Savaş ve Barışın Diyalektiği
Garbis Altınoğlu, 3-4 Haziran 2008
“Diyalektik, karşıtların nasıl özdeş olabildiklerini (nasıl özdeş duruma geldiklerini) hangi koşullarda birbirlerine dönüşerek özdeş olduklarını, insan aklının bu karşıtları neden ölü ve katı şeyler olarak değil de yaşayan koşula bağlı, hareketli ve birbirine dönüşen şeyler olarak kabul etmesi gerektiğini öğretir.”
Lenin
Kürt halkına ve onun siyasal öncülerine karşı onyıllardır kesintisiz bir açık ve/ ya da örtülü savaşın sürdürüldüğü Türkiye’de barış sorunu, farkına varsınlar ya da varmasınlar milyonlarca emekçinin en temel sorunları arasında yer alıyor. Bu özellikle, çocuklarını ya da diğer yakınlarını çatışmalarda yitiren, devlet terörü altında bunalan, Kürdistan’ın kent ve kasabalarına ya da Türkiye’nin büyük metropollerine sığınmak ve işsizlik, yoksulluk ve açlıkla boğuşmak zorunda bırakılan Kürt emekçileri için daha da yakıcı bir nitelik taşıyor. Ama, Kürt halkına karşı sürdürülen kirli savaşın şovenizmi ve siyasal gericiliği güçlendirdiği dikkate alındıında barış, Türk işçilerinin ve sömürülen emekçilerinin demokratik özlemlerinin yaşama geçirilmesi için de gerekli. Dahası, ulusal zulüm siyaseti Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden işçilerin sonal kurtuluşları için kapitalizme karşı verecekleri ya da vermeleri gereken sosyalizm savaşımı da geciktirmektedir. Stalin’in dediği gibi,
“Bu siyaset, nüfusun geniş katmanlarının dikkatini, toplumsal sorunlardan, sınıflar savaşımı sorunlarından, ulusal sorunlara, proletarya ile burjuvazinin 'ortak' sorunlarına çevirir. Ve bu da, 'çıkarların uyumu' yalanını yaymak için, proletarya sınıf çıkarlarına gölge düşürmek için, işçileri manevi bakımdan köleleştirmek için, elverişli bir alan yaratır. Böylece, tüm milliyetler işçilerinin birleşme işinin önüne ciddi bir engel dikilmiş olur.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Ankara, Sol Yayınları, 1977, s. 25)
Savaş ve barış sorunu, işçi sınıfının ve diğer ezilen/ sömürülen yığınların üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan sınıflı toplumu yıkma savaşımıyla doğrudan ilişkilidir. Bu yığınların kapitalist zorbalık ve sömürü altında yaşadığı koşullarda gerçek bir barıştan söz etmek olanaksızdır. Bundan ötürü Lenin, Ağustos 1915’te kaleme aldığı “Sosyalizm ve Savaş” adlı yazısında şöyle diyordu:
“Sosyalistler, halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve canavarca bularak kınamışlardır. Ancak, bizim savaşa karşı tutumumuz burjuva pasifistlerinin ve anarşistlerin tutumundan farklıdır. Her şeyden önce biz, birincilerden bir yanda savaşlar ile öte yanda ülke içindeki sınıf savaşımı arasındaki kopmaz bağı anlamakla, sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını anlamakla ve iç savaşların, yani ezilen sınıfın ezen sınıfa, kölelerin köle sahiplerine, serflerin toprak ağalarına, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilericiliğini ve zorunluluğunu bütünüyle kabul etmekle ayrılırız.” (Collected Works, Cilt 21, Moskova, Progress Publishers, 1974, s. 299) Bir başka anlatımla; adaletsizlik, eşitsizlik, kölelik ve zorbalık üzerine kurulu bir toplumda ve dünyada hiçbir zaman gerçek ve kalıcı bir barış olamaz; olsa olsa bu gerici statükoyu kabul etme, ona istemeden de olsa boyun eğme olur. Bu bağlamda Türk gericilerinin ve özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden diriltme hayalleri kuran İslami gericilerin ve MHP-BBP çizgisindeki faşistlerin “Osmanlı barışı”na ilişkin güzellemelerinin içi boş ve karşı-devrimci niteliğini vurgulamak gerekiyor. Bu çizginin temsilcilerinden Hasan Celal Güzel 16 Mayıs 2008 tarih ve “Osmanlı Milletler Topluluğu” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“Ortadoğu’da ve Osmanlı Coğrafyası’nda barışın tesis edilmesi ve terörün engellenebilmesi, ancak bu bölgedeki halkla tarihî, dinî ve kültürel beraberliği olan Türkiye’nin önderliğinde gerçekleştirilebilir. ABD’nin süper güç olması, Irak örneğinde görüldüğü gibi, zorla barış ve huzuru sağlayarak terörü önlemesi için yeterli değildir. Lâkin, bu konuda Türkiye’nin de kararlı, azimli, cesaretli ve hazırlıklı olması lâzımdır. 1 Mart Tezkeresi esnasında sergilenen şaşkın ve mütereddit politikalarla, Türkiye’nin yeniden ‘Osmanlı vizyonu’na sahip olması imkânsızdır.
“ ‘Büyük Ortadoğu Projesi’, ancak ‘Büyük Osmanlı Projesi’ hâlinde düşünülürse barış ve huzurun sağlanması mümkün olabilir. Bunun için de, ilk merhalede ‘Osmanlı Milletler Topluluğu’nun kurulması şarttır. Bu topluluğa, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Afrika ve Güney Doğu Asya’dan üyeler sağlanabilecek; bu yeni oluşum, hem Türkiye’ye lâyık olduğu statüyü kazandıracak, hem de dünya barışına katkıda bulunabilecektir.”
Bir parça tarih bilgisi olanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun, henüz ulusların oluşmadığı koşullarda kırbaç, kılıç, darağaçları ve kıyımlar yoluyla sağladığı “barış”ın ne menem bir barış olduğunun ve bu imparatorluğun gerek ulusların oluşumundan önce ve gerekse ulusların oluşmaya başladığı 19. yüzyıldan, 1910’ların sonunda çöktüğü tarihe kadar sadece bir uluslar ve halklar hapishanesi değil, aynı zamanda bir uluslar mezbahası olduğunun bilincindedirler. Herhalde bunu en iyi bilenler de Anadolu’da, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı boyunduruğu altında yaşamış ve acı çekmiş olan ve Türk burjuvazisinin Osmanlıcı gevezeliklerine karınları tok olan bölge halklarıdır. Kaldı ki kendi ülkelerini yönetmekten ve kendi Kürt sorunlarını çözmekten aciz Türk gericilerinin, başını ABD emperyalizminin çektiği tekelci burjuvazinin siyasal ve ekonomik egemenliği koşullarında sözümona dünyanın egemenlerinden bağımsız bir yeni Osmanlı İmparatorluğu kurma özlemlerinin tam bir ham hayal olduğu tartışma götürmez.
* * * * *
Gerçek ve kalıcı barışın sağlanmasının sınıfların ortadan kaldırılmasına bağlı olması, geçici, iğreti ve kısmi de olsa barış için uğraşmanın ve emperyalist ve gerici savaş kışkırtıcılarına karşı savaşım vermenin önemini zerrece ve asla azaltmaz. Ancak barış savaşçıları, her yüce kavram gibi barış kavramının da pek çok çarpıtma ve demagojinin konusu olduğunu, barışı koruma ve kendini savunma görüntüsü altında saldırı ve yayılma savaşları düzenlenebildiğini, bazan barışın savaş ve savaşın barış olduğunu, barışın silahların susmasından ibaret olmadığını bir an bile unutmamak zorundadırlar. Örneğin Hitler, Nazi Almanyası’nın İkinci Dünya Savaşına hazırlamaya başladığı 1933 yılının 28 Ekiminde yaptığı bir konuşmada,
“Biz savaşı biliyoruz. Biz savaş istemiyoruz. Biz çalışmak ve dinlenmenin zevkini çıkarmak istiyoruz... Biz başka halkları boyunduruk altına almak değil, onuru lekelenen ve hakarete uğrayan anayurdumuzu korumak istiyoruz.” (Kathleen Freeman, What They Said At The Time, Londra, Frederick Muller Ltd., 1945, s. 99) diyordu. Bu arada, onyıllardır topraklarına zorla el koyduğu Filistin halkının kanını döken ve komşu devletlere karşı saldırgan ve yayılmacı bir siyaset izleyen İsrail’in ordusunun resmi adının “İsrail Savunma Kuvvetleri” olduğunu, Türk gericilerinin Temmuz 1974’de Kuzey Kıbrıs’ı işgal etmelerini “Kıbrıs Barış Harekatı”, buradaki işgal kuvvetlerini ise “Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri” diye andıklarını anımsayabiliriz. Tabii, 19. yüzyılın sonlarından bu yana dünyanın her yanında yüzden fazla askeri müdahale ve işgal gerçekleştirmiş, elleri Asya, Afrika ve Latin Amerika’da kıtalarında yaşayan onmilyonlarca emekçinin kanıyla lekelenmiş olan ABD emperyalistlerini unutmak olmaz. Lenin’in Çarlık rejimi için uygun gördüğü “askeri-feodal emperyalizm” tanımlamasına benzer bir biçimde “askeri-emperyalist” tanımlamasını fazlasıyla hak etmiş bulunan ABD, saldırı, müdahale ve işgallerini başka ülkelere “demokrasi” götürme ve “barış”ı koruma gerekçesiyle aklama yolunda bir gelenek oluşturmuştur. Hitler’in, Mussolini’nin ve Hirohito’nun izinden yürüyen ve bu geleneği sürdüren ABD’nin emperyalist şefi G. W. Bush Mayıs 2008’de İsrail’e yaptığı ziyaret sırasında TV Kanal 10’a verdiği mülakatta şöyle diyordu :
“Bana soracak olursanız Ortadoğu barışına yönelik en büyük tehdit İran rejimidir.” Bu baya göre, rejiminin gerici niteliği bir yana, yakın tarihte herhangi bir ülkeye saldırmamış, ABD ve bağlaşıklarının kışkırttığı Irak’a karşı 1980-88 yılları arasında son derece yıpratıcı bir savaş vermek zorunda bırakılmış, “uluslararası toplum”un ekonomik ambargosu aracılığıyla bunaltılmış, topraklarında yaşayan Fars-olmayan etnik grupların (Kürtler, Beluciler, Araplar vb.) ABD ve İsrail’in de desteğiyle çeşitli rejim-karşıtı eylemler gerçekleştirdiği, Afganistan’da, Irak’ta, Basra Körfezi’nde, Doğu Akdeniz’de, Afrika Boynuzu’nda, Diego Garcia adasında vb. konuşlu ABD kuvvetlerinin yanısıra İsrail’in ve NATO’nun saldırı tehdidi altında bulunan ve silahlı kuvvetlerinin nicelik ve niteliği, karşısında sıralanmış ülkelerinkiyle asla kıyaslanamayacak durumda olan, komşu ülkeler ya da ABD için bir tehdit oluşturmayan İran bir “tehdit öğesi”dir; binlerce nükleer füzeye, en gelişmiş konvansiyonel silahlarla donanmış devasa bir orduya sahip olan ABD ve İsrail ise bu “tehdidin hedefleri”! İkiyüzlülük ve demagojide sınır tanımayan emperyalist burjuvazinin faşist mantığı işte böyle bir şey!
Tarihsel deneyim barışın ancak ve ancak barışın düşmanlarına, yani emperyalist ve gerici burjuva saldırgan güçlere karşı kararlı bir duruş sergilemek suretiyle savunulabileceğini göstermektedir. Gene bu deneyim uzlaşmacılık, yatıştırmacılık ve teslimiyetçilik yolunun barış düşmanlarını cesaretlendirdiğini ve küstahlaştırdığını ve dolayısıyla işçi sınıfı ve halkların daha ağır bir saldırıya hedef olmasına ve/ ya da savaşa yol açtığını göstermektedir. Barışı savunmanın yolu barışın düşmanlarını sergilemekten, onlara meydan okumaktan, işçi sınıfının, diğer emekçilerin ve tüm barışsever güçlerin kitlesel ve silahlı direnişlerini örgütlemek ve desteklemekten, dostlarını ve düşmanlarını doğru bir biçimde saptamaktan ve gerçek ve potansiyel dostlarıyla ilkelere dayalı bağlaşmalar yapmaktan geçmektedir. Kuşkusuz bu, barış yanlısı güçlerin zaferini güvencelemez; ancak gene tarihsel deneyim işçi sınıfının, ezilen halkların ve onların öncülerinin utanç verici bir teslimiyeti yeğlemelerinin savaşarak yenilmelerine kıyasla çok daha moral bozucu olduğunu göstermektedir.
Bir anlamda barışın savaş, savaşın da barış demek olduğunun elle tutulur örneklerini geçtiğimiz günlerde yaşadık ve yaşıyoruz. Anımsayalım: Lübnan’da işbirlikçi Sinyora hükümeti 6 Mayıs’ta yaptığı bir toplantıda, Hizbullah’ın ABD ve İsrail istihbarat elemanlarının giriş-çıkışlarını denetlemek için Beyrut Uluslararası Havaalanına yerleştirmiş olduğu elektronik iletişim sistemini sökmeyi ve havaalanının Şii kökenli güvenlik komutanı Vefik Şakir'i görevden almayı kararlaştırdı. Hizbullah, ABD ve İsrail’in yüreklendirmesiyle atıldığı belli olan ve ABD Başkanı G. W. Bush’un, kuruluşunun 60. yıldönümü vesilesiyle 14 Mayıs’ta bu ülkeyi ziyaret etmesinin öngününde atılan bu adıma hemen yanıt verdi. Hasan Nasrullah sözkonusu iletişim sisteminin sökülmesinin ve güvenlik komutanının görevden alınmasının Hizbullah’ı silahsızlandırma anlamına geldiğini söyledi. 7 Mayıs’ta harekete geçen Hizbullah kuvvetleri, Sinyora kliğiyle ortak hareket eden Saad Hariri’nin ve Dürzi lider Velid Canbolat’ın milislerini birkaç saat içinde etkisiz hale getirdiler ve Batı-yanlsı Sünni güçlerin yaşadığı Batı Beyrut’u ele geçirdiler. Ordunun tarafsız kaldığı ve Lübnan genelinde 60 kişinin ölümü ve 200 kişinin yaralandığı bu mini kriz, Hizbullah’ın siyasal ve askeri zaferiyle sonuçlandı: Sinyora hükümeti provokatif kararlarını geri almak zorunda kalırken Hizbullah da işgal ettiği Batı Beyrut’tan çekildi ve böylelikle Lübnan’da toplumlar arası ilişkileri gerginleştirmeyi ve yeni bir iç savaşı kışkırtmayı planlayan emperyalist-Siyonist blokun oyununu boşa çıkardı.
Kararlı direnişi sonucu, ABD ve İsrail’in yanısıra Suudi ve Mısırlı gericilerin desteklediği işbirlikçi güçleri püskürten Hizbullah, istikrarsız ve güvenilmez bir nitelik taşıdığı bilinen barışı muhafaza etmeyi başardı. Bu kararlı tutum ve direniş, Irak’a karşı saldırılarını başka ülkelere yaygınlaştırmayı kuran ABD-İsrail bloku ve onların uşakları için ağır bir darbe anlamına gelirken, barış-yanlısı güçlerin moralini yükseltti ve onların konumunu bir ölçüde sağlamlaştırdı. Kararsız, uzlaşmacı ve yatıştırmacı bir tutum ise, tam da emperyalist-Siyonist blokun istediği gibi Lübnan’da bir iç savaşın patlak vermesinin, ardından Suriye’nin istikrarsızlaştırılması ve saldırıya uğramasının ve belki de İran’a yönelik tehditlerin yaşama geçirilmesinin yolunu açacaktı. (Benzer bir değerlendirme, İsrail’in Lübnan’a karşı başlattığı, ama başarısız olduğu 2006 yaz savaşı için daha da fazlasıyla geçerlidir.)
Bu kararlı tutumun bir başka sonucu da Batı-yanlısı ve işbirlikçi güçlerle başını Hizbullah’ın çektiği muhalefet arasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle uzun süredir boş kalan devlet başkanlığı koltuğuna 23 Mayıs’ta Lübnan Genelkurmay Başkanı General Mişel Süleyman’ın getirilmesi oldu. Kökü ülkenin sancılı tarihinde ve siyasal-toplumsal bölünmüşlüğünde yatan Lübnan’daki istikrarsızlık sona ermedi kuşkusuz. Ancak, ABD-İsrail bloku ve onların bölgesel ve Lübnan’daki uşaklarının engellemeleri nedeniyle 18 aydır devlet başkanını seçemeyen bu ülkedeki farklı fraksiyonların Katar’ın başkenti Doha’da yaptıkları görüşmeler sonucunda bir devlet başkanı üzerinde anlaşmaya varmaları, Hizbullah’ın kazandığı taktiksel siyasal-askeri zaferin ürünü sayılmalıdır.
21 Mayıs’ta İsrail ve Suriye’nin, Türkiye’nin gözetiminde “barış” görüşmelerine başladıklarını ilan etmeleri ise, barışın savaşın yolunu açtığı ya da savaş anlamına geldiği süreçlere tipik bir örnektir. Türkiye Nisan ayından bu yana bir Suriye-İsrail barışı için çaba harcıyor. Bölgede gerginliğin azalmasına, hatta Filistin sorununun çözümüne vb. katkıda bulunabileceği düşünülebilecek bu çaba ilk bakışta olumlu olarak değerlendirilebilir. Ama, Suriye’nin 1967 savaşında İsrail’e kaptırdığı Colan tepelerini geri almak için vermek zorunda kalacağı ödünler düşünüldüğünde kazın ayağının hiç te öyle olmadığı anlaşılır. Sürdürülmekte olan diplomatik görüşmelerin içeriği bilinmiyor. Ancak; Mısır, Suudi Arabistan gibi gerici bölge devletlerinin de desteğiyle ABD-İsrail blokunun Colan tepelerinin karşılığında Suriye’ye, a) Lübnan’da Hizbullah’ı ve diğer Batı-karşıtı güçleri desteklemekten ve bu ülke üzerindeki tarihsel savlarından vazgeçmeyi, b) İran’la olan bağlaşmasını sona erdirmeyi, c) Filistin’de HAMAS’ı ve İslami Cihat’ı desteklemekten vazgeçmeyi dayattıklarını tahmin etmek güç değil. Kaypak Suriye burjuvazisinin böyle bir pazarlığı kabul edip etmeyeceği/ edemeyeceği henüz belli değil. Ama gerçekleşmesi halinde bunun, objektif olarak Ortadoğu’daki barış cephesinde yer alan ABD/ İsrail-karşıtı direniş güçlerinin işini zorlaştıracağı ve dolayısıyla –durumları pek güçlü olmasa da- Washington ve Telaviv’in yeni savaş maceralarına atılmasını kolaylaştıracağı açık. (1)
Anımsanacağı üzere benzer bir süreç 26 Mart 1979’da imzalanan Camp David anlaşmasıyla Enver Sedat kliğinin başını çektiği Mısır burjuvazisinin ABD-İsrail kampına katılması sırasında yaşanmıştı. ABD’nin aracılık ettiği bu anlaşma, İsrail’in 1967 savaşı sırasında ele geçirdiği Sina yarımadasını Mısır’a geri vermesi ve ABD’nden her yıl alacağı yüklü bir rüşvet karşılığında Mısır’ın İsrail’i tanıması ve Filistin direnişine verdiği desteği çekmesiyle sonuçlanmıştı. Ortadoğu’da önemli bir siyasal ağırlığı olan Mısır’ın bu anlaşmayı imzalaması, küstahlığı artan ABD ve İsrail’in Filistin direnişine ve Lübnan, Suriye ve İran’a karşı daha saldırgan bir tutum almasıyla sonuçlanmıştı. 22 Eylül 1980’de Irak’ın ABD’nin kışkırtmasıyla -1979 İslam “devrimi”yle ABD’nin nüfuz alanından çıkan-İran’a karşı 8 yıl sürecek bir savaş başlatması, 7 Haziran 1981’de İsrail savaş uçaklarının Irak’ın Osirak nükleer santralını bombalamaları, 6 Haziran 1982’de İsrail’in Güney Lübnan’daki Filistin üslerine ve Güney Lübnan halkına karşı büyük-ölçekli bir saldırıya girişmesi, ardından Beyrut’u kuşatması ve daha sonra Filistinli gerillaların Lübnan’ı terketmesini sağlaması, 16-17 Eylül 1982’de Lübnanlı Falanjistlerin İsrail’in gözetimi altında Sabra ve Şatila kamplarında 3,000’e yakın Filistinliyi katletmesi, 17 Mayıs 1983’te İsrail’in Güney Lübnan’da -2000’de Hizbullah tarafından zorla çıkartılana kadar kalacağı- bir “güvenlik şeridi” oluşturması gibi olayların hepsini Camp David Anlaşmasıyla değişen siyasal dengelere bağlamak doğru olmayabilir; ancak Mısır-İsrail “barışı”nın emperyalist-Siyonist saldırganlığı cesaretlendirdiği yadsınamaz. Bu kez Suriye ile İsrail arasında “barışı” sağlayacak olan olası bir ikinci Camp David Anlaşmasının da benzer sonuçlar doğuracağını tahmin etmek zor değil. Zaten İsrail ile stratejik askeri ilişki içinde bulunan ABD uşağı Türk gericilerinin bu arabulucuk işine şevkle soyunmaları da bu gelişmeye kuşkuyla bakmak için yeterli.
Ne pahasına olursa olsun barışı koruma, daha doğrusu barışı koruma gerekçesiyle saldırgana ödün verme politikasının aslında savaşın yolunu açmak anlamına gelişinin klasik örneği, İkinci Dünya Savaşının öngününde başta Britanya ve Fransa emperyalistlerinin, ama aynı zamanda Avusturya ve Çekoslovakya burjuvazilerinin izlediği yatıştırma ve teslimiyetçilik politikasıdır. Hitler Almanyasının, bu ülke içindeki faşist güçlerin de yardımıyla 11 Mart 1938’de Avusturya’yla “birleşmesi”ne (Anschluss), yani bu ülkeyi tehdit ve zorla ilhak etmesine, ne Avusturya burjuvazisi, ne de Britanya ve Fransa burjuvazisi bir tepki gösterdi. Sovyetler Birliği 17 Mart 1938’de yaptığı bir açıklamada saldırganların önünün kesilmesi amacıyla yapılacak ortak eylemlere katılmaya hazır olduğunu açıkladı ve -BM’in önceli olan ve daha çok Cemiyet-i Akvam diye bilinen- Uluslar Ligası’nda yer alan ve almayan devletlerle birlikte askeri önlemler de içinde olmak üzere alınması gereken önlemleri ivedi olarak kararlaştırmaya hazır olduğunu açıkladı. Ama faşist saldırganları Doğu’ya, yani Sovyetler Birliği’ne yöneltme politikasını izleyen, bu amaçla yatıştırma yolunu tutan ve bütün bunları kendi kamuoylarına “savaştan kaçınma” ve “dünya barışını koruma” çabası olarak pazarlayan Britanya ve Fransa Avusturya’yı kurtarmak için kıllarını bile kıpırdatmadılar.
Avusturya’dan sonra sıra Çekoslovakya’ya geldi. Nazi Almanyası bir süredir, bu ülkenin Almanların yaşadığı Südetler bölgesinin ilhakı için yoğun bir propaganda kampanyası sürdürmekteydi. (Geçerken Südetler bölgesinin Nazi Almanyası’yla birleşmesi kampanyasının, ulusların kendi yazgısını belirlemesi haklı ilkesinin nasıl gerici amaçlar için kullanılabileceğinin tipik bir örneği olduğunu belirtmek isterim.) Avusturya’da yaşananlar Çekoslovakya’nın başına gelecekleri gösteriyordu. Etyopya’yı ve İspanya’yı, tabii gene “barış”ı koruma gerekçesiyle faşist saldırganlara kurban veren Britanya ve Fransa, Nazilerin Çekoslovakya’yı yutma girişimini de yüreklendirdiler. Yatıştırma politikasının baş mimarlarından ve azılı anti-komünist Britanya’nın başbakanı Neville Chamberlain ise Çekoslovakya yöneticilerini “barışçı” bir teslimiyete zorlamak için çoktan kolları sıvamıştı bile. Fransa, beklendiği üzere Britanya’nın tutumunu destekledi. Sovyetler Birliği 1938 Ağustosundan itibaren Çekooslovakya’nın Avusturya’nın akibetine uğramaması için girişimlerini yeniden yoğunlaştırdı ve Çekoslovakya’nın bağımsızlığını, savaş da içinde olmak üzere her yolla desteklediğini bir çok kez açıkladı ve gerek Britanya ve Fransa’ya ve gerekse Uluslar Ligası’na bu yönde çağrılar yaptı. Fakat Britanya ile Fransa’nın, özü faşist güçlerin Sovyetler Birliği’ne saldırmasını sağlamak olan bir politika güttükleri koşullarda bu çabalar herhangi bir sonuç vermedi ve veremezdi de. (2) 18 Eylül’de Londra’da biraraya gelen Britanya ve Fransa başbakanları, Hitler’in Südetler bölgesini Almanya’ya katma ve Çekoslovakya’yı parçalama önerisini desteklemeyi kararlaştırdılar. Hemen ardından ise Çekoslovakya’yı Hitler’in diğer taleplerini karşılaması için sıkıştırmaya başladılar. 30 Eylül’de Hitler, Mussolini, Chamberlain ve -Fransa Başbakanı- Daladier’in katıldığı utanç verici Münih toplantısında Britanya ve Fransa, hem de Çekoslovakya halkının ve hükümetinin düşüncesi alınmaksızın, bu ülkeyi Nazi Almanyası’na armağan ettiler. Britanya Başbakanı Chamberlein Münih’ten ülkesine döndüğünde yaptığı konuşmada şunları söyleyebiliyordu:
“Müzakerelerin çok zorlu geçtiği doğru; ancak ben vardığımız Anlaşmanın Avrupa’da barışın sürdürülmesi için vazgeçilmez bir nitelik taşıdığına derinden inanıyorum.
“Şu anda, karşılıklı ödünler sayesinde ve Batı’nın dört Büyük Devletinin eylemine can veren işbirliği ruhu sayesinde barışın kurtarıldığına da aynı ölçüde eminim.” (What They Said At The Time, s. 272)
Bu arada Avusturya ve Çekoslovakya burjuvazilerinin de faşist saldırganlık karşısında teslimiyetçi bir tutum sergilemiş olmalarının, Hitler Almanyası’nın ve Britanyalı ve Fransız emperyalist savaş kışkırtıcılarının işlerini kolaylaştırdığının altı çizilmelidir. Oysa her iki ülke, özellikle de Çekoslovakya görece küçük, ama modern silahlarla donanmış ordulara sahiptiler. Ve gösterebilecekleri sınırlı bir siyasal ve askeri direnişle henüz ciddi bir savaş deneyimine sahip olmayan, daha sonraki yıllarda gelişecek olan özgüven duygusu oluşmamış ve saflarında önemli görüş ayrılıkları bulunan Nazi saldırganlarının işlerini epey güçleştirebilir ve belki de uluslararası kamuoyunun Sovyetler Birliği’nin barışı korumayı öngören önerileri doğrultusunda harekete geçmesini sağlayabilirlerdi. Ne var ki, Britanya ve Fransa’da olduğu gibi, “kendi” işçi sınıflarından ve “komünizm tehlikesi”nden korkan gerici Avusturya ve Çekoslovakya burjuvazileri böyle bir direnişi örgütlemeyi düşünmediler bile. İşte böyle başlatılan İkinci Dünya Savaşında, faşist devletlerin elde ettikleri mevzilerden püskürtülebilmeleri, yani barışın yeniden kazanılabilmesi için, başta Sovyetler Birliği halkları gelmek üzere, Avrupa ve Asya halklarının silaha sarılıp savaşmaları ve milyonlarca şehit vermeleri gerekti. İnsanlığın başına faşizm belasını saran ve dönüp kendilerini vurmaya girişen Nazi Almanyası’nın gazabından gene esas olarak Sovyet Kızılordusu ve halklarının görülmemiş özverisi sayesinde kurtulan iliğine değin çürümüş Britanya ve Fransa burjuvazileri ise, o günden bu yana “demokrasi” ve “barış” üzerine sahte, ikiyüzlü ve iğrenç gevezelikler yapmayı ve bu konuda başkalarına üst perdeden öğüt vermeyi sürdürüyorlar.
* * * * *
Kürt halkının ve onun siyasal temsilci ve önderlerinin hayli, hatta çok uzun bir zamandır; akan kanın durması, bir Kürt-Türk çatışmasının önünün alınması, ülkede bir barış ortamının sağlanması ve iki ulus arasında “kardeşçe bir birlik”in kurulması uğrunda, Türk burjuva devleti katında hiç de olumlu bir karşılık bulmayan bir savaşım yürüttükleri biliniyor. Bu çabaların, Kürt halkının temel haklarını bir yana atma, ulusal eşitlik ilkesini çiğneme noktasına geldiği de. Başka yazılarımda açmış olduğum bu konuya ilişkin görüşlerimi burada yinelemek istemiyorum. Ancak şu gerçeğin herkes tarafından rahatlıkla teslim edileceğini sanıyorum: Bütün veriler, her renkten Türk gericilerinin Kürt halkına eşit bir taraf biçiminde yaklaşmaya asla niyetleri olmadığını, onunla ancak kendi “Hamidiye Alayları”, caşları, korucuları olarak ilişki kurmaktan ve bu halk üzerindeki ulusal boyunduruklarını sürdürmekten yana olduklarını göstermeye devam etmektedir. Bu koşullar altında Kürt halkının siyasal temsilci ve önderlerinin ve siyasal bakımdan ileri öğelerinin haklı davaları için yürüttükleri kavgada, gerek Osmanlı İmparatorluğu’nun son onyıllarından bu yana Kürt halkının bu sancılı topraklarda yaşadığı tarihsel deneyimleri ve gerekse bu yazıda sözünü ettiğim uluslararası tarihsel deneyimleri dikkate almaları gerektiğini düşünüyor ve sözlerimi 22 Eylül 1998’de kaleme almış olduğum “Hazır Ol Cenge İster İsen Sulh-u Salah” başlıklı yazımın son paragrafıyla noktalıyorum:
“Ama, emperyalistler ve onların yerli uşakları avuçlarını yalayacak, proletarya ve halkların tutuşturduğu ve tutuşturacağı devrimci savaşın alevlerinde yanmaktan kurtulamayacaklardır. Onları, ne Cruise ve Tomahawk füzeleri, ne ‘terörizm’e ilişkin ikiyüzlü yaygaraları ve ne de yığınların zihinlerini bulandırmaya yönelik dezenformasyon etkinlikleri ve medyatik manipülasyonları kurtaracaktır. Yeter ki, proletaryanın ve ezilen halkların devrimci öncüleri, uzun süreli ve uzlaşmaz bir kavgaya girmeye cüret etsin ve dayanacakları biricik gücün yığınların bitmez tükenmez devrimci potansiyeli olduğunu bir an bile unutmasınlar!”
DİPNOTLAR
(1) Londra’da yayımlanan El-Hayat gazetesinde yayımlanan ve İsrail gazetesi Haaretz‘in internet sitesinde yer alan bir haber bu gerici girişimin arkasında ABD’nin bulunduğunu ortaya koyuyor. Haaretz‘in, 19 Mayıs’ta Türkiye basınında yer alan yazısında aynen şöyle deniyor:
“ABD'nin, Türkiye'den İsrail-Suriye görüşmeleri için daha güçlü çaba göstermesini istediği bildirildi... ABD hükümetinin Türkiye'den görüşmelerin ilerletilmesi için çabalarını artırmasını istediği kaydedilen haberde, bu isteğin Lübnan'da siyasi krizin sürdüğü bir döneme denk geldiği ve ABD'nin İsrail ile Suriye arasında sağlanacak bir barışın Lübnan'ı Hizbullah'tan uzaklaştırabileceği tahminleri yaptığı belirtildi. El Hayat, Washington'ın İsrail'e, Suriye ile görüşmelerde ilerleme kaydedilmesinin önemini birçok kez üstü kapalı şekilde ilettiğini ve Türkiye'nin iki ülke arasında ilerleme sağlayabildiği takdirde ABD'nin görüşmelere katılmaya hazır olacağını yazdı.”
(2) Stalin, SBKP (B)’nin Mart 1939’da yapılan XVIII. Kongresi’ne sunduğu raporda bu sözde karışmazlık ve yatıştırma politikasının özünü şöyle anlatıyordu:
“Fakat işin gerçeğini söyleyecek olursak, karışmazlık siyaseti, saldırganlığa gözyumma, savaşı zincirlerinden boşandırma ve sonunda onu bir dünya savaşına dönüştürme anlamına gelir. Karışmazlık siyaseti, saldırganların uğursuz eylemlerine engel olmama, örneğin Japonya’nın Çin’le ya da daha iyisi Sovyetler Birliği’yle savaşa tutuşmasına, örneğin Almanya’nın Avrupa sorunları içine batmasına, Sovyetler Birliği’yle savaşa tutuşmasına engel olmama, savaşan tarafların savaş bataklığına derinlemesine batmalarına izin verme, onları el altından böyle davranmaya teşvik etme, onların karşılıklı olarak birbirlerini güçten düşürüp tüketmelerine olanak sağlama ve sonra yeteri kadar zayıf düştüklerinde taze güçlerle sahneye çıkarak, tabii sözde ‘barışın yararına’ savaştan yorgun düşmüş taraflara kendi koşullarını dayatma heves ve isteğini ele verir.” (Problems of Leninism, Moskova, Foreign Languages Publishing House, 1940, s. 626)
Garbis Altınoğlu, 3-4 Haziran 2008
Hiç yorum yok