Header Ads

Header ADS

Ekonominin Orasından Burasından Çekiştirmek!

Okçuoğlu

Ekonominin hali belki yeteri kadar “perişan” olabilir. Ancak ondaki “perişanlık” en çok sosyal demokrat köşeden gelme “üstün”, bir o kadar da “ünlü” ekonomistleri ve genel anlamda “sol” köşeden gelme yazarları “perişan” etmektedir. Bu ekonomiyi sığdırabileceğimiz bir kalıbı bir türlü bulamadık. Battı dedik batmadı. Ha battı ha batacak dedik o da olmadı. Diktatör ve bakan seviyesinden başlayarak bütün elamanları ‘‘ekonomi krizde değil’’ dediler. “Vay nasıl olur” diyerek ekonominin krizde olduğunu kanıtlama derdine düştük. Neyi kanıtladık? Hiçbir şeyi kanıtlamadık. Ne bankalar ne de şirketler iflas etti. Bu işe bir türlü akıl erdiremedik. İflaslar olmasa da, işçiler kapanan işyerlerinden dolayı küme küme sokağa atılmasalar da kriz demekten kendimizi alamadık. Belki de sandık veya sanıyoruz ki, kapitalizmin en doğru, en “iyi” teşhiri krizden bahsetmektir. 

Bunu yapabilmek için özel kavramlar üretenler de olmadı değil. Ekonomik işlerlikte kriz emaresi bulamayınca kapitalizm “teknik olarak” krizde değil, ama kriz var demekten kendini alamayanlar çıktı ortaya. Mutlaka kriz denmeliydi. Çünkü genel kanı, belki de halkımız, geçinemediğimize göre, fiyatlar arttığına göre, enflasyon olduğuna göre, TL değersizleştiğine göre bu mutlaka krizdir diye düşünmüş olabilirdi. Belki de öyle olmuştur.

Genel bir kriz kavramı ile ekonomik durumu açıklamaya ve hitap edilen sınıf ve sosyal tabakaları mücadeleye çağırdık. Yoksa öyle yapmadık mı ve hala öyle yapılmıyor mu?

Bu görüşte hala ısrar edenler var. Ancak, belki de ekonomi krizde değildir, mali sektörde bir döviz krizi, enflasyon krizi olabilir diye düşünenler de ortaya çıktı.

Bu da ikna edici olmamış olabilir ki, bu sefer ‘sermaye için/burjuvazi için kriz yok, ama halkımız için kriz var’ analizini yapanlar da görülmedi değil bu ülkede.

Daha ne türden kriz analizleriyle karşılaşabiliriz, orası şimdilik meçhul. Ancak, şunu da söylemek gerekir ki, bu türden analistlerin işi giderek zorlaşıyor. Çünkü uluslararası birtakım kuruluşlar Türk ekonomisinin 2022 yılı için büyüme tahminlerini yukarıya doğru düzelttiler ve 2023 yılında da daha düşük seviyede de olsa büyümeye devam edeceği tahmininde bulundular. O kaynaklardan beslenerek Türkiye’de ekonomi analizi yapan bu analistlerin işi elbette biraz zorlaşmış olacak.

Ancak, işin bir de, biraz değil bayağı “tuhaf” olan tarafı var. “Zır” burjuva analistleri bir kenara koyarsak, bu ülkede en azından birazcık Marksizm’e, Marksizm-Leninizm’e bulaşmış, Marksist-Leninist politik ekonomiden, Marks’ın Kapital’inden bihaber olmayan analistler de var. Peki, bunlar ne yapıyorlar? Örneğin, Salgından bu yana, yani 2020’nin başından bu yana Türk ekonomisinin seyrini gerçekten de Marks’ın yöntemine göre analiz ederek işçi sınıfı ve emekçi yığınları bilinçlendirmek için ne yaptılar? Hiçbir şey yapmadılar diyemem, ama tamamen yanlış yaptılar.

Peki Marks’ın yöntemi nedir ve neden yanlış yaptılar?

Burada; Türk ekonomisinde söz konusu olan, ekonomik kriz ve yoksullaşma sorununun birbirine karıştırılmasıdır. Sonuç itibariyle ajitasyon ve propaganda içeriklerinin birbirine karıştırılmasını beraberinde getiren bir teorik aymazlıkla karşı karşıyayız. Yoksullaşmayı ekonomik kriz içerikli bir ajitasyon ve propaganda ile açıklamaya kalkışırsan, Marks’ın Kapital’ini, Marksist-Leninist politik ekonomiyi katledersin. Üstelik bir de işçi sınıfı ve emekçi yığınları yanlış yönlendirirsin...

Marks şunu öğretiyor: Ekonomik krizin (fazla üretim krizi) patlak verme yasası ile yoksullaşma yasası aynı değildir; bu yasaların nedenleri birbirinden farklıdır. Dolayısıyla birbirine karıştırılmamaldır. Ancak, bu iki yasa birbirine karıştırılmakta ve ortaya teori, açıklama, analiz adına “hilkat garibesi” bir görünüm çıkmaktadır.

Bir fazla üretim krizinden (ekonomik kriz) bahsedebilmek için maddi değerlerin üretimi (sanayi üretimi) arka arkaya birkaç ay veya çeyrek gerilemelidir; büyüme daralmalıdır. Böyle bir durum var mı? Yok.

Bir fazla üretim krizinden bahsedebilmek için işletmelerin, fabrikaların, bankaların, başkaca mali kurumların iflas etmeleri, kapanmaları, işçilerin, çalışanların sokağa atılmaları gerekir; ihracatın, özellikle de sanayi üretiminden kaynaklanan ihracatın daralması gerekir. Böyle bir durum var mı? Yok.

Tam tersine; başta bankalar olmak üzere sermaye, karına kar katıyor; özellikle bankalar kar rekoru kırıyor. Diktatör ve medyası sürekli ihracat rekoru kırıldığından bahsediyor (Ama aynı zamanda ithalatta da rekorların kırıldığından bahsetmiyor). İhracat gerçekten de son dönemde olağanüstü denebilecek oranda artarak yıllık 250 milyar dolara dayandı. Diktatör şimdilerde 300 milyar dolardan bahsediyor. İhracatın böyle arttığı bir dönemde ekonominin krizde olmasını söylemek en hafif deyimle “abesle iştigal etmek”ten başka bir şey olamaz.

Dönemsel patlak veren ekonomik krizin nedeni sermaye hareketinde aranmalıdır. Peki, bolca ekonomik krizden bahsedenler bunu yapıyorlar mı? Yapmıyorlar.

Geriye kalan yoksullaşma. Ne yapılıyor? Yoksullaşma ekonomik krizle eş anlamda kullanılıyor; iki farklı ekonomik kavrama (kriz ve yoksullaşma) aynı anlam yükleniyor ve ortaya bir “hilkat garibesi” çıkıyor. Nedir bu? Kimine göre kapitalizm “teknik olarak” krizde değil, ama kriz var. Kimine göre ise bu, burjuvazi için kriz değil, ama halkımız için kriz! Yani, Prof. Dr. Korkut Boratav’ın deyimiyle Türk ekonomisinde hakim olan “bu kriz sermaye kesimleri için değil, yalnızca ücretliler için geçerli”dir. Boratav ayrıca, “Türkiye’nin 6 yıldır planlı bir kriz içerisinde olduğunu” ve yukarıya da aktardığımız gibi “bu krizin sermaye kesimleri için değil, yalnızca ücretliler için geçerli olduğunu” söyleyebiliyor. (1)

Burada dikkatimizi çeken, “planlı bir kriz”den bahsedilmesidir. Ekonomik kriz, yani fazla üretim krizi kendine özgü nesnel yasası doğrultusunda hareket eder; patlak vermesi, seyri ve sonlanması insanların iradesi dışındadır. En fazlasıyla etkileyebilirsin, patlak vermesini belki geciktirebilirsin, ama asla önleyemezsin ve planlayamazsın. Daha doğrusu kapitalizmde nesnel ekonomik yasaların gelişimi planlanamaz. Aksi taktirde ekonomide anarşiyi ortadan kaldırabilirsin, krizlerin patlak vermesini engellersin ve ortaya üretimde anarşisiz, krizsiz bir kapitalizm çıkartabilirsin. Burjuva ekonomistlerin sosyal demokrat kesimi krizsiz kapitalizm için çok uğraştılar ama olmadı, Boratav olur diyor.

Aslında Prof. Dr. Boratav bu sözleriyle başka bir şey kast ediyor. Hoca, yoksulluktan bahsediyor, ama yoksulluğu kriz olarak açıklıyor.

Kapitalizmde ekonomik krizi ne planlayabilirsin ne de yönetebilirsin. Yoksulluğu ise kapitalizmde planlamana gerek yok. Kapitalizm koşullarında yoksulluk hep var oldu ve var olacaktır. Aynen krizin olmadığı bir kapitalizm olamayacağı gibi, yoksulluğun olmadığı bir kapitalizm de olamaz.

Ancak, kapitalizmde yoksulluğu yönetebilirsin. Bugün Türkiye’de olan da diktatör tarafından yönetilen yoksulluktur.

Yoksulluğun diğer adı sermaye birikimidir; bir taraf ne kadar yoksullaşırsa diğer taraf da o kadar zenginleşir. Bu nedenle kapitalizmde proletaryanın mutlak yoksullaşmaktan kurtulma şansı yoktur, ama aynı zamanda burjuvazinin de zenginleşmekten başka şansı yoktur!


Kapitalizmde toplumsal-maddi zenginliğin temel üreticisi işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, bir taraftan toplumsal zenginliği üretirken diğer taraftan da mutlak yoksullaşmasının nedenlerini üretir.

"Toplumsal zenginlik, işleyen sermaye bu burjuva sermayenin büyüme ölçüsü ile hızı ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin genişleme gücü ile emrindeki işgücünün gelişmesi de aynı nedene bağlıdır. Bundan dolayı yedek sanayi ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin potansiyel enerjisi ile birlikte artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfus kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayetinde, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır." (2)


Kapitalizmde yoksulluğun yasası budur. Kapitalizmde sermaye-zenginlik birikimi esastır, aksi taktirde kapitalizm var olamaz. Sermaye-zenginlik birikimi (kapitalist birikim) kaçınılmaz olarak bir taraftan işsizler ordusunu büyütür ve diğer taraftan da proletaryanın yoksulluğu/sefaleti artar.

Hem gıda maddeleri hem de giyim, yakacak ve konutlar-bütün bunların fiyatı artmıştır, işçi, mutlak yoksullaşıyor. Yani o, tam da eskisine göre daha da fakirleşiyor. O, daha kötü yaşamaya, daha kıt kanaat beslenmeye, sürekli daha az yemek yemeye, bodrumlarda ve çatı aralarında ikamet etmeye zorlanmaktadır...

Kapitalist toplumda zenginlik inanılmaz bir hızla-aynı zamanda işçi kitlelerinin yoksullaşmasıyla artmaktadır." (3)

İşçinin aldığı ücret ne olursa olsun, kapitalizmde işçi sınıfının durumu mutlak olarak kötüleşir.

Kapitalizmde işçi sınıfının sermayeye bağımlılığı mutlaktır ve onun yoksullaşması da mutlaktır

"...Bütün artı değer üretim yöntemleri, aynı zamanda, birikim yöntemleridir ve birikimdeki her gelişme bu yöntemlerin gelişmesi için bir araç haline gelir. Bundan da şu sonuç çıkar ki, sermaye birikimi oranında, aldığı ücret, ister yüksek ister düşük olsun, işçinin yazgısı daha da beter olacaktır. Nihayetinde, görece artı-nüfusu veya da yedek sanayi ordusunu birikimin büyüklüğü ve hızı ile daima dengeli durumda tutan yasa, işçiyi, sermayeye, Vulcan'ın Prometheus'u kayalara mıhlamasından daha sağlam olarak perçinler. Bu yüzden, bir kutupta zenginliğin birikimi, diğer kutupta, yani kendi üretimini sermaye olarak üreten sınıf tarafından sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, bilgisizliğin, zalimliğin, ahlaki yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur." (4)

Kapitalizm Marks'ın dediği gibi işliyor/hareket ediyor: "Aldığı ücret yüksek veya düşük olsun, işçinin durumu sermaye birikimi oranına göre kötüleşecektir", yani işçinin aldığı ücret artsa da onun durumu kötüleşecektir.

Artık kapitalizmin kitlesel kronik işsizlikten kurtulmasının nesnel olanağı yoktur. O halde; kapitalist üretim, işçileri sürekli mutlak yoksulluğa mahkum ediyor.

Kapitalizmde birikim yasası (sermaye birikim yasası), proletaryanın yoksullaşma yasasıdır. Şu da bir gerçektir ki, proletaryanın mutlak yoksullaşması işçi sınıfının bütün katmanlarını aynı derecede etkilemeyebilir.

Proletaryanın Görece Yoksullaşması: 

Marks tarafından geliştirilen mutlak yoksullaşma teorisi, sermaye birikiminin kaçınılmaz bir sonucudur. Bu teoriye göre işçi sınıfının durumu sadece kötüleşmez, sürekli mutlak kötüleşmek zorundadır. Şayet bu anlaşılmıyorsa, bunun sorumlusu ne Marks'tır ve ne de teorinin kendisidir. Bu durumda demek oluyor ki, işçi sınıfının durumunun kapitalizm koşullarında neden sürekli mutlak kötüleşmek zorunda olduğunu; mutlak yoksullaşmanın, nedenlerini biz anlatamıyoruz.


Marks, proletaryanın görece yoksullaşma teorisini de geliştirmiştir. Görece yoksullaşma teorisinin kaynağı da sermaye birikimidir. Ve bu teori, en basitçe, mutlak yoksullaşma teorisinden hareketle anlatılabilir.

"Proletaryanın görece yoksullaşması, burjuva toplumda işçi sınıfının ulusal gelirin toplam miktarındaki payı sürekli azalırken, sömürücü sınıfların payının sürekli artmasından ibarettir." (5)

Başka türlü ifade edersek; görece yoksullaşma teorisine göre, kapitalistlerin durumuna oranla işçi sınıfının durumu giderek kötüleşir ve kapitalistler giderek daha çok zenginleşirken, işçiler giderek daha da fakirleşir. Kapitalist toplumda bir taraftan zenginlik giderek artarken, diğer taraftan işçilerin durumu giderek mutlak kötüleşir. Öyleyse sermaye, kapitalist açısından, işçilerin durumunun görece olarak kötüleşmesi doğaldır; sermaye birikiminin bir sonucudur. Sermaye birikiminin olmazsa olmaz koşulu sömürüdür; işçilerin sömürüsüdür. Ve kapitalist üretimde, kapitalizm koşullarında bir tarafta yoksulluk birikmeksizin, diğer tarafta zenginlik birikmezKapitalizmde bir tarafta zenginliğin birikebilmesi için, yoksulluğun ve sefaletin üretilebilmesi gerekir. Veya kapitalizmde bir tarafta üretilen yoksulluk, diğer taraftan biriktirilen zenginlik demektir. Marks'ın dediği gibi "öyleyse, bir kutupta zenginliğin birikimi aynı zamanda karşı kutupta yoksulluğun... birikimidir."

Buna göre:

Proletaryanın mutlak yoksullaşması, birikimin de, zenginliğin de giderek gerilediği veya değişmeden kaldığı bir toplumda gerçekleşmiyor; kapsamı, hacmi ne olursa olsun, birikimin kendisi zenginliğin artışının doğrudan ifadesidir. Öyleyse mutlak yoksullaşma, zenginliğin, birikimin giderek arttığı bir toplumda gerçekleşiyor. Bu, aynı zamanda bir kutupta mutlak zenginleşmenin, diğer kutupta mutlak yoksullaşmanın doğrudan ifadesidir.

Bunun, görece yoksullaşma teorisi açısından anlamı nedir?

Bir kutupta mutlak zenginleşmenin ve karşı kutupta da mutlak yoksullaşmanın mantıksal bir sonucu, aynı zamanda bir kutupta görece zenginlik, karşı kutupta da görece yoksulluk demektir. Yani kapitalist sınıf sadece mutlak olarak daha da zenginleşmiyor ve işçi sınıfı da sadece mutlak olarak daha da yoksullaşmıyor. Aynı zamanda kapitalist sınıf, işçi sınıfına nispeten görece olarak daha da zenginleşirken, işçi sınıfı da, kapitalist sınıfa oranla görece olarak daha da fakirleşiyor.


Demek oluyor ki, proletaryanın görece yoksullaşma teorisi sermaye birikiminden kaynaklanıyor.

Sorunun teorik kısmı böyle. Anlatmaya çalıştığımız gibi fazla üretim krizi kendine özgü nesnel yasasına göre hareket eder; bu kapitalizme içsel olan bir yasadır. Bu yasanın işlevsel olmadığı bir kapitalizm düşünülemez. Fazla üretim krizi bu yasa doğrultusunda periyodik-dönemsel, yani belli aralıklarla patlak verir.

Yoksulluğun da kendine özgü yasası vardır. Bu yasa, sermaye birikimi yasası bağlamında işlevsel olduğu için sürekli, kesintisiz her dönem etkilidir.


Ekonomi krizde olmasa da yoksulluğun sadece işçi sınıfını değil, geniş emekçi yığınlarını da derinden etkilediğini Covid-19 koşullarında gördük. Örneğin 2020 yılında ekonomi yüzde 2,2 oranında, 2021’de ise yüzde 10’un üzerinde büyümüştü, ama işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların hem yaşam standartları gerilemiş hem de ulusal gelirdeki payları azalmıştır. Bu durum, ekonomi krizde olmamasına rağmen mutlak ve görece yoksullaşmanın daha da şiddetlenmiş olduğunu gösterir.

Bu yasallıklardan dolayı yoksulluk varsa, kriz var küçük burjuva yoksulluk teorisiyle fazla üretim krizi açıklanamaz. Çünkü yoksulluğun ve ekonomik krizin nedeni bir ve aynı değildir.

DİKTATÖR YOKSULLAŞMAYI VE SERMAYE BİRİKİMİNİ YÖNETİYOR


Diktatör “Türkiye Ekonomi Modeli'ni bir cümlede anlattı: “Cari fazla yoluyla ülkeyi büyütüyoruz.”

Birleşmiş Millet Genel Kurulu'nda konuşmak için ABD'ye giden diktatör, New York'ta ABD'li iş insanlarına şunları söyledi: “Dünya ekonomisi ciddi daralmalarla yüzleşirken biz 2022 yılı ilk çeyreğinde yüzde 7,5 ve ikinci çeyreğinde yüzde 7,6 oranında büyüme kaydettik. Salgına rağmen beş çeyrektir devam eden dengeli büyümemizi bu dönemde de sürdürdük. İhracatımız bu ay itibarıyla yıllık bazda 250 milyar doların üzerine çıktı. Ülkemize, 2003-2021 döneminde 240 milyar dolardan fazla doğrudan uluslararası yatırım çekmeyi başardık. Sadece geçtiğimiz yıl ülkemize 14 milyar dolar değerinde yeni, doğrudan uluslararası yatırım geldi. Son 16 yılda Orta ve Doğu Avrupa'da en fazla uluslararası doğrudan yatırım alan ikinci ülkeyiz. Tüm bunlar Türk ekonomisinin gücü ve Türkiye'ye duyulan güvenin en somut işaretleridir. Bu başarıların elde edilmesinde Türkiye Ekonomi Modeli'nin çok büyük payı vardır.”

“Dünya ekonomisi 2020 senesinden bu yana ciddi zorluklarla yüzleşiyor. Önce salgın krizi, ardından Rusya-Ukrayna savaşı, enerji ve gıda başta olmak üzere her alandaki tedarik zincirlerinde büyük sıkıntılara yol açtı. Pek çok ülke son 40-50 yılın en yüksek enflasyon oranlarıyla baş etmeye çalışıyor. Türkiye ekonomisi büyümede, ihracatta ve istihdamda gösterdiği güçlü performansla tüm bu imtihanların üstesinden gelme konusunda başarılı bir görünüm sergiledi. Küresel ekonominin yeniden yapılandığı ve öngörülebilirliğin azaldığı bir dönemde sağladığımız destekleyici adımlar ve özel sektörün dinamizmi sayesinde ekonomimizin dayanıklılığını ve cazibesini korumayı başardık.” “Büyümemizde Türkiye ekonomi modeli'nin çok büyük payı var.” (6)

Diktatöre inanmak zorunda değiliz. Ancak burada, yanlış bir şey söylemiyor kendi sınıfının çıkarları açısından.

Diktatöre göre “yeni model”, ‘yatırım, istihdam, üretim, ihracat, cari fazla yoluyla ülkeyi büyütme üzerine kurulmuş bilinçli bir tercihtir’.

Yani diktatörün “Türkiye Ekonomi Modeli’’, bakan Nebati’nin aylar önce açıkladığı ‘Dar gelirliler hariç, üretici firmaların, ihracatçıların kâr ettikleri sistemdir’.

Bu sistem, mademki “bilinçli bir tercihtir” o zaman bir tarafın büyümesi, başka bir tarafın da küçülmesi gerekir.

Peki, bu sistemde büyüyen ne küçülen ne?

Türkiye’nin ekonomik cüssesine göre soygun gerçekten büyük. Ama yetmiyor, yetmez de.(7)

Hal böyleyken hepsi olmasa da bir kısım ekonomistler ve çevreler neyle uğraştı? Ekonominin ne zaman batacağını tartıştılar, tartışıyorlar.

Diktatörün amacı sermaye birikimidir

Sermaye birikimi ve yoksullaşma bir madalyonun iki yüzü gibidir. Yoksullaşma olmazsa sermaye birikimi olmaz. Sermaye birikiminin olmadığı yerde de kapitalizm olmaz, dolayısıyla kapitalizm yoksulluğundan bahsedilemez.

İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar nasıl yoksullaştırılıyoru burada anlatmaya gerek yok. Sadece sonuçları göstermek yeterlidir.

Yukarıda işçi sınıfının mutlak ve görece yoksullaşmasından, bu yoksullaşmanın kapitalizmde kaçınılmaz olduğundan bahsetmiştik.

Mutlak yoksullaşma:

Proletaryanın mutlak yoksullaşması, yaşam standardının doğrudan düşmesi demektir. Tüketim maddelerinin (gıda, giyim, yakacak vb.), kiraların vb. fiyatlarının artması, işçinin yaşam standardının doğrudan düşmesi demektir. Tüketim maddelerinde, kirada fiyatların artması, enflasyon işçinin her geçen gün eskisine göre daha da fakirleştiği anlamına gelir.

Aslında bu konuda söylenecek fazla bir şey yok. Mutlak yoksullaşma, enflasyonla, tüketim maddelerinin fiyatının artmasıyla, ücretlerin reel olarak düşmesiyle ölçülür. Enflasyon ve ürünlerin fahiş fiyatlarını kanıtlamak için bir çabaya gerek yoktur.

Tabii, bu türden yoksullaşmanın yaygınlığından dolayı ülkede ekonomik krizin ne denli derinleştiği üzerine yapılan “analizler”den geçilmez olduğunu da belirtelim.

Görece yoksullaşma:

İşçi sınıfının toplam ulusal gelirdeki payının azalması demektir. Ulusal gelir belli bir miktar olduğu için bu miktar içinde proletaryanın payının azalması sömürücü sınıfların payının artması anlamına gelir. Veya tersi; işçi sınıfının ulusal gelirdeki payının artması, sömürücü sınıfların (sermayenin) payının azalması anlamına gelir.

Ulusal gelirde ücretlerin ve sermayenin payına baktığımızda gelişme şöyledir: Ulusal gelirde ücretlerin payı 1991’de yüzde 37,51’den 2006’da 34,39’a düşer. Aynı dönemde sermayenin payı (“İşletme artığı”) yüzde 62,49’dan 65,61’e çıkar.




Yukarıdaki grafik durumun vahametini; sömürünün korkunçluğunu göstermektedir. İşçi maddi değerleri yaratıyor; üretiyor, ama bu üretimdeki payı sadece yerinde saymıyor, giderek azalıyor. Örneğin ekonomi 2020 yılında yüzde 2,2 oranında, 2021’de yüzde 10’un üzerinde büyüyor, ama bu büyümede işçilerin payına hiçbir şey düşmüyor; tam tersi oluyor, işçilerin payı ulusal gelirde azalıyor; 2019’a yüzde 31,37’den yüzde 29,4’e, 2021’de ise 27,04’e geriliyor (2019’dan 2021’e 4,26 puan düşüyor). (8)

Diktatörün "Türkiye ekonomi modeli” diye sunduğu “yatırım, üretim, istihdam, ihracat, büyüme” anlayışı Türkiye’de sermaye birikimini ve yoksulluğu yönetme anlayışıdır. Diktatör bir taraftan en kısa zamanda Türkiye ekonomisinin bel kemiği olacak güçlü şirketler, sermaye birlikleri oluşturmaya çalışırken, diğer taraftan da bunu yapabilmek için gerekli sermayeyi sağlamak için işçi sınıfı ve halkın kaçınılmaz yoksullaşmasını yönetmeye çalışmaktadır. Bir taraftan sermaye birikimi, öbür taraftan da yoksulluk. Diktatör milyonların yoksulluğunu, daha doğrusu yoksullaştırılmasını yönetiyor. Amaç, en kısa zamanda devasa sermaye birikimini sağlamaktır.

Sermaye birikimi sağlanıyor mu? Sağlanıyor. Veriler bunu gösteriyor. Diktatör aynı zamanda yoksuluğu da halkın tepkisinin homurdanmanın ötesine geçmeyecek, ayaklanmaya varmayacak biçimde yönetiyor. Verdiği “müjde”ler, kira, enerji destekleri, ücret artırımı vb. desteklerin hepsi halkın tepkisini belli sınırlar içinde tutmaya çalışmanın doğrudan ifadesidir.

Diktatör, mevcut sermaye kapasitesi ve parçalanmış yapısıyla (TÜSİAD-MÜSİAD) jeopolitik iddiasında fazla yol alamayacağının farkında. Bu nedenle, arkasında jeopolitik açılımını kayıtsız şartsız destekleyen, bu jeopolitika ile bütünleşen sermayenin olması gerektiğini görüyor. Mevcut parçalanmış haliyle Türk sermayesinin bunu yapacak hali yok. Bu engeli, sermaye birikimiyle sermaye örgütlenmesini yeniden biçimlendirerek aşmaya çalışıyor. Bu anlamda sağlanan sermaye birikimi “yandaş”a peşkeş çekilmiyor. Peşkeş çekilen sadece devede kulak olabilir. Diktatörün esas amacı askeri-sanayi kompleksini geliştirmektir. Emperyalist politikalarını gerçekleştirmede esas dayanacağı sermaye budur. Bu sermaye en modern teknolojiye dayanan, en modern teknolojiyi geliştiren ve uluslararası alanda küçümsenemeyecek bir rekabet gücü olan sermayedir. Ancak, her alanda yeterli değildir.

Türkiye’de askeri-sanayi kompleksi, “yerli ve milli” silah sistemleri üretimi, ancak sıcak savaş dönemlerinde olabilecek bir hızla geliştiriliyor. Bu gerçekliği görmek gerekir. Henüz yeterli hava saldırı ve savunma sistemlerine sahip değil. Bu deniz gücü için de geçerlidir. Bu nedenlerden dolayı, örneğin Ege’deki Yunanistan’ı öne süren Amerikan kışkırtmasına açık cevap veremiyor. Keza Doğu Akdeniz’de de Antalya körfezinin pek ötesine geçmiyor.

Her halükarda “ekonomist” diktatörün "Türkiye ekonomi modeli” (“yatırım, üretim, istihdam, ihracat, büyüme”) işçi sınıfı ve emekçilerin yoksullaştırmaktan, bu yoksulluğu yönetmekten ve sermaye birikimi sağlamaktan ibarettir.

Diktatörün "Türkiye ekonomi modeli”ni küçümsemiyelim, hafife almayalım. Yaşam yüzümüze çok şey vurdu ama (belki de) bunun farkında değiliz. Hangi söylemlere ortak olmadık? Kriz patlak verir gider dendi, bu anlayışa ortak olduk. Batı’ya, özellikle de ABD’ye boyun eğer dendi, buna ortak olduk. Ürettiği silah sistemleri yerli değil dendi, bu küçümsemeye de ortak olduk. Gırtlağına kadar borçlu, batacak dendi, mal bulmuş mağribi gibi hemen üzerine atladık. Oysa Türkiye dış borcunu yönetebilen ülkelerden birisidir. ‘Dolar fırladı gitti’nin de üzerine atladık, diktatörün para bulacağına ihtimal dahi vermedik. Ne oldu? Diktatörde para bol. Doların yükselmesi pek de umurunda değil. Diktatör için önemli olan, dolar bazında yükselen kuru yönetebilmektir. Yönetiyor da.

Ortak olmadığımız, benimsemediğimiz bir batış senaryosu var mı, bilmiyorum. “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar” misali, parayı nereden buldu üzerine burjuva muhalefetin “propaganda ürünleri” üzerine kafa yormanın kapitalizm teşhiri olduğunu sandık. Ama kapitalizminde önemli olan paranın kaynağı değil, kendisidir. Yoksa değil mi? O zaman bayağı “demokratsınız”! Velhasıl, aymazlığımız saymakla bitmez...

Karadeniz’de bulunan doğal gaz ne anlama geliyor, biliyor muyuz? Orada gaz bulunduğuna bütün dünya inandı, ülkeler, şirketler pozisyon aldılar. Buna sadece ülkemizde devrimciler inanmadılar, önem vermediler. Şimdi İtalyan firması boru döşüyor. Neden boru döşüyor? Karadeniz’in oksijensiz dip sularına oksijen pompalamak için mi? Peki, bu gaz akışı başlayınca olacakları hiç hesap ettik mi? Aslında hesap oldukça basit: Ne kadar gazı şebekeye aktarırsan, cari açık da o kadar azalır. Cari açık ne kadar azalırsa, o kadar çok sermaye birikimi sağlamış olur.

Doğru ya, kafamızda 1970’li yıllardan kalma emperyalizm ve sömürge ülke anlayışı olduğu müddetçe iflah olmazlığımız da devam edecektir.

Nasıl bir kavrayışsızlık ortamında yaşadığımızın farkında mıyız? Özne olduğunu iddia edip de kendi dışındaki gelişmelere bel bağlayarak bu rejimin yıkılacağına inananların son kertede bu inançlarından dolayı rejimin devamına su taşıdıkları bir dünyada yaşıyoruz.

Bunu hiç kimse yapmıyorsa “ezilenlerin şiddetini” kınayanlar yapıyor:

"Bu tür terör eylemlerinin dün olduğu gibi bugün de işçiye, emekçiye, halka bir faydası olmaz. Bu saldırılar demokrasi mücadelesine ket vurmaktadır. Erdoğan, bu provakatif terör saldırısından muhalefeti suçlayarak siyasi fayda sağlamanın hesabını yapmaktadır.” (EMEP); "Mersin'de dün düzenlenen silahlı saldırıyla ülkemizi bir kez daha çatışma atmosferine sokmayı amaçlayanları kınıyoruz. Saray Rejimi'nin düşmanlık ve provokasyon politikalarına güç vereceği açık olan saldırılara karşı toplumsal barış için mücadeleye devam ediyoruz" (TİP);İ "Bir arada yaşamı zedeleyen her tür girişim karşısında ezilen halkın birliğini ve dayanışmasını geliştirme sorumluluğuyla bu şiddet eylemini kınıyoruz" (SOL PARTİ) diyerek “ezilenlerin şiddetini” kınamayı meslek edinmişler mi bu sistemi yıkmanın öznesi olacaklar? Kapitalizmin teşhirini, sadece görünenle sınırlayanlar mı bu sistemi yıkacaklar?

*

Açıklama/Dipnot:

1)https://www.birgun.net/haber/sosyalist-aydinlar-cikis-yolu-nu-ve-sorumluluklari-tartisti-halk-yoksullasti-sermaye-guclendi-402331

2) Marks, Kapital, C. I, s. 673/674.

3) Lenin; C. 18, s. 428/429, “Kapitalist Toplumda Yoksullaşma”.

4)Marks; Kapital C. I, s. 674/675.

5)Politik Ekonomi Ders Kitabı, Berlin 1955, s.166/167.

6) Anadolu Ajansı (AA) 22 Eylül 2022.

7) “Türkiye böyle kazanç görmedi: Kârlılık rekorları

Türk şirketleri, pandemi sonrasında faaliyetlerinde hızlı büyüme yaşadı. Geçtiğimiz yılın aynı dönemleriyle karşılaştırıldığında, 10 katı geçen kârlılık rakamları görüldü.

Bankalar ve finans dünyası, enerji şirketleri, gayrimenkul ve gıda şirketlerinin kârlılıklarında tam anlamıyla patlama yaşandı. Bilançosu önceki gün açıklanan Tüpraş, bu yılın ikinci çeyreğinde 10,6 milyar lira net kârı elde etti. Şirket geçen yıl ikinci çeyrekte 1,3 milyar lira kâr etmişti. Petrokimya şirketi olan Tüpraş, geçen yılın ikinci çeyreğinde 6,5 milyon ton üretim yapmış, 33,7 milyar lira ciroya imza atmıştı. Bu yıl aynı şirketin 7,3 milyon ton satışla 136 milyar liralık ciroya ulaştığını görmek mümkün.

...Türk Hava Yolları (THY),... kâr rekorlarına imza attı. Geçen yılın ikinci çeyreğinde 59 milyon lira zarar yazan Türk Hava Yolları, bu yılın aynı döneminde 9,1 milyar lira kâr ettiğini açıkladı. Erdemir, geçen yılın ikinci çeyreğindeki 5,8 milyar lira olan kârını ise 6,6 milyar liraya yükseltmiş durumda....Koç Holding, geçen yılın ikinci çeyreğinde 3,2 milyar lira olan 2. çeyrek kârını bu yılın ilk çeyreğinde 5,3 milyar lira olarak açıklarken... Sabancı Holding’in geçen yılın ikinci çeyreğindeki 1,7 milyar liralık kârı bu yıl 16,3 milyar lira oldu.

Bankalar da 10’a katladı
Her biri ülke ekonomisine yüz milyarlarca kredi sağlayan bankaların faiz gelirleri de kârları da katlandı. Yapı Kredi, 2021’in ikinci çeyreğinde 2 milyar 23 milyon TL kâr etmişti.  Bu yıl 11,9 milyar TL kâr rakamına imza attı. Garanti Bankası geçen yılın ikinci çeyreğindeki 2,92 milyar TL olan kâr rakamını 12 milyar 918 milyon liraya çıkarmış durumda. Akbank 2021 yılı 2. çeyrekte 2,1 milyar lira olan net kârını bu yıl 13,1 milyar lira olarak açıkladı. İş Bankası da 2,2 milyar liradan14,5 milyar liraya yükselen ikinci çeyrek net kârı ile dikkat çekti. Akbank ekonomiye 639 milyar lira, İş Bankası 850 milyar lira, Yapı Kredi 700 milyar lira, Garanti ise 799 milyar lira kredi sağladı.” (https://ekonomi.haber7.com/ekonomi/haber/3251128-turkiye-boyle-kazanc-gormedi-karlilik-rekorlari)

8)Bu veriler ve sermaye birikimi- yoksulluk üzerine açıklamalar aşağıdaki yazılardan derlenmiştir:

-“CAHİL OLMAK NE GÜZEL, HER ŞEYİ BİLİYORSUN”!

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2022/07/cahil-olmak-ne-guzel-her-seyi-biliyorsun.html#more

-İŞÇİ SINIFININ YOKSULLAŞMASI TEORİSİ

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/search?q=%C4%B0%C5%9E%C3%87%C4%B0+SINIFININ+YOKSULLA%C5%9EMASI+TEOR%C4%B0S%C4%B0+

Sınıf Pusulası, Sayı 2, Mayıs-Haziran 1999.

-BİR ACAYİP KRİZ-KONJONKTÜR HAREKETİ, 26 Mayıs 2021

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/search?q=Bir+acayip+konjonkt%C3%BCr

-ZENGİNLİK VE YOKSULLUĞUN NEDENLERİ, 2 Haziran 2021

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/search?q=ZENG%C4%B0NL%C4%B0K+VE+YOKSULLU%C4%9EUN+NEDENLER%C4%B0

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.