Ortadoğu’dan Uzakdoğu'ya emperyalist paylaşım planları
Yücel Özdemir
NATO şemsiyesi altında toplanan Batılı emperyalist devletlerin Suriye’deki rejimi değiştirip, oradan İran’a geçme planlarını yapması, uluslararası ilişkilerde, emperyalist devletler arasındaki çelişkileri öncesine göre çok daha fazla derinleşti. Afganistan’ı, ABD’nin saldırıya uğramasının da etkisiyle “geniş bir koalisyon”la ve el birliğiyle, uzlaşma içerisinde işgal eden emperyalist devletler, aynı tutumu bildiğimiz gibi Irak’ta sergilememişlerdi. ABD ve İngiltere’nin başını çektiği ve “Anglosakson ekseni” olarak tanımlanan ittifak güçleri yalanlar üzerinden Irak’ı işgal ederken, Almanya-Fransa-Rusya ekseni sözde de olsa işgale karşı çıkmıştı. Diplomasi alanında emperyalist devletler arasında kimi zaman gerilimlere yol açan Irak işgali, nihayetinde “Anglosakson ekseni” etrafında bir araya gelen ülkeler tarafından yapılmıştı. İşgal karşıtı görülen Rusya-Almanya-Fransa ekseni işgali engellemek için fiili bir hamdele bulunmamakla birlikte, örneğin Almanya ülkedeki ABD üslerini kullandırmakla, istihbarat bilgisi vermekle dolaylı destekçi olmuştu. Açık ifadeyle Almanya, bu süreçte Fransa ve Rusya ile birlikte aynı politik tutumu alırken, pratikte işgale yardımcı olmuştu.
Libya işgali de Batılı emperyalistler tarafından çok fazla zor olmadı. Rusya, Çin ve Almanya Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamada “çekimser” kalarak, gönülsüz de olsalar işgale “yeşil ışık” yaktılar. Böylece, Fransa ve İngiltere’nin öncülüğünde gerçekleştirilen, 50 binden fazla insanın canına mal oyan bir saldırıyla Muammer Kaddafi önce devrildi, sonra da hunharca katledildi.
Libya işgaline kadar kimi zaman uzlaşma kimi zaman itiraz biçiminde sürüp gelen emperyalist devletler arasındaki çelişkiler, Suriye’de adeta açılması zor bir düğüme dönüşmüş bulunuyor. Bunun bir nedenini Rusya’nın Suriye’deki askeri ve siyasi açıdan köklü ilişkileri olurken, diğer yanını genel olarak Batılı emperyalist devletlerin bir sonraki adım olarak önce İran’ı sonra Rusya’nın kendisini işaret etmeleri geliyor.
SOĞUK SAVAŞ BİTMİŞMİYDİ?
Suriye’deki rejimin değiştirilmesi hamlesi üzerinden oluşan saflaşma, büyük ölçüde SSCB’nin yıkılmasından önce varlığı süren “Soğuk Savaş” şablonuyla aynı. ABD’nin başını çektiği NATO şemsiyesi altındaki kapitalist-emperyalist devletler ile Çin-Rusya-İran ittifakı yeniden karşı karşıla geldi. Rusya ve Çin, Birleşmiş Milletlerde Suriye’ye yönelik bir askeri saldırıya ret oyu verirken, ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalist blok, Türkiye üzerinden işgal için büyük bir çaba içerisine girdi.
Suriye ekseninde yaşanan cepheleşmeye baktığımızda İran’ın ve onun müttefiki durumundaki Şii hareketlerin de Rusya-Çin eksenine dahil olduğu anlaşılıyor. Buna karşın, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın temsil ettiği Suni yönetimler de eskiden olduğu gibi AB-ABD ekseninin destek oldu.
Bu süreçte, en ciddi saf değiştirme yıllardır İran ve Suriye’ye yakın duran radikal dinci Hamas’ta oldu. Suriye’ye karşı Batılı emperyalistlerin saldırı hazırlığını gören Hamas’ın merkezini Katar’a taşıması tam da bu saflaşmanın bir sonundan başka bir şey değildir. Batı emperyalizminin bölgedeki sadık müttefiki İsrail’in “bir numaralı düşmanı” Hamas, böylece İsrail ile aynı cephede yer aldı. Aksi taktirde, 2001’den bu yana Suriye’de üs kuran Hamas’ın siyasi lideri Haled Meşal’in kolay bir şekilde, hem de gövde gösterisi şeklinde Gazze’ye gitmesi mümkün olmayacaktı. Altan alta, Arap Bahar”ıyla birlikte Ortadoğu’da ABD’nin en önemli dayanağı haline gelen Müslüman Kardeşler üzerinden yapılan pazarlıklar sonucu, bir zamanlar Filistin nedeniyle bir numaralı İsrail ve ABD düşmanı kesilen dinci akımların önemli bir bölümü, Suriye”ye yönelik saldırı hazırlığıyla birlikte NATO şemsiyesi altında bir araya gelen emperyalistlerle aynı yerde saf tutmuşlardır. Lübnan’daki Hizbullah ise İran ve Suriye’ye yakınlığını sürdürmeye devam ettirmektedir.
Suriye’ye kadar olan işgallere ve gerilimlere toplamı üzerinden baktığımızda, son 20 yıl içerisinde, Batı kapitalizmi hep SSCB’nin kontrol ettiği alanları egemenlik altına almak üzere büyük bir çaba içerisinde oldu. Bu çabaların çoğunda, SSCB’nin varisi olarak Rusya gücü olmadığı için yeterli kadar bir direnç gösteremedi ya da söz konusu eski alanları denetim altında tutamadı. Bu alanları kısaca şu şekilde sıralamak mümkün:
DOĞUR AVRUPA: 1990 yıllara kadar SSCB’nin etki alanında bulunan Doğu Avrupa ülkelerinin çoğu, SSCB’nin çöküşünden sonra başta Almanya olmak üzere Batılı kapitalist devletlerin egemenliği altına giren pazar alanları oldu. Bu ülkelerin önemli bir bölümü hem NATO hem de AB üyesi yapılarak “Batıya entegre” edildi. Böylece, Rusya’nın yeniden bu ülkelerde etkili olması yakın bir dönemde mümkün olmayacak şekilde Batı’ya bağlandı. Bir tek Ukrayna ve Beyaz Rusya Rusya ile birlikte hareket eden ülkeler olarak kaldı.
Ama, Doğu Avrupa’nın en büyük ülkelerinden biri olan Ukrayna’nın düşürülme için “yeni dünya düzeninde” eski “soğuk savaş” konsepti olduğu gibi uygulandı. Bunun sonucu olarak 2004’te gerçekleşen “Turuncu Devrimi”, ABD-AB ekseni tarafından Doğu Avrupa’daki en önemli stratejik kazanım olarak adlandırıldı. Rusya ile Avrupa arasındaki en önemli enerji koridoru olma özelliği taşıyan Ukrayna’da Batı kapitalizmiyle Rusya arasında süren nüfuz mücadelesini bugün itibariyle Rusya üstün gelmiş olsa bile her an ibrenin diğer tarafa dönebileceği de biliniyor. Beyaz Rusya’da ise halen Rusya’nın yakın müttefiki olarak varlığını sürdürüyor. Özellikle AB’nin “diktatörlük”, “insan hakları ihlalleri” gibi nedenler öne sürerek iç kargaşa çıkarmaya çalıştığı Beyaz Rusya’da istikrarsızlık hali hazırla güçlü bir tehdit olma özelliği taşımıyor.
BALKANLAR: Batı emperyalizmi ile Rusya arasındaki bir diğer çatışma alanı da Baklanlar idi. Balkanlarda 1990-95 yılları arasında ABD-AB/NATO ekseniyle Rusya arasındaki nüfuz mücadelesi 200 bin insanın canına mal oldu. Yüzyıllardır bir arada barış içerisinde yaşayan farklı inançlardan, uluslardan ve kültürlerden insanlar eski Yugoslavya toprakları üzerinde birbirine kırdırıldı. Bunun sonucu olarak bir zamanlar Balkanların en büyük ülkesi olan Yugoslavya tam yedi devlete bölündü: Bosna-Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Sırbistan, Karadağ ve Kosova. En son Sırbistan’da AB yanlılarını kazanmasıyla Rusya’nın son kalesi de Balkan’larda düştü. Böylece, Rusya’nın Balkanlar’daki nüfuz alanı tamamen yok edildi, hem de yüzbinlerce insan katledilerek.
KAFKASYA: Eski SSCB’nin varisi olarak Rusya ile Batı kapitalizmi arasında bir değer önemli çatışma olanı da enerji ve petrol yatakları bakımından büyük bir önem teşkil eden Kafkasya. ABD-Batı ittifakının el birliğiyle eskiden SSCB’nin parçası olan Kafkasya ve Orta Asya ülkelerini kendi nüfus alanına almak için -Türkiye gibi ülkeler de önemli ölçüde kullanılarak- yürütmüş olduğu politikalar en çok Gürcistan’da etkili oldu. Azerbaycan ve Ermenistan’da da dengeler gelip gelmekle birlikte en Amerikancı yönetim Gürcistan’da kuruldu. Ancak, Rusya’nın Gürcistan’daki Şakaşvili yönetimine en sert tepkisi 2008’in yaz aylarında oldu. Güney Osetya’ya askeri bir operasyon düzenleyen Rusya, Batılı emperyalistlere bölgenin hakimi kendisi olduğunu gösterdi. Batı’nın bütün uyarıları ve çağrılarına aldırmayan Rusya, NATO ittifakının Gürcistan üzerinden Kafkasya ve Karadeniz’deki planlarını durdurdu.
Pek çok uluslararası ilişkiler uzmanı, Putin’in Gürcistan’a karşı bu hamlesini Rusya’nın dünya politikasına geri dönüşü olarak nitelendiriyor. Bu hamleyle Gürcistan NATO’ya üye yapılmadığı gibi, Gürcistan’daki Rusya yanlılarını güçlendirdi. 1 Ekim 2012’de yapılan parlamento seçimlerinde Rusya yanlılarının kazanması da ibrenin yeniden Rusya’ya döndüğünü anlamına geliyor. Bu yıl içinde yapılacak başkanlık seçimlerinde de Rusya yanlılarının kazanması sürpriz olmayacaktır. Böylece, batı emperyalizmi Kafkasya’daki bu en önemli müttefikini kaybetmeyle karşı karşıya.
Rusya, Gürcistan’da şiddete başvururken, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’da ise Şenghay İşbirliği Örgütü aracılığıyla bağlarını güçlü tuttu. İşlenmemiş doğalgaz ve petrol yatakları nedeniyle bu yüzyıl içerisinde dünya politikasında önemli bir yere sahip olacak Rusya, “arka bahçesi” durumundaki Kafkasya’daki nüfuz mücadelesi henüz bütünüyle kazanmış olmazsa da Yeltsin dönemine göre önemli adımlar atıldı.
Bu bakımdan Putin-Medvedev-Putin dönemi olarak tanımlanan süreç, Rus sermayesinin dünya üzerinde etkili olmak için toparlanma süreci olarak değerlendirilebilir.
ORTADOĞU: Eskiden SSCB’ni toprakları içerisinde olan ya da doğrudan SSCB’nin etkili olduğu Doğu Avrupa ve Kafkasya’da Batı kapitalizmi ile Rusya arasında nüfuz mücadelesi çoğunlukla Rusya’nın kaybetmesiyle sonuçlanırken, benzer bir çatışma SSCB’nin ekseninde olan Ortadoğu ve Afrika’daki ülkeler için de geçerliydi. Bu konuda kendilerini “Yeşil sosyalizm” olarak tanımlayan Basçı partilerin işbaşında oldu Ortadoğu ülkeler de Batı kapitalizminin hedefindeydi. Önce bunlar arasından siyaseten ve nüfus yapısı açısında en zayıf ve karmaşık olan Irak hedef seçildi. Ardından, ABD’ye karşı kükreyen ama Avrupalı emperyalistlerle içli-dışlı olan Libya lideri Kaddafi’nin ülkesi Libya teslim alındı. Kontrol altında olmayan bölgeler ve ülkeleri adeta “domino etkisi”yle kendi nüfuz alanına dahil etmek isteyen Batı kapitalizmi, bunun devamı olarak kontrol altında bulunmayan diğer ülkeleri benzer şekilde kendi egemenliğine alayı arzuluyor. İran, Rusya, Çin, Beyaz Rusya, Kuzey Kore, Küba, Venezüella... gibi ülkeler halen Batı kapitalizmi tarafından tam olarak kontrol edilemeyen ve bu nedenle teslim alınması gereken ülkeler olarak görülüyor.
NİHAİ HEDEF RUSYA MI?
Bütün bunlara bir de ABD öncülüğünde Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Türkiye’ye (Malatya-Kürecek) kurulan füze savunma sistemlerini eklemek gerekiyor. Hem söz konusu ülkelere NATO tarafından füze savunma sisteminin yerleştirilmesi, hem de Rusya’nın buna göstermiş olduğu tepkiye baktığımızda, NATO şemsiyesi altında toplanan ülkelerin önce İran sonra Rusya’ya karşı bir güç birliği içinde olduğu artık sır değildir.
1990’lardan sonra dünyada olup bitenlere bakıldığında, SSCB’nin varisi Rusya’nın etrafındaki halkının sürekli daraldığı açıktır. Halkanın daralması ya da domino taşlarının devrilmesi olarak nitelendirilebilecek bu süreçte, Batı kapitalizminin nihai hedefinin Rusya’nın da egemenlik altına alınmak istediği savı önce gerçekçi bir yaklaşım gibi gelmeyebilir. Ancak, emperyalizmin karakteri açısından bunun salt bir hayal değil, koşulları uygun olduğunda gerçekleştirilebilir emperyalist politika olduğu açıktır. Son yıllarda Rusya içerisinde mevcut Putin rejimine karşı çıkanların ABD ve Avrupa tarafından “demokrasi ve insan hakları savunucusu” olarak ilan edildiği biliniyor. Keza, “demokrasi güçleri” olarak tanımlanan bu kesimlere maddi ve siyasi olarak Batı kapitalistleri tarafından desteklendiği de bilinen başka bir gerçektir.
Bütün bunlardan rahatsız olan Putin en sert tepkisini bu yıl seçimlerden sonra yapılan G8 zirvesine katılmayarak göstermişti. Bu aynı zamanda, üçüncü kez başkanlık koltuğuna oturan Putin’in ABD ve Batı Avrupa’ya mesafeli davranacağı, kendi çıkarlarına önceki döneme göre çok daha fazla yoğunlaşacağı anlamına geliyordu.
Denilebilir ki, SSCB’nin dağılmasından sonra devlet başkanlığı koltuğuna oturan Boris Yeltsin, her şeyiyle Batı kapitalizmine teslim olmuş, tarihsel genel olarak Rusya’nın tarihsel misyonunu da bir yana bırakmıştı.
Ama, Putin’in göreve gelmesiyle birlikte Rusya, bir zamanlar dünyanın neredeyse üçte biri üzerinde etkili olan, kısa bir süre içerisinde pek çok alanda Batı kapitalizmiyle yarışan ve üstün gelen SSCB’nin varisi olduğu hatırlandı. Bu elbette tek başına Putin’in tercihi değil, asıl olarak Rus sermayesinin belirlemiş olduğu bir politikaydı.
Görevde kaldığı ilk iki dönem boyunca (8 yıl) buna göre davranan Putin, her fırsatta Batı emperyalizminin yedeğinde katılmış bir ülke olmadıklarını vurgulama ihtiyacı duydu. Putin’den sonra göreve gelen Medvedev de esas olarak aynı çizgiyi devam ettirdi. Ama, üçüncü kez “tahterevalli” modeliyle başkanlık koltuğuna hem de 6 yıllığına oturan Putin’in, dünyadaki gelişmelere bağlı olarak önceki döneme göre çok daha etkili bir dış politika yapacağı daha ilk günden belli idi.
Putin, üçüncü kez başkanlık koltuğuna oturduğunda açıkladığı “Rusya Federasyonu’nun dış politika çizgisinin hayata geçirilmesi yolunda önlemler” başlıklı belgede ABD ve Batı’ya yönelik yaklaşım dikkat çekiyordu. “Belgede, bir önceki Devlet Başkanı Dmitriy Medvedev’in temel dış politik tercihlerinden biri olan ABD ile ilişkileri sıfırlayıp yeniden başlatma girişimlerinden söz edilmiyor bile. Bu durum, Medvedev’in uluslararası politikasının Amerika cephesinde fiyasko ile sonuçlandığı iddialarını güçlendiriyordu.” ( T24)
Özetle, Rusya’nın ABD ile “barış havası”nda götürmek istediği dış politikanın emperyalizmin karakteri gereğince mümkün olmadığı bir kez daha görülmüştür. Dahası bunu en iyi Ruslar bilmiyor olması gerekiyordu. Çünkü, bütün dünyaya hakim olmak isteyen ABD ve onun diğer müttefiklerinin hedefinde, tam anlamıyla kontrol edemedikleri, yer altı ve yer üstü kaynaklarını istedikleri gibi sömüremedikleri Rusya da bulunuyor.
Almanya’da yayınlanan Die Welt gazetesinde, bundan 6 yıl önce yer alan bir haberde, Rus strateji uzmanlarının ABD’nin orta vadede Sibirya’daki zengin enerji kaynakları nedeniyle Rusya’ya saldırabileceği üzerinden çalıştığına dikkat çekiliyordu. [Die Welt, 17.07.2007]
Haberde ayrıca Rus Generali Alexander Wladimirow’un “Rusya ile ABD arasında önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde mümkündür” şeklindeki sözlerine de yer veriliyordu. Başka bir değişle, Rusya 2015-2020’ye kadar ABD ile doğrudan sıcak bir savaş üzerinden karşı karşıya gelebileceğini ve hazırlıklarını da buna göre yapıyor.
Çünkü her iki ülke arasında hem Ortadoğu’da hem de Uzak Asya’da kıyasıya süren rekabetin günün birince sıcak çatışmaya dönüşme ihtimali hiç de uzak bir ihtimal değil.
Bu rekabette, Rusya’nın elindeki en büyük silahın zengin petrol ve doğalgaz kaynakları ve sahip olduğu silah teknolojisi olduğu açıktır. Gelecekte asıl saflaşmanın enerji kaynakları ve enerji yollarının kontrolü üzerinden olacağını söylemek sanırız pek yanılgı olmayacaktır.
Yapılan araştırmalara göre, bugünkü teknikle çıkarılıp kullanılabilen dünyadaki doğalgaz rezervlerinin büyük bir bölümü Rusya’da bulunuyor. Ülkelere göre doğalgaz rezervlerinin dağılım oranı şu şekilde: Rusya yüzde 24.8, İran yüzde 15.6, Katar yüzde 13.2, Türkmenistan yüzde 4.2, Suudi Arabistan yüzde 4.1, ABD yüzde 4, Birleşik Arap Emirlikleri yüzde 3.1.
Rusya, petrol rezervleri bakımından da Suudi Arabistan’dan sonra ikinci büyük ülke durumunda. İran 4., Çin 5. sırada yer alıyor.
Dolayısıyla, Rusya ve müttefikleri Çin ve İran’ın elinde bulundurduğu devasa enerji kaynakları nedeniyle hem Avrupa’yı hem de Uzak Asya’yı kendisine bağımlı hale getirmiş ve enerji kaynaklarını güçlü bir silah olarak rakiplerine karşı kullanıyor.
Kısa bir süre önce Putin tarafından, Türkiye üzerinden İran ve Azeri doğalgazını aktarması geçmesi planlanan Nabucco hattına alternatif olarak temeli atılan Güney Akım Doğal Gaz Boru Hattı Projesi ile Balkanlar ve Güney Avrupa ülkeleri de bağlandı. En önemlisi de, Batı emperyalizminin sadık müttefiki olarak görülen Türkiye “enerji koridoru” konusunda devre dışı bırakıldı, önemi azaltıldı. Karadeniz'in altından yaklaşık 900 metre derinliğindeki Güney Akımı boru hattı Bulgaristan’ın Varna kentine kadar uzanacak, boru hattı Sırbistan, Macaristan ve Slovenya üzerinden İtalya'ya kadar uzatılacak. Benzer bir şekilde daha önce doğrudan Almanya ile Rusya arasında Kuzey Akım Projesi’nin temeli atılmıştı.
Son verdilere göre Rus doğalgazının yüzde 60’ı AB ülkelerine, yüzde 29’u Birleşik Devletler Topluğu üyesi ülkelere, yüzde 9’u Türkiye’ye yüzde 2’si de Batı Balkanlara satılıyor.
Pek çok ABD’li kurum tarafından yapılan analizde, bu ülkenin 2030 yılına kadar dışarıdan önemli ölçüde doğalgaz alması gerekiyor. Daha sonra yeni geliştirilen taş yarma sistemiyle elde edilen gazın ihtiyacı karşılayabileceğinden söz ediliyor. Ancak taş yarma sistemiyle elde edilen gazın ihtiyacı ne kadar karşılayacağı, ne kadar verimli olacağı da belirsiz.
Bu nedenle, muazzam derecede enerjiye bağımlı olan ABD ve Avrupalı emperyalistler, enerji kaynaklarını denetim altına almak için dünyayı yeniden büyük bir savaşın içine çekerek, yeniden paylaşım planları yapıyorlar.
UZAKDOĞU: ÇİN’E KARŞI JAPONYA DEVREDE
Suriye üzerinden Rusya’yı geriletmek, Ortadoğu’da yeni mevziler kazanmak için daha ileriye adımlar artmanın hesaplarını yapan ABD, benzer bir hamleyi Uzak Asya’da diğer güçlü rakip Çin’e karşı atmış bulunuyor. Barack Obama tarafından “Pasifik Stratejisi” olarak adlandırılan bu yeni hamleyle, ekonomik olarak hızla büyüyen Çin’in frenlenmesi amaçlanıyor. Bunun için ise Ortadoğu’da Türkiye ve İsrail’in görevlendirildiği gibi, Uzakdoğu’da da sadık müttefikler Japonya, Avustralya, Güney Kore ve diğerleri görevlendirilmiş.
Çin ile Japonya arasında hiç kimsenin yaşamadığı adacıklar üzerinden yaşanan gerilim tam da Çin’i geriletme, Doğu Çin Denizi’ne hakim olma planlarıyla ilgili.
Çinlilerin Diaoyu, Japonların Senkaku dediği, yerleşim yeri olarak kullanılmayan üç ada takımı nedeniyle her iki ülke arasındaki gerilim Eylül ayından itibaren tırmandı. Ne var ki, asıl neden tek başına üç adanın kime ait olacağından çok, bölgede hangi devletin bundan sonra belirleyici güç olacağıyla ilgili.
Adaların kime ait olduğu ekseninde her iki ülkede esen milliyetçi, şoven, militarist naraları bir yana bırakıp perdeyi araladığımızda, arkasında ABD’nin Pasifik’te egemenliğini sürdürmek için bu yılın başında ilan ettiği yeni “Pasifik Strateji”nin olduğu görülüyor.
PAYLAŞILAMAYAN BÖLGE: DOĞU ÇİN DENİZİ
Japonya ile Çin arasında gerilim konusu olan Diaoyu/Sankaku adacıklarının bulunduğu Doğu Çin Denizi hem jeostratejik hem de zengin petrol ve doğalgaz kaynakları açısından bölgede büyük bir önem taşıyor. Çin, Japonya, Güney Kore, Kuzey Kore ve Tayvan’la kıyısı olan, Hindistan Okyanusu ile Pasifik Okyanusu’nu birbirine bağlayan Doğu Çin Denizi’nin kim tarafından kontrol edileceği şimdiki gerilimin asıl nedeni.
Der Spiegel’de bölgedeki gerilimle ilgili yer alan bir haber-analizde Doğu Çin Denizi’nin askeri ve ticari açıdan bölge için çok önemli olduğu belirtildikten sonra, şu gerekçeler sıralanıyor: Çin’in ihtiyaç duyduğu petrolün yüzde 80’i bu deniz üzerinden geliyor. Keza; tahminlere göre Doğu Çin Denizi’nin altında 130 milyar varil petrol, 9 trilyon 300 milyar metreküp doğalgaz bulunuyor. Hindistan Okyanusu ile Pasifik Okyanusu’nu birleştirmesi nedeniyle dünya genelindeki yük gemilerinin yarısı, dünya deniz ulaşımının da üçte biri bu deniz üzerinden gerçekleştiriliyor. Halen büyük bir bölümü Çin’in denetimi altında olan deniz, ticaret açısından büyük olanaklar yaratıyor. [Der Spiegel, 10.09.2012]
Çin ile Japonya arasında başlayan gerilimde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Pasifik’in efendisi olan ABD’nin açıktan Japonya’dan yana tavır koyduğu sır değil. ABD’nin 7. donanma gücü olan “George Washington” Pasifik’te konuşlandırılmış durumda. Halen 60 savaş gemisi, 300 savaş uçağı ve 40 bin askerden oluşan söz konusu 7. Donanma’nın gücünün 2020 yılına kadar önemli oranda artırılacağı ABD Başkanı Barack Obama tarafından bu yılın başında yeni “Asya-Pasifik Strateji”si çerçevesinde ilan edilmişti. Plana göre; önümüzdeki 8 yıl içinde ABD’nin savaş gemilerinin yüzde 60’ı Pasifik’e kaydırılacak.
ABD Genel Kurmay Başkanı Martin Dempsey, Obama tarafından açıklanan söz konusu yeni stratejiyi, “Bütün demografik, jeostratejik ve ekonomik eğilimler/trendler gelecek açısından Pasifik’in çok daha önemli olacağını gösteriyor. Bu nedenle stratejik önceliğimizi Batıdan Pasifik’e kaydırıyoruz” şeklinde gerekçelendirmişti.
Başka bir deyişle artık Avrupa’da fazla askeri güç bulundurmanın bir önemi kalmamış, yeni hedef Pasifik ilan edilmişti.
Keza; Japonya’da bulunan ABD üsleri yetmiyormuş gibi şimdi de ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, bu gerilimin tam ortasında Japonya ile ikinci bir füze savunma sisteminin yerleştirilmesi konusunda anlaşmaya vardı.
ABD’nin, Japonya’yı Çin’in karşısına dikmesi elbette boşuna değil. Çünkü; ekonomik açıdan, başta Japonya ve ABD olmak üzere diğer emperyalist devletler kriz içinde küçülürken, Çin büyümeye devam ediyor. Büyüyen Çin’in can damarının enerji kaynakları olduğunu söylemeye dahi gerek yok. O halde, Çin’in yükselişini durdurmanın en önemli yollardan birisi enerji kaynaklarını/yollarını sınırlamak, kontrol etmek ve eğer mümkünse kaybedeceği bir savaşın içerisine çekerek güçten düşürmek en uygun taktik olarak görülüyor. Aksi halde Çin’in ekonomik yükselişi hem Pasifik hem de dünya genelinde ABD ve müttefikleri için tehlikeli olabilir. Zira; ABD’de de, Çin’in giderek çok tehlikeli olmaya başladığına ve durdurulması gerektiğine dair yeteri kadar “gelecek senaryosu” bulunuyor.
JAPON EMPERYALİZMİNİN YÜKSELİŞİ ÇİN’DEN GEÇİYOR
Çin ile Japonya arasındaki elbette ilk kez bir gerilim yaşanmıyor. Her iki ülke yüzyıllardan beri taraflar birbirine üstünlük sağlamak için savaşlar yapmış. Çin ile Japonya arasındaki büyük savaşların ilki 1894-95 yılları arasında Kore’nin paylaşılması nedeniyle yapılmış. Adadan büyük kıtaya adımını atmak için Çin’in himayesindeki Kore’ye saldıran Japonya, bu ilk büyük savaştan galibiyetle çıktı. Savaşın ardından her iki ülke Kore’nin bağımsızlığını kabul ederken, Çin ağır tazminatlara mahkum edildi. Japonya ise Asya kıtasının en uzun nehri olan Yangtze üzerine ticaret yapma hakkı elde etti. Çin’in batısında doğan, Doğu Çin Denizi’ne dökülen Yangtze üzerindeki ticaret ayrıcalığı, aynı zamanda bölgede Japon emperyalizminin yükselişinin ifadesiydi. Japon malları nehir üzerinden Asya içlerine kadar satılmaya başlanırken, liman kentlerde Japon tekelleri fabrikalar kurarak üretime geçtiler. Böylece, yoksul Asya’nın ucuz emek gücü daha o yıllardan itibaren Japonya’nın yükselmesinde, zenginleşmesinde önemli bir rol oynadı.
Yangtze üzerinde elde ettiği ayrıcalıktan yararlanan Japonya, ikinci hamlesini daha İkinci Dünya Savaşı başlamadan (1930’lu yılların başında) Çin’in Mançurya Bölgesi’ni topraklarına katmak için savaş ilan etmekle yaptı. Önce Mançurya’yı denetim altına aldı, sonra bununla da yetinmeyerek SSCB’ye saldırdı.
Asya’ya ayak basmak için giriştiği bu büyük savaş 9 Eylül 1945’te Japon emperyalizminin yenilgisiyle sonuçlandı. Sadece yenilgiyle kalmadı, bir kez daha Asya’ya adım atmaması için müttefik devletler tarafından ağır cezalara çarptırıldı.
Ama, buna rağmen Japon emperyalizmi Asya’nın lideri olma hayalinden ve arzusundan hiç vazgeçmedi. Tıpkı Almanya gibi, kısa bir süre içinde yenilgiye rağmen ekonomisini yeniden düzlüğe çıkararak, Uzakdoğu’daki pazarların elde edilmesinde yeniden yükselişe geçti.
İşte; bugün iki-üç kara parçası üzerinde yaratılan gerilimin arkasında bu tarihsel gerçekler yatıyor. Ama şimdi Japonya tek başına değil, ABD belirlediği çerçevede hareket etmeyi yeğliyor. Çünkü tarihsel arka planı olan Çin-Japon gerilimin bugünkü durumu, dünyanın yeniden emperyalistler tarafından paylaşılma ve bu temelde kurulan yeni ittifaklar sonucu oluşan cepheleşmeden bağımsız değildir.
Belirtmek gerekiyor ki; Çin de ekonomik yükselişten aldığı güçle bölgede, rakiplerini gerileterek daha etkili bir güç olmanın hesaplarını yapıyor, bu temelde donanmasını, ordusunu yeniliyor, güçlendiriyor. ABD’nin ve onun bölgedeki müttefiklerinin tek başına egemen olmasına itiraz eden Çin, yeni stratejilere karşı da hazırlıklarını yapıyor. Bu temelde özellikle donanma gücünü hızla artırmanın ve yenilenmenin çalışmasını yapıyor, bazı alanlarda epeyce de mesafe kat etmiş. Ve çeşitli analizlere göre; Çin, donanma gücünü önümüzdeki yıllarda bugünkünün iki katına önemli oranda artıracak. Bütün bunlar, Pasifik’te emperyalist paylaşımın giderek sertleştiğini ve silahlanmanın alabildiğince hızlandığını gösteriyor.
ABD ise, kısa ve orta vadede Çin’i güçten düşürmek, daha fazla etkili olmasını engellemek için bölgedeki sadık işbirlikçileri Japonya, Güney Kore, Avustralya, Filipin, Yeni Zelanda gibi ülkeleri Çin’e karşı kışkırtarak sonuç almaya çalışacak. Keza, ABD Avrupa’ya konuşladığı askeri gücünün önemli bir bölümünü Pasifik’e kaydıracağını ilan etti.
Lakin siyasi ve ekonomik gelişmeler, Pasifik’te bir gün Çin ile ABD’nin daha açıktan karşı karşıya geleceği yönünde. Çünkü, SSCB’nin dağılmasından sonra dünyanın tek hakim gücü olan ABD’nin daha fazla tek hakim olamayacağı, yeni aktörlerin ortaya çıkacağı sır değildir.
Bu nedenle; Japonya’nın gerilimi tırmandırmak için yaptığı hamleler, ABD’nin Ortadoğu’da olduğu gibi Pasifik’teki egemenliğini korumak için ilan edilen stratejisinin sonucudur. Japon ve Çin gericiliği ise bu süreçte halklar arasında düşmanlığı, şovenizmi körükleyerek, sermaye güçleri arasındaki çıkar ve güç çatışmasını emekçiler arasına yaymaya çalışıyorlar.
AVRUPA NE YAPACAK?
Hem Ortadoğu hem de Uzakdoğu’da olup bitenlere baktığımızda ABD ile Rusya/Çin arasında artan rekabette, Avrupa’daki emperyalistlerin nasıl bir tutum alacağı konusunda farklılıklar ve belirsizlikler varlığını bir süre daha sürdürecek gibi görünüyor. 1990’lı yılların başından bu yana Irak’ın işgali dışındaki bütün işgal ve saldırılarda ABD ile birlikte hareket eden Almanya-Fransa ekseni, bunu yaparken Rusya-Çin ekseniyle ilişkilerinin bozmamaya da özen gösterdi. Ancak, Almanya ve Fransa’nın Rusya ve Çin ile olan devasa ticari ilişkileri bu saflaşmada ABD’nin yanında olmamayı adeta zorunlu hale getiriyor. Bu konuda hem Almanya’da hem de Fransa’da sermayenin farklı kanatları arasında görüş ayrılığı devam ediyor. Örneğin Almanya’da sosyal demokratlar, gelecekte Rusya ile yakın bir ilişkinin çok daha yararlı olacağını savunuyor. Türkiye ve Ukrayna’dan sonra en çok Rus doğalgazını alan ülke olarak Almanya’nın gelecekte bu ülkeyi ipleri koparmamaya çalışacağı görülüyor. Rusya’nın “enerji kartını” Almanya’ya karşı kullanması durumunda mevcut koşullarda Almanya’nın yapacağı çok fazla bir şeyin olmadığı açıktır. Bunun farkında olan Almanya, enerji kaynaklarını çeşitlendirme, başka kaynaklar bulma konusunda yoğun bir çaba içerisinde, ancak bugüne kadar ciddi bir alternatif de bulabilmiş değildir.
Bütün bunlara bir de Avrupalı emperyalistlerin karşı karşıya olduğu bütçe açığı eklenince Çin ve Rusya ile uyumlu halde olmaları çok daha zorunlu görünüyor.
Aslında benzer bir durum Türkiye izin de geçerlidir. Enerjide tamamen Rusya’ya bağımlı hale gelen, milyarlarca dolara varan ticaret hacmi bulunan Türkiye’nin, ABD’nin çıkarlarına göre bölgede bir politika izlemesi en önemli handikapların başında geliyor. Ki en son Suriye vesilesiyle yaşanan gerilimden sonra, Rusya ile gerilimi tırmandırmanın Türkiye’ye yarardan çok zarar vereceği yüksek sesle ifade edilmeye başlandı.
Ama, dünya siyaseti daha uzun bir süre hem ABD’nin bölgesel çıkarlarını savunmada en önemli dayanak hem de Rusya ile iyi ilişkileri kaldırabilecek şekilde devam edemez. ABD ile Rusya arasındaki gerilimlerin katsayısı artıkça Türkiye egemenleri de ona göre tutumlarını gözden geçirmek zorunda kalacaktır. Ama bugünden ibrenin hep ABD’den yana olacağı söylenebilir. İngiltere de, her zaman olduğu gibi bundan sonra da ABD ile yakın ittifak içerisinde olmaya devam edecek.
ABD GERİLEYEN, RUSYA YÜKSELEN EMPERYALİST GÜÇ
Ortadoğu ve Uzakdoğu’daki gerilimlere baktığımızda Rusya ve Çin’in önceki döneme göre, Batılı emperyalistler karşısında daha uzlaşmaz bir tutum içerisine girdikleri, kendilerine daha güvenle hareket ettikleri anlaşılıyor. Bunun bir nedeni bugüne kadar verdikleri tavizler ve gösterdikleri uzlaşmalar karşısında kaybedenler olmaları olurken, diğer nedeni ise ekonomik ve askeri olarak toparlanarak kendilerine daha fazla güvenmeleri ve dünyanın paylaşım sürecinde var olduklarını göstermeleri oluşturuyor. Yani şunu söylemek istiyorlar: Tek başına ABD ve onun müttefiklerinin sözünün geçtiği bir dünya dönemi kapanmıştır.
Rusya, geçmişteki miras ve askeri gücüyle öne çıkarken, Çin göstermiş olduğu ekonomik büyüme ve kapılarını kapitalist tekellere sonuna kadar açarak onların daha ucuza üretimle daha fazla kar yapmalarını sağlarken, oluşan bu karşılıklı bağımlılıktan nasıl kârlı çıkabileceğini hesaplıyor. Bu açıdan Çin, Uzakdoğu’da ABD’nin etkisini sınırlayabilecek en önemli güç olarak görülüyor.
Benzer bir şekilde Rusya’da artık toparlanmış, askeri gücünü sürekli yenileyen ve silah satışını artıran bir ülke konumuna gelmiştir. En son Hindistan’a satılan 6 milyar Euro’luk savaş uçakları ve helikopterler de bunun işareti.
Buna karşın, ABD ve Avrupalı emperyalist devletler önceki yıllara göre zor bir dönemin içinde geçiyor. Bunun başında devasa bütçe açığı, ekonomik durgunluk ve kriz geliyor. Dış politika bağlamında ise dünya halkları nezdinde alabildiğince tepki toplamış, Afganistan ve Irak işgallerinde büyük ölçüde hedeflerine ulaşamamış ve bataklığa saplanmayla karşı karşıya kalmış, bir çok bölgede yerel dayanakları çürümüş durumda olan ABD ve diğer batılı emperyalist güçler, bu açıdan yükselme değil gerilime sürecine girmiş bulunuyorlar. Bu gerileme sürecini aşmak için de yeni savaşlara, işgallere girerek kendilerini yenileme ve güçlerine artırmanın stratejilerini hazırlarken, kontrol edemedikleri ülkeleri ve bölgeleri de tam anlamıyla ele geçirmenin hesapları yapılıyor.
Hem dünya genelindeki emperyalist gerilimler hem de Stockholm Barış Enstitüsü’nün açıkladığı göstergelerde, dünya genelindeki silahlanmadaki devasa artış, Ortadoğu, Kafkasya ve Uzakdoğu hattında büyük bölgesel savaşların yaşanmasının hiç de uzak olmadığı anlaşılıyor.
Dünyanın yeniden paylaşılması ya da Batı emperyalizminin bütün dünyanın egemenliği altına alma şeklinde ifade edilebilecek bu politikasının öyle kolay hayat bulmayacağı, Suriye ekseninde yaşanan gerilim ve pazarlıklar kendisini gösteriyor.
ANTİ-EMPERYALİST, SAVAŞ KARŞITI BİR HAREKET İÇİN...
Dünyanın emperyalist devletler tarafından “yeniden paylaşım” nedeniyle büyük gerilimler ve çatışmalar içerisine çekildiği günümüzde, bunu durdurabilecek tek gücün işçi sınıfının öncülük edeceği güçlü bir anti-emperyalist hareketin olduğu açıktır. Unutulmamalı ki; Birinci Paylaşım Savaşı, Rusya’da işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleştirilen devrimle, İkinci Dünya Savaşı da yine ilk işçi sınıfı devleti olan SSCB’nin Alman faşizmine karşı verdiği kahramanca anti-faşist ve anti-emperyalist bir savaşla son bulmuştu.
Emperyalist savaşlara karşı mücadelede işçi sınıfının, güçlü bir barış cephesi örme ve buna öncülük etme göreviyle karşı karşıya olduğu bundan 100 yıl önce 24-25 Kasım 1912’de Basel’de düzenlenen Barış Kongresi’nde karara bağlanmıştı. Daha Birinci Paylaşım Savaşı çıkmadan, Balkanlar’da yaşananların büyük bir savaşın kapıda olduğunu gösterdiğine dikkat çeken sosyalistler, işçi sınıfının tarihsel rolünü oynaması için harekete geçmenin vaktinin geldiğine işaret etmişti.
Her ne kadar bugün “3. Paylamış Savaşı” yakın bir olasılık olarak kapıda durmazsa da, sürecin büyük çatışmalara ve savaşlara doğru gittiği de sır değildir.
Bu nedenle, emperyalist devletler arasındaki çıkar çatışmalarını ve paylaşım planlarını doğru bir şekilde anlamak, ona göre tutum almak, harekete günümüzün en önemli görevleri arasında yer alıyor
Özgürlük Dünyası S 237
Hiç yorum yok