Header Ads

Header ADS

Çözüm için hazır olmak

Garbis Altınoğlu

9 Ağustos 2019

Asrın Hukuk Bürosu, dün (8 Ağustos) Öcalan'la yaptığı görüşmenin ardından bir açıklama yaptı. Fırat Haber Ajansı'nda (ANF) yayınlanan açıklamada (Öcalan'dan mesaj: Çözüm için hazırım) Öcalan'ın Türk-Kürt sorununun, devletin daha makul ve serinkanlı davranmasıyla çözülebileceği masalını bir kez daha yinelediği görülüyor. Oysa tarihsel deneyim bu yaklaşımın doğru olmadığını yeniden ve yeniden göstermiş bulunuyor. 20 yıl öncesini anımsayalım.

PKK Genel Başkanı Öcalan’ın 15 Şubat 1999'da yakalanmasının ardından 31 Mayıs’ta İmralı’da başlayan sözde yargılanmasının ilk aşaması 29 Haziran’da sona ermişti. Beklendiği gibi idam kararıyla sonuçlanan bu duruşmaya Türk gericiliğinin karalama ve saldırıları eşlik etmişti: Devlet güdümlü güruhların mahkeme öncesinde sanık avukatlarına ve yakınlarına yönelik olarak başlattıkları ve tüm dünyanın gözü önünde sürdürdükleri protesto ve saldırı eylemleri, polisin ve diğer görevlilerin taciz ve kısıtlamaları, varolan yasaları açıkça çiğneyen burjuva medyasının mahkeme öncesinden başlayarak kamuoyunu Kürt halkına ve ulusal kurtuluş hareketine karşı koşullandırmayı amaçlayan bir kirli psikolojik savaş yürütmesi, Öcalan’ın avukatlarının görevlerini yapmalarının ve müvekkilleriyle burjuva yasalarının öngördüğü haklar çerçevesinde özel görüşmelerde bulunmalarının bile engellenmesi, sözde şehit ailelerinin ve müdahil avukatlarının, mahkeme heyetinin olağanüstü hoşgörüsüyle salonu bir şovenist tiyatro gösterisine çevirmeleri vb. 

Bütün bunlarda şaşılacak bir yan yoktu ve bugün de yok. Türk gerici ve şovenleri bugün de aynı telden çalıyor ve Kürt halkının sadece silâhlı değil, aynı zamanda legal olan örgütlerini bile terörizm, vatana ihanet, bölücülük gibi artık hiçbir değeri kalmamış olan sözcüklerle itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Demek ki, bu kardeşlik masallarını anlatanlar sadece teorik ve ilkesel doğruları reddetmekle ve tarihsel deneyimden çıkarılması gereken dersleri görmezden gelmekle kalmıyorlar. Onlar bugün yaşanmakta olan somut gelişmeleri ve bu gelişmelerin içinde sakladığı somut tehlikeleri de hiçe sayıyor ve görmezden geliyorlar. Türk burjuva devleti yıllardır, Kürt halkının Kuzey Suriye'de elde ettiği kazanımları yok etmek için elinden geleni ardına koymuyor, hattâ bu amaçla en azgın İslami terör örgütleriyle birlikte hareket etmekten kaçınmıyor. O, Rojava'nın Türkiye için hiçbir tehdit oluşturmamasına rağmen ABD'li efendileriyle bu konuda görüşmeler yapıyor, Rojava'yı Kürt nüfusundan arındırmak ve bu bölgede bir sözde güvenli bölge kurma olanağı elde etmek için onlara yalvarıyor. 

Evet; bütün bunlara şaşma hakkımız yok. Ama şuna şaşma hakkımız var: Kürt ulusal hareketi aradan geçen yıllara, hattâ onyıllara rağmen bayatlamış, çürümüş ve kokuşmuş bir gerici “Türk-Kürt kardeşliği” formülasyonunu hâlâ gündemde tutmakta ve bu formülasyonu Türk-Kürt sorununun sorunun çözümü için bir anahtar olarak göstermeye devam etmektedir. Şunu da belirtmem gerekir: Ulusal hareketin bu sorunu olabildiğince çatışmasız bir tarzda çözme ve can kayıplarını olabildiğince azaltma ve buna uygun taktiksel adımlar atması tümüyle doğru ve meşrudur. Ama bunun ötesine geçmek, böylesi taktikleri strateji düzeyine çıkartmak, günün 24 saatı Kürt halkının siyasal öncüsünü boğma planları kuran ve ulusal hareketin kazanımlarını tasfiye ve yok etmek için çaba harcayan Türk gericiliği hakkında boş hayaller beslemek ve böylesi hayalleri yaymak asla doğru ve meşru değildir ve olamaz.

Bundan 20 yıl önce PKK'nin başında Başkanlık Konseyi denen bir kurul bulunuyordu. Bu kurul o dönem yaptığı açıklamalarda bir yandan Türk burjuva devletini suçlarken bir yandan da Öcalan'ın yıllardır dile getirdiği yanılsamaları yineliyordu. Dolayısıyla Temmuz 1999'da yazmış olduğum “Başkanlık Konseyi Nereye?” başlıklı yazımda söylediklerimin, Öcalan'ın bugün söyledikleri için de hemen hemen aynen geçerli olması şaşırtıcı değildir. 20 yıl önce kaleme aldığım bu yazıda şöyle demiştim:

Marksizm, ilkel komünal toplumu izleyen bütün toplumların çıkarları birbirine karşıt ve birbiriyle çatışan sınıflardan oluştuğunu ve tarihsel ve toplumsal gelişmenin temelinde sınıf savaşımının yattığını göstermiştir. Komünist Manifesto’da da söylendiği gibi, “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.” (K. Marx/ F. Engels, Seçme Yapıtlar I, Ankara, Sol Yayınları, 1976, s. 132) Bu genelleme, ulusal kurtuluş savaşımları için de geçerlidir; çünkü son çözümlemede ulusal kurtuluş savaşımları ezilen ulusun emekçi sınıflarının, emperyalist burjuvaziye ve/ ya da ezen ulusun burjuvazisine ve diğer egemen sınıflarına karşı savaşımlarından başka bir şey değildirler. Üretim araçlarını ve siyasal iktidarı ellerinde bulunduran egemen sınıfların genel siyasal yönelimleri, onların sınıfsal konumlarıyla uyum içindedir. Egemen sınıflar ve çağdaş toplumlarda burjuvazi asla kendi sınıfsal çıkarlarına taban tabana karşıt bir rota izlemez ve izleyemez. Marksizmin ve tarihsel materyalizmin ortaya koyduğu ve yaşamın yeniden ve yeniden kanıtladığı bu gerçeği görmek için insanın Marksist olması da gerekmez elbet; her aklıbaşında işçi ve emekçi yaşamın bu gerçeğini bilir. Bu bakımdan, Türk egemen sınıfları da içinde olmak üzere egemen sınıfların ya da emperyalistlerin barıştan, kardeşlikten, demokrasiden yana oldukları ya da olabilecekleri konusunda anlatılan gerici peri masallarının beş paralık bir değeri bile yoktur ve olamaz. Bunun böyle olduğunu anlatmaya çalışmak bile abestir. Böylesi öyküleri ya emperyalistlerin ve gerici egemen sınıfların kendileri ya da onların en pespaye revizyonist uşakları ve ajanları anlatıp durmuşlardır. 

Onların hepsinin de hedefi birdir: İşçi ve emekçi yığınlarını aldatmak, egemen sınıflara ve emperyalizme ilişkin yanılsamalarla zehirlemek ve onların demokrasi, ulusal kurtuluş ve sosyalizm kavgalarını baltalamak. Her tutarlı devrimci ve enternasyonalist; kardeşlik ve birlik dendiğinde, değişik ulus ve milliyetlerden işçiler ve diğer sömürülen emekçilerin bütün sömürücü sınıflara karşı kardeşlik ve birliğinin kastedildiğini, ülkemiz sözkonusu olduğunda ise öncelikle Türk ve Kürt işçi sınıfı ve halklarının emperyalizme, faşizme ve kapitalizme karşı kardeşlik ve birliğinin kastedildiğini anlar. Ve her tutarlı devrimci ve enternasyonalist, barışın yolunun, ezilen ve sömürülen yığınların işçi sınıfının önderliğinde faşizme, emperyalizme ve kapitalizme karşı vereceği bir dizi devrimci savaştan geçtiğini, ülkemiz sözkonusu olduğunda işbirlikçi-tekelci burjuvazinin diktatörlüğü bir halk devrimiyle yıkılmadıkça ve süreç içinde yerini çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının diktatörlüğüne bırakmadıkça gerçek ve kalıcı bir barışın kurulamayacağını anlar.

Nasıl, bir hastalığın doğru tedavisinin yapılması için öncelikle onun doğru bir teşhisinin yapılması zorunluysa, aynı şekilde siyasal ve toplumsal bir sorunun doğru çözümü için de öncelikle sorunun kendisinin doğru formüle edilmesi zorunludur. O hâlde, şu belirleyici ve yaşamsal soruların yanıtının, hem de dosdoğru verilmesi zorunludur:

    KİMİN KİMİNLE KARDEŞLİĞİ?

    KİMİN KİMİNLE BİRLİĞİ?

    KİMİN KİMİNLE BARIŞI?

Bu soruları şöyle de formüle edebilir ve Başkanlık Konseyi’ne şunları sorabiliriz: “Demokratik cumhuriyetten, kardeşlikten, birlikten ve barıştan söz ediyorsunuz? Ama kimin kiminle kuracağı bir demokratik cumhuriyetten, kimin kiminle kardeşliğinden, birliğinden ve barışından söz ediyorsunuz? Bu kardeşlik, birlik ve barışın taraflarından biri Kürt halkıdır. Peki diğer tarafta kim durmaktadır? Kürt halkına kiminle kardeşlik, birlik ve barış yapması ve ortak bir demokratik cumhuriyet kurması önerilmektedir?”

A. Öcalan’ın ve duraksamalı bir biçimde de olsa Başkanlık Konseyi’nin bu temel soruya verdiği yanıt bellidir. Onlar, Kürt halkının Türk egemen sınıflarıyla ortak bir demokratik cumhuriyet (?) içinde birleşmesini istemektedirler; yani onlar, Kürt halkını kendi cellatları, işkencecileri ve gardiyanlarıyla; Türk Kontrgerillası, polisi, büyük sermayesi, burjuva partileri ve hepsinin has temsilcisi Türk Genelkurmayıyla kardeşlik, birlik ve barışa çağırmaktadırlar. Kürt halkını bu güçlerle “kardeşlik, birlik ve barış”a çağırmak ne demektir? Bu, ona ebedi köleliği önermek, ona ihanet etmek, onu aldatmak ve onun düşmanlarının hizmetine girmek demektir. Dahası bu, Türk işçi sınıfı ve halkına karşı da Türk egemen sınıflarının saflarında yer almak anlamına gelir. 

Çağımızda emperyalistler ve onların uzantısı konumundaki işbirlikçi burjuva sınıflar, her türden gericiliğin, yani faşizmin, saldırgan savaşların, beyaz terörün, ulusal zulmün, ırkçılığın, militarizmin vb. başta gelen dayanakları ve kaynaklarıdırlar. Genel olarak barış ve demokrasi davası, ancak bu güçlerin devrimle yıkılması ve ezilmesi yoluyla zafere ulaşabilir. Gelişen devrimci yığın savaşımının onlara çok ağır darbeler indirerek onları geriletmesi sayesinde de ezilen yığınlar ve sınıflar bazı mevziler kazanabilirler. Ama bunun ötesine geçemezler. Bağrındaki uzlaşmaz sınıf çelişmeleri kapitalist toplumda kalıcı bir barışı olanaksız kılar; en demokratik burjuva cumhuriyeti bile son çözümlemede burjuvazinin işçiler ve diğer sömürülen sınıflar üzerindeki diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Bu olgular, aşağıda da değineceğimiz gibi, kalıcı bir barışın ve en geniş demokrasinin, ancak kapitalizme ve giderek her türlü sınıf egemenliğine son vermeyi hedefleyen ve sosyalizmin inşasının yolunu açacak olan proleter devrimiyle gerçekleşebileceğini göstermektedir. Türkiye de içinde olmak üzere hiçbir yerde ve hiçbir zaman, gerici egemen sınıflar, ezilen ve sömürülen yığınlara barış ve demokrasi bağışlamamışlardır. Bu, A. Öcalan’ın önünde secdeye geldiği ve hayranlığını dile getirdiği Batı’nın “demokratik uygarlığı” için de bütünüyle geçerlidir

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.