Tek adam rejimi ve faşizmin inşası
3 Ocak 2021
Seyfi Selçuk
Öncesinde bir süredir fiilen uygulanan ve 16 Nisan 2017 şaibeli referandumuyla hukuken (de jure) de “tek adam, tek parti yönetimi” olan “Başkanlık Sistemi”ne[1] geçişle birlikte uzun süredir gündemden düşmeyen Anayasa ve siyasal rejim tartışmaları yeni bir sürece evrildi. Bu bağlamda burjuva siyaset, kelimenin tam anlamıyla (partiler ve arkasındaki güçler düzleminde) bir kutbunda CHP’nin önderlik ettiği “Millet ittifakı”; diğer kutbunda başında Erdoğan’ın (ve müttefiki olarak Bahçeli’nin) bulunduğu “Cumhur İttifakı” olarak ikiye bölündü.
“Millet İttifakı”, savunucuları tarafından da ne olduğu/ne olacağı henüz ortaya konmamış olan bir “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e dönüşü hedefleyip Erdoğan ve “Cumhur İttifakı”nın nasıl olsa ilk seçimlerde iktidardan gideceğini (!) belirterek, tek adam rejiminin saldırılarına karşı işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıflar ve toplumsal siyasal muhalefete provokasyona gelmemek adına, açık anlamı eylemsizlik olan “sükunet çağrıları” yapıyor.
Buna karşın Erdoğan ve Bahçeli, “tek adam rejimi”ni tahkim etmek ve devlet aygıtını faşist temelde yapılandırmak üzere girdikleri yolda hızlı, ama tedbirli ve yoklayarak, aşama aşama gitmektedir. “Millet İttifakı”nın ve asıl olarak da CHP’nin bu ürkek, edilgen tutumu Erdoğan ve Bahçeli’yi daha cesaretlendirmekte ve pervasızlaştırmaktadır.
15 Temmuz darbe girişimini “tek adam tek parti rejimi”ne geçişin bir imkanı olarak değerlendiren ve bu durumu “Allahın lütfu” olarak ifade eden Erdoğan, pandemiyi de benzer şekilde “tek adam rejimi”nin kurumsal tahkiminin bir imkanı olarak kullanmaya yönelmiştir.
Uluslararası ve işbirlikçi tekelci sermayenin mızrağının sivri ucu olarak işlev gören Erdoğan’ın ismiyle müsemma “tek adam rejimi”, ekonomik krizin pandeminin de etkisiyle her gün daha fazla ağırlaşan yüklerini işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin omuzlarına yıkmak için baskı ve saldırılarını artırmış bulunmaktadır.
Sol ve sosyalist çevrelerde ise işçi sınıfı ve muhalif kesimler üzerinde uygulanan bu yasaklama, baskı ve saldırıların her geçen gün faşizan biçimlere daha fazla bürünerek bir zorbalık ve terör etkinliği olarak gelişmesi, “tek adam rejimi”ne karşı mücadelenin biçim ve olanakları üzerine süren tartışmaları daha da alevlendirdi. Bu, “Sezarizm”den, “Bonapartizm”e, “faşist diktatörlük”ten, “Erdoğan Faşizmi”ne tanım, kavramsallaştırma ve tahliller eşliğinde süren ve merkezinde “tek adam rejimi”nin siyasal biçim olarak neye tekabül ettiği konusu olan bir tartışma.
Yazımızın amacı, burjuva muhalefetin tutumunu ya da “sol”, “sosyalist” ve “Marksist aydınlar” arasında süren bu tartışmalardaki görüşleri özel olarak ve ayrıntılı şekilde irdelemek değil; asıl olarak bu tartışmalardan beslenen kafa karışıklığını gidermeye katkı sunmak üzere faşizm konusunu ve bu bağlamda “tek adam rejimi”ni belirli yönleriyle ele almakla sınırlı.
Zira tartışılan konu son derece önemli. Bu önem, proletaryanın kurtuluş mücadelesinde örgütlenmenin biçimi, çalışma tarzı ve yapılacak ittifakların burjuva kapitalist devletin verili koşullarda aldığı somut biçim üzerinde şekillenmesinden gelmektedir.
En başta farklı tarihsel, toplumsal süreçlerde, farklı sınıflar arası mücadele ve güç ilişkilerinin sonucu gündeme gelmiş olan “Sezarizm” ve “Bonapartizm”i, “emperyalizm ve proleter devrimleri çağı”na birebir tahvil etmenin; elma ve armutları aynı sepete koymaktan öte süreklilik ve kopuşla karakterize olan tarihin diyalektiğine de ters düştüğünü belirtelim. Marx, 18. Brumaire’in Almanca 2. baskısının önsözünde, Almanya’da “Sezarcılık” teriminin çok kullanılmasını alayla karşılamıştır: “(…) Sismondi’nin ünlü ‘Roma proletaryası, toplumun sırtından geçiniyordu, oysa modern toplum, proletaryanın sırtından geçiniyor’ sözü unutuluyor. Antikçağda ve modern zamanlarda sınıf savaşımının maddi ekonomik koşulları arasında tam bir fark olduğundan, bu koşullardan doğan siyasal biçimler arasında da, Canterbury piskoposu ile büyük rahip Samuel arasındaki benzerlikten daha büyük bir benzerlik olamaz.”[2]
“Sezarizm”, MÖ 80’li yılların ortalarında Roma’da mülk sahibi azınlığın oligarşi yanlısı olan ve olmayan kesiminin birbirini dengelemesi üzerinden gündeme gelmişken, “Bonapartizm”, 1848 Devrimi sonrası Fransası’nda egemenliği ele geçiren burjuvazi karşısında yeni sistemde kendine yer arayan feodal aristokrasi arasındaki çıkar ve egemenlik çatışması ve karşılıklı olarak güçlerinin birbirine yetmemesi üzerinden gündeme gelmiştir.Lenin’de sorun açıktır: “Bonapartizm”, ancak feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde düşünülebilir. Artık o eski zamanlarda yaşanmıyor!
“Sezarizm” ve “Bonapartizm” konusu daha çok aydın, entelektüel ve akademik çevrelerde süren tartışmalarda gündeme geliyor. Sol, sosyalist cenahta ise, tartışma “tek adam rejimi”nin politik niteliği ve ona karşı verilecek mücadele üzerinde düğümlenmiş bulunuyor. Birkaç örnek: ESP herkesi faşizmi (faşist diktatörlük) yıkmaya çağırırken, Proleter Devrimci Duruş “tek adam rejimi faşizmdir” demekte, Kızıl Bayrak dergisinin Ağustos sayısında A. Engin imzasıyla yayınlanan “Demokrasi mücadelesi ve reformizm” başlıklı yazıda “faşist rejim”in tahkim edildiği belirtilerek sol ve sosyalist çevreler “(…) Bunaltıcı faşist terörün de etkisiyle, kimi istisnalar dışında ana gövdesiyle sol, ‘Sarayın tek adam rejimi’ne, ‘AKP-Erdoğan faşizmi’ne karşı burjuva demokrasisi hedefiyle …” tutum geliştirmekle eleştiriliyor.
Gelinen yerde “politik biçim” yönünden durum nedir?
Başlarken, faşizmin ekonomik ve siyasal, diğer bir ifadeyle sınıfsal temeli ve dayanaklarına bakmalıyız.
FAŞİZMİN SINIF TEMELİ
Faşizm tarihsel olarak kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin değil tekelci aşamasının bir ürünüdür. Bir diğer ifadeyle faşizm “emperyalizm ve proleter devrimleri çağı”na özgü bir olgudur.
Emperyalizmin ayırt edici özelliği tekeldir. Lenin, emperyalizmi, tekellerin, mali sermayenin egemenliği olarak tanımlamıştır.
Emperyalizm, kapitalizmin gelişmesinin özel ve üst aşamasının, mali sermaye ve tekellerin egemenliğinin adıdır. Emperyalizm aynı zamanda “can çekişen kapitalizm”dir. Kapitalizmin tekelci aşamadan (emperyalizm) sonra evrilebileceği yeni bir aşama yoktur. Bu bağlamda emperyalizm çağı -büyük Ekim devrimiyle somutladığı üzere- aynı zamanda “proleter devrimleri çağı”dır da. Dolayısıyla –kuşkusuz devrimin objektif ve sübjektif koşullarının oluşmasını gereksinerek– doğrudan tekellerin egemenliği ve varlığının sona ermesi/erdirilmesinden başka bir anlama gelmeyen proleter devrim ihtimaliyle yüz yüze olan tekelci kapitalizm varlığı ve sömürü koşullarını sürdürmek için daima önlem peşindedir.
İktisadi egemenliğin sermayenin küçük bir bölümünü oluşturan mali sermayenin elinde birikmesi olan kapitalizmin bu son aşamasının belirleyici olgusu olan tekel, rekabeti ortadan kaldırmaz ancak onun yanı sıra ve üzerinde var olur. Tekel dışı burjuva katmanlar tekellerle baş etmeye güç yetiremezken rekabet, asıl olarak tekeller ve mali sermaye grupları arasında gerçekleşir.
Tekel, aynı zamanda ekonomide her şeyi denetimi altına alma yönelimi olarak, kârlı değilse gelişmenin önünü kesme ve dayattığı egemenliğiyle durgunluk ve kupon kesiciliğiyle beslenen bir asalaklık ve çürüme eğilimidir de. Bu, açıkça tekelin gericilik eğiliminde olması demektir.
Tekellerin bu özellik ve eğilimlerinin iktisadi alanla sınırlı kalması düşünülemez.
İktisadi egemenliğin sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçip kaynaşmasıyla oluşan mali sermaye elinde yoğunlaşması siyasal egemenliğin, devlet iktidarının da mali oligarşinin elinde yoğunlaşmasına götürdü. Tekelci kodamanlarla devletin yönetici kurumları arasında son derece girift ilişkiler ve tam bir kaynaşma gerçekleşti. Ekonomideki dikte eğilimi hatta artan ölçüde siyasal alana aktarıldı. Tekel siyasette de dikte eğilimi demektir, çağımızda bu eğilimin başlıca kaynağı tekeldir.
Bu, tekelin durgunluk, çürüme ve gericilik eğilimi bakımından da geçerlidir. Siyasette tekelden hiçbir ilerleme ve ilericilik eğilimi üremez, tekel siyasal gericilik eğilimidir. Kendisinin ve egemenliğin geleceği olmayan –aynı anlama gelmek üzere geleceği sosyalizme terk etmekten kaçınamayacak olan– tekelci burjuvazi, sömürü koşullarının son temsilcisi olarak, düzenini sürdürebilmek için, ihtiyaç duyduğu en gerici ilişkiler içinde yer almaktan geri durmaz, çağını doldurmuş tüm gerici ilişkileri besler, ömürlerini uzatır ve onlarla birleşir. Öte yandan nesnel olarak giderek sosyalizme daha hazır hale gelen sömürü koşullarını sürdürebilmek ve egemenliğini koruyabilmek tekelin siyasal gericilik ve dikte eğilimlerini giderek artıp yoğunlaşmasına götürmesi tamamen anlaşılır bir şeydir.
Emperyalizm ve proleter devrimleri çağının olgusu olarak faşizm eğilimi, tekellerin bu siyasal gericilik ve dikte eğiliminin yoğunlaşmış ifadesinden başka bir şey değildir. Tekellerin egemenliği, koşulları oluştuğunda faşizme götürür. Faşizm ve faşist diktatörlük, tekeller ve mali sermaye egemenliğinin sömürü koşullarını savunma olarak ya da bu koşulları zedelemeye yönelik eğilim, davranış ve hareketler karşısında saldırganlıktır. Tekellerin egemenliğini zora sokma ve ortadan kaldırmaya yönelik eğilim ve hareketlerin başında işçi hareketi gelir. Ancak faşizm, mali sermayenin işçi hareketine karşı olmakla sınırlı bir eğilimi değildir, ama ileriden, ilerlemeden, demokrasi ve özgürlüklerden yana olan her şeye her ilerici ve az çok demokratik harekete, sınıf mücadelesinin kazanımlarına, bu kapsamda burjuva demokrasisinin kurumlarına ve işleyişine de karşı yöneltilmiş bir saldırganlıktır. Ancak kuşkusuz bundan tekel öncesi dönemde tanık olunan ilerici hareketlere yönelik gerici saldırganlığın faşizm olarak nitelenmesi sonucu çıkarılamaz.
Faşizmin bir diğer kaynağı ve dayanağı, yine mali sermaye egemenliğinde ve onun yeni hammadde kaynakları ve pazarlar edinme, dolayısıyla ülke dışında, bölge ve dünyada yayılma, sömürgeler edinme ihtiyacı ve eğilimdedir. Faşizm, asıl olarak emek-sermaye ve tekellerle halk arasındaki çelişme üzerinde yükselir, uluslararası ölçekte –emperyalist ve işbirlikçi– tekellerle halklar arasındaki çelişme bunun yan unsuru ve tamamlayıcısıdır.
Faşizm mali sermaye ve tekellerin bir eğilimiyken, faşist diktatörlük mali sermayenin halkı ve mücadelesini kana boğmaya yönelmiş, açık terörcü diktatörlüğü, burjuva devletin en gerici biçimidir.
Faşist diktatörlüğün kurulması, devlet biçimleri arasında bir değişiklik gerçekleşmesi ve burjuva egemenliğin “demokratik” biçimler altında sürdürülmesinin, emperyalizm döneminde giderek güdükleşerek varlığını devam ettiren burjuva demokrasisinin yerini açık terörist, faşist devlet biçiminin almasıdır. Anlaşılacağı şekilde, faşist diktatörlüğün kurulması, basitçe bir burjuva hükümetin yerini diğerin alması değildir, ama devletin biçiminin değişmesi olarak bundan çok daha fazlasıdır.
Öte yandan, faşist diktatörlüğün kurulması basit bir hükümet değişikliği olarak, faşist bir hükümetin burjuvazinin az çok demokratik yönetim yöntemleriyle yönettiği sair gerici reformist hükümetleriyle yer değiştirmesi olmadığı gibi, tekelci gericiliğin yoğunlaşmış bir ifadesi olarak faşizm eğilimi, iki başlıca nedenle bir gecede tekellerin bütününün bir tutumu olarak oluşup şekillenmez. Tarihsel deneylerin de gösterdiği, siyasi gericilik ve onun yoğunlaşmış hali olan faşizmin, tekellerin genel bir eğilimi olmakla birlikte tekellerin tamamının yekpare olarak inşa sürecinde faşizmden yana olmadığı ve onu desteklemediğidir. Mali sermaye yekpare bir bütün değildir, çeşitli gruplardan oluşur; Kautsky’nin “ultra-emperyalizmi”yle varsaydığı türden tek bir tekel yoktur ve tekel rekabetin sonu değildir, ama rekabet farklı mali sermaye grupları ve tekeller arasında en sert biçimiyle sürer. Ve tekelci kapitalizmde de, ekonomi ile politika arasındaki özerklik ilişkisi önceki serbest rekabet dönemindeki gibi devam eder; siyaset ekonomiden yansır ve onun tarafından belirlenir, ancak bu, siyasetin, ilişkinin tamamen edilgen bir yönü olduğu ve karşı etkide bulunmadığı anlamına gelmez.
Bu ikisinden çıkan ve tarihsel deneylerce de doğrulanan odur ki; akım, politika ve kurulmasını takiben diktatörlük olarak faşizm, koşulları oluştuğunda, emperyalizm ve proleter devrimleri çağında tekellerin genel eğilimi ve işçi sınıfı ve halk karşısında tekellerin çıkarlarının her araç kullanılarak savunulması olmasına karşın; her verili durumda, bütün tekeller topyekûn faşizme yönelmezler. Belirli koşullarda belirli mali sermaye grupları ve tekellerin somut çıkarları faşizmi gereksinirken, diğer bazılarının çıkarları aynı somut koşullarda faşizm olmayabilir, olmaz ve olmamıştır.
Wilhelm Pieck, kapitalizmin genel bunalımıyla birleşen 1929 büyük buhranı karşısında Almanya örneği üzerinden tekeller ve devlet üzerine söyledikleriyle buna işaret etmiştir:
“Burjuvazinin tüm ekonomi ve devlet aygıtı tekelci sermayenin ve büyük bankerlerin kurtuluşu için çalışmaktadır. Bu durum, burjuvazinin kendi içindeki rekabeti keskinleştirmekte ve tek tek her kapitalist aynı zamanda kendini kurtarmaya çabalamaktadır.”[3]
Almanya’da faşizmin gelişme süreci bu yönüyle öğreticidir. Almanya örneğinde belirli mali sermaye grupları ve tekeller faşizme eğilim gösterir, faşist hareketi finanse eder ve örgütlenmesine katkıda bulunurken, belirli mali sermaye gruplarıyla tekeller –en azından belirli bir süre daha– emekçi yığınların mücadelesini bastırmak için “demokratik yöntemler”le hareket etmeyi savunmuştur. İlk başlarda örneğin Thyssen patronu faşizme eğilim göstermez ve hatta “Hitler ve avenesi”ni “şarlatanlar” olarak nitelerken kısa sürede faşizmin en hararetli destekçisi haline gelmiştir. Almanya’da Hitler henüz iktidara gelmemekle birlikte faşist hareketin gelişmesi belirli bir mesafe aldığında, Krupp, Thyssen, Siemens, Bosch gibi başlıca tekeller ve Bankerler Birliği gibi Alman mali sermayesinin temsilcilerinin tutumlarının faşizmden yana olduğu ve faşizmi finanse edip destekledikleri bilinmektedir. Ancak yine bilinmektedir ki, kısa süre önce faşizmden yana olmayan Thyssen’in patronunu faşizme eğilim duymaya yönelten politik olarak faşist hareketin gelişmesi ve onu kendisine çekmesiyken (politikanın ekonomi üzerindeki karşı etkisi), faşizm mali sermayenin genel eğiliminin birebir politik bir yansıması olarak oluşmamış, yani önceleri sadece belirli mali sermaye grupları tarafından desteklenirken, giderek tekelleri kendi programı etrafında birleştiren bir hareket olarak şekillenmiştir. Belirli mali sermaye grupları ve tekeller Almanya’da faşist diktatörlüğün kurulmasının başını çekmiş, tabiri caizse faşizmin “koçbaşı” işlevi görmüşlerdir.
Bu gerçekten hareketle, önce 1933 yılı Aralık’ında yapılan 13. Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu (KEYK) oturumu ve ardından 1935’deki Komintern 7. Kongresi’nde faşizm, “mali sermayenin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü”[4] olarak tanımlanmıştır.
Üzerinde durduğumuz gericilik ve faşizm tekellerin genel eğilimi olmakla birlikte, faşizme her somut durumda öncelikle belirli mali sermaye grupları ve tekellerin ihtiyaç duymaları ve finanse edip desteklemeleri yalnızca Almanya örneğinde görülen bir gelişme değildir.
2. Paylaşım Savaşı öncesi İngiltere ve ABD’de faşizmi destekleyen tekeller olmasına karşın, dünyanın yeniden paylaşımını talep eden rakipleri Almanya’nın faşizme yönelmesinin de katkısıyla, bu ülkelerin tekellerinin somut eğilimi o gün ve koşullarda faşizmden değil tersine faşist Almanya ve müttefiklerine karşı halkı peşlerine de takabilmek açısından burjuva diktatörlüğünün demokratik biçim altında sürdürülmesinden yana olduğu için bu ülkelerde faşizm gündeme gelmemiştir. Fransa’da ise faşizmi asıl olarak faşizme karşı kurulan “bileşik cephe” önlemiş, Fransa tekelci burjuvazisi de Nazilerle işbirliği yapan Petain’in Vichy Hükümeti’ni destekleyen bir bölümü dışında genel olarak Alman işgali ve faşizm karşıtı bir tutum almıştır. Günümüzden örneklemek gerekirse; ABD’de Trump, Brezilya’da Bolsonaro koyu birer faşizm yanlısı olmakla birlikte Trump’ın partisi yeterince faşistleştirilmemiş, Bolonaro’nunki de yeterince güçlü olmadığı ve sınıf güç ilişkileri izin vermediği için faşizm hevesleri şimdilik kursaklarında kalmaktadır. Öte yandan yalnızca inşa süreçleri değil, faşizmin yıkılış süreçlerinde de tekeller arasındaki çelişki ve çıkar farklılıklarından kaynaklanan farklı tutumlar varlığını sürdürebilir.
Faşizmi, mali sermayenin verili koşullarda “en çok faşizme ihtiyaç duyan” ve dolayısıyla “en gerici, en saldırgan” vb. olarak ifade edilen kesimlerinin finanse edip örgütlemesi ve bir faşist diktatörlüğün kurulmasına onların ön ayak olması emperyalizmin doğasına uygun olmakla birlikte bu, faşizmin sınıf temelinin genel olarak mali sermaye olduğu gerçeğini gölgelemez. Bu noktada altı bir kere daha çizilmesi gerekli olan husus şudur: Faşizm, mali sermayenin farklı kesimleri arasındaki çelişkilerden kaynaklanmaz; faşizm, tekelci burjuvaziyle işçi sınıfı ve ezilen halk kitleleri arasındaki çelişki ve çatışmalardan kaynaklanır. Mali sermayenin işçi sınıfı ve halk muhalefetinden kurtulma, dışarıda yeni pazarlara arayışı ve yayılma ve böylece çıkarlarını garanti altına alma ihtiyacı onu faşizme yöneltir. İktidardaki faşizm de, çıkarları en çok faşizmi gerektiren ve öncelikle iktidar yolunu açan mali sermaye grupları ve tekellerin çıkarlarını savunmakla birlikte, işçi sınıfı ve halk karşısında ayrımsız mali sermaye ve tekellerin bütüncül çıkarlarını savunur. Bu nedenle, iktidardaki faşizmin, mali sermayenin işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halk kitlelerinin direnişini bastırmak üzere devreye soktuğu en gerici, en şoven ve en saldırgan açık terörist diktatörlüğü olarak tanımlanmasında hiçbir yanlışlık yoktur.
Devlet, bir sınıfın, diğer sınıf(lar) üzerindeki bir baskı aygıtıdır. Modern kapitalist toplumda devlet burjuvazinin (bir avuç azınlığın) işçi sınıfı ve emekçi sınıf ve tabakalar (halkın çoğunluğunun) üzerinde baskı aygıtıdır. Burjuva “demokrasisi”sinin en ileri biçimlerinde bile devletin bu özü -şiddet- değişmez. Burjuva devlet, işçi sınıfı ve emekçilerin tekelci sermayenin çıkarları temelinde şekillenen iç ve dış politikaya karşı olan direncini kırmak için bu kesimler üzerinde baskıyı süreklileştirir. Faşizm, bu baskının, kendisini herhangi hukuki engelle sınırlamadan en yoğun şekilde ve açık teröre başvurarak uygulandığı tepe noktasıdır. Baskının dozunu belirleyen şey, tekelci sermayenin çıkarları olduğu kadar, işçi sınıfı ve muhalif güçlerin bu politikalara karşı ortaya koydukları direncin derecesidir.
Bu yüzden faşizm, en başta işçi sınıfına, onun partisine, basınına ve sendikal örgütlülüğüne saldırır. Paramiliter örgütleri aracılığıyla işçi önderlerini, sendikacıları katleder. Siyasi partileri, kitle örgütlerini kapatmaya, her türlü demokratik hakkı ortadan kaldırmaya yönelir. Pieck, KEYK XIII. Oturumunda, Hitler’in faşist partisinin, tekelci sermayenin partisi olarak, “tüm burjuva partilerinin, tüm burjuva eyalet hükümetlerinin ve tüm burjuva kurumlarının ‘uyum içine sokularak’ politik bir tekel oluşturmaya ve ‘tek başına egemenlik’ sayesinde burjuvazi içindeki çelişkileri gidermeye çalıştığını“[5] söyler.
Ancak, faşizm koşullarında burjuva partilerinin kapatılması, parlamentonun lağvedilmesi mutlak değildir ve bu tamamen sınıf güç ilişkilerine bağlı bir durumdur. Faşizmin kitle tabanının zayıf olduğu, burjuvazinin kendi içindeki çelişki ve çatışmaların belirli bir çözüme kavuşmadığı ülkelerde faşizm parlamentoyu kapatmaz, diğer burjuva partilerine ve sosyal demokrasiye belirli düzeylerde legal çalışma olanağı tanımak zorunda kalabilir. Üstelik bu durum faşizme “demokratik bir örtü” de sağlar. Örneğin Bulgaristan’da darbeyle iş başına gelen faşist yönetim bir süre sonra geri çekilerek parlamenter rejime geri dönmek zorunda kalır; ve fakat kendisini güçlü hissettiği anda Çiftçi Partisi hükümetini bir askeri darbeyle devirerek, yeniden iktidarı gasp eder. Almanya ve İtalya’da olduğu gibi, faşizm koşullarında parlamento bir süre açık kalabilir. Almanya’da birkaç aylığına olsa bile KPD ve SPD, İtalya’da PSI faaliyetlerini legal alanda sürdürmeye bir süre daha devam etmişlerdir. Bu durum İtalya’da 4 yıl sürmüştür. Dolayısıyla parlamentonun varlığı, şüphe yok ki önemli olmakla birlikte bir ülkede faşizmin var ya da yok olduğuna dair kendi başına belirleyici bir kanıt oluşturmaz. Fakat sınıf güç ilişkilerine bağlı bu durum sürgit devam etmez. Nitekim Hitler’in KPD ve SPD’yi birkaç ay içinde kapattığı Almanya bir yana, Mussolini ipleri tümüyle ele geçirdikten sonra, bu ülkede de siyasi partiler kapatılır ve faşizm siyasi tekelini kurar.
Siyasi gericiliğin tepe noktası olan faşizm hiçbir burjuva hukuk normuna uymayacak biçimde bir siyasi tekel oluşturmaya çalışır ve siyasi tekelini sağladığı/sağlamlaştırdığı ölçüde süreç içinde kendi “yasa” ve “kurumlar”ını oluşturur. Faşizm, demokratik hakların en küçük kırıntı halinde bulunduğu en güdük “burjuva demokrasisi”nden bu yönleriyle ayrılır. Komünist Enternasyonal’in (Komintern) Lenin sağken 1922 yılında toplanan 4. Kongresi, faşizmi, “burjuvazinin yalnızca işçi sınıfına yönelmiş bir hareketi değil, aynı zamanda ‘burjuva demokrasisi’nin temel kurallarına yönelmiş bir iktidar aracı olarak” tanımlamıştır.[6] Buradan da anlaşılacak olan, iktidardaki faşizmin, bir burjuva devlet biçimi olarak, “burjuva demokrasisi”nin herhangi bir varyantı olmayıp özü “mali sermayenin en gerici, en şoven ve en emperyalist açık terörcü diktatörlüğü” olan bir başka formu, biçimi olduğudur.
FAŞİZMİN İNŞASI
Faşizmin, tarihsel, toplumsal koşullara bağlı olarak iş başına gelme süreçleri ülkeden ülkeye farklılık gösterebilir. Örneğin İtalya’da faşizm Birinci Paylaşım Savaşı sonrası politik olarak[7] nispeten “durgun” denecek bir dönemde iktidara gelirken, Almanya’da Hitler, kapitalizmin genel bunalımıyla birleşen 1929 krizinin neden olduğu sarsıntıların yaşandığı bir zeminde iktidara yürümüştür. Fakat her iki ülkede de faşizmin iktidara gelmesinde mali sermayenin belirli grupları başat roldedir.
Komintern gelişmiş kapitalist ülkelerde faşizmin bir anda darbeyle işbaşına gelemeyeceğini belirtmiştir.
Almanya örneği faşizmin inşa süreci bakımından zengin deneyler sunmaktadır. Hitler 30 Ocak 1933’te oluşan koalisyonun başbakanlığına getirilmesinden sonra çok kısa sürede –Ağustos 1933’te– tek partili sisteme geçişi gerçekleştirerek sınırsız bir egemenlik sağlamıştır. Bunun için önce Mart 1933’te yapılan erken seçimde yüzde 43,9 oy alarak tek başına iktidar oldu. Ardından KPD kapatılıp 5 Mart Seçimlerinde seçilen 81 milletvekilinin vekilliği düşürülerek Meclis’ten istediği yasaları geçirme imkânı bulmuştur. Haziran ayında SDP’yi ve sağ dahil tüm partileri kapatarak siyasi tekelini kurmuştur. Faşizmi (yasalar ve devlet organları) kurumsallaştırarak, 1934 Ağustos’unda Hindenburg’un ölümünün ardından önce “üniter başkanlık” adı altında başbakanlıkla birleştirilen Cumhurbaşkanlığı’nı da kısa süre içinde uhdesine alarak Hitler, “Führer”lik makamını oluşturmuştur. Peki Almanya gibi işçi hareketinin güçlü ve örgütlü olduğu bir ülkede bu kadar kısa sürede bu nasıl gerçekleşebildi?
Öncesine bakmak gerekir. Hitler ve partisi öncelikle 1929 bunalımının yıkıcı sonuçlarını kullanarak (ki, Almanya sanayinde üretim yüzde 40 oranında düşmüştü) işsiz ve yoksulların taleplerini “anti kapitalist” demagoji ve vaatlerle sömürmeyi başardı; Versailles anlaşmasının Alman ulusuna getirdiği ağır şartları ortadan kaldıracağını söylemek başta olmak üzere, milliyetçi, ırkçı söylemlerle özellikle küçük burjuva kitleleri etkileyebildi. Bu durum Hitler’e kitleleri etrafında toplayarak seferber edebilme imkânı sağladı ve Alman mali sermayesi nezdinde tekelci sermayenin en gerici politikalarına kitle desteği sağlayan politikacı haline geldi. Hitler’in iktidara gelişinde ve faşizmi kurumsallaştırmasında mali sermayenin en gerici kesimleri kadar herhalde Alman Sosyal Demokrasisi de pay sahibidir. Alman işçi örgütlerinin (sendika ve konfederasyon) yönetiminde Sosyal Demokratlar hakimdi. KPD’nin faşizmin ilerleyişine karşı birlikte mücadele ve genel grev çağrıları yanıtsız kaldı. Sosyal Demokratların perspektifi yasal ve parlamentarist zeminde verilecek bir mücadeleyle sınırlıydı. SPD ideolojik olarak faşizmin özünü kavrayamadı, onun Alman mali sermayesiyle olan bağını görmedi, “burjuva demokrasisi”ni “saf demokrasi” varsayıp fetişleştirerek faşizmin parlamenter yolla yenilebileceği hayaline kapıldı. O kadar ki, 17 Mayıs 1933’te, yani faşizm tarafından kapatıldığı 21 Haziran tarihinden 35 gün önce, SPD parlamentoda Hitler’in dış politikasına olumlu oy verdi. SPD, 1918 devrimini bastıran hükümet olarak, Alman mali sermayesine yaptığı “unutulmaz hizmet”ten sonra faşizme geçit vererek Alman tekellerine amiyane tabirle “bir kıyak daha” yapmış oldu. Dolayısıyla Almanya’da faşizm gerçek anlamda 1933 Ocak’tan, 1933 Ağustos’a gerçekleşmedi. Kuluçka döneminde olduğu 1920’nin başlarından başlayarak, Alman mali sermayesinin koruyucu kanatları altında adım adım palazlandı, elbette sosyal demokrasinin de “katkısıyla.”
Faşizmin inşa sürecinde kitleleri etkilemekte kullandığı propagandanın içerik ve yöntemleri, Almanya’da SA, İtalya’da kara gömlekliler adıyla örgütlenen paramiliter güçler gibi karanlık güç odaklarının işlevi vd. faaliyetleri hakkında söylenecek daha fazla şey var, fakat meramımızı anlatmak bakımından bu kadarı yeterli. Şimdi “tek adam, tek parti rejimi”ne gelebiliriz.
‘TEK ADAM, TEK PARTİ REJİMİ’
“Tek adam, tek parti rejimi” 18 yıllık AKP iktidarında ülkenin geldiği/getirildiği yerdir. AKP’nin kuruluşundan hemen sonra iktidara geldiği koşullar; dünyada Sovyetler Birliği’nin dağılmasının yol açtığı sarsıntıların sürdüğü, Balkanlarda iç çatışmalar yaşanırken eski Sovyet topraklarında “milliyetçi” temelde “Balkanlaştırma politikası”nın “renkli devrimler” eşliğinde devreye sokulduğu, Çin’in bir emperyalist güç olarak ileri çıktığı, ABD’nin ve emperyalistlerin “demokrasi getirme” bahanesiyle Ortadoğu’nun üzerine çöktüğü, tek belirleyici olanın “belirsizlik” olduğu; ülkede ise 2001 ekonomik krizinin yüklerinin “Kemal Derviş programı”yla[8]işçi sınıfı ve emekçilere fatura edildiği, burjuva düzen partilerinin itibarlarının yerlerde süründüğü[9]bir durumdaydı. AKP işte geleneksel siyasal merkezlerin çöktüğü böyle bir ortamda uluslararası sermaye ve işbirlikçi tekelci burjuvazi tarafından sonradan kapıştığı Gülen Hareketi ve Erdoğan, Gül, Arınç, Şener başta olmak üzere Erbakan’dan kopanlarla sermayenin bir “blok partisi” olarak örgütlenerek iktidara getirildi. Sabancı Holding Başkanı Sakıp Sabancı, 3 Kasım 2002 gecesi Tayyip Erdoğan için “ikinci Özal’ımızı bulduk” demişti. Yığınlardan aldığı güç ve uluslararası sermaye ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin çoğunluğundan aldığı destekle içeride iktidarını sağlamlaştıran Erdoğan ve AKP, evvel emirde işbirlikçi tekelci burjuvazinin bir “bölgesel güç” olarak beslediği emperyal hayalleri gerçeğe dönüştürmeye yöneldi. Türkiye’nin geleneksel dış politikasının “Misak-ı Milli” ile çizilen sınırların dışına taşacağının ilk işareti MİT Müsteşarı Emre Taner tarafından 5 Ocak 2007 tarihinde MİT’in 80. kuruluşu nedeniyle düzenlenen törendeki şu konuşmayla verildi:
“Türkiye, bir yandan yakın zamana kadar değişik çap ve karakterde savaşların yer aldığı ve halen potansiyel çatışma tehditlerinin bulunduğu Balkanlar, diğer yandan birçok bakımdan sürtüşmelere sahne olan ve çeşitli istikrarsızlık potansiyelleri taşıyan Kafkaslar ile yaklaşık 40 yıldır fiili çatışmalar ve terörist faaliyetlerle yoğrulmuş Ortadoğu’nun arasında bir iç hat pozisyonuna sahip halde bulunmaktadır. Ayrıca bu pozisyon kademeli olarak Orta Asya’ya açılan alanlarla da bağlantılıdır. Bu üç bölgenin ve Orta Asya’nın birçok bakımdan küresel politikaların ve ‘rol’ savaşlarının belirli açılardan yoğunlaştığı alanları oluşturduğu da bir gerçektir. Dolayısıyla yeni sorun ve tehditler doğrultusunda 21. yüzyılda doğuya doğru genişleyen dinamik bir alan söz konusu olmakta ve bu durum Türkiye’nin gittikçe genişleyen bir alanda merkezi pozisyon kazandığını/kazanacağını göstermektedir. Bu süreç içinde Türkiye gerek stratejik gerekse jeopolitik önemi nedeniyle kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma ya da ‘bekle-gör-tavır al’ taktiği ile sınırlama lüksüne sahip değildir. Uluslararası sistemi ayrıntılı ve isabetli bir tanımlamayla (kendi konumu ile ilgili) taktik, stratejik ve yüksek stratejik tutumlara sahip olmak zorundadır. Yalnız savunma pozisyonunda olmak Türkiye’yi haiz şartlar nedeniyle kabul edilemez bir davranış olacaktır. Bu nedenle de Türkiye tüm kartlarını/avantajlarını maksimum düzeyde bir verimlilikle değerlendirmek durumundadır.”[10]
Bugün evdeki hesabın çarşıya pek uymadığı ortaya çıksa da, o dönemde Türkiye tekelci burjuvazisi, bağımlı olduğu uluslararası burjuvazi ve emperyalizm, özel olarak da ABD’nin bölgeye ilişkin politikalarıyla “uyum içinde” Ortadoğu ganimetlerinden pay kapacağı saikiyle hareket etmiştir. Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” tezi ile çerçevelenen ve “yeni Osmanlıcılık”la patentli bu politika, aynı zamanda içeride yığınları Erdoğan ve AKP etrafında konsolide etmenin de bir aracı olarak işlev görmek üzere hesaplanmıştı. “Yeni Osmanlıcılık”, pek çoklarının sandığının aksine yalnızca “AKP hizbinin politikası” değildi. “Yeni Osmanlıcılık”ın savunucularının başında dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt geliyordu:
“ABD’nin BOP projesine AKP dışında eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt da destek verdi. 2008 Haziranında Ortadoğu’yla ilgili açıklamalarda bulunan Büyükanıt, ‘Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ortadoğu’da çeşitli etnik ve dinsel gruplar yüzyıllara varan süreçte bir arada yaşamıştır. Bölgedeki çatışmalar neden ve ne zaman başladı, bu sorunların kaynağı ne? Kişisel görüşüm, bu sorunların Birinci Dünya Harbi sonrasında başladığıdır”[11] diyerek, çözümün Osmanlı modelinde olduğunu ifade etmişti.
Yine 19 Eylül 2009 tarihli Yeni Çağ Gazetesi’nde yayınlanan bir haber: “Son halka Başbakan; Yeni Osmanlıcılık zincirinin halkaları arasına Gül ve Büyükanıt’tan sonra Başbakan Erdoğan katıldı: Türkiye’yi Osmanlı gibi yere sağlam bastıracağız!.. Cumhurbaşkanı Gül ve Yaşar Büyükanıt’tan sonra Başbakan Erdoğan da özlemini dile getirdi: Osmanlının ayakları yere sağlam basmıştı. Şimdi Türkiye Cumhuriyetimizi o noktaya getirmemiz lazım!”
Arap halk ayaklanmaları sonrasıSuriye’ye yapılan emperyalist müdahale ile Türkiye egemenleri aradığı fırsata kavuştu!Bugün Türkiye askerleri yalnızca Suriye topraklarında değil, Libya’da, Azerbaycan’da, Katar’da vb. yerleşmiş durumda. Bu politikanın ülkeyi içine soktuğu açmazlar biliniyor, ayrıca irdelemeye gerek yok. Dış politikada bu gelişmeler yaşanırken, 2008 ekonomik krizi patlak verdi. Kriz sonrası kapitalist genişletilmiş yeniden üretim ve birikim sürecinde yaşanan tıkanma tekelci sermaye grupları arasındaki çıkar farklılıklarından doğan çelişkileri daha da artırdı. Tekelci sermayenin TÜSİAD’da örgütlü geleneksel kesimi, önemli bir çoğunluğunca, iktidar ile ilişkilerini tercihen, denebilirse “diplomatik bir zemin”de sürdürdü/sürdürüyor. Mücadele ve kapışma, iktidar bloku cephesinde yaşandı. Kavga medya, bankacılık, enerji, sanayi, eğitim (dershane) gibi alanlarda tekelleşen ve uluslararası düzeyde de yatırımları olan Gülen Hareketi ile AKP ve asıl olarak Erdoğan etrafında palazlanarak tekelleşen sermaye grupları arasında; devlet aygıtı ve iktidar imkanlarını kimin kendi çıkarları doğrultusunda kullanacağı konusunda patlak verdi. Erdoğan, Gülen’in 17-25 Aralık hamlelerini savuşturdu ve Gülen Hareketi 15 Temmuz’daki darbe girişimi sonrasında tasfiye edildi. Bu arada kitle desteği zayıflayan ve Meclis çoğunluğunu yitirme tehlikesi ile yüz yüze gelen AKP ve Erdoğan iktidarda kalabilmek için zorunlu olarak MHP ve Bahçeli ile iş tutmak zorunda kaldı. Bahçeli’nin desteği ve devlet aygıtına sahip olmanın imkanlarıyla şaibeli referandum ve seçimler sonucunda “tek adam ve tek parti rejimi”ne geçildi.
TÜRKİYE’DE FAŞİZMİ İNŞA SÜRECİ
Bu süreç boyunca Erdoğan ve AKP -tekel haline gelmelerine devlet ihaleleri yoluyla olanak sağladığı- aralarında Kolin İnşaat, Limak Grubu, Kalyon İnşaat, Cengiz Holding, Demirören Holding, Bayraktarlar, Çalık Grubu, Ethem Sancak-BMC Grubu gibi tekellerin bulunduğu sermaye grupları tarafından desteklendi. 2008 Krizi sonrasında ekonomik imkanların daralması, bağımlı hale gelinen “sıcak para” akışının kesintiye uğraması, krizin yüklerinin işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul halk kitlelerine fatura edilmesi sonucunda kitlelerdeki hoşnutsuzluğun artması ve oluşan tepkileri ve halk muhalefetini bastırmak ihtiyacı, Kürt sorununun Ortadoğu’daki gelişmelere bağlı olarak yeni boyutlar kazanmasının Türkiye gericiliğinde yol açtığı tedirginlik, dış politikadaki açmaz ve sonuçlarının ülke içine yansıyan olumsuz etkileri; ve nihayetinde iktidarın elden gitmesi durumunda hesap sorulmasından duyulan endişe vb. faktörler nedeniyle çoktan tekelleşip devlet neredeyse dışarıya tek bir ihale sızdırmamacasına olanaklarıyla palazlanan sermayenin en başta bu kesimlerini “tek adam rejimi” temelinde oluşan fiili siyasi tekeli yitirmemek ve devlet aygıtını kendi çıkarına kullanmayı güvence altına almak ve halkın küçümsenmez boyutlar almakta olan tepkisini bastırmak için faşizme ihtiyaç duymakta ve bu yönelimi açıkça finanse edip desteklemektedir. Sözü edilen tekeller, Doğuş Holding vb.nin katılımıyla, kendisi de ciddi boyutlarda sermayeyi kontrol eden “tek adam”ın her geçen gün daha ileri boyuta taşıyarak geliştirmekte olduğu en gerici politikalara destek sağlamakta ve faşist inşa, bunca olan bitene rağmen ciddi bir kitle desteğini konsolide ettiği gibi, sahip olunan aparat, tarikatların da katkısıyla, takviye polis ve bekçi vb. yasalarıyla resmi ve özel güvenlik kurumlarının dayanak edinilmesiyle örgütlenmesini sağlamlaştırmaktadır. Bahçeli ise hedeften sapılması durumunu denetlemek üzere bir denge unsuru olarak “tek adam rejimi”ne eklemlenmiş durumda.
Bu temelde Kürt sorununda kurulan “çözüm masası” dağıtıldı, geleneksel ezerek çözme yöntemleri devreye girdi. Yargı, yasama ve yürütme fiilen tek elde toplandı. Ülkeyi kararnamelerle yönetmenin önü açıldı. Ordu, polis gibi militarist kurumlar düzenlemeye tabi tutularak buralardaki etki gücü artırıldı. Geniş yetkilerle donatılmış, sayısı on binlerle ifade edilen ve tamamen ideolojik süzgeçten geçirilerek örgütlendirilen Bekçi yığınağı yapıldı. KHK ile yüzlerce akademisyen üniversitelerden uzaklaştırıldı. Rektör atamaları yoluyla üniversiteler fiilen “tek adam rejimi”ne bağlandı. Medya neredeyse tümüyle “yandaş” hale getirildi. HDP’nin 100’e yakın belediyesine kayyım atandı. Seçilmiş belediye başkanlarının neredeyse tamamı tutuklandı. CHP’nin verdiği destekle yapılan Anayasa değişikliği ile milletvekili dokunulmazlığı daraltıldı ve milletvekilinin vekillikten düşürülmesi ve tutuklanması kolaylaştırıldı. HDP’nin 9 milletvekili ve eski Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ başta olmak üzere binlerce HDP’li tutuklandı. Aralarında Eş Genel Başkanlar Pervin Buldan ve Mithat Sancar olmak üzere 17 HDP milletvekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını isteyen tezkere TBMM’ye iletildi. TGS’nin 10 Kasım 2020 tarihli açıklamasına göre, tutuklu gazeteci sayısı 72. Baro Yasası değiştirilerek, yandaş Baro kurulmasına olanak sağlandı. TTB ve TMMOB yeni hedef durumunda. Sosyal medya sağlayıcılarını denetime tabi tutan yasa devreye girdi. Sosyal medyada ya da diğer medya araçlarında en küçük eleştiri cumhurbaşkanına hakaret sayılarak takibata uğruyor ve mağdurlarının sayıları on binlerle ifade ediliyor. CHP’nin çıkardığı broşürler yasaklandı. Ana muhalefet partisinin dahi siyaset yapmasına engel konulmaya çalışılıyor. İşçilere grev yapmak fiilen yasak hale getirildi. Her türlü hak arayışı şiddetle bastırılıyor. Doğal yaşam çevrelerini ve geçim kaynakları olan tarımsal üretim imkanlarını uluslararası maden tekelleri ve işbirlikçilerine, santralci müteahhitlere karşı savunan köylüler dayaktan geçirilerek gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Uyduruk gerekçelerle gözaltına alma, tutuklama ve hapis cezasına çarptırma giderek yaygınlaşıyor. Her türlü etkinlik ve siyasi parti kongreleri hariç kongreler pandemi gerekçe gösterilerek yasaklandı. Türkiye Barolar Birliği’ne kongre yaptırılmadı. 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL ve şimdi de pandemi gerekçe olarak faşizmin inşası sürecinde sonuna kadar kullanılıyor. Direnişleri bir türlü geriletilemeyen kadınların üzerine her gün bir başka yönden varılıyor. Aşağılanma, ikinci sınıf sayılmanın dayatılması, taciz, tecavüz ve çocuk evliliklerinin meşrulaştırılma ve saldırganların mahkemelerce salıverilmeleri ya da ceza denmeyecek cezalarla kurtulmaları, kadın cinayetlerindeki artışla perçinleniyor. AKP’nin içinde bile tepkilere neden olan İstanbul Sözleşmesi’nin iptali girişimi kadınlara yönelik saldırının sadece görünen bir yönüdür. Benzer saldırılardan gençler de nasibini almaktadır. Bütün bunlar muhalefeti etkisizleştirmek ve zaman içinde ortadan kaldırma hazırlıklarıdır. HDP’ye, M. Özdağ eliyle İyi Parti’ye, M. İnce eliyle CHP’ye yapılan operasyonlar, yerel yönetimler üzerinde kurulan baskı, Baro Yasası’nda yapılan değişiklik, TTB ve TMMOB’un üzerindeki basıncın artması, seçim yasasında yapılacak değişiklik hazırlıkları bu kesimleri “tek adam rejimi” ve destekçisi tekellerin politikalarıyla “uyumlaştırma” girişimleridir.
Öte yandan yığınları yedeklemek, kitle tabanını konsolide edebilmek için demagoji ve hamasetten ibaret propaganda kesintisiz sürdürülüyor. Emperyalizme olan bağımlılığın en çok AKP iktidarları döneminde artmış olması gerçeği demagojik bir anti emperyalist söylemle gizlenmeye çalışılırken, uydurulmuş bir “dış düşman” ve “yerli ve milli” retoriği eşliğinde milliyetçilik köpürtülüyor. TRT ve yandaş medyada Osmanlı dönemini yücelten TV dizilerinin ardı arkası kesilmiyor. Erdoğan her fırsatta kültürel alanda hegemonya oluşturamamaktan şikâyet ediyor ve bunun önemini vurguluyor. Erdoğan ve AKP, kuruluş döneminde “3 Y” ile simgeleştirdikleri, emekçi ve yoksul yığınları yedeklemesinde önemli bir rol oynayan “Yoksulluk, Yolsuzluk ve Yasaklarla mücadele” söylemini, mevcut koşullarda hiçbir inandırıcılığının kalmadığını gördükleri için terk ettiler. Şimdi milliyetçi ve dinci söylemler ve Ayasofya’yı camiye dönüştürmek, açılışta Kuran okumak, Kıbrıs’ta kapalı Maraş bölgesinde Bahçeli’yle beraber piknik yapmak gibi etkinliklerle yığınları yedeklemeye çalışıyorlar.
Bütün bunlara bakarak “tek adam rejimi”ne faşist bir diktatörlük denebilir mi?
Belirtildiği gibi, faşizm bir devlet biçimidir. Ve saldırılarını yalnızca işçi sınıfına yöneltmez, aynı zamanda “burjuva demokrasisi”nin temel kurum ve kurallarına da saldırır ve onları ortadan kaldırır. Örneğin basın, örgütlenme, siyasi faaliyet yürütme hakkı gibi… Faşist parti iktidara geldiği günden itibaren “burjuva demokratik hakları” ve “burjuva demokrasisinin kurumları”nın altını oymaya başlar. Ve süreç içinde tedricen ortadan kaldırarak yerine kendi kural ve kurumlarını oluşturur.
Bu bağlamda, önceden zaten seçim yasasının değiştirilmesini istemiş olan Bahçeli’nin 30 Eylül 2020 tarihinde yaptığı açıklama yaşanan gerçeği yerli yerine oturmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin kapatılarak yerine “Yüce mahkeme” veya “Yüksek Mahkeme” kurulmasını öneren Bahçeli, gerekçe olarak, “(…) Parlamenter Sistemin oluşturduğu kurumların yeniden yapılanması ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne fonksiyonel açıdan müzahir noktaya taşınması”nın “artık kaçınılmaz bir zaruret” halini almasını göstermiştir. Erdoğan’ın 2015 Haziran Seçimleri öncesinde söyledikleri de aynı yöndedir, Anayasayı ve çerçevesini çizdiği rejimi kökten değiştirecek çoğunluk istemektedir: “400 milletvekili verin bu iş huzur içinde çözülsün”[12] Örnek olsun: Mussolini’nin ilk icraatlarından biri seçim kanununu değiştirmek olmuştur. Bu değişiklik, yüzde 25 oyla 535 milletvekilliğinin 356’sını kazanmasını sağlamıştır. 1926 yılında Mussolini, bu çoğunluğa dayanarak çıkardığı olağanüstü yasalarla, seçme ve seçilme hakkını ortadan kaldırdı ve iktidarı boyunca bir daha seçim yapılmadı. Hitler ise, 2/3 çoğunluk gerektiren, Reictag’ın yetkilerini 4 yıllığına kendi elinde toplayacak kanunu Meclis’ten geçirebilmek için 81 KDP’li vekili gözaltına alırken, oylama günü meclisin kapısını kesen SA militanları SPD’li kimi vekillerin de Meclis’e girmesini engelledi. Devamı biliniyor. Belli yönleriyle yukarıda da değinildi.
Ülkemizde ise, halihazırda 12 Eylül ürünü olsa ve yapılan değişikliklerle antidemokratik karakteri iyice belirginleşmiş olsa da bir “Anayasa” ve “yasalar” var. Muhalif ve asıl olarak HDP’li milletvekili, belediye başkanı gibi seçilmişlerin görevden alınması, tutuklanması artık vaka-i adiyeden sayılmakla birlikte “serbest seçimler” henüz yapılmaktadır. Fiiliyatta “tek adam rejiminin noteri” gibi çalışmakla birlikte parlamento faaliyetini sürdürmektedir ve bu noktada önemli olan “Cumhur İttifakı”nın Meclis’te Anayasa değişikliği yapacak çoğunluğa sahip olmamasıdır. Burjuva düzen partileri bir yana, işçi sınıfının devrimci partisi başta olmak üzere, devrimci parti, örgüt, çevreler ve işçi basını başta olmak üzere devrimci basın baskı ve yasaklamalara karşın legal alanda faaliyet yürütebilir durumdadır. Basın özgürlüğü üzerindeki baskı ve yasaklamalar giderek ağırlaşmak ve cezaevleri gazetecisiz kalmamakla birlikte basın özgürlüğü tamamen ortadan kaldırılabilmiş değil. “Burjuva ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesi” gereği ayrı elde olması gereken kuvvetler (yasama, yargı, yürütme) fiilen “tek adam rejimi”nin elinde toplanmış olmasına karşın nadiren de olsa Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Sayıştay “tek adam rejimi” rağmına karar verebiliyor, rapor düzenleyebiliyor. Kısaca güdük ve kırıntılar biçiminde de olsa “mevcut burjuva demokratik haklar” kullanılabilir durumda.
Hepsinden önemlisi, temel belirleyici etken olarak sınıf güç ilişkilerinin aktüel durumudur. İşçi sınıfı hareketi, toplumsal muhalefet ve Kürt ulusal hareketi “tek adam rejimi” tarafından önemli oranda geri itilse de, bastırılamamıştır. İşçi hareketi “tek adam rejimi” ve sermayenin kıdem tazminatının ortadan kaldırılması girişimini iki defa püskürtmüştür, aynı şekilde kadın hareketi “İstanbul Sözleşmesi”nin değiştirilmesi girişimini engellemiştir. Köylülük maden ve enerji tekellerinin altın arama ve HES girişimlerine karşı gündeme geldiği her noktada karşı çıkmakta, mücadele etmektedir. Barolar Yasasında yapılan değişiklikten sonra da avukatların mücadeleci tutumu sürmektedir. Başta TTB ve SES olmak üzere sağlık örgütleri ve sağlık emekçileri Pandemi sürecindeki antidemokratik tutum ve uygulamalara karşı mücadele etmektedir. Pandemi sürecinin beraberinde getirdiği kısıtlamalar –ki, “tek adam rejimi” tarafından son sınırına kadar istismar edilmektedir– bir bakıma diğer faktörlerin yanında işçi sınıfı ve toplumsal muhalefetin birleşik bir mücadele geliştirmesinin önündeki temel engel durumundadır.
Öte yandan sınıfsal içeriğinden bağımsız, gelişim ve inşa süreçlerini ıskalayan, sınıf güç ilişkilerindeki değişmeye bağlı olarak artan devlet baskısı ve şiddete bakarak kolayca faşizm tahlilleri yapılıyor. Bunda Cumhuriyet Türkiyesi’nin Osmanlı’dan miras askeri, militarist bürokratik ceberrut devlet geleneğini devralarak sürdürmesinin de büyük payı var.
Ülkemizde “burjuva demokrasisi” gerçek boyutlarıyla hiçbir dönem hayat bulmadı. Bir baskı aracı olarak devlet aygıtı sürekli çalıştı. Sınıf güç ilişkilerine bağlı olarak, bizzat devlet güçleri yasaların dışına çıkarak faşizan yöntemlere başvurdu/vuruyor. Bugün olan da bunun en ileri biçimlerinden biridir. Ne ki, tersi de geçerlidir. Örnek, geçmişteki devrimci propagandayı yasaklayan meşhur 141-142. maddelerdir. Sınıf güç ilişkileri bu maddeleri fiilen işlemez hale getirmiş, komünist propaganda ve faaliyet legal alanda 12 Eylül’e kadar sürdürülmüştür.
Mevcut durumda “tek adam rejimi” faşist bir rejim inşa etmede önemli mesafe almış olmakla birlikte, işçi sınıfı hareketi ve halk muhalefeti daha ilerisine, yani bir devlet biçimi değişikliği olarak faşizmin kurumsallaşmasına izin vermemiştir. Bu yüzden, “‘tek adam rejimi’ne faşist bir diktatörlük denebilir mi” sorusuna yanıtımız hayırdır! “Tek adam rejimi” henüz bir faşist diktatörlük değildir, fakat faşist temelde bir yeni rejimin inşa sürecinde atılmış karşı devrimci önemli bir adımdır. Politik olarak antidemokratik gerici yanı oldukça yoğun, gerici bir burjuva diktatörlük biçimidir. Faşizme karşı mücadelede tarihsel deneyim bize faşizmin sınıf içeriğini iyi kavramanın, politik biçimini doğru tahlil etmenin hayati önem taşıdığını göstermektedir. Kapitalist devletin politik biçiminin devrimci mücadelede (sınıf mücadelesi) örgütlenmeden, çalışma tarzına, ittifaklara varıncaya “biçimler”in belirlenmesine somut temel oluşturduğu gerçeği unutulmamalıdır. Faşizme karşı mücadelede en zarar verici şeylerden biri de devrimci saflardaki kafa karışıklığıdır.
Faşist diktatörlüğünün inşasına karşı mücadele ve kurulmasının engellenmesi, günün en önemli sorunlarından biridir. “Tek adam rejimi”nin ve onun faşist temelde daha gerici bir yönetim olarak tesis edilmesinin önlenmesi için işçi sınıfı başta olmak üzere bütün emekçilerin sermaye ve faşizmin saldırılarına karşı demokratik talepler etrafında bir araya gelerek mücadeleyi yükseltmeleri; demokratik kitle örgütlerinin, devrimci-sosyalist parti ve örgütlerin, sendikaların bu mücadeleye katılmaları, işçi sınıfı ve halkın mücadele birliğinin sağlanması bakımından önem taşımaktadır. Bu mücadeleye sermaye partilerinin aldatıcılığına kanan geniş emekçi kesimlerinin kazanılması için yapılacaklar ise özel olarak önemlidir. Yoksulluk, işsizlik, açlık, hayat pahalığı, siyasal barbarlık ve yasaklar, pandeminin yol açtığı sorunlar, emekçi halkın etrafında bir araya geleceği taleplerin şekillenmesinin aktüel zeminini oluşturuyor.
Anti-faşist mücadelenin burjuva muhalefetin ileri sürdüğü türden parlamentonun ihyası mücadelesine indirgenemeyeceğini belirtmek bile herhalde gereksizdir. Faşizme karşı mücadelenin hedefi, günümüzdeki faşistleşme ve faşizmin inşa sürecinin olduğu kadar birden fazla kez faşist diktatörlüğün kurulmasının zemini olmuş, deyim yerindeyse faşizme döl yataklığı etmiş burjuvazinin parlamentarizme dayalı demokratik görünümlü diktatörlüğü olamaz. Faşist işlevsizleştirme ve ilga girişimlerine karşı parlamentonun sahiplenilmesi ayrıdır, demokrasi adına burjuva devletin parlamenter biçimi uğruna mücadele ayrı.
Faşizme karşı demokrasi mücadelesi, faşizmin inşası politikasına karşı olduğu kadar, tekellerin iktisadi ve siyasal dayatmalarına, emperyalizme bağımlılık politikalarına, pandemininkilerle birleşmiş krizin yüklerinin işçi sınıfı ve emekçi halkın sırtına yıkılmasına, işsizliğe, yoksulluğa, sömürünün yoğunlaştırılmasına karşı mücadeleye genişlemelidir. Böyle bir mücadelenin ancak tekelci iktisadi ve faşist siyasal dayatmaların kaynağı ve dayanağı durumundaki mali sermaye ve tekellerin egemenliğine son verilmesi amaçlanarak, sosyalizm perspektifiyle ve halk demokrasisi hedefiyle yürütülebileceği kuşkusuzdur. Anti faşist mücadele, ancak faşizmin bastırıp ezmeye yöneldiği işçi sınıfı ve emekçi halkın kurtuluşuna bağlanacak bir halk egemenliğini öngörebilir.
[1] Yasal olarak 10 Temmuz 2018’de yürürlüğe girdi.
[2] Marx, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i, Birinci Baskı, Sol Yayınları, Ankara, sf. 9.
[3] E. Lewerenz, Komünist Enternasyonalde Faşizm tahlili, çev. Yalçın doğan, Sol Yayınları, İkinci Baskı, sf. 33
[4] 3. Enternasyonel’de Faşizm Üzerine Tartışmalar, 2. Cilt, 1. Baskı, Dönüşüm Yayınları, sf. 76
[5] Aktaran Lewerenz, age, sf. 33.
[6] Lewerenz, age, sf. 12.
[7] Burada “durgun” sözcüğü İtalya için değil genel olarak kapitalist emperyalist dünyadaki durumla ilgili bir vurgudur. Yoksa İtalya, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşından galip çıkan bir ülke olmasına karşın savaş nedeniyle ekonomik olarak çökmüş, konseyler biçiminde örgütlenip fabrikalara el koyarak üretimi sürdürecek düzeyde bir işçi hareketinin bulunduğu 1919-22 yılları arasında 4 hükümet değişikliğinin gerçekleştiği siyasi kriz içindeki bir ülkedir.
[8] AKP de iş başına geldikten sonra uzun dönem “Güçlü Ekonomiye Geçiş” adı verilen, Kemal Derviş’in geliştirdiği, IMF ve Dünya Bankası destekli bu ekonomi politikasını uyguladı.
[9] Anti-demokratik seçim yasası sonucu AKP’nin yüzde 33 oyla Meclis’te yüzde 65 gibi yüksek bir oranla çoğunluk sağladığı 2002 Seçimlerinde hükümetteki partiler DSP, ANAP ve MHP ve muhalefetteki Fazilet Partisi ile DYP barajı geçemeyerek Meclis dışı kalmıştı. Örneğin DSP’nin oyu yüzde 21’den yüzde 1’e düşmüştür. Meclis’e, AKP’nin yanında ikinci parti olarak Deniz Baykal’ın CHP’si girmişti.
[10] Milliyet, “MİT’ten ilginç çıkış”, 2007, https://www.milliyet.com.tr/siyaset/mitten-ilginc-cikis-184259
[11] Yeni Çağ, “‘Arap Baharı’nı 4 yıl önce haber verdi”, 2011, https://www.yenicaggazetesi.com.tr/arap-baharini-4-yil-once-haber-verdi-52416h.htm
[12] Evrensel, “Erdoğan’dan tehdit: 400 vekili verin, bu iş huzur içinde çözülsün”, 2015, https://www.evrensel.net/haber/107046/erdogandan-tehdit-400-vekili-verin-bu-is-huzur-icinde-cozulsun
Hiç yorum yok