Fransa, Çin, Rusya ve Arap ülkeleri ABD’ye destek vermediler. Öyle ki, bu saldırıyı, BM Güvenlik Konseyi dahi onaylamamıştı. Çıkarlarının yeniden tehlikeye düştüğünü gören ABD emperyalizmi, bütün dünya kamuoyunu oldu-bittiyle karşı karşıya bırakmıştı. Saldırı, istenilen hiçbir sonucu vermedi. Tam tersine biriken ve suni olarak, zor yoluyla baskı altında tutulan çelişkilerin yeniden ve bu sefer daha karmaşık bir şekilde patlak vermesini beraberinde getirdi.
BM şemsiyesi altında emperyalist askeri koalisyon, Kuveyt’i işgal eden Irak’ı yenilgiye uğratmıştı. Kuveyt kurtarılmış(!) eski baskıcı ilişkiler yeniden sağlanmış ve Saddam Hüseyin’in Irak içinde de hareket sahası daraltılmıştı. Ama Saddam rejimi, muhalefeti kanla boğmaya devam ediyor, Irak halkı açlık ve sefalet içinde yüzüyordu. ABD emperyalizmi, Saddam’ı düşürmek ve onun yerine sadık bir uşağı getirmek amacına ulaşamamıştı.
Irak “sorunu”nu halledememek ABD emperyalizminin uykusunu kaçırıyordu. Filistin-İsrail “barış”ı sağlanmıştı. Bir de Körfez’deki Saddam sorunu halledilirse bölgede tam anlamıyla pax americana (“Amerikan barışı”) hakim olacak! Yani Amerikan emperyalizmi Ortadoğu’nun zengin petrol yataklarına tam anlamıyla sahip olacaktı. Amerikan emperyalizmi bu amacına ulaşamadı. Çünkü onun, bu amacına ulaşmasının önünde ciddi engeller vardı: Irak, Arap ülkeleri, Kürt ulusal hareketi ve İran, ABD emperyalizminin Ortadoğu’da istediği gibi at oynatmasının önündeki esas engelleri oluşturuyorlardı/oluşturuyorlar.
Emperyalist ülkelerin, başta da ABD emperyalizminin bölgeye müdahalesinde çeşitli Kürt partilerinin iç dalaşlarını çözmek için arkalarını çeşitli devletlere dayamalarına vesile oluyordu/oluyor;
Saddam ordularının Erbil işgalinde ve bu işgalden sonra hala devam eden gelişmelerde Barzani ve Talabani arasındaki iktidar dalaşı belirleyici olmuştu.
Ortadoğu’yu, bu kavramı Körfez ve Kürdistan olarak daraltırsak, önemli kılan iki faktör var: Petrol ve Kürt ulusunun geleceği. Bu faktörlerin her ikisi de aynı derecede önemlidir.
Bu yazımızda, bu iki faktörü taraflarıyla birlikte ele alacağız.
1-Ortadoğu ve Emperyalistler Arası Çelişkiler
Belirttiğimiz gibi Ortadoğu’yu Basra Körfezi ve Kürdistan’la sınırlıyoruz. Bu bölge, stratejik konumunun (Asya ve Afrika’ya açılan yol) ötesinde, petrolün bulunmasından sonra emperyalist ülkeler arasındaki rekabetin en önemli odak noktalarından birisi olmuştur. Dünya petrol kaynağının yaklaşık yüzde 60’ı bu bölgede bulunmaktadır.
II. Dünya Savaşından revizyonist blokun yıkılışına kadar olan dönem içinde bölge emperyalistler arası çelişkilerin gelişmişlik durumu açısından nispeten “istikrarlı” bir görünüm arz ediyordu. Savaşın bitimini takip eden yıllardan itibaren ABD emperyalizmi, emperyalist burjuvazinin deyimiyle “özgür dünya”nın jandarmalığını üstlenmişti. Öyle ki, sadece geri ülkeler değil, savaştan yenik çıkan Almanya, Japonya ve galip çıkan ama zayıflayan İngiltere ve Fransa da ABD’nin hegemonyasına girmişlerdi. Amerikan emperyalizmi, bir taraftan ekonomik gücüne dayanarak, diğer taraftan da bu ülkeleri, bunun ötesinde bütün dünyayı “komünizm "tehlikesi”yle tehdit ederek kapitalist dünya üzerindeki hegemonyasını kurmuştu.
“Dışarıya karşı her şey ‘yolunda’ gözüküyor. ABD, Batı Avrupa’yı, Japonya’yı ve diğer kapitalist ülkeleri vesikaya bağlamış; ABD’nin pençesine düşen (Batı) Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya itaatli bir şekilde ABD’nin emirlerini yerine getiriyorlar. Bu ‘düzenlenmiş durum’un ‘ebediyen’ devam edeceğine, bu ülkelerin, ABD’nin boyunduruğuna ve hakimiyetine sonsuza dek tahammül edeceklerine, Amerikan köleliğinden kurtulmaya ve bağımsız gelişme yolunu tutmaya çalışmayacaklarına inanmak yanlış olur” (Stalin, C. 15, s. 284-285, “SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları”, Alm.)
Öyle de oldu. Uzun bir süreç içinde Stalin’in bu öngörüsü gerçekleşti. Önceleri, ekonomik olarak nispeten zayıf konumlarından dolayı ABD’ye daha sıkı bağımlılık, siyasi ve askeri alanlarda da bağımlılığı beraberinde getiriyordu. Bu bağımlılıkta, Amerikan emperyalizminin bu ülkeleri, SB’yi kast ederek, komünizmin yayılmasıyla tehdit etmesi de önemli bir rol oynuyordu. Her halükarda ABD emperyalizmi, bir taraftan ekonomik ve askeri gücüne dayanarak, diğer taraftan da komünizm tehlikesi tehdidiyle bu ülkeler üzerinde hegemonya kurmuştu. Bu dönem zarfında Amerikan emperyalizminin hakim konumunu güçlendiren siyasi, ekonomik ve de askeri anlaşmalar, paktlar -örneğin NATO- yapılmıştı. Ama süreç içinde söz konusu bu emperyalist ülkeler gelişerek, giderek daha belirgin bir şekilde kendi çıkarlarını da ifade etmeye başlamışlardı. Bu, ABD’ye karşı rekabetin dillendirilmesinden başka bir anlam taşımıyordu.
Sosyal emperyalist SB’nin başında bulunduğu revizyonist blokun çökmesinden sonra söz konusu bu emperyalist ülkeler arasındaki ilişkiler-çelişkiler, her ne kadar yeni bir nitelik kazanmamışlarsa da, oldukça keskinleşmiş olarak açığa çıktılar. Çünkü bu çelişkileri bastıran faktörler ortadan kalkmıştı. Revizyonist blok karşısındaki kapitalist blok dağıtılmıştı.
Bu süreç içinde emperyalistler arası ilişkilerde iki eğilimin yaşam bulduğunu görüyoruz: “Bunlardan biri, bütün emperyalistlerin ittifakını kaçınılmaz yapıyor. Diğeri ise, bir emperyalisti diğerlerinin karşısına dikiyor. Hiçbirisi sağlam temele dayanmayan iki eğilim” (Lenin; C. 27, s. 363, “Dış Politika Üzerine Rapor”, Alm.)
Bu eğilimlerden birincisi -bütün emperyalistlerin ittifakı belirttiğimiz nedenlerden dolayı II. Dünya Savaşından revizyonist blokun yıkılış dönemine kadar olan süreçte gerçekleştirilmişti. Bu, gönüllülükten ziyade, koşulların dayattığı kaçınılmaz zoraki bir ittifaktı. İkinci eğilim ise, revizyonist blokun dağılmasından sonraki süreçte hakim olur. “Bütün emperyalistlerin ittifakını kaçınılmaz” kılan koşulların ortadan kalkması, “bir emperyalisti diğerlerinin karşısına diken” eğilimi bütün şiddet ve çıplaklığıyla geçerli kılıyordu.
Bugün söz konusu olan, bu emperyalist ülkelerin, başta da ABD, Almanya ve Japonya’nın dünyayı pazar alanı ve topraksal olarak yeniden paylaşma mücadelesinde karşı karşıya gelmeleridir. Bu mücadelenin sürdürüldüğü alanlardan birisi de Ortadoğu’dur.
Diğer taraftan: II. Dünya Savaşından sosyalist Sovyetler Birliği muzaffer olarak çıkmıştı. Sosyalizm uluslararası alanda güçlenmiş, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri kapitalist sistemden koparak SB etrafında sosyalist sistemi kurmuşlardı. Ne var ki, SB’de, XX. Parti Kongresi’nde Kruşçevci revizyonistler siyasi iktidarı gasp ederek, kapitalizmin yeniden inşasının yolunu açmışlardı. SB’de kurulan revizyonist iktidarla, süreç içinde, Lenin ve Stalin’in sosyalist SB’si sosyal emperyalist bir ülkeye dönüştürülmüştü. Sosyal emperyalist SB, ABD emperyalizminin yanı sıra ve onun karşısında dünya hegemonyası peşinde koşan ikinci süper güç olmuştu. Böylelikle dünya, –etkisi fazla olmayan, en azından bu ülkeler kadar olmayan revizyonist Çin ve sosyalist Arnavutluk'u dışta tutarsak– bu iki süper güç tarafından iki kampa bölünmüş oluyordu. Bu iki emperyalist kamp arasındaki hegemonya mücadelesi ne denli şiddetli olursa olsun, dünyanın bazı bölgelerinde bu şiddetli rekabet yerini geçici paylaşılmışlığın beraberinde getirdiği “istikrara” bırakıyordu. Bu “istikrarlı” alanlardan birisi de Ortadoğu’ydu. (Yukarıda belirttiğimiz dar anlamıyla.)
Sovyet modern revizyonistleri, uyduruk “kapitalist olmayan gelişme yolu”, “sosyalizme yönelen ülkeler” teorisiyle; bu, sosyal emperyalist sömürge teorisiyle birçok gerici diktatörlükler ile bağlar kurmuş, bu ülkeleri sosyal emperyalist hegemonyası altına almıştı. Irak ve Suriye de bu ülkeler arasındaydı. Sosyal emperyalist SB, “kapitalist olmayan gelişme yoluyla sosyalizme yönelen” bu ülkelerde hegemonyasını kurarken, ABD emperyalizmi de Türkiye, İran (Şah dönemi), Kuveyt, S. Arabistan vb. ülkelerde hegemonyasını kurmuştu.
Bölgede kavga, rekabet, her iki güç arasında sürdürülüyor ve her bir kampta yer alan ülkeler, “de facto”ya SB’nin ya da ABD’nin çıkarlarını, girilen ittifakın ceremesi olarak destekliyorlardı. Bu dönem zarfında bölgede ne darbeler –İran, Irak, Türkiye– ne de antiemperyalist mücadeleler eksik olmuştu. Bu anlamda bölge, tam anlamıyla istikrarsızdı. Ama bölgenin iki süper güç tarafından paylaşılmışlık durumu başka bir emperyalist gücün bölgeye müdahalesini veya gerek Sovyet ve gerekse de Amerikan çıkarlarını tehdit etme durumunu ortadan kaldırıyordu, işte tam da bu anlamda geçerli olan bir “istikrarlı” durum söz-konusuydu.
Revizyonist blokun çökmesiyle birlikte, kapitalist dünyada ABD sultasında gerçekleşen “bütün emperyalistlerin ittifakı” da çökme aşamasına girdi. Bugün o dönemden kalma anlaşmalar fiilen geçerli olsalar da, bağlayıcı hiçbir etkileri kalmadı. Emperyalistler arası çelişkiler, adeta zincirlerinden boşaldı; her bir emperyalist haydut, kendi hesabına “ava” çıktı, kendi hesabına hegemonya ve nüfuz alanı elde etme mücadelesine girişti ve bu mücadele emperyalist ülkeleri daha yoğun, daha sert bir şekilde karşı karşıya getirdi/getiriyor.
II. Dünya Savaşından revizyonist blokun çöküşüne (1989/’90) kadar olan dönemde “bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı, … politikanın itici gücü” idi (Lenin; agk. s. 363). Bugün ise tam tersi söz konusu. Çünkü koşullar değişmiştir.
“…Kapitalizm koşullarında sömürgelerin, çıkar ve nüfuz alanlarının vs. paylaşımı için katılanların gücünden, genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir şey düşünülemez. Ama katılanların gücündeki değişiklikler dengesizdir. Çünkü kapitalizm koşullarında tek tek işletmelerin, tröstlerin, sanayi dallarının ve ülkelerin eşit bir gelişmesi olamaz”(Lenin; C. 22, s. 300, “Emperyalizm”, Alm.).
Bu, bugünün koşullarında emperyalist ekonomi ve “politikanın itici gücü”nü oluşturmaktadır. O halde, kim ne istiyor?
2-ABD Emperyalizmi
Birincisi, bölge ABD emperyalizmi açısından stratejik olarak daha da önemli olmuştur. İkincisi, ABD emperyalizmi, bölgedeki hegemonyasını korumak ve genişletmek için eskiye oranla daha çok zorlanmaktadır.
Birinci nokta: SB’nin dağılmasından sonra, onun nüfuz alanı içinde olan bölgeler, emperyalistler arası rekabete açık hale gelmişlerdi; Irak, Suriye, bölge olarak Kafkasya ve Orta Asya. Bugün kendini pek hissettirmese de emperyalistler arası rekabetin, yakın gelecekte şiddetleneceği alanların başında Kafkasya ve Orta Asya gelmektedir. Bu bölgelerde bütün emperyalist ülkelerin gözü var. Ama esas rekabet Rusya, ABD, Almanya, Japonya ve Çin (Orta Asya) arasında sürdürülecektir. Bu büyük haydutların karşısında Fransa, İngiltere ve İtalya gibi emperyalist ülkelerin tek başlarına hareketleri, sorunun özünde fazla bir şey değiştirmeyecektir. Amerikan emperyalizmi bu bölgelere doğrudan müdahale etmenin kendisine pahalıya mal olacağını çok iyi bildiği için bu bölgelere, “hinterland”ını sağlama alarak yaklaşıyor. Afganistan’ı Çin’e, İran’a karşı ve Orta Asya’ya dalmak için bir üs olarak kullanmak istediği için Taliban hareketini doğrudan veya Pakistan kanalıyla destekledi. Amerikan emperyalizmi, geniş anlamıyla Ortadoğu’da da mevcut olanaklarını kullanarak, diğer emperyalist güçlerden daha önce hareket etti ve bölgede, kendi emperyalist çıkarlarına hizmet eden bir “barış” çemberi veya Ortadoğu-Türkiye üzerinden Orta Asya’ya uzanan bir “barış” şeridi oluşturmaya çalıştı. Afganistan gibi bütün olarak Ortadoğu ve Türkiye, ABD emperyalizminin Kafkasya ve Orta Asya’ya uzanışında birer “hinterland”dır, birer sıçrama tahtasıdır. Bu, stratejik özelliğinden dolayı Ortadoğu, Amerikan emperyalizmi için daha da önemli olmuştur.
İkinci nokta: Revizyonist blok veya SB’nin dağılmasından önceki dönemde ABD, esas itibarıyla sosyal emperyalist SB’ye karşı mücadele ediyordu. Diğer emperyalist ülkeler bu mücadelede ancak taraf tutuyorlar ve kendi emperyalist çıkarlarını ABD’nin “küresel” hegemonya şemsiyesi altında geri oranlarda gerçekleştiriyorlardı. “Yeni dünya düzeni” ile bu durum tamamen değişmiştir. Bugün ABD, başta Almanya olmak üzere Fransa, İngiltere, Japonya ve giderek etkisini göstermeye başlayan Rusya gibi emperyalist ülkelere karşı çok yönlü mücadele ile karşı karşıyadır. Bugün, hiçbir emperyalist ülke, doğrudan çıkarı olmaksızın, II. Dünya Savaşı sonrasının beraberinde getirdiği anlaşmalar ve yükümlülükler doğrultusunda Amerikan emperyalizminin politikalarına alet olmuyor. Çıkarların belirlediği bu durumu ABD de biliyor.
Her bir emperyalist ülkenin, öncelikle de Almanya ve Fransa’nın kendi emperyalist çıkarları için mücadelesi, ABD’nin bölgedeki konumunu hem güçleştiriyor ve hem de politikasının iflasını kolaylaştırıyor. Her halükarda ABD emperyalizminin bölgede eskisi gibi at oynatmasının nesnel koşulları kalmamıştır. İsrail-Filistin “barışı”nın ve Körfez savaşından sonra Irak politikasının uygulanamaması bunun açık ifadesidir. Başta Kürt ulusal hareketi olmak üzere, Suriye, Saddam rejimi, İran, Almanya ve Fransa stratejik olarak ABD’nin Ortadoğu’daki belirli engellerini oluşturuyorlar. Taktiksel açıdan Türkiye, İngiltere ve Barzani ve Talabani hareketleri de dönem dönem ABD emperyalizmiyle çelişkiye düşüyorlar. Bugün gelinen nokta (Güney Kürdistan’daki son çatışmalar-gelişmeler) bunu gösteriyor.
3-Alman Emperyalizmi
Alman emperyalizmi en dinamik, iştahı tam anlamıyla kabarmış haydut konumunda bulunuyor. Onun bu konumda olmasının nesnel nedenleri var. Sanki tarih tekerrür ediyor. Alman emperyalizmi, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden tekelci dönemine geçiş sürecinde sergilediği gelişme içinde o dönem, sonradan gelişen, dünyanın paylaşımından pay kapmamış olan Almanya, gelişmede Fransa’yı tamamen, İngiltere’yi de birçok alanda geride bırakıyor ve dünyayı yeniden paylaşma talebinde bulunuyordu. Bugün de benzeri bir durumla karşı karşıyayız. Almanya II. Dünya Savaşında aldığı yenilginin yükümlülüklerinden kurtuldu ve bu süreç içinde dünya “pastası”ndan pay talep edecek derecede gelişti. Onun en başta gelen rakipleri ABD ve Rusya’dır.
Ortadoğu, Alman emperyalizminin düşüncede geleneksel yayılma alanlarından birisidir. Düşüncede geleneksel diyoruz, çünkü Alman emperyalizmi hiçbir dönem Ortadoğu’da hakim olmamıştır, ama bunu planlamış ve planını gerçekleştirmek için adımlar da atmıştır. Osmanlı devleti üzerindeki nüfuzu ve Bağdat Demiryolu’nun yapımı bunun örneklerindendir.
“Drang nach Südosten” (Güneydoğu’ya yöneliş) Alman emperyalizminin sömürgeci-hegemonyacı politikasının iki ayağından birisidir (diğeri Doğu’ya yöneliştir. “Drang nach Osten”) Bu politika Alman emperyalizminin bölgeye; Anadolu’ya, Mezpotamya’ya bir bütün olarak yakın Doğu ve Ortadoğu’ya yönelişini ifade eder. Ortadoğu’da Alman emperyalizminin en büyük rakibi ABD’dir veya ABD’nin bölgedeki mevcut hegemonyasını tehdit eden en önemli potansiyel güç Almanya’dır. İran, Alman emperyalizminin bir üssü olmaya adaydır. Bu ülke, ABD ile olan çelişkilerinin de bir sonucu olarak Almanya ile sıkı bağımlılık ilişkilerine girmiştir. Almanya’nın Türkiye üzerindeki doğrudan ve Avrupa Birliği vasıtasıyla sürdürdüğü ve ABD’ye yönelik hegemonya mücadelesi henüz sonuçlanmamıştır. Görüldüğü gibi Alman emperyalizminin bu konumlanışı (İran) ve politikası (Türkiye) ABD’nin bölgedeki hareket alanını ve olanaklarını daraltmaktadır. Bu stratejik yöneliminin ötesinde Alman emperyalizmi Ortadoğu’nun bütün ülkeleriyle siyasi ve özellikle de ekonomik ilişkilerini geliştirmekte ve böylece ABD’nin bölge ülkeleri üzerindeki siyasi ve ekonomik nüfuzunu kırıcı etkide bulunmaktadır.
Bölgede bağımsız rol oynamaya en yakın emperyalist ülkeler olarak İngiltere, Fransa ve Rusya, güncel gelişmelerde, gelişmelerin yönünü ciddi bir biçimde etkileyen bir güce sahip değiller. İngiltere ve Fransa, bölgedeki geleneksel güçlerini çoktan yitirmişlerdir. İngiltere, ancak ABD’ye yamanma, onun çıkarlarına hizmet etme koşuluyla söz sahibi olurken, Fransa “ben de varım” dercesine tek başına hareket etmeye çalışıyor. Körfez savaşının hemen sonrasında emperyalist koalisyonun bozulmasında Fransa’nın rolü, bölge ülkeleriyle geliştirdiği ikili ilişkiler, ABD’nin Irak’a son saldırısını desteklememesi ve nihayet Fransız cumhurbaşkanı J. Chirac’ın Ortadoğu ziyareti, Fransız emperyalizminin bölgede nasıl bir politika içinde olduğunu yansıtan verilerdir. Fransa, Arap ülkeleriyle ilişkilerini “tazeliyor.” ABD’nin “barış” adına dayatmasından bunalan Arap ülkeleri -örneğin Suriye, Filistin- Fransa ile sıcak ilişkilerden yana olduklarını belirtiyorlar. Öyle ki, Chirac, Filistin’de kahraman gibi karşılanıyor. Nedeni açık; Kudüs sorununa bakışı ve İsrail’e “tepkili” davranışı. Bütün bu gelişmeler, Fransa ile ABD arasındaki çelişkileri ve bölge üzerine rekabetlerini keskinleştiriyor.
İtalya, Çin ve Japonya gibi emperyalist ülkelerin bölgedeki çatışmalarında görüldüğü kadarıyla fiili bir etkinlikleri yok. Ancak Rusya Dışişleri Bakanı’nın Ortadoğu gezisiyle yeni bir girişimi başlatmış bulunuyor.
4-Sorunun doğrudan tarafları
PDK (Kürdistan Demokrat Partisi) ve YNK (Kürdistan Yurtseverler Birliği): Barzani (PDK) ve Talabani (YNK) önderliğindeki bu iki parti, Güney Kürdistan’ın iki büyük aşiretin desteğini alan bu en güçlü örgütler, son hareketleriyle birer ihanet şebekesine dönüşmüş olduklarını bir kez daha kanıtlamış oldular. Güney Kürdistan PDK’sı 50 yıl önce kuruldu. Kuruluşunda Kürt halkının değişik sınıfsal katmanlarını temsil ediyordu. Güney Kürdistan’da –diğer parçalarında olduğu gibi– ekonomi oldukça geriydi ve toplumsal gelişme de ancak kaplumbağa adımıyla ilerliyordu. Toplumsal ve siyasal ilişkiler tutucu ve feodal karakter taşıyorlardı. Toplumda kapitalist (burjuva) ilişkiler yeni yeni oluşuyorlardı. Bir bütün olarak G. Kürdistan’ın toplumsal ve siyasal gelişmesinde birinci derecede feodal, ikinci derecede de burjuva çevreler inisiyatif sahibiydiler. PDK’nın kuruluş aşamasında toplumun bu geri güçleri, üzerlerine düşen rolü hakkıyla oynamışlardı. O dönem partinin kurulması ileri bir adımdı. Sömürgeci güçler, Kürt ulusal uyanışını engellemek ve partinin, bu uyanışın bir aracı olmasını akamete uğratmak için ellerinden geleni yapıyorlardı ve partinin kuruluş sürecine müdahale ederek bir dizi gerici, aşiretçi, feodal güçlerin/ilişkilerin partide hakim olmasını sağlamışlardı. Dolayısıyla Güney Kürdistan PDK’sı, daha kuruluşundan beri bu gerici, feodal güçlerin politik çıkarlarını savunan parti olmuştu. Bu güçlerin başını çekenler de -partiye ağırlığını koyanlar- Barzanlar olmuştu. Gerici, feodal, aşiretçi, dinci güçlerin bir çıkar ortaklığı söz konusuydu. Kurulan çıkar dengelerinin bozulması, bu güçlerin birbirlerine karşı savaşacakları, birbirlerini boğazlamaktan geri kalmayacakları anlamına geliyordu. Nitekim, sadece son yıllardaki gelişmeler değil, daha Güneyli güçlerin, Doğu Kürdistan’daki ulusal kurtuluş mücadelesine katılmaları döneminde ve takip eden yenilgi yıllarında önde gelen (varlıklı, sözü dinlenir) Güneyli güçlerin ne tür bireysel nüfuz peşinde koştukları ve hangi olumsuz gelişmelere neden oldukları sır değildir.
Güney Kürdistan’ın toplumsal ve siyasal yaşamında Molla Mustafa Barzani birleştirici özelliği olan bir önderdi. Onun ülkede bulunmadığı yıllarda parti tamamen feodal ağaların, aşiret reislerinin ve din adamlarının eline geçmişti. Mustafa Barzani, SB’den ülkeye döndüğünde bir dizi yeni gelişmeler, oldu-bittilerle karşı karşıya kalmıştı.
1964 yılında PDK’da bir ayrılık gündeme geldi. Barzaniler bu ayrılığa bir türlü tahammül edemediler. Çünkü bu ayrılık, PDK’nın nüfuz alanını daraltıyordu. Talabani ve başka birkaç PDK kadrosunun PDK’dan kopmaları ve YNK’nın kurulmasıyla başlayan Güney Kürdistan’ın yeni tarihi, “Birakuji”lerin (Kardeş kavgalarının), ihanetlerin başlangıcı olmuştu. Bu ihanet, son gelişmelerle doruk noktasına ulaşmıştır.
Özgür Atılım gazetesinin 24. sayısında (14 Eylül 1996) bu iki partinin karakter ve amaçları son gelişmeler ışığında şöyle değerlendiriliyor:
“Güney Kürdistan’da bitmez tükenmez çatışmalara giren ve nihayet son tutuştukları savaşta, birbirlerine üstünlük kurmak için, Kürt ulusunu sömürgeci boyunduruk altında tutan İran ve Irak gibi devletlerle dolaylı ve doğrudan işbirliği yapan, dünya halklarının azılı düşmanı Amerikan emperyalizmini ‘duruma müdahale’ye çağıran PDK ve YNK, ulusal reformculuğun, ulusal özgürlük savaşının rezil bir engeli olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Aşiret örgütlenmesine dayalı iki partinin arasındaki savaş, uzun vadede siyasal hakimiyet sağlamaya, güncel planda ise gümrük ve petrol gelirlerinin paylaşımına ilişkindir. Bu uğurda şeytanla bile işbirliğine hazırdırlar. Gerici ve faşist sömürgeci bölge devletlerinin birbiriyle olan çelişkilerinden yararlanmaya çalışarak, rakibine, gerçeğe daha uygun bir vurguyla, Kürt ülkesine ve halkına saldırmaktan tutun da, emperyalistlerin figüranı olmaya değin her yol mübahtır onlar için. Bunlar ulusal özgürlüğe inanmazlar, halklarına güvenmezler, devrimci imkanlardan ödleri kopar. Hangi devletlerle, hangi karanlık, kalıcı ve geçici ittifaklara girdikleri ya da gizli anlaşmalar yaptıkları bugün tam olarak bilinemez de olsa, kesin olan şey, her iki partinin de, tüm bunları politik hakimiyet ve iktisadi çıkar temelinde yürüttükleridir. Gerek umutlarını Amerikan emperyalizminin bölge planlarına bağlamış bulunan ve sömürgeci Türk burjuva devletiyle bir federasyon hayali peşinde koşan Talabani, gerekse de ABD’den ve Türkiye sömürgeciliğinden yana hayal kırıklığına uğramış görünen, Saddam rejimiyle bir otonom anlaşması imzalayarak sömürgeci boyunduruk içinde varlığını güvencelemeye yönelen Barzani, ulusal özgürlüğün başlıca engelleri olmakla kalmıyor, fakat aynı zamanda emperyalistlerin ve Kürdistan’ı sömürgeci cendereye hapseden devletlerin, Ortadoğu ve Önasya hamlelerinin piyonları olma çizgisine sıkı sıkıya sarılıyorlar. Onlar, Güney Kürdistan’ın geçmişidirler, fakat asla geleceği olamayacaktırlar. Kürt halkı onları söküp atacaktır” (“ABD Emperyalizminin ve Bölge Gericiliğinin Köleleştirme Saldırıları” makalesinden. Özgür Atılım gazetesi, sayı 24, 14 Eylül 1996).
Bu iki parti hakkında söylenmesi gereken bunlardır. Yalnız burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta var. Güney Kürdistan’da Kürtlerin uluslaşma süreci çok geridir, en azından Kuzey’dekinden oldukça geridir. Bu, Güneyde Kürtlerin birbirlerine nispeten gevşek bağlarla bağlı olarak yaşadıklarını gösterir. Aynı dili konuşmak meselenin özünde fazla bir şey değiştirmiyor. Stalin’in, Gürcülerin gelişimiyle ilgili olarak söylediği, pekala Güney Kürdistan’daki Kürtler için de geçerlidir.
“Reform öncesi dönemde Gürcüler ortak bir toprak üzerinde yaşıyorlar ve aynı dili konuşuyorlardı, buna rağmen kelimenin tam anlamıyla bir ulus oluşturmuyorlardı; çünkü birbirinden ayrı bir sürü prensliklere bölünmüş olduklarından, ortak bir iktisadi yaşantı sürdüremiyorlar, yüzyıllardan beri birbirleriyle savaşıyorlar, birbirlerini yıkıma uğratıyorlar ve bir birlerine karşı İranlılar ve Türkleri kışkırtıyorlardı. Bazen talihli bir hükümdarın gerçekleştirdiği, prensliklerin kısa süreli ve rastlantılar sonucunda birleşmeleri, en iyi halde sadece yüzeysel yönetim alanını kapsıyor; en kısa zamanda prensliklerin huysuzlukları ve köylülerin ilgisizliği yüzünden yıkılıyordu. Gürcistan’ın iktisadi parçalanmışlığı içinde başka türlü de olamazdı” (Stalin; C. 2, s. 257, “Marksizm ve Ulusal Sorun”).
Bugün Güney Kürdistan böyle bir süreçten geçmektedir. Güney Kürdistan, Barzani ve Talabani veya PDK ve YNK “prensliklerine” bölünmüş durumdadır. Bu “prenslikler” çıkarları için birbirlerini boğazlıyorlar ve birbirlerine karşı İran’ı, Türkiye’yi, Irak’ı, ABD’yi kışkırtıyorlar. Ancak ulusal birliğin sağlanmasıyla Barzani ve Talabani “prenslikleri” ömürlerini doldurmuş olacaklardır. Bu anlamda bu “prenslikler”, Güney Kürdistan’ın geçmişini; ulusal birliğin sağlanması da geleceğini oluşturmaktadır ve bu gelecek içinde “prensliklere” yer yoktur.
PKK: Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin fiilen yürütücüsü ve temsilcisi olan bu yurtsever hareket, bütün yalpalamalarına; dönem dönem gösterdiği reformizme, emperyalist ülkelerle ilişki kurma eğilimine rağmen yurtsever devrimci öze sahiptir. PKK, Güney Kürdistan’daki son gelişmelere/çatışmalara aktif olarak katılmamış; savaşan taraflardan birinin yanında fiilen yer almamıştır. Ama Talabani’ye daha yakın durduğu ve ona en azından manevi bir destek verdiği de açıktır (PKK Genel Başkanı A. Öcalan, esir alınan Talabani’nin eşi ve diğer yöneticilere iyi muamele yapılması için Barzani’ye çağrı yapmış, aksi takdirde PDK’ya tavır alacaklarını açıklamıştı).
Barzani ve Talabani arasındaki savaş, bir yerde Güneyli Kürtlerin uyanışına da katkıda bulunmaktadır. Onlar; bu iki aşiret reisi arasındaki çıkar dalaşının Güney Kürdistan’ı parçaladığını, halkı daha korkunç sefalete sürüklediğini görüyorlar ve giderek, bu iki gücün Güneyde ulusal çıkarları temsil etmekten tamamen uzak olduklarını kavrıyorlar. Onların bu kavrayışını, onlarda ulusal uyanışı geliştiren, PKK’nin bölgedeki siyasi ve askeri varlığıdır. Şüphesiz ki, PKK’nin Güneydeki varlığı, PDK ve YNK’nın etkenliğiyle karşılaştırılamaz. Ama her geçen gün PKK’nin güçlenmesine hizmet eden gelişmeler yaşanmaktadır. Bu durumu Barzani ve Talabani de görüyorlar. Bunların ne menem “prensler” olduğunu PKK de pekala biliyor. Dolayısıyla PKK’nin gelişmesi, PDK ve YNK’nın erimesi anlamına gelmektedir ve bu “prensler” bu erimeyi, kendi yokoluşlarını durdurmak için PKK’ye karşı birleşerek, onu yok etme mücadelesi vermekten de geri kalmayacaklardır ve zaten dönem dönem Türk ve İran sömürgecilerinin, ordularının önüne düşerek Güneyde gerilla avına çıkan Talabani ve Barzani güçlerinden başkaları değildir. Onların bu sürece katılımlarının oranı, çıkar ilişkilerine ve konjonktürel dengelere bağlı olarak değişir...
Irak: Gerici Saddam rejimi Kuveyt’i işgal ederek, hem bölgesel bir güç hem de Körfez’deki petrol kaynaklarının yegane sahibi olmak istediği mesajını veriyordu. Bu mesaj, hem aynı bölgedeki emperyalizmin işbirlikçisi devletlere hem de emperyalist ülkelere yönelikti. Çıkarlarının tehdit edildiğini gören emperyalist ülkeler, çok hızlı ve çok kolay anlaştılar. Ve bütün emperyalist ülkelerin fiilen katıldıkları veya açıktan destekledikleri emperyalistler arası savaş koalisyonunu kurmakta ve Irak’a saldırmakta gecikmediler. Irak, büyük bir yenilgiye uğratıldı. Saddam rejimi düşürülemedi, ama onun hareket sahası daraltıldı. Güney Kürdistan, BM yönetimine verildi. Boş durmayan Saddam rejimi, Irak’ın bütününde yeniden söz sahibi olmak için eline geçen her fırsatı değerlendirdi. En önemli fırsat da, Barzani’nin çağrısıydı. “Irak’ın bütününde kontrolü yeniden ele almak için” yanıp tutuşan Irak rejimi, ordularını Erbil üzerine göndermekte gecikmedi. Saddam rejimi neredeyse bölgedeki bütün güçlerle çelişkili durumdadır. İran’la olan bölgesel rekabeti, Körfez’deki Arap Emirlikleri’nin, Kuveyt’in, hatta S. Arabistan’ın korkusu, Suriye ile eskiden beri devam eden rekabeti, keza Türkiye ile olan anlaşmazlığı ve Kürt ulusuyla olan çelişkisi, faşist Saddam rejiminin ateşten çemberle çevrili olduğunu gösteren olgulardır. On binlerce Kürdün katili olan Saddam, Irak’ın bütünlüğünü sağlamak, yani Güney Kürdistan üzerinde yeniden hakimiyet kurmak için hiçbir fırsatı kaçırmayacaktır. Keza o, Körfez ülkelerini, işgalle tehdit etmeye de devam edecektir.
İran: Doğu Kürdistan’ı sömürgeleştiren İran da bölgede hemen hemen hiçbir ülke ile barışık değildir. İran gerici molla rejimi, bölgesel hegemonya peşinde olmanın ötesinde Kafkasya ve özellikle de Orta Asya üzerinde nüfuz sahibi olma çabası içindedir. İran molla rejimi Türkiye ile hem bölgesel hakim olma rekabetini sürdürürken, Kafkasya ve Orta Asya'da da aynı rekabeti sürdürmektedir. Bölgesel güç olma konusunda İran’ın Irak ile de çelişkisi vardır. İran sömürgecileri, İran Kürdistanı’ndaki ulusal kurtuluş mücadelesinin amansız düşmanıdır ve bu mücadeleyi boğmak için, aynen Türkiye gibi, Güney Kürdistan’a saldırmaktadır. İran’ın sahte antiemperyalistliğinin –devrim dönemini değil, bugünü kast ediyoruz–, somutta da antiamerikancılığının hiçbir ilerici yönü yoktur. İran ve ABD’nin bölgedeki çıkarları çelişmektedir. Ama İran, ABD’nin bütün tecrit politikasına ve fiili adımına rağmen tecrit olmamıştır. Burada, İran’ın, özellikle Alman emperyalizmiyle geliştirdiği ilişkilerin belirleyici rolü vardır. Alman emperyalizmi, ABD’nin yaptırımları karşısında İran’ın bir nevi kalkanıdır. İran, Alman emperyalizminin bölgedeki üssü olma konumundadır. Dolayısıyla Alman emperyalizmi, bugün çok açık bir şekilde görülmese de, bölgede emperyalistler arası çelişkilerin, ittifaklar oluşturacak derecede keskinleştiği bir süreçte bölgedeki nüfuzunu İran üzerinden sağlama yolunu mutlaka deneyecektir.
Türkiye: Bölgesel güç konumunda olan faşist diktatörlük, stratejik konumundan ve ekonomik potansiyelinden dolayı pervasız hareket etme eğiliminde ve “emperyalist” amaçlar peşindedir. Türkiye ve Kürdistan, Kafkaslara, Orta Asya’ya ve Ortadoğu’ya buradan da Asya ve Afrika’ya açılan yol üzerinde olmasından, bu stratejik konumundan dolayı özellikle ABD ve AB’nin (başta da Almanya’nın) giderek keskinleşen bir rekabet alanı durumundadır. Faşist diktatörlük, emperyalist efendileriyle ortak hareket ettiğinde, emperyalist güçler de ona bazı kırıntılar sunduklarında hedefledikleri amaca ulaşacaklarını biliyorlar.
Türkiye, İran ile Ortadoğu’daki, Kafkaslar’daki ve Orta Asya’daki rekabetini açık bir şekilde sürdürmektedir. Her ne kadar, Irak’ın “toprak bütünlüğünü” savunuyor gözükse de, Kerkük ve Musul’u; buradaki petrol yataklarını ele geçirme amacını gütmektedir. Ortamın uygun olduğu koşullarda bu ilhakı gerçekleştirmek için hareket edeceğinden hiç şüphe edilmemelidir.
Türkiye’de sömürgeci faşist rejim, Kürt ulusal hareketini boğmak için yoğun çaba içindedir. Kuzey Kürdistan’ı işgal altında tutan faşist diktatörlük, Kürt ulusuna karşı jenosid uygulamaktan çekinmemektedir. Her ne kadar katliam, Halepçe’dekinin boyutuna varmasa da, her gün yapılmaktadır.
Türkiye, Saddam rejimiyle de çelişki içindedir. Bunda, Türkiye’nin Musul ve Kerkük’e göz dikmiş olması önemli bir rol oynamaktadır.
5-Ortadoğu’da Gelişmelerin/Çelişkilerin Seyri
Bölgedeki yerel ve emperyalist güçlerin faaliyeti iki noktaya kilitlenmiştir. Birincisi; Kürt ulusal kurtuluş hareketinin boğulması. Bu noktada emperyalistler ve yerel güçler aynı görüşteler, ortak hareket ediyorlar. İkincisi ise, bölge üzerinde nüfuz sahibi olmak ve petrol kaynaklarını kontrol etmek. Bu noktada ise ortak hareket söz konusu değil, çeşitli güçlerin birbirlerine karşı ittifakı, desteği söz konusu. Bu noktada, anlaşma tali, geçici, rekabet esastır. Sorunu bu iki açıdan ele alalım.
Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi açısından: Körfez savaşı ve Saddam rejiminin yenilgisinden sonra Güney Kürdistan’da özellikle ABD emperyalizminin girişimleri sonucunda bir federatif Kürt devleti kuruldu. Tabii bu, emperyalist koruma altında kurulan bir devletti. Esasında bu yeni yapılaşma, devletten başka her şeye benziyordu. Güneyli Kürt güçler ne böyle devlet kurma perspektifine sahiptiler ve ne de böyle bir gelişmeye hazırdılar. Güney Kürdistan, tarihinde önemli bir fırsat yakalamıştı. Şüphesiz ki bu girişim, emperyalist şemsiye altında gerçekleştiriliyordu. Ama buna rağmen Güney, belli bir dönem, Irak ve komşu sömürgeci güçlerin (Türkiye ve İran) baskısı altında kalmamış, nispi bir özgürlüğe kavuşmuştu. Bu özgürlük ortamı, Güneyde ulusal uyanış için, Kürt halkının ulusal örgütlenmesi için pekala kullanılabilirdi. Ama ele geçen fırsat kullanılamadı. Emperyalist kontrol altında kurulan bir devletin, bağımsız olamayacağı ve somutta da özgür Kürdistan’ın bu koşullarda en azından Güneyde kurulamayacağı açıktır. Ama bu süreç, ulusal uyanışın ve örgütlenmenin önüne engeller çıkarmayan, tam tersine buna ortam yaratan bir süreçti.
Güneyde etkin olan Barzani ve Talabani güçleri, yukarıda belirttiğimiz özelliklerinden dolayı Kürt ulusal uyanışını örgütleme ve geliştirme yeteneğinden ve de niyetinden oldukça uzaktılar. Onlar için esas olan, aile ve aşiret çıkarlarıydı. Onlar, bu çıkarları teminat altına almak ve birbirlerinin aleyhine genişletmek için Kürt ulusunun can düşmanı sömürgeci güçlerle (Türkiye, İran ve Irak) ve ABD emperyalizmiyle işbirliği yapmakta hiçbir sakınca görmemişlerdi ve devletten başka her şeye benzeyen bu “devlet”, son gelişmelerle hiçbir devletsel işini yerine getirmeden yıkıldı.
Kuzey Kürdistan ise yıllardan beri süren bir devrim sürecini yaşamaktadır. Türk sömürgeci devletine karşı sürdürülen bu ulusal kurtuluş mücadelesinde Kuzeyli Kürtler, PKK önderliğinde ulusal kurtuluş yolunda büyük mesafeler katettiler. Şüphesiz PKK, başlangıçtaki tutarlı antiemperyalist konumundan çok şey kaybetmiştir. Şüphesiz, onun ulusal kurtuluş anlayış ve devriminin olası zaferi, dar anlamda Kürt ulusunun, Kürt proletaryası ve emekçi yığınlarının sosyal kurtuluşunu beraberinde getirmeyecektir. Açık ki, iktidara gelecek olan Kürt ulusal burjuvazisi, kendi sınıfsal çıkarlarını hakim kılacaktır. Bu ise proletaryanın ve geniş yoksul emekçi yığınların çıkarlarına ters düşer. Ama şu an esas olan, sorunun bu yönü değildir. Sorunun esas yönü, Türkiye Kürdistan’ı kaynaklı Kürt ulusal kurtuluş hareketinin bütün Ortadoğu’yu etkilemesidir. Artık bölgedeki bütün yerel iktidarlar ve emperyalist ülkeler, açıkça kabul etmeseler de, Kürt ulusal devriminin nesnel olduğunu, söylevden maddi bir güce dönüştüğünü görmekteler. Tam da bundan dolayı hem yerel iktidarların hem de emperyalist devletlerin önünde iki alternatif var: Ya bu devrim, yumuşatılarak, reforma tabi tutularak zararsız hale getirilecek; ya da boğulacak. Ortadoğu, Kürt ulusal devrimi bu alternatifler açısından bir ayrım noktasına yaklaşıyor.
Kürt ulusal devriminin boğulmasında bütün yerel güçlerin (Türkiye, İran, Irak, Suriye) ve bütün emperyalist devletlerin ortak hareket edeceğinden hiç kimse şüphe edemez. Çünkü Kürt ulusal devrimi (Kuzey çıkışlı), Kürdistan’ın diğer parçalarında da ulusal uyanışı şahlandıracak ve bütün Kürdistan’ın bağımsızlığını sağlayacaktır. Bu, bölgedeki emperyalist çıkarlara da ters düşer. Bu, bütün Ortadoğu halklarının emperyalizme karşı mücadelesini kamçılar. Tam da bu nedenlerden dolayı yerel güçler ve emperyalist ülkeler, Kürt ulusal devrimini -başarılı olma veya tutarlı bir şekilde bu yolda ilerleme durumunda- ortaklaşa boğmaya çalışacaklardır. Onların bunda çıkar ortaklığı vardır. Ama Kürt ulusal hareketinin, Batı’da açılmış ve gelişmekte olan ikinci cepheyle, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesiyle; Marksist Leninist Komünistlerin önderliğindeki antiemperyalist demokratik devrim mücadelesiyle birleşmesi veya ittifak halinde hareket etmesi durumunda durum tamamen değişecektir. Bu durumda bir bütün olarak Türkiye ve Kuzey Kürdistan, sadece Ortadoğu halklarının değil, bütün dünyada ezilenlerin ve sömürülenlerin; dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin ışığı olacaktır. Anadolu coğrafyası bu gelişmeye gebedir.
Aksi taktirde, Kürt ulusal hareketinde reformizmin, pragmatizmin hakim olması ve mücadelenin uzlaşmaya evrilmesi durumunda -bu tehlike büyüktür- bölgenin yerel güçlerinin ve emperyalistlerin ortak hareketi söz konusu olmayacaktır. Her bir yerel güç ve emperyalist ülke, uysallaştırılmış hareketi kendi çıkarları için bir diğerlerine karşı kullanacaktır.
Emperyalist rekabet açısından: Kürdistan’ı sömürgeleştiren ülkeler, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler (İngiltere, Fransa, Almanya) son gelişmelerin dayattığı durumdan dolayı yeni “çözüm” yolları bulmak için çok hareketli günler geçiriyorlar. ABD emperyalizmi, Güneyde kaybettiği nüfuzunu yeniden elde etmek ve nispeten kalıcı oluşumları gerçekleştirmek için elini çabuk tuttu. Bölge ülkeleri de rol peşinde koşuyorlar.
PDK ve YNK arasındaki çatışmaların bir an önce durdurulması ve sorunun “barışçıl” çözümü için harekete geçen ABD ve onunla birlikte Türkiye, önce Silopi’de Barzani ile, daha sonra da Ankara’da Talabani ile görüştüler. Bu görüşmelerde Barzani ve Talabani’ye akıllı olmalarını(!) söyleyen ABD, PDK’nın Irak ile ilişkisinden, YNK’nın da İran ve Suriye’ye yönelişinden rahatsız olduğunu dile getirdi. Tabii ki, Türkiye de aynı görüşte olmak zorunda kaldı. Türkiye bu görüşmelerde, Güney Kürdistan’da ulusal azınlık konumunda olan Türkmen olgusunu bir koz olarak oynadı ve Güney Kürdistan’ın yeniden yapılaşmasında Türkmenlerin de söz sahibi olmaları gerektiğini ABD, PDK ve YNK’ya kabul ettirdi. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Robert Pelletreau bu durumu, Esenboğa Havalimanı’nda düzenlediği basın toplantısında şöyle açıklıyordu: “Güney Kürdistan’da Irak’ın toprak bütünlüğü çerçevesinde Türkmenler, Kürtler ve Asuriler dahil tüm tarafların katılacağı kalıcı bir istikrarın oluşturulmasını arzu ediyoruz… Türkmenlerin, görüşmelerin dışında tutulmaması gerektiği görüşündeyim. Türkmenler ayrıca, ateşkesin gözlemlenmesine yardımcı olmak için rol üstlenebilirler.” Bu, tam da Türkiye’nin politikasını ifade eden sözlerdi.
Nitekim R. Pelletreau, Türk ve İngiliz temsilcilerinin de katıldığı Barzani ve Talabani temsilcileri ile Ankara’da 30 Ekimde yapılan görüşmelerde her iki taraf da ateşkesi kabul ettiklerini açıkladı. Bir anlamda sonuç alınamayan Dublin görüşmelerine, Ankara’da devam edildi.
ABD gözetiminde imzalanan 20 maddelik bir anlaşmayla ateşkes imzalayan taraflar, daha sonra yine bir araya gelecekler. Bu anlaşmanın dikkat çekici yanı, bölgede faşist diktatörlüğün etkinliğini artırmak amacıyla Türkmen faktörünün Barış İzleme Gücü adı altında devreye sokulması oldu. Yanı sıra anlaşmada PKK’ye karşı işbirliği de imzalandı. Uygulanamayacağı PDK’nin iki gün sonraki çarkıyla daha şimdiden açığa çıkan bu anlaşma, bölgesel zeminin kaypaklığının da en tipik göstergesi. Çünkü son süreçte PDK, PKK karşıtı, YNK ise PKK dostu gibi gösteriliyordu. PDK anlaşmanın PKK’ye ilişkin maddesine karşı tavır açıklarken, Talabani’nin YNK’si hala sessiz!
6-Güvenlik Kuşağı Yalanı
Güney’deki çatışma süreçleri boyunca faşist diktatörlük hep “güvenlik kuşağı” yaratma peşinde oldu. Kuzey ve Güney Kürdistan arasındaki bağı koparmak, somutta da PKK’nin Güney’den Kuzey’e geçmesini engellemek için Türkiye’nin oluşturmayı amaçladığı geçici güvenlik kuşağı planı pek rağbet görmedi. Sadece ABD ve İngiltere tarafından desteklenen bu plan, tüm bölge ülkeleri hem de başka emperyalist ülkeler (Fransa, Rusya) tarafından tepkiyle karşılandı. Türkiye, bir taraftan böyle bir şeridi oluşturacağım derken, diğer taraftan da bu anlayışını askıya aldığına işaret eden tavırlara girdi ve böyle bir ikilem içindeyken patlak veren PDK ve YNK çatışması, Türkiye’nin, adeta imdadına yetişti. Şimdi Türkiye yeniden ve bir daha Ortadoğu’daki Amerikan politikasına kilitlendi ve aynı zamanda Güney Kürdistan’da çarpışan taraflar arasında ortak arabuluculuk için İran’a çağrıda bulunuyor. İran da buna hazır olduğunu açıklıyor. Saddam ise, çarpışan tarafları Bağdat’a çağırıyor.
Ortadoğu’da rekabet içinde olan emperyalist ülkeler ve onların gölgesinde yerel sömürgeci-gerici devletler, Kürdistan’ı yeniden ameliyat masasına yatırıyorlar. Her bir güç, soruna kendi çıkarı açısından yaklaşıyor ve öyle ki, çoğu kez kimin ne dediği, niçin öyle dediği, gelişmelerin hızı başdöndürücü olduğu için pek bilinmiyor. Ama bölgede söz sahibi olmak isteyen her güç, devre dışı kalmamak için bir şeyler söylüyor. Tıpkı Alman emperyalizminin, ABD’nin Irak’ı son bombalamasını desteklemesi gibi. Anlaşılan o ki, ABD emperyalizmi bu sefer oldu-bittiye açık kapı bırakmayan ve rakiplerini dışlayan bir “çözüm” için uğraşacak ve anlaşılan o ki, Türkiye’de kendi lehine olan konjonktürel gelişmeden yararlanarak Kürt ulusal mücadelesini fiziki olarak etkisiz hale getirmek için her zamankinden daha yoğun bir çaba harcayacak.
ABD, Ortadoğu’da son gelişmelerle zayıflayan konumunu yeniden güçlendirme fırsatını yakaladı. Ama diğer emperyalist ülkeler, bu gelişmeleri seyretmiyorlar, onlar da şu veya bu biçimde Ortadoğu’daki rekabetin bir tarafını oluşturuyorlar ve karşılıklı çıkar çatışması, yerli işbirlikçilerinin de katılımıyla devam edecektir. Ta ki bölgenin antiemperyalist, devrimci ve komünist dinamikleri, yerel gerici iktidarları alt edene ve emperyalistleri bölgeden kovana kadar…
Proleter Doğrultu, Sayı 8, Kasım - Aralık 1996
Hiç yorum yok