Header Ads

Header ADS

ABD Batarken Kürt Açılımı ve “Yeni Osmanlıcılık”

Garbis Altınoğlu, 24-26 Kasım 2009

Türkiye’de siyasal görüşleri birbirinden farklı, hatta yer yer karşıt pek çok çevre ve kişi, AKP hükümetinin “Kürt açılımı”nı ve aktif ve çok-yanlı dış politika yönelimini ABD güdümlü ya da ABD esinli bir gelişme, “Büyük Ortadoğu Projesi”nin bir devamı gibi algılıyor. Bu farklı çevrelere MHP-BBP tipi faşistleri, CHP gericilerini, (1) “Türk Solu”, İşçi Partisi türünden “ulusal solcuları”mızı, A. Öcalan’ı ve Türkiye devrimci hareketinin ana gövdesini katabiliriz. Çok kaba bir özetle, bu değerlendirmeye göre, Irak’tan çekilmeye hazırlanan ABD, Türk devletini Irak’ta istikrarı sağlamakla ve Kürdistan Bölgesel Yönetimini korumakla görevlendirmiştir ve işte “Kürt açılımı” da Türkiye’nin üstlendiği, daha doğrusu üstlenmekle görevlendirildiği bu görevin bir uzantısıdır! Ben bu yazıda esas olarak bu grup, çevre ve kişilerin, aşağıda örneklerini sunduğum değerlendirmeleri üzerinde duracağım:

“Kürtlerin yardımıyla işgal ettiği Irak’ta batağa saplanan ABD, şimdi ebeliğini ve hamiliğini yaptığı Kürt devletinin güvenliği için de Türkiye’den katkı bekliyor. Dahası, Türkiye’nin bölgesinde güvenli bir enerji terminali olması, ordusunun dünyanın sorunlu bölgelerine müdahale gücü olarak kullanılabilmesi için de PKK prangasının bir ölçüde gevşetilmesi gerekiyor.” (“ABD Patentli Kürt Açılımı”, Rahmi Yıldırım, 26 Ağustos 2009)

“Kürt açılımı Irak’tan çekilme hazırlığı yapan ABD’nin bu ülkede ortaya çıkacak boşluğu Türkiye’nin katkısıyla doldurma ve bu yolla Irak üzerindeki kontrolünü işgal sonrasında da sürdürme amacından bağımsız değerlendirilemez. Dolayısıyla Türkiye’nin Kürt sorununu ‘bir şekilde’ çözmesi, Irak hükümeti ve Irak Kürdistan’ı Yönetimi ile işbirliği yapabilmesi için uygun koşulların yaratılması gerekiyor.” (“Açılım, Gecikme Endişesi ve Korku, Merdan Yanardağ, 11 Eylül 2009)

“Burada ABD ‘planı’ bir kez daha devreye girer. ‘Plan’a göre, PKK’nin tasfiye süreci ile ABD’nin askeri birliklerinin Irak’tan çekilmesi süreci eşzamanlı olarak yürütülecektir…

“Mevcut durum ABD’nin Irak’tan çekilmesini zorunlu kılıyor. Nitekim büyük bir çabayla oluşturduğu ‘yeni Irak’ın kaygısını taşıyan ABD, bütün kaynaklarıyla-birikimiyle birlikte bu alanı güvende tutacağı güçlü bir müttefike ihtiyaç duymakta... Tabii ki Türk devleti bunun için ideal bir parça. Lakin Türk devletinin de istikrarlı olması gerekiyor. Ve istikrarsızlığının en önemli nedenlerinden biri olarak Kürt ulusal sorunu duruyor. Güney Kürdistan’da jandarmalık yapacak TC’nin evvela kendi ülkesindeki ‘Kürt sorununu’ çözmesi gerekir.” (Devrimci Demokrasi, “Devletin ‘tarihi’ dönüşümü”, 3 Ekim 2009)

“AKP’nin ‘Kürt açılımı’ diye başlayıp ‘demokratik açılım’a dönüştürdüğü ‘iş’, ABD’nin ‘zengin deneyimlerinden’ çıkartılmış derslere dayanan ABD ‘planı’nı uygulamaya çalışmaktan ibarettir.” (“ ‘Kürt Açılımı’ndan ‘Demokratik Açılım’a”, Kurtuluş Cephesi, Ekim 2009) 

“(5 Kasım 2007’de- G. A.) Washington ziyareti ile bu konuda yeni bir mutabakata ulaşıldı ve böylece ilişkilerdeki geçici kriz de aşılmış oldu. Türkiye, karşılığında tam da ABD’nin istemi doğrultusunda hamiliğini üstlenmek üzere, Güney Kürdistan’daki federe devleti resmen tanımış oldu...

“Bugün Türk devletini AKP hükümeti üzerinden içerde Kürt açılımı yapmaya yönelten de temelde işte bu gelişmedir. Güney Kürdistan’a hamilik, Türkiye’deki Kürt sorununu bir parça olsun yatıştırmayı ve olanaklıysa bunu silahlı Kürt hareketinin tasfiyesi ile birleştirmeyi bir ihtiyaç haline getirmiştir...

Bu çerçevede açılım ABD’nin ve elbette Avrupalı emperyalistlerin tam desteğine sahiptir. Aynı şekilde işbirlikçi büyük burjuvazinin hemen tüm kesimlerinin de…” (“Devletin Kürt Açılımı, Ekim, 11 Ekim 2009)

“Bu açılım hikayesi de AKP'nin de değil ABD'nindir. 5 Kasım 2007 görüşmesinden sonra başlayan bir süreçtir. Bu sadece Hükümetin projesi değil, devletin projesidir.” (Abdullah Öcalan, 28 Ekim 2009 tarihli Görüşme Notu)

“ ‘Devlet projesi’ PKK’nin tasfiyesini ve Kürt hareketinin etkisizleştirmesini öngörüyordu. O cenahtan konuşanlar bunu gizlemediler. Mimarbaşı ABD idi.” (A. Cihan Soylu, “ ‘Başa’ dönülemez, sorun ne yöne gidileceğidir”, Evrensel, 29 Ekim 2009)

“AKP'nin "Kürt açılımı", ABD operasyonudur. Bu açılımı şu veya bu biçimde desteklemek, meşru görmek, ABD operasyonunu destekleyip meşru görmektir.” (“Oligarşik Diktatörlükte Çözüm Yoktur”, Yürüyüş, 1 Kasım 2009)

Bu görüşlerin sahiplerinin dile getirdikleri görüşlerde belli bir gerçeklik payı bulunduğu yadsınamaz elbet. Bu ülkeyi yerle bir etmesine rağmen Irak’ta sözcüğün gerçek anlamında bir denetim sağlayamayan ve aslında savaştan siyasal olarak yenik çıkan ve dahası Afganistan’da açık bir yenilgiden kaçınmak için –diğer NATO ülkelerinin yanısıra- Türkiye’den de asker isteyen ABD, 2007 yılı sonlarından bu yana Kürt ulusal hareketine karşı Türk gericileriyle daha yakın bir taktiksel bağlaşma ilişkisi içine girmiştir. Ama bunun ABD’nin Türkiye’ye “Irak bekçiliği” görevi verdiği, adeta bir ABD-Türkiye stratejik bağlaşmasının oluştuğu, ABD’nin Türkiye’nin güçlenmesinden ve hegemonyasını Güney Kürdistan’ı da kapsayacak şekilde genişletmesinden yana olduğu ya da İran’ı bir biçimde denetim altına alma planlarını yaşama geçirmek için fırsat kollayan ABD’nin (ve İsrail’in) PKK’ya (ve PJAK’a) karşı kesin bir tutum aldığı biçiminde algılanması gerçeklerle bağdaşmaz. Şimdi bu anlayışların temelinde yatan hatalara göz atalım:

1) Her şeyden önce Türkiye’nin, 1960’ların sol hareketinin gözlükleriyle ve sıradan bir yarı-sömürge gibi görülemeyeceğinin altını çizmek gerekir. Bir imparatorluk geleneğinin sürdürücüleri olan Türk gericileri, darkafalılık, siyasal miyopluk ve özgüven eksiklikliğiyle sakatlanmış olmakla birlikte ABD’nin basit bir uşağı değildirler. Türkiye, önemli ölçüde dışa bağımlı olmakla birlikte kapitalizmin görece erken geliştiği orta düzeyde kapitalist bir ülkedir. Türk gericileri, özellikle revizyonist Sovyet imparatorluğunun yıkılmasından ve bağımsız Türki cumhuriyetlerin kurulmasından bu yana, Orta Asya’dan Balkanlar’a, Kafkasya’dan Kuzey Afrika’ya kadar uzanan geniş bir alanda nüfuzlarını arttırmak için –bu son yıllara kadar çok da başarılı olmayan- bir yayılma politikası izlemişlerdir. Bu eğilim, esas olarak “İslamcı burjuvazi” diye nitelenen yeni ve daha dinamik burjuva katmanların temsilcisi olan AKP’nin iktidarı döneminde daha da güç kazanmıştır. 

2001 krizinden sonraki yıllardaki hızlı büyümesi sonucunda -2008 yılı rakamlarına göre- dünyanın 15. büyük ekonomisi haline gelen Türkiye, başta ABD emperyalizmi gelmek üzere öndegelen emperyalist ülkelerle işbirliği içinde kendisine bir nüfuz alanı ya da lebensraum yaratmaya çalışmaktadır. TSK’nin 1990’ların başlarından bu yana çeşitli ülkelere sözde barış koruma güçleri göndermesi, bazı yakın ve uzak ülkelerin ordularını eğitmesi, Türk burjuvazisinin Ortadoğu, Balkanlar, Kuzey Afrika, Orta Asya’da küçüksenmeyecek boyutlarda yatırımlar gerçekleştirmesi, Türk gericilerinin TİKA (=Türkiye İktisadi Kalkınma Ajansı) aracılığıyla Türkiye’nin “yumuşak gücü”nü yayma çabaları, gene bu bölgelerde Gülen cemaatının devletin de desteğiyle Türkçe öğreten çok sayıda okul açması bu yönelimin hemen akla gelen örnekleridir. AKP hükümetinin ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıklarının sahnelediği “açılım”, işte bu politikanın hem mantıksal bir devamı ve hem de çok önemli bir üst evresidir. 

“Stratejik derinlik”, “komşularla sıfır problem”, “düzen kurma misyonu” gibi sloganların eşliğinde yürütülen dış politikasıyla Türk burjuvazisi ve gericiliği ABD emperyalizminin -ve yakın bağlaşıklarının- özelde Irak ve Ortadoğu’da ve genelde dünya ölçeğinde nüfuzunun ve gücünün zayıflamasından yararlanmayı ve bölgenin yükselen gücü olmayı hedeflemektedir. Türkiye’nin “yeni-Osmanlıcı” olarak nitelenen bu dış politika atağının elde ettiği başarılar elbette, söyleminin ve ihtiraslarının çok gerisindedir ve büyük olasılıkla öyle olmaya da devam edecektir. Ancak, bunun böyle olması Türkiye’nin; ekonomik ağırlığının ve Suriye, İran, Irak ve Kürdistan Bölgesel Yönetimiyle kurduğu iyi ilişkilerin yardımıyla, Aşil Topuğunu oluşturan Kürt ulusal hareketine karşı giriştiği savaşımda görece elverişli bir moment yakaladığını görmezden gelmeyi gerektirmez.

2) Bu anlayışın sahipleri, halihazırda dünyanın en güçlü emperyalist süper devleti olmaya devam etmesine rağmen ABD’nin önemli ölçüde zayıfladığı ve moda deyimle dünyanın “çok kutuplu” hale gelmekte olduğu gerçeğini de gözardı etmektedirler. Onlar, artık kimsenin anımsamadığı “Büyük Ortadoğu Projesi”nin halkların direnişi sayesinde çoktandır tarihin çöplüğüne atıldığını unutmakta, 2001’den bu yana yürüttüğü savaşlar sonucu gerek sert ve gerekse yumuşak gücü büyük ölçüde yıpranan ve 2008-2009 mali krizinin etkileriyle boğuşmakta olan ABD’nin ekonomik, siyasal ve askeri gücünü alabildiğine abartmaktadırlar. Onlar, ABD’nin Ortadoğu politikalarının belirlenmesinde çok önemli etkisi bulunan İsrail’in Filistin ve Lübnan halklarının direnişi karşısında zayıflamış olduğunu da unutmaktadırlar. Emperyalistlerarası güç dengelerinde son yıllarda meydana gelen kayma ve değişmeler ABD-İsrail-Britanya şer ekseninin konumunu zayıflatmış, buna karşılık Çin, Rusya, Brezilya, Hindistan gibi ülkelerin konumunu güçlendirmiş ve bütün bu faktörler Türk gericilerini cesaretlendirmiş ve onların daha aktif ve daha çok-yanlı bir dış politika sürdürmelerine yardımcı olmuştur. (2) Fransız araştırmacı Patrick Seale geçenlerde kaleme aldığı bir yazıda, ABD’nin Irak rejimini yıkmasının İran’ın hem Irak’ta ve hem de Ortadoğu genelinde nüfuzunu arttırmasına olanak verdiğini belirttikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“Amerika’nın Irak’taki -ve onun İsrail’in aşırılıklarını dizginlemede sergilediği aynı ölçekteki- başarısızlığı Türkiye’yi, üzerindeki pro-Amerikan deliceketinden sıyrılmaya ve kendini Ortadoğu’dan Balkanlar’a ve Kafkasya’dan Orta Asya’ya kadar uzanan devasa bölgenin yüreğinde güçlü ve bağımsız bir aktör olarak konumlandırmaya teşvik etmiştir.” (Patrick Seale, “The Rise and Rise of Turkey”/ “Türkiye’nin Yükselişi”, 2 Kasım 2009)

3) Bu anlayış sahipleri “dışsal” faktörlerin rolünü mutlaklaştırmakta, içsel faktörlerin etkisini sıfır derekesine indirgemekte ve Türk burjuvazisinin gerçek ve uzun erimli çıkarlarının ve bölge ölçeğindeki ihtiraslarının Kürt-Türk sorununun burjuva çözümünü dayattığını anlayamamaktadırlar. Esas olarak Ortadoğu ve Orta Asya halklarının direnişine bağlı olarak zayıflamakta olan ABD ve İsrail’in çöküş sürecine girmiş olmaları, bu güçlerin ve Türk gericiliğinin onlarla uyum içinde hareket eden ve stratejik planı bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtma olan fraksiyonunun konumunu zayıflatmıştır. Bu süreç, Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaşın Türk halkı katında yarattığı bıkkınlık ve yorgunluğun yanısıra Türk gericilerinin Kürt ulusal direnişini zorla bastıramayacakları gerçeğini gecikmeli de olsa kavramalarıyla örtüşmüştür. Türk burjuvazisinin ve halihazırda onun öncü gücü konumunda bulunan AKP hükümetinin ve onun devlet içindeki bağlaşıklarının “açılım” projesi, işte bu koşulların ürünüdür ve bu koşullarda yaşama geçirilmeye çalışılan bir politikalar demetidir.
* * * * *
İşaretlerini 2006, hatta 2005’ten bu yana görmekte olduğumuz bu değişimin ya da isterseniz kabuk değiştirmenin 2009’da gerçekleştirilmekte olmasının, ABD’nin Irak’tan çekilme planlarıyla bağlantısı elbette var. Ama bu kapsamlı süreci, içsel faktörleri gözardı ederek sığ bir analize tabi tutmak, salt ya da esas olarak bu dış politika gelişmesiyle açıklamak, hatta ABD’nin Türkiye’ye “Irak ya da Irak Kürdistanı bekçiliği” görevi verdiği biçiminde yorumlamak gülünçtür. Sözkonusu süreç, Türk gericiliğinin geleneksel politikalarını sürdürmeyi olanaksız ya da siyasal ve ekonomik anlamda çok pahalı hale getiren, ama aynı zamanda ona yeni olanaklar sunan bir dizi içsel ve dışsal faktörün işleyişinin bir sonucudur. Çok kaba bir özetle bu açılımın, a) içerde esas olarak Kürt halkının direnişinin ve b) dışarda esas olarak Ortadoğu ve Orta Asya ülkeleri halklarının direnişinin ürünü olduğunu söyleyebiliriz. “Kürt ‘Açılımı’/ Kurt Kapanı” başlıklı yazımda belirttiğim gibi,

“Türk gericiliği, a) Kuzey Irak’ta –özerk ya da bağımsız- bir Kürt devleti kurulmasını önleme ve b) ülke içindeki silahlı Kürt direnişini terör yoluyla ezme biçimindeki geleneksel politikalarının iflas ettiğini ve artık sürdürülemeyeceğini sonunda anlamış ve hayli gecikmeli de olsa bir rota değişikliğine gitmeye karar vermek ve sopa politikasını, daha büyük ölçüde havuç politikasıyla birleştirmek zorunda kalmıştır.”

Resmen ya da biçimsel olarak 29 Temmuz’da İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın basın toplantısıyla başlatılacağı duyurulan ve Türk burjuva devletinin bir çeşit yeniden örgütlenmesi anlamına gelen bu “milli birlik ve kardeşlik projesi”nin ilk adımları aslında daha önceki yıllarda atılmaya başlanmıştı. Görünen o ki Türkiye, kökü Türk ulusunun oluşumunda yatan kendine özgü tarihsel bonapartizmini geride bırakıyor ve sosyo-ekonomik gelişme düzeyinin gerektirdiği ‘olağan’ bir asker-sivil ilişkileri rejimine, yani geri de olsa bir burjuva demokrasisine yöneliyor.

Görmek isteyenler, son yıllarda yaşananların, sözkonusu “açılım”ın göstermelik ve demagojik bir nitelik taşımadığını, gerçek bir değişime işaret ettiğini yadsıyamazlar. Askeri -ya da daha doğru bir anlatımla askeri-bürokratik- kliğin nüfuzunun azalmasına VE Türkiye’nin daha “aktif”, daha dengeli ve daha çok-yanlı bir dış politika izlemesiyle nitelenen bu değişiklikler Türk burjuva devletinin bir yeniden yapılanma süreci yaşamakta olduğunu göstermektedir. Uzun erimli sonucu; aşırı derecede büyümüş ve hantallaşmış olan devlet aygıtının daha rasyonel bir yapıya kavuşturulması, sermayenin gereksinimlerini daha rahat karşılayacak hale getirilmesi, kapitalizmin daha geniş, daha güçlü ve daha istikrarlı bir temel ve taban kazanması olan bu sürecin, burjuvazinin geniş kesimleri tarafından desteklenmesi nesnelerin doğası gereğidir. Başını AKP’nin çektiği, ancak devlet aygıtı içinde de destek bulan bu dönüşümün öğelerine - önem ya da zamanlama sırası yapmaksızın- şöyle bir göz atmak, bunun sıradan bir düzenleme olmanın çok ötesine geçtiğini göstermektedir:

*Sivil üyelerinin sayısı arttırılan Milli Güvenlik Kurulu’nun eski yarı-özerk ya da özerk konumunu ve ağırlığını hükümet yararına yitirmesi,

*Pratikte buna çok uygun davranmamakla birlikte AKP hükümetinin, askeri kliğin ana gövdesinin körüklediği Kürt-Türk çatışması çizgisini açıkça mahkum etmesi ve şovenist tepki ve saldırılara rağmen bu duruşunda diretmesi,

*Askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanmasını sağlayan ve sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmasını önleyen yasa değişikliklerinin kabulü,
*Ergenekon davası dolayımıyla TSK’nin, onun içindeki cunta oluşumlarının ve onların sivil uzantılarının ve darbe planlarının sergilenmesi ve kamu vicdanında mahkum edilmesi,

*Gene bu dava bağlamında, Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde ilk kez bazı emekli generallerin, orta ve alt düzeyde de olsa görev başındaki bazı askeri personelin hükümetin inisiyatifiyle tutuklanması ve yargılanması,
*Askeri kliğin yakın ve yer yer de uzak geçmişte Türk ve yer yer de Kürt halkına vb. karşı işlemiş olduğu ağır suçların, cinayet ve katliamların, AKP hükümetinin de örtülü desteğiyle kamuoyunda açıkça tartışılabilmesi,
*Hükümetin, Alevilerle barışma ve “laik” devletin Sünni gericiliğini esas alan geleneksel çizgisinden uzaklaşma sinyalleri vermesi,

*Devletin zorla özümleme ve Türkleştirme politikaları çerçevesinde değiştirmiş olduğu yer isimlerinin eski haline döndürülmesi için adımlar atılması,
*Başta enerji alanında işbirliği olmak üzere Rusya’yla siyasal ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi,
*Güney Kürdistan’da herhangi bir siyasal oluşuma bağnaz bir biçimde karşı çıkma politikasının yerine, son yıllarda karşılıklı ekonomik ilişkilerin hızla geliştiği Kürdistan Bölgesel Yönetimiyle yakın ilişkilerin geçirilmesi,
*Suriye ve Irak’la ilişkileri çok yanlı bir biçimde geliştirme doğrultusunda adımlar atılması,
*ABD, İsrail ve Batı Avrupa ülkelerinin yalıtmaya çalıştığı, yaptırım ve savaşla tehdit ettiği İran’la siyasal ve ekonomik ilişkilerin geliştirilerek sürdürülmesi,
*İsrail ile Filistin arasındaki çatışmada birincisine karşıt ve ikincisinden yana belirgin bir tutum değişikliğinin gerçekleştirilmesi, İsrail’le ilişkilerin zayıflatılması, 
*Ermenistan’la ilişkilerin uzun bir aradan sonra yeniden canlandırılması doğrultusunda adımlar atılması,
*Kördüğüm haline gelmiş olan Kıbrıs sorununun çözümü için daha önceki hükümetlere kıyasla daha ciddi çabaların harcanması.

Bütün bu hususların söylem düzeyinde dile getirilmesinin, hatta demagojik bir tarzda ele alınmasının bile çok değil, bundan bir kaç yıl önce olanaklı olabileceğini herhalde pek az kimse tahmin edebilirdi. Ama uygun iç ve dış koşullar biraraya gelmiş ve bu koşullar AKP hükümetine “cesur” bir çıkış yapma olanağını vermiştir. (3) Gene de Türk burjuva devletinin bu kabuk değiştirme sürecinin kolay bir biçimde ilerleyeceği, geçici olarak tersine çevrilmeyebileceği sanılmamalıdır; hatta AKP hükümetinin kendisinin yalıtılmasına yol açabilecek ağır taktik hataları işlemesi, ekonomik krizin dünyayı ve Türkiye’yi daha büyük ölçüde etkilemesi, “açılım” karşıtı iç ve dış güçlerin görece büyük-ölçekli bir Kürt-Türk çatışması tezgahlamaları ya da ABD ile İsrail’in, Türkiye’yi de içine çekecek bir İran savaşı macerasına atılmaları vb. halinde bu projenin geleceğe ertelenmesi de pekala olanaklıdır. Bu hususa, “Kürt ‘Açılımı’/ Kurt Kapanı” başlıklı yazımda şu sözlerle değinmiştim:

“ANCAK, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sürdürülen politikada önemli ayarlamalar yapmayı öngören bu rota değişikliğinin Türk egemen sınıflarının saflarında bir dizi çalkantı, sürtüşme, gerilim, hatta çatışma olmaksızın gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Bu ‘açılım’ın bir dizi başka çelişmeyle içiçe geçmiş olması, onu daha sancılı ve karmaşık hale getirmektedir.” Buna AKP’nin ve AKP hükümetinin, pro-emperyalist ve özünde işçi sınıfına, Kürt halkına ve demokrasiye düşman gerici çizgisinin kendini sık sık göstermesi eklenmelidir. Hükümetin, PKK’nın kayıtsız koşulsuz silahtan arındırılmasında diretmesi, Kürt halkını İslami argümanlarla aldatma ve kazanma çabaları, DTP’ne karşı düşmanca yaklaşımı, 20 Ekim’deki Habur karşılaması ve 23 Kasım’daki DTP konvoyunu hedef alan saldırı sonrasında takındığı gerici tutum hemen akla gelen örneklerdir. Bir Kürt-Türk çatışması tezgahlamak suretiyle Türkiye’yi daha da gerici bir rejime mahkum etmek, kendi denetimleri almak ve Ortadoğu’da ve Orta Asya’da yürüttükleri ve yürütecekleri savaşlara çekmek isteyen ABD-İsrail-Britanya ekseni ve bu eksenin Türkiye’deki uzantı ve işbirlikçilerinin önümüzdeki haftalar ve aylarda daha da büyük saldırılar ve provokatif eylemlere düzenlemeleri kimseyi şaşırtmamalıdır.

Türkiye devrimci hareketine dönecek olursak, bu hareketin ana gövdesinin zihinsel tembelliğini ve dogmatizmini yansıtan yukardaki alıntılarda dile getirdiği türden saptamalardan devrimci bir taktik çıkarmak da olanaksızdır. Yaşanan süreci yanlış bir analize tabi tutanlar, ABD emperyalizminin “karşı konulmaz gücü” önünde secdeye gelenler ve aynı anlama gelmek üzere tarihi, emperyalist saldırganlığa direnen Ortadoğu ve Orta Asya halklarının ve Türk gericiliğine direnen Kürt halkının yazmakta olduğunu göremeyenler lafta keskin, ama pratikte sağcı ve teslimiyetçi politikalar üretmekten kaçınamazlar. Dahası, bütün bu olup bitenleri, sadece ve sadece eski gücünü ve konumunu muhafaza ettiğini varsaydıkları ABD’nin hanesine yazanlar, ister istemez, Washington’un buyruklarını yerine getirmekle görevlendirildiğini ileri sürdükleri Türk burjuvazisinin ve gericiliğinin sorumluluk ve suçlarını küçükseyecek ve frene basmazlarsa zamanla niyetlerinden bağımsız olarak “ulusal solcularımızın” konumuna yaklaşacaklardır.

Devrimci ve demokratik güçler ne –esas olarak ABD-İsrail-Britanya şer ekseninin desteklediği şovenist ve statükocu burjuva fraksiyonunu, ne de uygun tarihsel fırsattan yararlanarak Türk gericiliğinin Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’da nüfuzunu arttırmayı kuran ve bu uğraşını “demokratikleşme” olarak pazarlayan “yeni-Osmanlıcı” fraksiyonunun stratejik konum ve duruşunu desteklerler. PKK yöneticilerinin sandığı ve ileri sürdüğünün aksine “demokratik Ortadoğu birliği” vb., bir dizi ülkede iktidarı işçilerin ve diğer emekçilerin eline veren devrimler olmaksızın asla gerçekleşemez. Dolayısıyla, gerçek devrimci ve radikal demokratik güçler kendi bağımsız devrimci platformlarını savunmakla ve işçileri ve kent ve kır yoksullarını emperyalizme ve yerel gerici kliklere karşı devrim ve sosyalizm bayrağı altında toplamaya çalışmakla yükümlüdürler. Ama bu onların, mızrağın sivri ucunu esas ve en tehlikeli düşman olan ABD-İsrail-Britanya şer eksenine ve bu eksenin ülke içindeki askeri ve sivil uzantılarına yöneltmeleri gereğiyle çelişmez. Gerçek devrimci ve radikal demokratik güçlerin yapması gereken, sürecin kaçınılmaz olarak yarattığı ve derinleştirdiği çatlak, anlaşmazlık ve çatışmalardan yararlanarak kitleleri seferber etmek ve bu devlet projesini bir halk projesine dönüştürmek ve kitleleri burjuva devleti, siyasal gericilik ve emperyalizmle tam bir hesaplaşma doğrultusunda geliştirmek için uğraş vermektir.


DİPNOTLAR

(1) CHP Genel Başkanı Deniz Baykal 25 Ağustos’ta yaptığı bir açıklamada, “Kürt açılımı”nın, Atlantik Konseyi adlı kuruluşun Nisan 2009’da ABD’nde'da yapılan bir toplantısında biçimlendirildiğini söylerken MHP lideri Devlet Bahçeli 8 Eylül 2009 tarihli açıklamasında,“Bu yoldan dönüş yok sloganıyla etnik bölücülüğün emellerine hizmet yarışına giren Başbakan ve arkadaşları, şimdi PKK, İmralı ve Kandil’in kılavuzluğunda ve ABD ile AB’nin himayesinde bu ihanet yolculuğunun yol haritasını topluma maletmek için bir seferberlik başlatmıştır” diyordu.

(2) ABD’nin neo-con denen yeni muhafazakarlarına yakın bir isim olan Spengler, 24 Kasım 2009 tarihli yazısında Ergenekon soruşturmasıyla demokrasiden uzaklaştığını ve Körfez sermayesinin akışının katkısıyla da Batı’dan kopmakta olduğunu ileri sürdüğü Türkiye’nin “İran-yanlısı bir İslami diktatörlüğe dönüşmekte” olduğunu söylerken aslında ABD ve Batı Avrupa’da hayli yaygın olan bir değerlendirmeyi dile getirmekteydi. Ona göre,

“Kedinin (yani ABD’nin- G. A.) yarı-emeklilik konumuna çekilmesi, farelerin (yani Rusya, Türkiye, İran gibi ülkelerin- G. A.) sadece rol çalmalarına değil, kedi-benzeri bir statü edinmelerine yol açmaktadır.” (“When the cat’s away…” =“Kedi ortalıkta yokken…”)

3) AKP hükümetine “cesur” davranma olanağını verenin, değişen koşullar ve güç dengeleri olduğunu göstermek için geçmişe kısa bir yolculuk yapabilir ve R. Tayyip Erdğan’ın bazı açıklamalarına kulak verebiliriz. Örneğin, ABD’nin Irak’a saldırısından önce, o sıralar sadece AKP Genel Başkanı sıfatını taşıyan R. Tayyip Erdoğan 4 Şubat 2003’te AKP grubunda bir konuşma yapmıştı. O bu konuşmada Bağdat’ın, barış için gereken adımları atmadığını ve “Bir liderin basiretsizliğinin bedelini, masum bir halkın ödeyeceği yeni bir olayla karşı karşıya” bulunulduğunu söyledikten sonra daha patlak vermemiş olan savaşın ganimetinden pay kapma çağrısı yapıyordu:

“Devletlerin hayatında da verilecek zor kararlar ve alınacak riskler vardır... Artık vahim gelişmelerin çok yaklaştığı bir noktaya doğru gidilmektedir. Bütün olup bitenlerden sonra Türkiye yapabileceklerinin azamisini yapmış olmanın verdiği güvenle ülkesinin geleceğini düşünmelidir... Irak’taki yeni yapılanmada Türkiye’nin bu sürecin karar mekanizması içinde etkili şekilde yer alması gerekir... Hareketin başında eğer denklemin dışında kalırsak sonunda gelişmeleri yönlendirecek konumda olmak mümkün olmayabilir. Türkiye’nin güvenliği tehlikeye girebilir.” (Milliyet, 5 Şubat 2003) 
14 Mart 2006’da yayımlanan bir haberde ise Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesine ve İran’a yönelik saldırı planlarına Türkiye’nin desteğini şu sözlerle itiraf ettiği belirtiliyordu:

“Gül, buna karşın Türkiye'nin olası bir müdahale durumunda hazırlıklı olması gerektiğinin altını çizerek, şunları söyledi: ‘Irak'taki sorunla ilgili dünyada farklı eğilimler mevcuttu. Ancak İran ile ilgili bölünmüşlük yok, genel bir duruş var. Biz İran'ın nükleer programıyla ilgili olarak Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ABD ile birlikte hareket edeceğiz. Girişimlerimiz de sürecek. Ancak olumsuz bir tablo çıkarsa Türkiye, İran kapısını kapatmak zorunda kalacak...’ 
“BOP'u desteklediklerini ve projenin Türkiye'nin dış politika hedef ve ilkelerine uyduğunu savunan Bakan Gül, İslam ülkelerinde demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin geliştirilmesini ve tüm İslam dünyasına yayılmasını amaçladıklarını kaydetti.”

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.