Header Ads

Header ADS

“SOSYALİST SOL” ÜZERİNE ELEŞTİREL NOTLAR

 Hasan Ozan

12 AĞUSTOS 2013 

                   I. BÖLÜM

“Ne kadar nahoş olsa da, olguları açıkça görmek, adlı adınca çağırmak,  

işçilere doğruyu söylemek zorundayız.” (Lenin)

  “Sosyalist sol” kavramı, ilerici demokratik, devrimci-demokratik, komünist  

devrimci solu kapsayacak tarzda kullanılmaktadır esasen. Bu kullanım tarzı,  

ağırlıklı olarak, ilerici politik duruşa sahip reformist sol çevrelere  

aittir. Kuşkusuz ki bu kavram, çeşitli burjuva liberal çevreler tarafından  

daha geniş anlamda kullanılmaktadır. Bu çevreler kendilerini “sosyalist”  

olarak tanımlayan her kesim ve eğilimi (örneğin İşçi Partisi, Sosyalist  

Enternasyonal vb. gibi gerici akımlar da dahil) “sosyalist” olarak lanse  

etmekte, “sosyalist sol” kavramı altında bir araya getirmektedirler.  

Vurgulamakta yarar görmekteyiz: Tıpkı genel bir “sol” kavramı gibi genel  

bir “sosyalist sol” kavramı da, bilimsel bakımdan yanlıştır. Çünkü böyle  

bir kavramlaştırma, sınıfsal, ideolojik, siyasal farklılıkların üstünü  

örtmekte, demagoji ve manipülasyona, proletarya ve emekçi kitlelerin  

silahsızlandırılmasına hizmet etmektedir. Burjuva sosyalizmi, küçük burjuva  

sosyalizmi ve proletarya sosyalizmi farklı sınıf ve tabakaların ideolojik  

ve politik hareketlerine tekabül etmektedir. Dolayısıyla Bilimsel Sosyalizm  

(proletarya sosyalizmi) ile ilişkisi olmayan, dahası onun ret ve  

inkârından, revizyon ve tasfiyesinden başka bir şey olmayan, somut  

gerçekliği yok sayan ya da onu perdeleyen bir “sosyalist sol” kavram ve  

tanımlaması teorik ve ilkesel olarak yanlıştır.

Bu makalemizin merkezine, Türkiye devrimci hareketinin önderlik anlayışı ve  

çalışma tarzını oturmaktayız. Dolayısıyla, “sosyalist” olma iddiasıyla  

ortaya çıkan ilerici demokratik reformist hareketin değerlendirilmesi,  

makalemizin konusu olmayacaktır. Türkiye devrimci hareketi de, herhangi bir  

biçimde homojen bir hareketi değil, aksine, başlıca iki bileşeni kapsayan  

bir hareketi dile getirmektedir. “Türkiye devrimci hareketi” kavramı,  

değişik eğilimleriyle devrimci-demokrasiyi ve komünist hareketi  

içermektedir. Yani bu bağıntıda da genel, homojen bir devrimci hareketten  

bahsedilemez; aksine temel sınıfsal kimlikleri ve siyasi rolleriyle  

birlikte anlamlı olan bir “devrimci hareket”ten bahsedilmelidir ve  

bahsedilecektir. Bu temel sınıfsal ayrımlar ve bu temel üzerinde yükselen  

ideolojik ve siyasal ayrımlar ve bunun ifadesi olan bir analiz ve sentez  

olmaksızın, bu ayrımları ve sınır çizgilerini yok sayan ya da  

belirsizleştiren herhangi bir teori ve pratik, kuşku yok ki,  

oportünizmdir.  Hatırlatmaya bile gerek yok ki, oportünizm, belkemiksizdir…  

Sözgelimi, “uluslararası ideolojik merkezler”in dağıldığı, “20. asrın  

ideolojik ayrılıkları”nın geride kaldığı, ilerici, devrimci-demokratik ve  

komünist hareket arasındaki ideolojik ayrılıkların da önemsizleşerek  

aşıldığı, böylece “sosyalistlerin birliği”ni sağlayarak partileşmek  

gerektiği gibisinden teori ve politikalar ya da “21. asrın sosyalizmi”  

adına benzer teori ve pratiklerin inşa edilmeye çalışılması, herkese mavi  

boncuk dağıtma, beklentiler yaratma bu bakımdan hatırlatılabilecek  

tasfiyeci yönelişlerdir. Özellikle revizyonist/kapitalist kampın  

dağılışından sonra bu vb. oportünist, tasfiyeci revizyonist, postMarksist  

yönelişlerin boy atıp etkilerini bugünlere dek yayması rastlantısal  

değildi, değildir yani. Bu tip yaklaşımların “21. yüzyılın sosyalizmi”ne  

doğru ileri bir adımı oluşturması bir yana, dahası, geriye, halkçılığa,  

post-Marksizme doğru tasfiyeci bir geri gidişi, tasfiyeci oportünizmi ifade  

ettiği ise kesindir. Bu makalemizde devrimci parti ve grupların teori,  

program, strateji, taktik bakımlardan aralarındaki çizgisel farklılıkları  

başlı başına incelemeyeceğiz; işin bu boyutunun ayrıca ele alınması  

gerekmektedir ve bu boyut, birkaç makaleyi aşacak bir kapsamlı çalışmayı  

gerektirmektedir. Böyle olmakla birlikte, iki bölüm halinde  

yayınlayacağımız makalemizin gelişimi seyrinde, sorunun bu bağıntısında  

önem taşıyan bazı temel noktalara da, belli sınırlar içerisinde, gireceğiz.

Bu ön açıklamalarımızdan sonra, devam edelim.

Devrimci hareketimizin gerçek durumu nedir? 40 yıllık tarihsel deneyimizin  

zembereğinden geçerek gelmiş devrimci hareketimiz devrimci iddiaları ve  

amaçları bakımından işin neresinde durmaktadır? Proletarya ve halklar  

devrimci hareketimizi bir umut, bir çekim merkezi olarak görüyor mu?  

Örneğin Gezi-Taksim Ayaklanması deneyimi neyi göstermektedir?  

Gezi-Taksim-Haziran halk hareketinin deneyimi devrimci hareketimizin pratik  

köklü bir eleştirisi değil mi? 20. asrı geride bıraktık. 21. asra girdik ve  

13. yılındayız. Peki, 20. asrın tarihsel deneyimlerinin eleştirel  

analiziyle silahlanarak çağın çözümünü dayatan büyük, ağır, kapsamlı  

sorunlarını çözmeye hazırlık mıyız ya da ne kadar hazırlıklıyız? Bu soruya,  

“Evet, hazırlıklıyız!” yanıtını veren herhangi bir devrimci parti, grup,  

çevre var mı? Varsa, bu çevreler nerede yaşıyor acaba?

Sorular çoğaltılabilir:

Bilim ve teknikte, emperyalist dünya sisteminde, sosyalizmin tarihinde  

ortaya çıkan değişmeler ve gelişmeler, ne kadar bilince çıkarılabildi ve  

somut bir donanıma çevrilebildi acaba? Felsefenin, politik ekonominin,  

sosyalizm ve sınıf mücadelesi teorisinin, bir bütün olarak teorinin  

geliştirilmesinin ışığında pratik devrimci çalışmalar, bütün çalışmaların  

can damarı olan politik mücadele ne kadar geliştirilebildi? Böylesine  

kapsamlı bir teorik zenginleşme yaşanabildi mi? Böylece teori, pratik  

çalışmaların önünü açabildi mi? Devrimci pratik çalışmalar, siyasal  

mücadele böylesine bir pratik donanıma, savaşım yeteneğine dönüşebildi mi  

ya da dayanabildi mi?

12 Eylül yenilgisinin etkisi; yenilginin dersleri derinlikli ve bütünlüklü  

çıkarılarak, politik bir silaha çevrilebildi mi?

Emperyalist küreselleşme süreci zamanında analiz edilebildi mi?  

Kavranabildi mi? Buna uygun bir derinleşme ve donanım, savaşım yeteneği  

kazanılabildi mi?

Revizyonist/kapitalist kampın çöküşü, bu gelişmenin etkileri, yenilenme  

bağlamında dersleri (2013 yılı da dahil!) zamanında anlaşılabildi mi?  

Sosyalizmin tarihsel dersleri bilince çıkarılarak işlevsel bir silaha  

çevrilebildi mi?

Kürt ulusal mücadelesinin Türkiye ve Ortadoğu çapında, özelde Türk işçi ve  

emekçileri üzerindeki etkileri, buna karşı mücadele görevleri esaslı  

bilince çıkarılabildi mi? Kürt sorununun, Türkiye (Türkiye ve Kuzey  

Kürdistan) devriminin bölgesel ve uluslararası perspektifleri kavranabildi  

mi? Kuzey Kürdistan’daki devrim yangını Batıya taşınabildi mi?

Türkiye’nin dinamik somut tarihsel gerçeği ne kadar okunabildi?  

Programatik, stratejik ve taktik derinleşmeyle, propaganda, ajitasyon,  

örgütlenme çalışmalarıyla ne kadar bütünleştirilebildi?

Kemalizm’den, Kemalist laikçilikten, Kemalist irtica politikasından  

ideolojik olarak ne kadar kopulabildi? İslamiyet ve Alevilik gerçeği  

tarihsel ve güncel bakımdan ne kadar doğru okunarak özgül politikalar  

geliştirilebildi?

Türkiye devrimci hareketi devrimci yaşantısı sürecinde proletarya ve  

halklar nezdinde ne kadar bir çekim merkezi haline gelebildi acaba ya da  

neden bir çekim merkezi haline gelemedi? Devrimci hareketimizin baş düşmanı  

emperyalizm, kapitalizm, faşizm ve gericilik mi yoksa kendisi mi?  

Nesnelerin doğası gereği, emperyalizm, faşizm, gericilik kendi işini  

yapıyor ve yapacak, peki ya devrimci hareketimiz, bizler, kendi tarihsel ve  

politik işlevlerimizin hakkını verebiliyoruz muyuz??? Bu kadar bedellere  

karşın, neden devrimci yenilenme başarılamıyor? Bu vb. sorunları doğayla,  

Tanrıyla, şu veya bu kurtarıcının varlığı ya da yokluğuyla, şu veya bu  

“uluslararası ideolojik merkez”le, “kısmi hata ve zaaflar”ın varlığıyla,  

“taktik yetersizlik”le vb. izah edebilir miyiz?

Sorular elbette ki çoğaltılabilir ve çoğaltılmalıdır ama şimdilik  

gerekmiyor…

Kuşkusuz ki devrimci hareketi değerlendirirken her şeye reddiye yazan, onun  

tarihsel birikimini hiçe sayan, gelişkin ve güçlü yanlarını görmezden gelen  

inkarcı ve tasfiyeci yaklaşımlarla da, mükemmeliyetçi yaklaşımlarla da  

araya sınır çizgisi çekmek gerekir. Hatırlatmaya gerek yok ki,  

mükemmeliyetçilik de ters yüz edilmiş inkârcılıktır. Soruna sosyal  

şovenizmin, ulusalcılığın, reformizmin, liberalizmin, sivil toplumculuğun,  

post modernizmin ve postMarksizmin, Troçkizm ve anarşizmin bakış açısından  

da bakamayız. Eskiyi idealize etmek, eskiyi yeni bir biçimde yaşamak da bir  

çıkış ve çözüm olamaz. Dogmatizmin gözünden de meseleyi ele alamayız.

Kuşkusuz ki yenilgiler sorunu önemlidir ama tek başına yenilgilerle de  

devrimci hareketimizin niteliksel zayıflığını izah edemeyiz. Çünkü  

yenilgiler, öğrenmesini bilenler için, yenmeyi öğrenmenin de bir okuludur.  

Tek başına 89/91 çözülüşü ile de sorun izah edilemez. Stalin ve III.  

Enternasyonal düşmanlığı yaparak, Leninist kesintisiz devrim teorisine  

düşman kesilip Troçkist sosyalist devrim savunuculuğu yaparak da sorunların  

çözülemeyeceğini bu renkli cenahın hem tarihsel, hem de güncel evriminden,  

güçsüzlüğünden, etkisizliğinden, yaşadığı kargaşadan, bir seçenek haline  

gelememesinden görebilmekteyiz. O halde sorunu tarihsel bütünlüğü, somut  

tarihsel gelişmesi içerisinde incelemek ve tarihsel pratiğin denek taşında  

sınayarak değerlendirmek zorundayız.

Dünya çapında bir yükseliş süreci yaşanıyor. Bütün kıtalar hareketli. Dünya  

işçi sınıfı, halklar, ezilenler artan oranda mücadele sahnesinde yerlerini  

alarak seslerini yükseltmektedirler. 80’lerin ortalarında açığa çıkmaya  

başlayan, 90’larla iyice belirginleşen küresel çaptaki yenilgi ve gericilik  

yılları 2000’lerle birlikte, özellikle de 2000’lerin ikinci yarısıyla  

birlikte aşılmaya başlandı. Dünya proleter devriminin nesnel ekonomik ve  

toplumsal koşulları daha bir olgunlaşarak gelişmektedir. Emperyalist dünya  

sisteminin içsel çelişkileri daha da keskinleşmiştir. “Neoliberal  

kapitalizm” derin bir yara almıştır vs. Öncesini unutmamak koşuluyla,  

2000’lerden bu yana, irili, ufaklı sayısız grevden, direnişten,  

mücadeleden, 1 Mayısların kazanılmasından, çevreci hareketten vb.  

görülebileceği gibi, işçi sınıfı ve emekçiler, ezilenler direnmeye devam  

ediyor. Çevreci direniş umulmadık sahalarda kitlesel olarak ortaya çıkıyor.  

Son olarak bildiğimiz Gezi-Taksim-Haziran halk ayaklanması… Ve tüm bu  

süreçlerde farklı biçimler alarak süren Kürt ulusal demokratik hareketinin  

direniş ve kavgası… Bu koşullarda, bir kısım dezavantaja karşın, güçlü bir  

devrimci hareketin gelişmesi için koşullar pek çok bakımdan daha elverişli.  

Fakat 40 yılı aşkın bir tarihin ardından, devrimci hareketimiz, uzun  

yıllardır dibe vurmuş ve hala, tarihsel ve yapısal zaafları içerisinde  

kıvranıp durmaktadır. O halde, bu durumda, devrimci hareketin zayıf  

kalması, kendisini yenileyerek bir çekim merkezi haline gelememesinin  

nedenini ya da nedenlerini, başlıca olarak, “nesnel koşullar”la izah  

edemeyiz. Bu durumda, sorunu, başlıca olarak, öznel alana bakarak, bilinç,  

örgütlülük, önderlik alanından hareketle değerlendirerek çözümlemek  

zorundayız. Bu da teori, program, strateji, taktik, örgüt, çalışma tarzı,  

önderlik konumundan sorunların eleştirel incelenmesini gerektirmektedir.  

Sorunu nesnel koşullarla, dış faktörlerle izah etmek,  

irade/önderlik/öncülük alanını es geçmek ya da küçümsemek ya da buna  

ikincil derecede önem vererek meseleyi bilince çıkarmak olanaklı değildir.

Evet, yiğit, dövüşken, bedel ödeme kararlılığı olan, 40 yıldır (40 yılı  

aşkındır!) eğrisiyle doğrusuyla az ya da çok sürekliliğini koruyan,  

korumaya çalışan bir devrimci hareketimiz var. Her türlü kuşatma, saldırı,  

ezme ve tasfiye baskısı altında ayakta kalan, düştüğünde yeniden ayağa  

kalkarak direnen, (her biri kendi sınıfsal mevzisinde) devrim ve sosyalizme  

inancını koruyan, korumaya ve yaymaya devam eden dirençli bir devrimci  

hareketimiz var.  Bu, saygıya değer ve devrimcilik üreten bir gerçektir.  

Eğer bu nitelikler olmasaydı kuşkusuz ki bu topraklarda devrimci bir  

hareketten değil, olsa olsa, liberal, reformist bir soldan, tasfiyeci bir  

cesetten bahsedebilecektik. Değişik bileşenleriyle devrimci hareketimiz  

devrimcilikte direndiği ve savaştığı için, daima, “burjuva sol”un ve küçük  

burjuva bataklığın ısrarlı saldırısına, demagoji ve manipülasyonuna maruz  

kala gelmiştir. Ama konumuz bu kesimler değil. Bu gerici kesimlerin  

devrimci harekete, devrimci ve sosyalist değerlere sistematik saldırıları  

daima vardı ve var olmaya devam edecektir. Bu olgu, gerçek durumun bilince  

çıkarılmasının, geçmişten gelecek için temel dersler çıkarılmasının ve  

devrimci yenilenmenin önüne bir kalkan olarak sürülmemelidir. Sürülmesi  

ise, gerçek bir güçsüzlüğü, geriliği, sorumluluktan kaçmayı, dar kafalı  

tutuculuğu vb. ifade eder sadece.

Sorunu, kendi tarihsel gerçekliği ve somut hareketi içerisinde ele almak,  

tarihsel pratiğin denek taşında sınamak ise, bilimsel ve politik bir  

erdemdir. Sorunları eğip bükerek, oportünist manevralar yaparak ele  

alamayız; gerçek her ne ise, bir gelecek perspektifiyle ele alınmak  

zorundadır. Marksizm-Leninizm’in yöntemi, hem diyalektik hem de  

materyalisttir; dolayısıyla nesnel toplumsal maddi gerçeğin diyalektik  

materyalist değerlendirilmesini gerektirir. Demek ki öznel idealist ve kaba  

materyalist yöntemlerle araya kalın bir sınır çizgisi çekilmesi gerekir.  

Marksizm-Leninizm’in yöntemi, doğada olduğu gibi, toplumsal gerçekliğin  

incelenmesinde de istenilir, arzu edilir olandan değil, somut tarihsel  

durumdan, hareket halindeki nesnel gerçekten; somut ekonomik ve toplumsal  

durumdan yola çıkar. Sosyalizmi ütopik sosyalizm olmaktan çıkarıp bir bilim  

yapan; sosyalizmi Bilimsel Sosyalizm haline getirerek “modernizm”den  

kopuşmasını sağlayan da bu temel gerçektir. (Lenin’in vurguladığı gibi bir  

doktrinin bilimselliğinin tek ölçütü “o doktrinin toplumsal ve ekonomik  

gelişmenin gerçek sürecine uygun” olmasıdır; işte bu ölçüt, tasfiyeciliğin  

olduğu gibi dogmatizmin de panzehiridir.)  Bu bilimsel yöntem, devrimci  

hareketin değerlendirilmesinde de bizlere yol gösterir ve göstermek  

zorundadır.

O halde, devrimci hareketin önderlik anlayışının ve çalışma tarzının temel  

karakteristik özellikleri ya da tablosu nedir? 40 yıllık tarihsel deneyim  

neyi göstermektedir? Tarihin yanıtı güncel gerçeğe de ışık tutar. Eğer bu  

yanıt olumluysa, kuşkusuz ki aynı duruş ve zihniyeti temel alarak ve  

geliştirerek amaçlar doğrultusunda yürünmelidir. Peki, yanıt olumsuzsa? O  

zaman kepi masanın üzerine koyarak eleştirel düşünmek, tartışmak ve zaaflı  

tabloyu aşmak gerekiyor demektir. Yanıtın olumsuz olması durumunda şu soru  

ikircimsiz sorulmalıdır: Bu tarz, gelenek, zihniyet, kültür aşılmadan  

geleceğin fethi olanaklı mı? Bizim soruya yanıtımız, açıklıkla olumsuzdur.  

“Açıktır ki, deney ve derslerin hazinesini eleştirici olmayan övgüler  

değil, yalnızca sorunun özüne inen ve akıllıca yapılmış eleştiriler ortaya  

çıkartabilir.” (Rosa Luxeburg) Tarihten çıkan derslerin ışığında  

vurgulanması gerekir: Sorun ya da sorunlar, buna yol açan zihniyetle,  

önderlik anlayışı ve çalışma tarzı ve kadro politikası ile çözülemez.  

Sorunun kaynağı olan, sorunun kendisini temsil eden, bir parçası hale gelen  

şeyle; sorunların çözümünü ve verili durumun ilkeli ve köklü aşılmasını  

engelleyen zihniyet, tarz ve insan unsuru ile sorun ya da sorunlar  

çözülemez. Bunda direnmek, durumun teorisini yapmak, zevahiri kurtarmak,  

tarihsel ve yapısal zaafların tutsağı olarak yaşamaya devam etmek demektir.  

“Dışsal bir hareketi, gerçek bir içsel harekete indirgemek bilimin  

görevleri arasında”dır der Marks. Sorunu değerlendirirken, görüngüleri  

sıralamakla yetinmek, olgulara işaret etmek, hata ve zaafların tablosunu  

çizmek de yetmez, sorunun ya da sorunların kaynağına inmek, pratikte  

anlamını bulacak çözüm çizgisinde yürümek gerekir, bu da açık ve kesin bir  

gerekliliktir.

Tarihsel süreçler içerisinde boy veren olgular (dâhice önsezileri  

geçiyoruz) az ya da çok olgunlaşmadan “an”da bilince çıkarılamaz. Bunlar,  

hareketin gelişimi sürecinde, özellikle de belli dönemeçlerde açığa çıkar,  

çözümünü dayatır, yanıtlanmayı ister. Bu durumda hareketli nesnel gerçeğin  

anlaşılması ve gereksinmelerinin yanıtlanması gerekir. Yanıtlanamıyorsa, ne  

kadar süslü laflar edilirse edilsin ya da “derin analiz”ler yapılırsa  

yapılsın, sorun bilince çıkarılamamış, çözüm gücü olan bir irade ortaya  

koyulamamış demektir. Bu bağlamda ayrımların, hem teoride hem de pratikte  

(sözgelimi öncü savaş ya da kırdan kente halk savaşı ya da işçi sınıfı  

hareketine dayanarak önderlik yapma ya da teorini pratiğin önünü sistemli  

aydınlatması gerektiği iddiası vb.) anlamını bulması gerekir.  

Pratikleşmeyen ya da (ciddi hata, eksiklik ve zaaflar olsa da) karşılığını  

pratikte bulmayan, ayrım çizgilerini pratik olarak ortaya koyamayan ve bu  

ayrımlarını, diyelim ki yalpalamalara, zaman zaman sapışlara karşın,  

süreklilik bağıntısında, genel bir istikrarlı yönelişte ifadelendiremeyen  

bir “kavrayış”, teori ile pratiğin, söz ile eylemin kopukluğunun  

yansımasıdır. Sözün arkasında duramayan eylem, eylemin arkasında duramayan  

söz! Bu, açık ki oportünizmdir. Böyle bir karikatür, kabul edilemez, kabul  

edilmemelidir.

Hareketli gerçeğin öznel (bilinç ve örgütlenme, önderlik-öncülük) alanda  

yanıtlanması gereği öncü nezdinde, öncüler nezdinde az ya da çok  

“anlaşılmış”sa, bu durumda, üzerinde çokça laf edilmesine karşın, öncü  

duruş konumlarından çözüm için istikrarlı harekete geçilemiyorsa; öncü  

değil, artçı duruş sergilenmeye devam ediliyorsa, sorun, gerçekte, bilince  

çıkarılamamış demektir; ki bu durumda dibe vurma, bürokratik çürüme,  

tasfiye ve tasfiyecilik kaçınılmazdır. Bu çürüme ve tasfiye, dar bir sekt  

olarak kendini tüketme biçiminde de olabilir, birkaç devrimci gruba ya da  

grupçuğa bölünme biçiminde de olabilir. Bir dizi parçalanmalarla devrimci  

ve komünist konumlardan vazgeçerek tasfiyecilik biçiminde de ortaya  

çıkabilir vb. Bu gerçeği devrimci hareketimizin dünden bugüne uzanarak  

gelen tarihsel gerçeğinden net bir şekilde bilmekteyiz.

“Etkin toplumsal güçler, kendilerini bilmediğimiz ve hesaba katmadığımız  

sürece, tıpkı doğal güçler gibi, körü körüne, zorla, yıkıcılıkla işler. Ama  

onları bir kez anladığımız, işleyişlerini, yönlerini, etkilerini bir kez  

kavradığımız zaman, onları öz isteğimize gittikçe daha çok bağımlı kılmak  

ve onların aracılığıyla öz amaçlarımıza varmak, yalnız bizim kendimize  

bağlıdır.” (Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm) İşte burada  

teori ile pratiğin birliğinde ifadesini bulan “irade” denen şey çıkar  

karşımıza. Bir atasözünde denildiği gibi, “Tek kanatla kuş uçmaz!” Sınıfsal  

ve toplumsal gelişmenin nesnel yasaları kavrandığı ve buna uygun önderlik,  

öncülük, politika yapıldığı oranda sorunlar çözülür, yol açılır, amaçlara  

doğru sağlıklı bir tarzda yürünür. O halde sorunu, sınıf mücadelesi ve  

iktidar savaşımının gerekleri açısından eleştirel incelemek, aydınlatmak  

gerekir. Peki, bu durumda, devrimci hareketin devrim ve iktidar bilinç ve  

pratiği tarihin ve somut gerçekliğin neresinde durmakta ya da  

bulunmaktadır? Önderlik kendi dar grubuna önderlik yapmak mıdır? Öncülük,  

grupların kendi dar kitlesine öncülük yapması mıdır? Politika yapmak dar  

grup için politika yapmak demek midir? Önderlik, öncülük, politika yapmak  

demek dar grupçu rekabet midir? Hegemonya, grupsal rekabetin kısır döngüsü  

müdür? Gündem belirlemek kendi dar grubunun iradesini dayatmak mıdır?  

Sınıflar mücadelesinde politik güç dengeleri üzerinde az ya da çok anlamlı  

bir politik etki yapmadan, etkileme gücü kazanmadan, böylesine bir politik  

kuvvet haline gelmeden, az ya da çok anlamlı bir politik hareketten  

bahsedilebilir mi acaba? Evet, dar grubun başarı ve kazanımlarında da  

somutlaşacak gelişme gerekir ama ölçü ve tatmin, dar grubun başarı ve  

kazanımları mı, yoksa proletarya ve halkların başarı ve kazanımları mı  

olmalı? Hamasete ya da kâğıt üzerinde kalan şeylere göre değil de pratik  

duruma göre, devrimci hareketin eylemsel olarak bulunduğu yere, geldiği  

noktaya göre baktığımızda, gerçek durum nedir? Vizyon, politik ve örgütsel,  

psikolojik tatmin hangi ölçülere ve alışkanlıklara göre şekillenmiş  

durumda? Kitleselleşemeyen, proletarya ve halkların ileri katmanlarıyla ve  

kitle hareketiyle birleşemeyen, grupların kendi dar kitlesiyle sınırlı,  

hatta çoğu zaman bu kitleyi bile büyük bir oranda örgütlemeyi başaramayan  

devrimci parti ve örgütlerin yapısı açık bir dar bürokratik  

örgütlenmelerden ibaret değil midir?

Peki, sorunlara buralardan baktığımızda devrimci hareketimizin gerçekleri  

nelerdir?

Şu veya bu biçimde ortaya çıkan öncüller, olgular, süreçler, tarihsel  

gelişmenin ürünüdür; o halde tarih-teori-pratik bütünselliğinde ele  

alınması ve yanıtlanması gerekir. Tarihin ve güncelin diyalektik birliği,  

teori ve pratikte, işlevsel çözüm gücünde somutlaşarak yolu açması gerekir.  

Evet, asıl olan dünyayı değiştirmektir ama dünyayı doğru yorumlamadan onu  

değiştiremezsiniz. Burada da, kendiliğindenliğe ya da kendiliğinden  

gelmeliğe boyun eğerek, kendiliğindenci tarza saplanarak sorunları  

çözemezsiniz. Hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın, kendiliğindenliğe boyun  

eğen, sürecin gerisinde kalmaya saplanan bir öncülük iddiası, önderlik ve  

çalışma tarzı anlayışı ya da teori ve pratiği dar pratikçiliğin,  

ilkelliğin, amatörlüğün, idareimaslahatçılığın yansıması, ifadesi ya da  

somutlaşmasıdır sadece. Önderlik, öncülük, önderleşme, çalışma tarzı vs.  

üzerine kâğıt üzerinde kalmış, yaşamda karşılığını bulmamış parlak laflar  

burada anlamsızdır ya da lafazanlıktan ibarettir sadece. Değişik  

eğilimleriyle devrimci hareketimizin ortak diyebileceğimiz bir  

karakteristik özelliği de, kendi dar pratiğini, devrimci  

kendiliğindenciliğini, “bazı hata ve eksiklikleri olsa da, devrim ve  

sosyalizmi zafere götüren” ya da “götürecek” bir önderlik anlayışı ve  

çalışma tarzı olarak teorize etmesidir. Oysa kendi dar pratiğinizi, kendi  

dar pratiğinizin en ileri düzeyini teorileştirerek de tarihin çağrısına  

yanıt veremez, teori ve politikanın temel sorunlarını çözemez, asgari ve  

azami politik amaçlarınıza ulaşamazsınız. En ileri formunda ortaya çıkan  

dar pratikçi tarz da kendiliğindencidir, idareimaslahatçıdır, ilkel ve  

amatör tarzdır. Bu, devrimci kendiliğindenciliğin eleştirel aşılması falan  

değildir; aksine, farklı bir formda, dar pratikçiliğin kendisini  

üretmesinden ibarettir. Bu ise devrimci kendiliğindencilikten bir kopuş  

değil, bu temel üzerinde, göreli olarak daha ileri bir politik ve örgütsel  

aktivizmdir, o kadar! Bunu idealize ederek, eleştiri ve tartışmanın dışında  

tutarak, dokunulmazlık zırhı/kültü yaratıp kutsayarak tarihsel devrimci  

görevlerinizi yerine getiremezsiniz. Ki bu yöntem ve bakış açısı diyalektik  

materyalist yöntemle de zaten bağdaşmaz.

Diyalektik, doğanın olduğu kadar toplumsal gelişmenin de genel yasalarının  

bilimidir. Nasıl ki doğa, düşsel ilişkiler içerisinde değil de ancak öz  

ilişkileri içerisinde kavranabilirse, toplumsal hareket de düşsel, arzu  

edilebilir, istenen ilişkiler içerisinde değil, kendi öz ilişkileri,  

toplumsal maddi hareketi içerisinde ancak anlaşılabilir, tanımlanabilir.  

Doğa da, toplumsal hareket de keyfiliği, öznelliği, masa başı kalem  

darbelerini kabul etmez ve kaldırmaz. Bu, kuşkusuz ki, politik hareketleri,  

devrimci ve komünist politik hareketleri değerlendirirken de olduğu gibi  

geçerlidir. Kendi dar pratiğini idealize eden zihniyet ve tarz, eninde  

sonunda kendi dar pratiğinin kölesi haline gelerek çürür ve çürütür.  

Artçılığa mahkum eder. Kör bir önyargı, tutuculuk olarak parti ve grupları,  

önderleri, yöneticileri, kadroları tüketir. Kendini beğenmişliğin, kendine  

tapınmanın iğrenç kuyularında tüm değerleri kirletir, öğütür, tüketir,  

bitirir. Bu demektir ki  “Yaratıcılar, kendi yarattıkları şeyler önünde  

secdeye varmışlardır.” Bu durumda öncülük-önderlik adına, tarihsel  

hareketin gerçekliği ve dinamizmiyle çatışarak, tarihin çağrısına yanıt  

olmak bir yana, onunla boğuşarak, vuruşarak, devrimci yenilenmenin düşmanı  

kesilerek devrimci amaçlarını terk etmeye başlar. Gelişmeyi, değişmeyi,  

tarihten ve dinamik sınıf mücadelesi okulundan dersler çıkararak yürümeyi  

temsil eden dinamikleri baskı altına alarak tasfiyeye yönelir. Devrimci  

enerji ve birikimler, olanaklar ve gelişme fırsatları hovarda harcanır.  

Sorunlar birikir; zamanında çözülmeyen, bastırılan, geçiştirilen sorunlar  

giderek birikir, derin ve kapsamlı yıpranmalar yaratır, üretir, geliştirir;  

zamanı gelince, bu sorunlar, krizler biçiminde patlak vererek yıkım  

sürecini ivmeler; krizler yönetilemeyince, kriz yönetmeye başlar, sorunlar  

daha da derinleşir vb. Bu, şeylerin nesnel doğası gereğidir. Burada söz  

konusu olan şey, sınıf ilişkilerinin nesnel mantığıdır, sınıf mücadelesinin  

gelişme yasalarıdır, mücadelenin gereksinmelerin yanıtlanıp  

yanıtlanmamasının kaçınılmaz sonuçlarıdır. Yalnızca uluslararası  

deneyimlerden değil, aynı zamanda farklı nitelikte siyasal hareketlerden  

oluşan Türkiye devrimci hareketinin deneylerinden de bunu görmekteyiz.

Devrim ve sosyalizmin çözüm bekleyen sorunları ve ulaşılmak istenen  

amaçlarla, bunlara yanıt veremeyen devrimci kendiliğindenci önderlik ve  

çalışma tarzı arasındaki çelişkinin çözümü, devrimci ve komünist politik  

kuvvetlerin bilinçli ve örgütlü müdahalesini gerektirir. Bu müdahale,  

pratikte çözüm gücü olacak tarzda, az ya da çok, ama istikrarlı bir  

yönelimde somutlaşmalıdır. Bu bağlamda somutlaşmayan ve esasen genel  

doğruların kâğıt üzerinde kalmasının ötesinde pratikte anlamını bulmayan  

bir irade” ile sorunlar çözülemez. Doğru perspektifler yaşam bulur ve  

bulmalıdır.  Belirleyici olan doğru söz değil, eylemdir; doğruların yaşamda  

karşılığını bulmasıdır; yaşamı, mücadeleyi, gereksinmelerini yakalayıp,  

yansıtıp, çözüm gücü olan bir perspektif olarak işlevsel rolünü  

oynamasıdır. Belirleyici olan, bu iradenin, yanıt bekleyen ve çözüm isteyen  

sorunları derinliğine kavrayıp kavrayamadığıdır ya da bu iradenin  

sorunların çözümü olacak denli bir donanım ve savaşım yeteneğine dayanıyor  

olup olmadığıdır. Burada belirleyici olan kâğıt üzerinde yazılmış şeyler,  

parlak analizler vs. değil, pratikte, sınıf mücadelesi içerisinde yolun  

açılıp açılmamasıdır. Böylece kavrayışın düzeyi ve derinliği eylemde ortaya  

çıkar ya da eyleminle kavrayışının, donanımının, yeteneğinin (irade  

gücünün) ölçüsünü verirsin. Demek ki kavrayış bir yerde eylem başka bir  

yerde olamaz, “kavrayışımız iyi ama pratiğimiz geri” vs. türünden  

genellemeler, akademist, sübjektif, aydınca bir yön kaybını ya da  

zihniyeti, tipik bir küçük burjuva tutuculuğunu yansıtır sadece. Yani,  

“Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusunda”  

olduğu gibi, bu sorunu da, sınıf mücadelesinin hareketli gerçeğinde,  

pratikte karşılığının olup olmamasından ya da karşılığını bulup  

bulmamasından hareketle anlayabiliriz yalnızca. Bu sorun, “ancak devrimci  

pratik biçiminde kavranırsa ussal olarak anlaşılabilir.” (Marx)  

Kavrayışının, donanımının ölçüsünü başka bir yerde değil, eyleminde; pratik  

çalışmanın sonuçlarında bulacaksın. Kavrayış ya da donanım denen şey, söz  

değildir, kağıt üzerinde yazılmış şeylerden ibaret değildir, ya da bu,  

önemli olmakla birlikte, belirleyici olan pratik çalışmanın sonuçlarıdır.  

Kuşku yok ki, sınıf mücadelesinin tarihsel gelişmesi öncüleri, bulundukları  

geri kavrayışın ötesine alıp götürebilir, çünkü hayat teori üzerinde değil,  

pratik üzerinde gider ve pratik daima önde gelir. Bu durumda sınıf  

mücadelesinin pratiği öncüleri değişime zorlar, bunu anlayan ve yanıtlayan  

kendini yenileyerek yürür gider, anlayamayan ya da anlamış gibi davranan  

ise altında kalır ezilir gider.

Engels’in, İngiliz bilinmezciliğini eleştirirken ifade ettiği aşağıdaki  

analizi üzerinde derinlemesine durmak gereksiz olmasa gerek:

“Ama şunu ekler: duyularımızın, bize, kendileriyle algıladığımız nesnelerin  

doğru tasarımlarını verdiğini nereden biliyoruz? Ve bize, nesneleri ve  

onların niteliklerini sözkonusu ederken, gerçekte kendileri üzerine kesin  

hiçbir şey bilemeyeceği bu nesneleri ve nitelikleri değil, yalnızca onların  

kendi duyularında yarattığı izlenimleri kastettiğini bildirir. Bu durumda,  

düşünmenin bu türlüsünü yalnız kanıtlamayla altetmek kuşkusuz güç  

görünüyor. Ama kanıtlamadan önce eylem vardı, im Anfang war die Tat.[31*]  

Ve insan eylemi, [sözkonusu –ç.] güçlüğü, insan becerikliliği onu  

uydurmadan çok önce yenmişti. Çöreğin [varlığının –ç.] kanıtı,  

yenmesindedir. Bu nesneleri, onlarda algıladığımız niteliklere göre, kendi  

yararımıza kullanmaya başladığımız an, duyusal algılarımızın doğruluğunu ya  

da yanlışlığını yanılmaz bir sınamadan geçirmekteyizdir. Bu algılar  

yanlışsa, bir nesnenin onlara göre kestirdiğimiz kullanım yolunun da yanlış  

olması ve çabamızın boşa gitmesi gerekir. Ama amacımıza varmayı başarırsak,  

o nesne ile onun bizdeki ideasının uyuştuğunu anlarsak; nesne, ereğimiz  

için kendisinden beklediğimizi verirse, o zaman bu, bizim o nesne ve onun  

nitelikleri üzerine olan algılarımızın, kendi dışımızdaki gerçeklikle  

uyuştuğunun o ölçüde olumlu kanıtıdır. Ve bir başarısızlığa uğradığımız  

zaman, başarısızlığımızın nedenini bulmada genellikle pek gecikmeyiz;  

kendisine dayanarak iş gördüğümüz algının ya eksik ve yüzeysel, ya da başka  

algıların sonuçları ile onların elvermediği bir tarzda birleştirilmiş  

olduğunu –kusurlu usavurma dediğimiz şey budur– anlarız. Duyularımızı  

gerektiği gibi eğitmeye ve kullanmaya, ve eylemimizi gerektiği gibi  

edinilmiş ve kullanılmış algıların belirlediği sınırlar içinde tutmaya ne  

kadar dikkat edersek, eylemimizin sonucunun, algılarımız ile algılanan  

şeylerin nesnel doğası arasındaki uyuşmayı gösterdiğini o kadar iyi  

anlayacağız. Şimdiye kadar, bilimsel olarak denetlenmiş duyu-algılarımızın,  

zihnimizde doğaları gereği, dış alem bakımından gerçeklikle çatışmalı  

idealar yarattığı, ya da dış alemle onun bizdeki duyu-algıları arasında bir  

iç bağdaşmazlık bulunduğu sonucuna varmamıza yolaçan tek bir örnek yoktur.  

[sayfa 38]” (Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm)

            21. asırdayız. Bir büyük mücadeleler, ayaklanmalar, devrimler  

dalgası geliyor ve gelecek; verileri daha bugünden belli… Kestirmeden  

söylüyoruz: Devrimci hareketimizin 40 yıllık tarihsel mücadele deneyimi,  

eski tarzla-gelenekle-kültürle, zihniyetle,  “öncü”lerle, “önder”lerle  

gelmekte olan bu dalgayı kucaklamanın olanaklı olmadığını açıklıkla  

kanıtlamaktadır. Zaten bu “çizgi” başarısızlığını defalarca ortaya  

koymuştur; yani, “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir!” Çözümü ve  

iradeyi buralarda aramak boşa zaman, güç, olanak, kadro, enerji kaybı  

olacaktır. “Öyle horozlar var ki, erken öttükleri için güneşin doğduğunu  

sanırlar.” Ama hayat böyle değildir. “Bir zamanlar insanlar, dünyanın güneş  

etrafında dönmediğine emirle inandırılmak isteniyordu. İyi ama bununla  

Galile yalanlanmış mıydı?” (Marx) Kuşkusuz ki hayır!..  “…sempatilerimizle  

antipatilerimizden ne denli sıyrılabiliyorsak, olayları ve sonuçlarını o  

derece daha iyi değerlendirebiliriz.” (Engels) Sorunun kaynağı olan,  

sorunun parçası olan, sorunun ifadesi olan zihniyetlerle, teori ve  

pratiklerle yol açılamaz. Bu, kesindir! Einstein’ın dediği gibi:  

“Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç  

almayı ummaktır.” “Sorunlar, onları yaratanların mantığı ile çözümlenemez.”  

Burada öncelikle bir zihniyet değişimine, pratikte anlamını ve karşılığını  

bulacak bir devrimci değişime gerek olduğu açıktır. Devrimci hareketin  

gerçek durumundan yola çıktığımızda, kısa vadede böyle bir değişimi  

gerçekleştirmesini beklemek, bize, pek olası gözükmüyor. Ancak, zorlu ve  

karmaşık biçimlerde de olsa, devrimci hareketin, orta, özellikle de uzun  

vadede, kendisini yenilemek zorunda kalacağı açıktır.

Olguları sıralamak, bir tablo çizmek gerekli ama yetmez. Somutun  

soyutlanması, soyuttan somuta gelinmesi gerekir… “Evrimci bilimsel yöntemin  

son sözü olan materyalist diyalektik, konunun yalıtık, tek yönlü,  

çarpıtılmış ve saptırılmış değerlendirmesini yasaklar.” (Lenin) Parçanın  

bütünle ilişkisi, bütünün resmi, onu yöneten dinamiklerin bilince  

çıkarılması ile mutlaka birleşmesi gerekir. Sübjektif idealizme ve mekanik  

materyalizme ya da eklektik tarzda ikisinin söz de sentezine dayanan  

yöntemlerle, bakış açısı ve analizlerle bu, başarılamaz. Görüntü ile  

gerçek, görüntü ile öz bire bir çakışmaz, görüntünün tablosu, nesnel  

yasaların bilince çıkarılmasıyla birlikte, hareket yasalarına dayanan  

analiz gücü ile geleceğin okunmasıyla birleşmesi gerekir… Peki, ama  

devrimci hareketimiz, tarihselleşmiş tarzıyla, önderlik zihniyetiyle,  

öncülük alışkanlıklarıyla buna uygun davranabilmekte midir? Böylece devrim  

ve sosyalizm kavgasının tarihsel ve güncel devrimci görevlerini  

yanıtlayabilmekte midir? Devrimci hareketimizin teorik düşünme,  

felsefi-teorik yeteneği ve niteliği neden bu kadar düşük? Bunları vb.  

zafiyetleri rastlantılarla, istisnai eksikliklerle vb. izah edebilir miyiz?

Devrimci hareketimizin önderlik-öncülük-tarz gerçeğine biraz daha yakından  

bakalım.

Teoriyi, teorik çalışmayı ihmal eden, teori ve pratiği birleştiremeyen,  

somut tarihsel gerçeği yeterince anlayamayan bir şekillenme. Stratejinin  

yönlendiremediği, anı yaşayarak durumu kurtarmayla sınırlı, tarihsel  

fırsatları yakalama ve değerlendirme karakterinden mahrum bir yapılanma.  

Tipik bir pragmatizm. Grup için politika tarzını amaçlaştırmış, aracın  

amaçlar için gerekli olduğunu bilince çıkaramamış, aracı idealize ederek  

amaçlaştırmış, böylece küçük grubunu ve gruba önderliğini  

(mevkiini/iktidarını) koruma ve yetkinleştirmenin güç kaynağı yapmış, dar  

grupçu, idare-i maslahatçı bir öncülük ve önderlik anlayışı. Açık ki bu  

tarz iktidarsızdır; tarihsel politik görevleri çözme güç ve yeteneğinden,  

enerjisinden yoksundur. Devrimci hareketin göreli geliştiği, belli politik  

başarılar kazandığı birkaç yıllık kesitler daima olagelmiştir. İşte bu  

kesitlerde sağlanan gelişme ve kazanımlar kolayca idealize edilebilmekte,  

bir tapınma sürecine dönüştürülebilmekte, bir de bu sağlıksız külte  

dayanarak tarihsel ve yapısal zaaflarla hesaplaşma ve devrimci yenilenmeyi  

sağlamanın önüne bir tür fanatizm engeli dikilebilmektedir. Birkaç yıllık  

süreleri içererek gerçekleşebilen atılımların merkezinde ise, istisnaları  

ya da bu bağlamda sınırlı kazanımları dışta tutacak olursak, proletarya ve  

halklar değil, esas olarak parti ve grupların dar kazanımları durmaktadır.  

Bunlar, devrimci hareketin devrim ve politik iktidar iddiası, program ve  

stratejilerinde öne sürülen devrimci hedef ve amaçlar bakımından, önemli  

olmakla birlikte, sadece sınırlı başarı ve kazanımları ifade etmektedir.  

Buradaki iddia ve irade, devrim ve sosyalizmin temel ve güncel  

gereksinmelerini karşılamaktan ve yanıtlamaktan uzak bulunmaktadır. Sorunun  

aşırı abartılarak hamasete dayalı ajitatif sunulması da, tersinden okuyacak  

olursak, devrimci hareketimizin nitelik zayıflığının, tarihsel ve yapısal  

zafiyetlerin bir dışa vurumundan ibarettir. “Kaderin elinden  

kurtulamazsınız, başka bir deyişle, kendi eylemlerinin kaçınılmaz  

sonuçlarından kurtulamazsınız.” (Engels) Yukarıdaki tablo, direngen bir  

devrimcilik sergileyen devrimci hareketin kendini ortaya koyuş tarzıdır,  

eylemlerinin sonuçlarıdır.

Söz ile eylem arasındaki büyük açı farkı, söz ile eylemin birliğinin  

birbirinden kopması; söz ile eylemin, aktif ve gelişme dönemlerinde, dar  

pratiğin teorileştirilmesi olarak, göreli bir birlik kurması, gerileme,  

durağanlık, çürüme, tasfiyecilik dönemlerinde bu bağıntının da kopmaya  

başlayarak dejenerasyon üretmesi ya da devrimci lafazanlık, bunlar söz  

konusu şekillenmenin gerçekleridir. Bunlar sınırlı dönemler olsa da,  

gelişme dönemlerinde ya da şu veya bu ölçekte grupsal başarılar kazanıldığı  

dönemlerde, kendini kaybetme, zafer sarhoşluğu, dünyaya kuyunun dibinden  

bakan kurbağa misali gerçeğin, aklın, önderliğin, hayatın tek ölçütü olarak  

kendini görme ve lanse etme, işte filozof taşı burada, dokunun ve kazanın  

kibiri çarpıcı bir durumdur. Bu tabloda gruplar, öncülük adına geniş işçi  

ve emekçilere değil, kendi dolaysız kitlelerine ve az ya da çok  

etkileyebildikleri kesimlere öncülük yapmaktadırlar. Gruba önderlik  

edenlerin “önderlik”leri ise kendi grubuna önderlikle sınırlıdır ama  

böylece, sözünü ettiğimiz külte (kutsama-tapınma, eleştiri ve tartışmanın,  

denetimin dışında tutma, mevkiini sağlamlaştırma-dokunulmazlık kazanma)  

dayanarak önderliklerini (kariyerlerini/iktidarlarını) süreklilikleştirmeyi  

güvence altına almayı hedeflemektedirler. Bu bağıntıdaki önderlikler  

“otorite”lerini, teorik-ideolojik, siyasal, örgütsel-pratik bakımdan devrim  

ve sosyalizm mücadelesinin temel ve güncel sorunlarını çözmekten, büyük  

tarihsel ve politik mücadelelere önderlik etmekten almıyorlar; aksine, bir  

biçimde öne çıkan kadrolar, zamanla, “önder” olmaya, kendilerini öyle  

tanımlanmaya alışıyorlar. Bu süreç “önderler”in kendi “önde”rliklerini  

dayatmasıyla derinleşiyor ve bu, bir tarza dönüşüyor ya da dönüştürülüyor;  

bu süreç ve yapılanma, yönetme ve yönetilme ilişkisinin, kadro  

politikasının, denetim ve görevlendirmelerin vb. buna göre düzenlenip  

biçimlendirilmesiyle iç içe gelişiyor ve geliştiriliyor. Bürokratik bir  

elitizm doğup kökleşiyor. Bu kült, yukarıdan aşağı tarzlaşıyor; kadro ve  

örgütler buna göre şekillendiriliyor ya da şekilleniyor. Bu tarza ve  

önderlik anlayışına ve pratiğine karşı duran kadrolar ise bin bir biçimde  

tasfiye ediliyor; tek tipleşme fiili bir dayatmaya ve giderek bir yasa  

katına çıkarılıyor vs. Kâğıt üzerinde yazılan kolektivizm, kolektif  

önderlik, iç demokrasi vs. vs. üzerine parlak laf yığınını bir yana  

bıraktığımızda, değişik düzeylerde de olsa, devrimci hareketin gerçek  

tablosu budur.

Gelecek vaddetmeyen ve geleceği güvence altına alma nitelik ve yeteneğinden  

yoksun, anlık ya da kısa erimli başarılarla kendinden geçmenin devrimi,  

sosyalizmi kazanmanın bir yolu olmadığı haddinden fazla açığa çıkmıştır.  

Başarı, kazanım ve gelişmeyi sınıf mücadelesinin, devrim ve sosyalizm  

kavgasının genel çıkarları ölçeği, mücadelenin stratejik ve taktik  

gereksinmelerinin ne kadar yanıtlanıp yanıtlanmadığı ölçeği yerine, grupsal  

dünyanın kendi için politika tarzını meşrulaştırmanın ölçeğinde, diğer grup  

ve partilerin bulundukları konumlarla kıyaslamalarla ölçülmesi; tersinden  

gerileme vb. dönemlerinde ise, “işte tablo bu, yalnız bizimle ilgili bir  

durum yok” vs. vb. mealinden ajitatif kıyaslama ve manipülasyon, aynı  

tarzın tezahürleridir. Durumun teorisini yapmak ve bununla tatmin bulmak  

veya durumu kurtarmaya yönelmek oportünizmdir. Ama bu tür bir oportünizm de  

devrimci hareketin güncele de yön veren tarihsel tarzının içsel bir temel  

karakteristik özelliğidir. 71 devrimci hareketinin, 71 çıkışının, tüm  

zaaflarına karşın, iradi duruşu, teori ile pratiğin birliğine dayanan  

çıkışındaki kararlılığını ise şimdilik sadece hatırlatıp geçiyoruz.

Buradaki “başarı” şuradadır: Birkaç yıllık çıkış, ardından diktatörlüğün  

darbeleriyle bir geriye düşüş, uzun yıllara yayılan yeniden toparlanma  

çabaları; gerileme, durağanlık, ağır kriz süreçleri, krizin tasfiyeci  

yıkımları… Bu bir kısır döngüdür.  Bu kadar deneyime karşın, bu deneyimden  

köklü bir tarzda öğrenilemiyor. Böylece ilkeli, derin ve kapsamlı bir  

yenilenme başarılamıyor. Güçlü bir tarzda sarsıcı olması gereken deneyimden  

eleştirel kapsamlı dersler çıkarılmak yerine, ısrarla, bilinen  

idareimaslahatçı, dar pratikçi tarz korunuyor, hatta daha da kemikleşerek  

şu veya bu biçimde kendisini korumaya ve üretmeye devam edebiliyor. Bu  

kemikleşmenin sırtına oturmuş “önder”lerin, “önderlik”lerin hegemonyasını  

koruması veya yeni önderlikler adına benzer süreçlerin, kendini, kendi  

özgün koşulları içerisinde üretmeye devam etmesi çarpıcı bir durum olarak  

karşımıza çıkabiliyor. Kuşkusuz ki bu bakımdan her bir grubun kendisine  

özgü yanları, tarihin belli kesitlerinde farklı deneyimleri vb.  

bulunmaktadır. Ama ortaklaşan ve genel bir görünüm olarak ortaya çıkan bir  

tablodur söz konusu olan. Türkiye devrimci hareketinin tarihinin yalnız  

kadro değil, aynı zamanda bir önderler, önderlikler çöplüğü olması da  

rastlantısal değildir yani… Her şeye koşuşturan, hiçbir şeye yetişemeyen,  

yarım yamalak, yüzeysel, verimsiz, genelde başarısız bir çalışma tarzı ve  

önderlik, yarım doktorun candan, yarım imamın dinden çıkarması misali  

kadro, enerji, güç ve imkân tüketmesi, yaptığından çok yıkması,  

anlaşılırdır. Bu kadar başarısızlığa ve kısır döngüye karşın aynı tarzda  

ısrar, devrimci hareketimizin tarihsel geleneğinin oldukça istikrarlı,  

tutucu karakteristiklerindendir. Tasfiye edilen ya da bırakıp gitmeleri  

için zorlanan ya da bırakan kadroların ardından “o zaten şöyleydi, falanın  

zaten şu zaafları vardı” vb. vb. gibisinden sözde “açıklama” ve “analiz”ler  

kartopu gibi büyüyerek yuvarlanmakta, “son duyanın ilk görenden daha çok  

şey bildiği” garip bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bu son derece kolaycı ve  

manipülatif  “analiz”ler eleştirdiğimiz önderlik anlayışı ve çalışma  

tarzının bir sonucudur. Oysa birey ve örgüt bağıntısında çubuk,  

kolektiflerin zayıflıkları, zaafları, yetersizlikleri yönüne kırılarak  

eleştiri ve özeleştiri silahı kullanılmalı, neden bu kadar çok sayıda kadro  

harcanıyor, kaybediliyor diye sorulmalı, gerçek nedenler açığa çıkarılmalı,  

meselenin derslerine dayanan yeni bir donanım kazanılmalıdır.

Birinci yöntem, ucuz, kolaycı, tutucu, parti ve grupların zaaflarını  

gizleyen bir yöntemdir, oysa ikincisi, nitelikli donanım geliştirici bir  

yöntemdir. Birinci yöntem, “diyalektik değildir, bilimsel değildir, teorik  

açıdan yanlıştır.” Evet, “ortam ve koşullar insanları yarattığı kadar,  

insanlar da ortam ve koşulları yaratır” Evet, “bireyin gerçek zihinsel  

zenginliğinin, tamamen, bireyin gerçek ilişkilerinin zenginliğine bağlı  

olduğu açıktır.” (Marx) Bunlar üzerinde de düşünmek ve dersler çıkarmak  

zorundayız. Bu soruna da sorumluluğunu üstlenmekten kaçan dar kafalılığın,  

devrimci kendiliğindenciliğin, grup ve önder ve ekip kültünün kafasından ve  

yüreğinden değil, gerçek ilişkilerin, çalışma tarzının, kadro politikasının  

gözünden bakmak gerekir. Gerek herhangi bir devrimci parti ve grup, gerekse  

de herhangi bir devrimci kadro, gelişimini tamamlamış, nihai sonucuna  

varmış bir yapı ve birey olamaz; sınıf mücadelesi durmaksızın yeni biçimler  

almakta, yeni sorunlar yaratmakta, yeni zorluklar üretmekte, mücadelenin  

zamanında önünün açılmasını, böylece kesintisiz bir yenilenmeyi  

gerektirmektedir. Donanıma, donanımın kesintisiz yenilenmesine,  

geliştirilmesine, böylece “birey”lerin de geliştirilmesine, eğitilmesine  

dayanan bir tarza ve kadro politikasına gereksinim olduğu açık ve kesindir.  

Eğiticilerin de daima eğitilmesi gerektiği asla unutulmamalıdır.

Şu veya bu biçimde yaşamını kaybeden her devrimcinin ardından samimiyetle  

üzülürüz, devrim sözü veririz; anıları ve erdemleri üzerinde konuşur,  

tartışır, öğrenmeye çalışırız… Peki, ama yaşarken ya da yaşamakta ve  

savaşmakta olan insanlara ne kadar değer verebiliyoruz acaba? Kuşkusuz ki  

burada söz konusu olan devrim ve sosyalizm kaçkınları, bilinçli yıkıcılar,  

bilinçli döküntüler değildir. Fakat devrim ve sosyalizm kavgasının her  

türlü zorluğunu göğüslemiş, zorlu sınavlardan geçmiş, hatası, eksiği,  

zaafıyla, güçlü yanlarıyla birlikte yaşamını ideallerine, davasına,  

kavgasına adamış, az ya da çok katkılar yapmış devrimcilerin, yitip  

gitmesinin ya da bitirilmesinin acısına ve deneyimlerine gelince, burada,  

genelde (hadi yumuşatalım, çoğunlukla) itici, acı verici, garip bir  

duyarsızlıkla, keyfiyetle biçimlenmiş bir tabloyla, gelenek ve tarzla karşı  

karşıyayız. Hem yeni bir dünyadan, yeni insan tipinden bahsetmek hem de  

ucuza ve kolayca kadro ve insan öğütmek, gerçek bir çelişkidir ve kuşkusuz  

ki bu, devrimci hareketin gerçek bir çelişkisidir. Bin bir zorlukla  

kazanılan, eğitilen, gelişen ve geliştirilen devrimcilerin çoğaltılması  

yerine, ondan çok tüketilmesi devrimci hareketin gerçek yaralarından, kan  

kaybının önemli nedenlerinden birisidir. İlkesel, ahlaki, vicdani, moral  

değerler açısından bu durumu kabullenmek, kanıksamak, doğal karşılamak  

devrimcilerin, devrimci parti ve grupların alışkanlığı, harcı vs.  

olmamalıdır. Evet, bu mücadele sınıf mücadelesidir; gelen olur, giden olur  

ve olacaktır. En iyi dönemlerde bile bu, olacaktır. Ama üzerinde durduğumuz  

nokta bu nokta değildir… Burada söz konusu olan şey, dar kafalı bir  

zihniyettir, dar grup kültüdür, dar pratikçi tarzın insan öğüten  

karakteridir, dar pratikçi grup ve önderlik kültüdür, bunlarla iç içe  

geçmiş, kaynaşmış bürokratik elitisizmdir; bunlarla şekillenmiş kadro  

politikasıdır; “kadrolar en değerli hazinemizdir” lafazanlığıdır,  

vicdansızca insan öğütülmesidir, devrimci insanların kaderi karşısındaki  

ilkelliktir, duyarsızlıktır, buna alışılmış olmasıdır…  Evet, devrimci  

hareketimiz çok sayıda yiğit devrimci, dava insanı da daima yetiştirmiştir;  

var olan başarısız tarzıyla bile bunu başarmıştır ama bu olgu, eleştirel  

ele alınması, incelenmesi, derslerinin bilince çıkarılması gereken zaaflı  

bir gerçeğin üzerinde atlanmasını asla haklı çıkarmaz ve çıkarmamalıdır.  

Aslında burada karşımıza çıkan şey, öncelikle ideolojik bir yıkımdır,  

devrimci olmaktan fersah fersah uzak küçük burjuva karakterde insani ve  

örgütsel kirlenmedir, kendi kendini vurmadır. Sınıf düşmanın sınırsız bir  

kin ve zevkle yapmak istediği ama başaramadığı ve başaramayacağı şeyi,  

üstelik en korkuncu da kendi ellerimizle, yani kendi tarihsel ve yapısal  

zaaflarımızla, buradan da kaynaklanan yeni yeni yıkıcı faktörlerin  

etkisiyle yapmamızdır.

Mücadelenin hareketli gerçeği temelinde sorunlara çözüm gücü olamayan  

siyasal hareketler, sözgelimi devrimci hareketimizin önderlik anlayışı ve  

çalışma tarzı, başarısızlığıyla, verimsizliğiyle, donanımsızlığıyla, kısır  

döngüsüyle, idareimaslahatçılığıyla, grup ve önderlik kültüyle, bürokratik  

merkeziyetçiliğe dayanan yapısıyla vs. vs. kadroları sistematik bir tarzda  

teorik ve pratik olarak eğitip geliştirememektedir. Kadroların bağımsız  

devrimci kişiliğe sahip, eleştiri gücü olan, fikirlerinin ve  

eleştirilerinin arkasında durabilen, bağımlı değil ama bilimsel devrimci  

bağlılıkta ifadesini bulan kişilikler olarak gelişmesi sağlanamamaktadır.  

“Birey”lerin (kadroların) iç demokrasi ve kolektivizm temelinde enerjik  

katılımcılığı güvence altına alınamamakta, daha ziyade biçimsel,  isteneni  

onaylamakla şekillenmiş bir katılımcılıkla sınırlı, pratikte koşturan ve  

itaatkâr ve sorunlara bütünsel bakarak sorgulama niteliği kazanamamış bir  

kadro tipi yaratılmaktadır. Kısaca diyelim, her siyasal mücadele anlayışı,  

önderlik ve çalışma tarzı kendine uygun bir örgüt ve kadro tipi  

biçimlendirmektedir, böylece dar pratikçi, idareimaslahatçı, grubun  

idealize edilmesine dayanan çalışma tarzı da kendi insan tipini  

yaratmaktadır. Bu da ideolojik, siyasi, örgütsel bakımdan donanımlı ve  

donanımı sürekli gelişen bir kadro tipini değil, önemli zaaflarla,  

zayıflıklarla, geriliklerle şekillenmiş bir kadro tipi üretmektedir.  

Kolektiflerin niteliksel bakımdan zaaflı ve yüzeysel, geliştirici olmayan  

ortamı, işleyişi ve işlevi giderek kadro tüketen, kazandığından ya da  

yetiştirdiğinden çok, kolayca harcayan bir makineye dönüşmesine yol  

açmaktadır vb. Bu konu üzerinde de ilkeli, köklü, eleştirel bir  

değerlendirme, özeleştirel bir yenilenme, dersleriyle donanma sorunu  

devrimci hareketin önünde durmaktadır.

Devam edelim.

Tarihsel ve siyasal amaçları bakımından bu kadar başarısız bir tarihe  

rağmen öncülük, önderlik üzerine bu kadar iddialı, “dağlar kadar” laf  

edilmiş bir ülkeye, kendisini yenileyememiş bir devrimci harekete,  

kendilerini fütursuzca öncü, önder ilan etmiş, hayatı “önderlik”  

mücadelesiyle geçmiş ikinci bir ülkeye sanırız çok zor rastlanır. Bu  

karakteristik de, burada, grubun idealizasyonunun, küçük burjuva bürokratik  

kastlaşmanın geliştirilmesinin, küçük iktidarlar kurmanın, küçük ekiplerin  

“önderlik” adına iktidarlarını korumanın, kendi küçük ama iddiası büyük  

egoist hırsları perdelemenin ve ona süreklilik kazandırmanın, bu süreklilik  

kazandırma politikasının önünde engel olarak görülen her türlü fikir,  

eleştiri, özeleştiri hareketinin ve kadroların tasfiyesinin bir aracı, bir  

manevrası halinde yozlaşmasının yansıması ve aracıdır. Örneğin şu TİKB’deki  

son bölünme sürecinin deneyimlerini incelemek bu bakımdan da ilginç ve  

çarpıcı veriler sunacaktır okuyucuya.

Bol miktarda kadro harcama, yetiştirdiğinden çok harcama, az ya da çok  

yetiştirilebilen ve yönetici olarak öne çıkan kadroların ise oportünizm ve  

tasfiyeciliğin, bürokratizm, sektarizm ve kariyerizmin bataklığında  

çürütülerek harcanması, bu tarzın yansıması ve sonuçlarıdır. Direnişsiz bir  

yenilgi olan, ağır bir moral bozukluğuyla, ideolojik değerlerin ve örgütsel  

yapıların tasfiyesiyle ve “önderler”, “önderlik” organları eliyle  

geliştirilen tasfiyeci oportünizmle, mültecileşmeyle belirlenen son derece  

ağır 12 Eylül yenilgi sürecinin sorumluluğunu taşıyanların, hem Türkiye’de  

hem yurtdışında örgütleri tasfiyeciliğin batağına batıran “önderler”in,  

mücadeleyi terk-i diyar eyleyenlerin dışında kalanların çok önemli bir  

kesiminin de tasfiyeciliğin, dar grupçuluğun, elitist kültün içerisinde  

çürüdükleri açıktır. 74-80 devrimci yükselişi döneminde devrimci örgütlere  

önderlik eden 68 kuşağı, genel olarak, şu veya bu biçimde devrimci  

hareketten çekilmiştir. 78 kuşağı, 80’lerden sonra giderek öne çıkmıştır.  

Devrimci örgütlerde öne çıkan kuşak bu kuşaktır. Oynadıkları devrimci role  

karşın, bu kuşak da, genel olarak, geçmişin tarzından kopuşmayı, aşmayı  

başaramamıştır. Yeni kuşaklar ise hem yavaş yetişiyor, hem de çok  

istikrarsız. Bu kuşakların yetişmesini, hızlı ve istikrarlı gelişmesini ise  

öncelikle gelenekselleşmiş, tarihselleşmiş tarz ve kült frenliyor vb. En  

nihayetinde “hiçbir şeyin gökten düşmediğini biliyoruz.” Önderlik ve  

“yönetim sanatı doğuştan değil, deneyimle edinilen bir sanat”tır…

80 yenilgisinden sonra yeniden toparlanma yöneliminden bu yana gelen  

tarihsel süreçte devrimci hareketimiz, o da kısmi ve geçici süreçlerdeki  

“kitleselleşme” örnekleri dışında, ama bu dönemleri de dahil, dar kadro  

hareketleri olmanın ötesine geçmeyi, diktatörlüğün kontrol edilebilir  

sınırlar içerisinde tutma politika ve saldırısını aşmayı başaramamıştır. Bu  

tablonun dışına çıkmayı başaran tek örnek, PKK’dir.

Devrimci akılın, cesaretin, deneyimin, yeteneğin, tarihten ders çıkarak  

yürüme ve sıçrama nitelik ve yeteneğinin tek bir potada birleşmesi şarttır.  

İkincisi hariç, diğer noktalarda genellikle ya da çoğunlukla başarısızlıkla  

belirlenen bir tarih var geride. Devrimci cesaret, bedel ödeme kararlılığı,  

devrimcilikte ısrar devrimci hareketimizin devrimci özellikleridir. Ama  

yetmiyor ve yetmemiştir devrimin zaferi için, yetmez de zaten… Kuşkusuz ki  

dünya ve Türkiye geçekliği daima devrimciliği üretmeye devam edecektir.  

Eskimiş, yeni dönemi yanıtlamaktan uzak bir zihniyet ve eylem hattının  

aşılarak geride kalması, devrimciliğin değil, vaktini çoktan doldurmuş olan  

bir önderlik anlayışının, çalışma tarzının aşılması; yerini, devrimci  

hareketin tarihsel birikimine dayanan, ama eleştirel aşılması temelinde,  

tarihin derslerine dayanan yenilenmiş bir devrimci hareket gerçeğine  

bırakması demektir sadece. Kuşku yok ki, böyle bir doğum, yenilenme ve  

yapılanma yalnızca sistem için değil, aynı zamanda devrimci hareketin  

tarihsel ve yapısal zaaflarına dayanan zihniyetler, “önder” ve  

“önderlikler” için de çok daha büyümüş bir gerçek tehdit demektir…

Türkiye devrimci hareketinin, özgürlük ve sosyalizm adına bir kavga  

yürütmesine karşın demokrasi kültürü ve geleneği de zayıftır. Bu, öncelikle  

örgütlerin iç yaşantısı için geçerlidir. Kendilerini amaçlaştıran grupsal  

dünyalar, kendini amaçlaştırıp örgütleri araçlaştıran “önderlikler”  

gerçeği, eleştire geldiğimiz geleneğin, tarzın sonuçlarıdır.  Dar grupçu  

rekabet ve hegemonya mücadelesi tipik bir politik sektarizm kaynağıdır veya  

tersinden, (dağılmakta olan, küçük mülkine sıkı sıkıya sarılan tutucu küçük  

mülk sahipleri sınıfı gibi bir sosyolojik tabana dayanan) politik sektarizm  

dar grupçuluğun kaynağıdır. Kendini amaçlaştıran dar grupçu örgüt kültü, iç  

yaşantılarında önderlik kültü ile kaynaşarak, kolektivizmi, iç demokrasiyi,  

iç demokrasinin özü olan eleştiri ve tartışma özgürlüğünü son derece  

kısıtlamakta, daha ziyade de, demokrasi adına zevahiri kurtarma olarak  

biçimlenmektedir. Böylece bu yapılar, kolektif akla dayanan canlı, üretken,  

dinamik, geliştirici bir iç yaşantıdan da yoksundurlar. Bunun tarihsel  

olarak dayandığı temel bir gerçek var: Türkiye örneğin bir Fransa gibi  

burjuva demokratik devrim deneyiminden geçmedi. Çeşitli milliyetlerden  

Türkiye proletaryası ve halkları demokrasi okulunda okumadı. Feodal askeri  

despotik İslami bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu gibi uzun bir  

tarihsel geçmişten gelmektedir…

Evet, Türkiye halkları bir demokratik devrim deneyinden geçmedi. Sınırlı,  

esas olarak tepeden bir devrim girişimi olan ve yarım bile olmayan Jön Türk  

Devrimi’nin, yarım ve sınırlı bir burjuva devrim olan Kemalist Devrim’in  

ise, proletarya ve halkların demokratik aydınlanması bakımından rolü (o da  

esasen egemen ulusun halkı için demeliyiz!) çok sınırlı olmuştur. Demokrasi  

bilinç ve kültüründen ziyade, esasen burjuva milliyetçiliğinin, şovenizmin,  

siyasal özgürlüğe düşmanlığın, antikomünizmin manivelası haline getirilerek  

“sol”da ve geniş kitlelerde derin bir ideolojik, politik, ahlaki  

kirlenmeye, kirliliğin geliştirilmesine hizmet etmiştir. Sınırlı, cılız bir  

antiemperyalist mücadelenin (1918-23) dışında sömürgeciliğe karşı kapsamlı  

bir mücadele deneyiminden de geçilmedi bu topraklarda. Üstelik bu mücadele,  

Kemalist kuruculuğun, tek parti diktatörlüğünün ve Kemalizm’in  

hegemonyasının, başta Kürt Ulusu olmak üzere ulusal topluluklar üzerinde  

sömürgeci ulusal zulüm politikasının payandası haline çevrilmiştir. T.C.  

tarihinde, halklar kapsamlı bir iç savaş deneyiminden de geçmedi. 60’lı,  

70’li yıllar mücadele, devrim, politik özgürlük, iç savaş deneyimi  

bakımından önemli olmakla, derin tarihsel izler bırakmakla birlikte yine de  

sınırlı bir deneyimdi. Ancak tüm zaaflarına karşın antiemperyalizm ve  

politik özgürlük bakımından en gelişkin mücadele ve bilinç sıçraması  

60’lar, ama özellikle de 74-80 arası döneme tekabül eder. Kemalizm’in, Türk  

burjuva milliyetçiliğinin, sosyal şovenizmin, biçimsel bir laisizm ve  

biçimsel bir “irtica” karşıtlığının da sol adına uzun bir tarihi süreç  

boyunca etkili olması, aynı zamanda yukarıdaki tabloyla bağlıydı, bağlıdır.

T.C. tarihinde Kürt ulusal ayaklanmaları “bölücülük” ve “irtica” adına  

kanlı soykırımlarla ezildi. Bu durum ilk defa PKK önderliğinde gelişen  

ulusal demokratik hareketin mücadelesiyle aşıldı. Burjuva demokratik,  

ulusal demokratik aydınlanma bakımından Kürt ulusal hareketinin PKK  

önderliğindeki çıkışı önemli bir tarihsel deneyim olarak tarihe kaydını  

düşmüştür. Ama bu deneyim, Kürt halkının aksine, Türk halkı bakımından  

demokrasi ve özgürlük bilincinin, kültürünün, geleneğinin gelişmesine  

değil, sistemin, sermaye ve devletin başlıca sorumlusu olduğu kapsamlı ve  

derin bir milliyetçi, şoven, militarist, ırkçı kirlenmeye yol açtı. Türkiye  

devrimci hareketinin zayıf olduğu veya kaldığı koşullarda, devrimci  

hareketin devrim yangınını Batıya taşıyamama zaafı, dahası egemen durumda  

olan sosyal şovenizm olgusu koşullarında bu, kaçınılmaz bir sonuçtu. Ama  

Kürt ulusal demokratik mücadelesinin ve demokratik kazanımlarının Türk  

halkı nezdinde anlaşılması durumunda, örneğin öncülleri Gezi’de boy verip  

gelişen halkların kardeşliğini ve dayanışmasını ifade eden ruhtan da  

görülebileceği gibi, demokrasi ve özgürlük bakımından bilinç sıçramasını  

derinleştirip geliştirecek önemli bir faktöre dönüşecektir süreç içerisinde.

Yukarıda özetle dikkat çektiğimiz tarihsel gerçeklerin devrimci  

hareketimizin demokrasi kültürünün yetersiz ve geri olmasıyla doğrudan  

bağının olduğu açıktır. Buna, uluslararası komünist ve devrimci-demokratik  

hareketin demokrasi adına örgütsel işlerliklerinin (vb.) genelde zayıf,  

geri, zaaflı tarihsel gelenek ve kültürünü de eklediğimizde, sanırız tablo  

daha da netleşmektedir.

Bu topraklarda komünist hareket daima tarihsel olarak zayıf bir politik  

maddi güç olarak kaldı. Komünist hareketin kitleselliği az ya da çok  

yakaladığı dönem 74-80 yükselişi süreciydi. (Ki bu tarihsel kesit, Türkiye  

topraklarında devrimci dalganın en güçlü, en yaygın geliştiği dönemdir.)  

Türkiye komünist hareketinin doğuşunun dönemeci, 1979’dur. Ki bu doğum,  

hareketin tarihten devraldığı halkçılığın derin etkisi ile hastalıklıydı;  

ideolojik ve örgütsel bakımdan arınma, sağlamlaşma sürecini yaşayamadan da  

kendisini 12 Eylül yenilgisinde, ardı sıra gelen tasfiyeci savruluşta buldu…

Mustafa Suphi’lerin TKP’si gibi geride kalmış bir deneyimin kendini  

tarihsel süreklilik içerisinde üretememiş ve geleceğe ciddi bir deneyim ve  

birikim aktaramamış olması bir olgudur. Keza, Şefik Hüsnü’lerin TKP’sinin  

sosyal reformcu tarihsel pratiği, 50’ler sonrası ise modern revizyonizmin  

ideolojik ve örgütsel uzantısı olarak oynadığı uğursuz rol vurgulanmalıdır.  

60’lı yılların Kemalizm’le, reformizmle, parlamentarizmle ve darbecilikle  

şekillenmiş burjuva sosyalizmi, 70’li yılların küçük burjuva sosyalizm  

geleneği ve 70’li yıllarda devrimci hareketin, kendiliğinden devrimci  

yükselişin kabaran dalgasına dayanan devrimci halkçı atılımı. İşçi sınıfı  

hareketinin tarih boyunca reformizme, ekonomizme, revizyonizme, “sosyal  

demokrasi”ye, sarı sendika ağalarına terk edilmiş olması gerçekleriyle  

birlikte düşünüldüğünde komünist hareketin bu topraklarda neden daima  

cılız, güçlü bir çekim merkezi haline gelemeyerek zayıf bir politik kuvvet  

olarak kaldığını da bir ölçüde anlayabiliriz.

12 Mart yenilgisi, 12 Eylül yenilgisi; devrimci çizgiden kopuş ve kaçışla  

belirlenen tasfiyeci atılımlar (80’ler, 90’lar, 2000’ler); dünden bugüne  

uzanarak gelen sayısız parçalanmalar ve çok parçalı tarihsel ve yapısal  

zaaflar; emperyalist küreselleşmenin küresel çapta ve Türkiye’de yarattığı  

derin ve kapsamlı değişiklikler, bu değişikliklerin okunamaması; Türkiye ve  

Kürdistan devriminin bölgesel ve uluslararası perspektiflerinin bilince  

çıkarılamaması; sosyalizmin prestijinin dibe vurması, derslerinin  

çıkarılmaması vb. vs. yukarıdaki tabloyla birlikte ele alınmalıdır. Bu  

gerçeklerin Türkiye devrimci hareketinin tablosu üzerindeki etkisi birlikte  

okunmalıdır. Bu tablo, güçlü, dinamik, kendini yenilemesini bilen, tarihin  

ve teorinin dersleriyle donanarak savaşımın çekim merkezi, öncüsü ve önderi  

haline gelebilen bir devrimci hareketi değil, tarihsel zaaflarının tutsağı  

olmuş, güçsüz ve bir gelecek vaddetmeyen bir harekete işaret etmektedir.

Bu topraklarda komünist hareket hiçbir zaman proletarya ve halklar için bir  

çekim merkezi haline gelemedi. Bu topraklarda, 74-80 kesiti hariç,  

devrimci-demokrasi hiçbir zaman halklar için bir çekim merkezi haline  

gelemedi. Devrimci yükselişin en güçlü olduğu tarihsel kesit olan 74-80  

sürecinde bu şansı az-çok yakalamayı başaran devrimci hareketimiz ise, 12  

Eylül duvarına çarparak, direnişsiz bir yenilgi örneği vererek, tarihe  

kaydını düştü. Bu topraklarda, o da Kuzey Kürdistan’da bir ulusal  

demokratik halk hareketi; gerilla mücadelesinin serhildanlarla  

birleşmesiyle ulusal devrime sıçrayan bir hareketi yaratmayı başaran PKK  

oldu. Ama bu hareket, ulusal devrimin sınırlı doğası gereği, halkları  

birleştirme nitelik ve yeteneğinden yoksundu…

DEVAM EDECEK


Saygılarımızla,

Hasan Ozan | hasan.ozan62@gmail.com


Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.