Akademik Marksizm
Akademik solculuk eski mütevazı konumundan uzaklaştıkça, onun altını oyarak şöhretin yanı sıra yüksek fiyatlı kitap satışlarından, şifreli internet sitelerinden ve para karşılığı düzenlenen konferanslardan, köşe yazarlığından yüksek getiri sağlayan uluslararası bir sektör haline geldi.
Dünya çapında akademi kökenli yazarlar tarafından devrimcilerin yararlanabilecekleri sayısız eser yayımlandı ve yayımlanmaya devam ediyor. Her biri kendi alanında uzman bu akademisyenler doğru seçim yaptığımız takdirde bilgilerimizi derinleştirmek, yeni olguları anlayabilmek ve bilmediklerimizi öğrenmek bakımından göz ardı edemeyeceğimiz devasa bir kaynaktır.
Elbette bu, Marksist-Leninist klasikleri bir yana bırakarak devrimci teoriyi ikinci el kaynaklardan öğrenmenin mümkün olduğu manasına gelmiyor. Tam tersine, bunlardan yararlanmanın ön koşulu, klasikleri tekrar tekrar okuyarak yanlışla doğruyu ayırt edebilecek seviyeyi yakalamaktır. Komünist düşüncenin eski hegemonik gücünü kaybettiği böylesi bir dönemde omurgamızı sağlam tutmamız için, buna her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Dünya komünist hareketindeki tarihsel gerilemeden sonra Marksologların meydanı boş buldukları görmezden gelinmeyecek kadar önemlidir. İçine düştüğü krize ve determinist yorumuna son vermek adına, Marksizm-Lenizmin parametreleriyle oynayan, kimi uzuvlarını kesip biçerek, yerlerine dışarıdan organ nakli yapmaya kalkışan sözde düşünürlere her birkaç yılda bir yenileri ekleniyor. Korsch, Reich, Adorno, Marcuse, Fromm, Althusser gibi üniversite kaynaklı Marksistler eskiden de varlardı, ama radikal devrimciliğe tahammül göstermeyen neoliberal devlet ricali, üniversitelerin kapısını liberal sola mensup reformist, postmodernist, post-Marksist Wallerstein, Lacan, Laclau, Hardt, Negri, Zizek türü akademikerlere kapılarını sonuna dek açalı beri hem seviye düştü hem de ipin ucu iyice kaçırıldı. Marksizm’le bağlarını koparan, sınıf mücadelesi içinde yer almayan bu yazarlar, Marksizm’in kuyusunu içeriden kazmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Devrimci mücadeleyle bir alakası olmamakla kalmayan bu tür yazarlar sadece üniversitelerden yüksek maaşlar almakla yetinmiyorlar, aynı zamanda art arda baskı yapan, birçok dile çevrilen kitaplarını ve makalelerini yayımlayan kitabevlerinden ve dergilerden büyük meblağlarda kazançlar elde ediyorlar. Akademik solculuk eski mütevazı konumundan uzaklaştıkça, onun altını oyarak şöhretin yanı sıra yüksek fiyatlı kitap satışlarından, şifreli internet sitelerinden ve para karşılığı düzenlenen konferanslardan, köşe yazarlığından yüksek getiri sağlayan uluslararası bir sektör haline geldi. Öğrencilerin ve sol aktivistlerin kafasını çelerek ılımlı, düzen içi kanallara çekilmelerini sağladıkları için, burjuvazi tarafından çeşitli yol ve araçlarla ödüllendiriliyorlar.
Bununla birlikte akademya tek kutuplu değildir, zıddını da içinde taşıyor. Retrospektif bir bakış atacak olursak bunun hiç de yeni olmadığını, Marksizm’in doğuşuna kadar uzandığını görürüz. Kurucu babası Karl Marx da başlangıçta felsefe dalında doktora yapmıştı. Ancak üniversitede kariyer yapmayı değil, devrimci mücadeleyi seçti ve çok genç denecek yaşta siyaset, felsefe, ekonomi, tarih üzerine makale ve kitaplar yazmaya başladı. Bir yandan da Bauer, Stirner, Prudhon, Dühring, Blanc gibi filozoflar ve öğretim üyeleriyle aktif mücadele yürüttü. Aynı şekilde Lenin de hukuk eğitimi görmüş, zamanını kütüphanelerde okuyup yazmakla geçiren biriydi. Ama Marx’ın yolundan giderek meslek olarak devrimci mücadeleyi ve parti adamlığını seçti. Eğer sınıf kavgası yolunu değil de üniversitede kalmaya devam etselerdi ne Marksizm’in ne de Leninizm’in temellerini atabilirlerdi.
Bunun nedeni açık. Kapitalist bir kurum olan üniversitelerin (ve okulların) işlevi, sömürü ve baskı düzenini yıkmak değil, her şeyden önce bu sınıflara hizmet etmek, kapitalist sistemi yeni ihtiyaçlara da cevap verecek şekilde düşünsel alanda yeniden üretmektir. Kapitalist sömürü yalnız fabrikada ekonomik zorunluluklar ve devlet zoru yardımıyla gerçekleşmez, düzenin işleyişinde ve meşrulaştırılmasında eğitim kurumları da rol alırlar. Okul devletin baskı aygıtlarını, ideolojik alanda tamamlayan bir işleve sahiptir. Eğitim kurumlarında ana akım, her zaman Marksizm dahil devrimci ve ilerici düşüncelere karşı mücadele edenlerdir. Bu yüzden, devrimci mücadeleden feragat ederek üniversite bünyesinde kalınarak “kızıl profesör” olunamaz. Örnek Engels’in foyasını ortaya çıkardığı Berlin Üniversitesi doçenti Eugen Dühring’tir. Akademik Marksizm, devlet tarafından denetlenen, sübvanse edilen, sansür ve otosansüre tabi tutulan kapitalist ülkelerde değil, ancak gerçek sosyalist bir ülkede ayakları üzerine oturabilir ve halk yararına ideoloji ve teknik üretimine katkıda bulunabilir.
Elbette bu, sakıncalarına bakıp, akademi kaynaklı Marksist yazarları büsbütün bir yana bırakmak gerektiği anlamına gelmiyor; içlerinde tarih, siyaset, ekonomi, kültür ve sanat alanlarındaki kitaplarıyla hepimizin ufkunu açan ve yeni olgulara ışık tutan yazarlar olduğunu görmezsek kendimizi dar bir alana hapsetmiş oluruz. Marx (ve Engels), diyalektik materyalizmi kurarken en çok yararlandığı Hegel ve Feuerbach üniversite kökenli filozoflardı. Kaldı ki, akademik Marksistler homojen olmayıp, sayıca oldukça azınlıkta da olsalar, kendi zıtlarıyla birlikte vardırlar. Üniversite ortamında oldukları halde saptırıcı akımlara karşı duran, onlara karşı Marksist mevzileri savunan yazarları görmemezlik edemeyiz. Lefebvre, Dobb, Hill, kısmen Hosbawm, Woods, Ollman, Holz ilk sıralarda anılmaları gereken düşünürlerdir. Marksizm’i sahiplenen bu yazarlar akademik kökenli sapkınların önüne set çekmekle kalmadılar, onlarla ideolojik mücadeleye girişip her birini deşifre eden kitaplar yazdılar. Tabii ki bu onların kusursuz oldukları, şu veya bu konuda Marksizm’in ruhuna ters şeyler savunmadıkları anlamına gelmez. Katılmadığımız yanlarını görmek ve buna karşı tedbirli davranmak da bize kalıyor.
Doğuşundan itibaren Marksizm, hiçbir zaman kendini fildişi bir kuleye hapsedip kendi yağıyla kavrulan, kendi kendini tekrarlayan bir doktrin olmadı. Revize edenlerle değil dogma haline getirenlerle de mücadele etti. Marksizm’in temel aldığı üç bileşenin Alman felsefesi, Fransız sosyalizmi ve İngiliz ekonomi politiği olduğunun hatırda tutulması gerekir. Marx ve Engels olsun, Lenin olsun teorilerini geliştirirken kendi dışlarındaki bilimsel araştırmalara gözlerini kapamadılar, bir yandan karşılaştıkları sorunları ve yeni olguları araştırırlarken, bir yandan da bilimin kendi dışındaki araştırmalarından yararlandılar. Bütün mesele bilimsel olanla olmayanı ayırt etme yeteneklerinde; kendi dışlarından aldıkları sınıf mücadelesi, ideoloji, meta, değer, sermaye, diyalektik, materyalizm, emperyalizm, sömürgecilik, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı gibi kavramları burjuva içeriklerinden ve fazlalıklarından arındırıp ayakları üzerine dikerek her birini kendi öğretileriyle uyumlu hala getirmeyi bilmelerindeydi.
Bundan çıkarılacak ders, akademik Marksistlere ait yapıtları eleştirel bir gözle okumak, neyin doğru neyin yanlış olduğunun farkında olmaktır.
Akademik Marksizm ve tarihsel burjuva devrimleri
Soğuk savaş sonrası dönem liberal sol ve ulusal sol eğilimleri doğurmuş, sivil toplumculuğu güçlendirmiş, Marksizm’in bunalımına son vermek adına “Ortodoks Marksizm”le savaşan, tarihsel materyalizmi postmodernizmin prizmasından post-Marksist düşünceyle uyumlu hale getirenlerin sayısını arttırmıştır.
Türkiye’de akademik Marksistler gerek sistemin baskıları, gerek bilimsel düşüncenin önüne çıkarılan çeşitli engeller, gerekse aydınları teorik bakımdan etkileyen baskın ve sürükleyici olgunlaşmış bir komünist hareket olmaması dolayısıyla, Batı solu düzeyini yakalamaktan oldukça uzaktırlar. Çoğunun onlardan birinin ya da birkaçının izlemcisi durumunda olmalarının bir sebebi de budur. Bugüne dek birçok şeyi faşist/gerici iktidarların baskısı altındaki hapis ve toplu işten atılmalar dahil başına gelmedik kalmayan solcu hocaların kitap, makale ve çevirilerinden öğrenmemize rağmen, referansları ve geçimleri itibariyle sistemin bir parçası olan üniversiteye bağlılıklarını, sosyalizm kavrayışlarının Kemalizm ve pozitivizmle maluliyetini ve pratiksiz teori yapmaktan ileri gelen sakıncalarını dikkate almak durumundayız.
1960’lardan beri sosyalist akademisyenlerin Türkiye devrimcileri üzerindeki olumlu/olumsuz etkilerini ortaya koymak en az bir ciltlik araştırmayı gerektirir. Osmanlı’nın toplumsal yapısının feodal olmadığı, ATÜT’çülük, Türk burjuvazisinin yukarıdan aşağıya devlet tarafından yaratıldığı, Türk burjuva devrimlerinin burjuvazi dışında gerçekleştiği, 1908-1923 burjuva devrimlerinin 1789 taklidi bir darbeden ya da “tepeden inme toplum mühendisliği”nden başka bir şey olmadığı, Kemalizm’in jakoben-radikal küçük burjuva devrimcisi olduğu, ana sınıfların 1920’lerden sonra belirmeye başladığı, 1950 seçimlerinin Kemalist devrime son veren bir karşıdevrim olduğu gibi anti-Marksist tarih tezleri, sosyalist sol grupların kendileri de üniversiteden gelme teorisyenlerine hocalarından sirayet etmiştir.
1971’i takiben akademik Marksizm de Türkiye soluna paralel olarak iç ve dış yenilgilerin etkisiyle sağa kaymıştır. 1971 ve 1980 yenilgilerinin üstüne binen Sovyetler Birliği’nin çöküşü, zaten cumhuriyet tarihi boyunca üniversitelerimize musallat olmuş “sınıftan kaçış” ve “tarihten kaçış” eğilimlerine rağbeti arttırmıştır. Sadece üniversite camiasında değil solun genelinde de,1980 öncesinde yok satan Marksist-Leninist klasik satışları dip yaparken, Foucault, Jameson, Bourdieu, Mouffe-Laclau, Hardt-Negri, Deleuze, Guattari gibi Batı kökenli akademisyenleri okumanın moda olması tesadüf değildir. Soğuk savaş sonrası dönem liberal sol ve ulusal sol eğilimleri doğurmuş, sivil toplumculuğu güçlendirmiş, Marksizm’in bunalımına son vermek adına “Ortodoks Marksizm”le savaşan, tarihsel materyalizmi postmodernizmin prizmasından post-Marksist düşünceyle uyumlu hale getirenlerin sayısını arttırmıştır.
Bütün bunları kısa bir yazıda ele alamayız ama işin nerelere geldiğini güncel bir örnekle gösterebiliriz. Yeri gelmişken bu yazıyı yazmama iki hafta önce elime geçen 100 Yıl Sonra Türkiye Cumhuriyeti [1] adlı kitaptaki, Y. Doğan Çetinkaya’ya ait 1923 Öncesinde Türkiye’de Kapitalizm, Sermaye ve Burjuvazi başlıklı makalenin vesile olduğunu belirteyim.
Sıradan bir tarih doçenti ayrım yapmadan ve ad belirtmeden Türkiye solunun istisnasız bütün fraksiyonlarına üstenci bir dille sataşıyor; bununla kalsa iyi, burjuva devrimleri ve tarihsel materyalizm üzerinden Marx, Engels, Lenin ve Stalin’i silip atıyor. Buna rağmen çeşitli platformlarda kabul görebiliyor. Adı geçen makalede şöyle diyor:
Bundan dolayı Türkiye solunun farklı fraksiyonları için sınıfsal analize dayanan tarih okumaları ‘asıl’ olarak ‘Batı’ toplumları için mümkündür. Türkiye tarih yazımında ‘Doğu-Batı’ arasında özcü ayrım ve dolayısıyla ‘oryantalist/şarkiyatçı’ ve ‘oksidentalist/garbiyatçı’ bakış açılar anakım ve hâkim konumdadırlar. Bu perspektifte feodalizme, kapitalizme, moderniteye vs. dair gelişmeler ‘Batı’ olarak adlandırılan gelişmiş ülkelere özgüdür. Bu ‘ideal tip’lerin dışında kalanlar ya o merhaleye ulaşamamış, gelişmemiş toplumlardır ya da ‘eksik’, ‘çarpık’, ‘yarı’, ‘ol(a)mamış’ örneklerdir. Bu nedenledir ki Türkiye’de düzen ve sistem tahlili yapmaya çalışan söylemlerde ‘yarı-feodal’, ‘kumarhane kapitalizmi’ gibi içerikleri teorik olarak boş, tuhaf kavramlaştırmalar yaygın olarak dile gelir.[2]
Sosyalistlerin Türkiye kapitalizmi için “kumarhane kapitalizmi” dediklerine hiç rastlamadım. “Ahbap çavuş kapitalizmi” ve bunun gibi kavramları komünist sol dışı gazeteci ve öğretim üyeleri kullanıyor. Diğer sözleri liberal, ulusalcı, erken dönem solun bazı grupları için kısmen doğrudur ama bunu genele mal etmek haksızlık.
Peki ya “yarı feodal”e ne diyeceğiz, bunun “teorik olarak boş, tuhaf, kavramlaştırma” olduğu söylenebilir mi?
Yarı feodal kavramı dünyanın neresinde, hangi yüzyıl için kullanılıyor olursa olsun kapitalizmden feodalizme geçiş sürecini, tarımsal yapıda feodal kalıntıları imleyen bir dönüşümü yansıtır. Köleci, feodal, kapitalist sistemler birbirlerinden bağımsız kompartımanlar halinde gökten zembille inmediler; her biri egemen üretim tarzı haline gelmeden evvel aşağıdan yukarıya iç içe geçmiş halkalar gibi süreklilikler ve kopuşlar içeren dönemeçlerden geçti. Kimse toplumun kendini olgun haliyle kapitalist üretim ilişkilerinin içinde bulduğunu söyleyemez, feodal üretim ilişkilerinin içinden doğup geliştiğini herkes bilir. Geçiş dönemi süresince bu ikisi bazen yan yana, bazen de iç içe oldular. Dolayısıyla feodalizmden kapitalizme geçiş süreci anahtar kavram olarak yarı feodal kullanılmadan analiz edilemez. Lenin kitap ve makalelerinde Çarlık Rusya’sının geri kalmış tarımsal yapısını incelerken, bazen Rusya genelini, bazen de serflik kalıntılarını tanımlamak için yarı feodal ilişkiler, yarı serf kavramlarını kullanmıştır. Lenin’in Narodniklerle tartışmaları ve Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi adlı eseri, bu kavramın “teorik olarak boş” ve “tuhaf” olmadığını, yarı feodal, yarı serf gibi kavramlar olmadan tarımda feodal yapılarla iç içe geçmiş kapitalist gelişmenin analiz edilemeyeceğini gösterir.
Dünyanın ezici çoğunluğunu oluşturan 20. yüzyılın ilk yarısındaki sömürge ve yarı sömürge ülkelerin çok katmanlı sosyoekonomik yapıları bu kavrama başvurmadan açıklanamazdı. Bunun önemi akademik tarihçileri cezbettiği gibi teorik yönünden değil, devrim programının ve stratejisinin ne olacağının buradan çıkarılmasından ileri geliyordu.
“Yarı feodal, yarı sömürge” tanımlamaları Türkiye komünist ve sosyalist hareketi içindeki sosyoekonomik yapı tartışmalarında 1980’e dek çokça kullanıldı. Bunu yerli yerinde kullananlar da vardır, aşırıya vardırarak veya şablonlaştırarak kullananlar da. Şimdilerde feodal kalıntılar önemini yitireli on yıllar olduğundan, istisnalar dışında Türkiye’nin tarımsal yapısının analizlerinde pek kullanılmıyor artık. Ancak bu onun dünya ve Türkiye tarih yazımında içeriği “teorik olarak boş”, “tuhaf kavramlaştırma” olduğu anlamına gelmiyor. Zamanında geç Osmanlı dönemi ya da Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları, daha çok da Kürdistan’da aşiretsel/feodal ilişkilerden kapitalizme geçiş süreci nasıl analiz edilecekti? Kapitalist üretim ilişkileri hâkim hale gelmeden önce veya gelse bile pre-kapitalist kalıntılar sürmekteyken, yarı feodal toprak beyliği ekonomisi, yarı serf gibi kavramlara ihtiyaç olduğu açıktır.
Çetinkaya arkasını getirmeseydi bu dediklerini önemsemeyebilirdik:
Sınıfların ve sınıf mücadelesinin olmadığına ikinci el sağ/muhafazakâr literatür üzerinden inanan sol teorisyenler ‘yukarıdan devrim,’ ‘tepeden devrim’ gibi kendi içinde çelişkili kavramlar ile teorik bir çıkış ararlar ve yine siyasal/ulusal önderlere bağlamdan kopuk öznellikler ve kudret atfederler. Yukarıdan siyasal süreçlerle bir üretim tarzından başka bir üretim tarzına geçildiği vehmine kapılırlar. Yukarıdan, kitlesel siyasal dönüşümler ancak ‘darbe’ olabilir ve ‘devrim’ gibi Kavramlarla ilişkilendirilemezler. Çünkü siyasal devrimler ancak ezilenlerin mücadelesine dayanan aşağıdan toplumsal hareketlerdir. [3]
Yazar “tepeden devrim”in liberal kullanımı ile Marksist yorumunu karıştırıyor olmalı. Türkiye soluna çatıyor gibi görünse de, esasta hak etsin etmesin devrimcilerin referans aldıkları Marksist-Leninist tarihsel materyalizm kuramını hedef aldığı besbelli. Aşağıdaki tespit Lenin’e ait:
1864’ten 1870’e kadar, Almanya’da burjuva demokratik devrimin tamamlanma dönemi biterken, Prusyalı ve Avusturyalı sömürücü sınıflarının şu ya da bu yolda, bu devrimi yukardan tamamlama savaşımı verdiği dönemde, Marx, yalnızca Bismarck ile cilveleşen Lassalle’ı azarlamakla kalmamış, ‘Avusturyacılık’a ve tikelciliğin savunuculuğuna sapan Liebknecht’i de doğru yola getirmiştir… [4]
Konuyu dağıtmamak için, burada Lenin’in, tarımda feodalizmden kapitalizme geçişi, biri feodal soylu sınıfının yavaş yavaş kapitalist toprak sahipleri haline geldiği Çarlık Rusya’sının da dahil olduğu Prusya Yolu (gerici yol) ve küçük köylülerin ticari çiftçilere evrimleştiği Amerikan yolu (devrimci yol) olarak iki ana gruba ayırdığı konusuna girmeyip, Marksist geleneğin burjuva devrimlerine nasıl baktıklarını özetlemekle yetineceğiz.
Öteki üretim tarzlarındaki gibi feodalizmden kapitalizme geçişin tek yolu olmadığından tek tip bir burjuva devrimi de yoktur. Bunlar en genel hatlarıyla burjuvazinin hegemonyası altında halk kitlelerinin katılımı ve desteğiyle gerçekleşmiş 1648 İngiliz, 1776 Amerikan ve 1789 Fransız burjuva devrimleri; 1861 Amerikan iç savaşı, 1868 Japon devrimi ve Bismarck’ın 1866’da başlattığı Alman Devrimi ve kralı arkasına alan Kont Cavour’un yukardan, onun tersine silahlı gönüllülerden oluşan silahlı birliklerle savaşan Garibaldi’nin aşağıdan girişimleriyle ulusal birliği sağlayan ve feodalizmi uzun sürede tasfiye eden İtalyan devrimi olarak üç ana kategoride toplanabilir. İlki halk yığınlarının katılımıyla, ikincisi proletarya ve alt tabakalar mümkün olduğunca dışta tutularak, üçüncüsü ise aynı zamanda Garibaldi etrafında halkın da rol oynadığı burjuva devrimleridir.
İlk grup proletaryanın tarih sahnesine bağımsız bir güç olarak çıkmadığı dönemler olan 1848 öncesinde, ikinci ve üçüncüler ise işçi sınıfının tekelleşme yönünde evrilerek gericileşen burjuvazi karşısında kendi dünya görüşüne ve bağımsız sınıf partisine sahip bir sınıf olarak ortaya çıkışını cisimleştiren 1848 Avrupa devrimleri sonrasında gündeme gelmişlerdir. Prusya ve Japonya’da geçiş süreci birinci gruplardakinden oldukça farklıdır. Kapitalizm bu ülkelerde burjuvazinin halkı arkasına alarak feodal aristokrasiyle çatışması ve alaşağı etmesiyle (ki İngiliz devrimi görece farklı olmakla birlikte ikisinde de aristokrasinin başı Kralın kellesi uçurulmuştur), burjuva liberalizminin eşlik etmediği, imparatorları arkasına alarak gerici yoldan gerçekleşen diğerlerindeyse Junker Bismarck ve bizzat Meji hanedanı tarafından feodal soyluların burjuvaziyle ittifakıyla başarıya ulaşmıştır. İlk devrimler az ya da çok radikallikleri gereği kısa sayılabilecek bir süreçte, ötekiler ise erişir menzili maksuduna aheste giden sözüyle ifade edilebilecek bir yavaşlıkta gelişmiş, nihayetinde uzun bir sürede de olsa feodalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin hakimiyetiyle sonuçlanmıştır.
Aşağıdan ve yukarıdan devrim ayrımı buradan gelmektedir. Yukarıdan devrimin asıl sebebi üst sınıflardaki proletarya ve köylülük ittifakıyla gelişebilecek sosyal devrim korkusudur. Bu tarz dönüşümlerde halkın aktif katılımı olmaması, sürecin ondan bağımsız işlediği anlamına gelmiyor. Alman yukardan devrimi, alt sınıflara dayandığı şüphe götürmez başarısız 1848 devrimini Bismarck yukarıdan aşağı tamamladı. Öncesinde 1848, sonrasındaysa kralı kaçırtıp monarşiyi deviren burjuva demokratik 1918 Kasım devrimi ve bir yıl sonraki başarısız sosyalist devrim girişimi olması dikkate alındığında, kitle baskısı ve korkusu olduğu da söylenemez.
Marx ve Engels’ten Lenin ve Stalin’e kadar dünya komünist hareketinin burjuva devrimlerine bakışı kabaca budur. Bu tespitler Marksizmin kurucularının söyledikleriyle kalmamış, onlardan günümüze gelinceye kadar, komünist partilerin ve akademisyen Marksistlerin sayısız araştırma ve tartışmalarıyla fazlalıklarından ve eksiklerinden kurtarılarak olgunlaştırılmıştır.
(Sürecek)
Dipnotlar:
[1] Hazırlayan Gökhan Atılgan, Yordam Kitap, 2024.
[2] A.g.e., s. 296.
[3] A.g.e., s. 297.
[4] V. I. Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları, s. 45-46)
Kaynak
Hiç yorum yok