Header Ads

Header ADS

İran Konusunda Karışık Kafalar

Garbis Altınoğlu

9 Ocak 2018

Bu sayfada yazılanları ve yapılan tartışmaları izleyenler, bir dizi okur ve yazarın İran rejimini Ortadoğu halklarının BAŞ düşmanı ya da BAŞ düşmanlarından biri gibi gördüğünün farkında olmalılar. Tabiî onlar bu okur ve yazarların gerici molla rejiminin yıkılmasından, hem de bir an önce yıkılmasından yana olduğunun da farkındadırlar. Ama ben bu okur ve yazarların; ABD, Britanya gibi emperyalist ülkelerdeki gerici rejimlerin yıkılması için çağrı yaptıklarını duymadım. Hattâ ben onların, IŞİD ve benzer İslâmî terör örgütlerinin baş destekçileri ve finansörleri olan Suudi Arabistan, Katar, İsrail gibi ülkelerdeki gerici ve saldırgan rejimlerin yıkılması için çağrı yaptıklarını da duymadım. Duyan, gören varsa beri gelsin. Varsa da bunlar istisnaî düzeyde olmalılar.

Bu çarpıcı tutarsızlığı şimdilik bir yana bırakalım. Bu okur ve yazarların bir başka hatası da şu: Onlar, siyasal İslâm'ın en koyu ve en gerici yorumuna dayanan IŞİD, El Nusra Cephesi gibi örgütlerin İran değil; ABD, İsrail Suudi Arabistan, Katar, hattâ Türkiye gibi ülkelerin desteğiyle yaşadığını görmezden geliyor ya da anlamıyorlar. Oysa tam tersine, kendisi de bu örgütlerin hedefleri arasında yer alan İran, gerek Suriye'de ve gerekse Irak'ta onlara karşı savaşan güçler arasında yer alıyor. 5 Ocak 2018 tarih ve “İran'da yaşananlara doğru yaklaşmak” başlıklı yazımda bu ülkenin 1979'dan bu yana ABD ve ortaklarının acımasız bir ambargosuna ve ABD ile İsrail'in en azından 2000'li yılların başından bu yana pek çok açıklama, tehdit, suikast, sabotaj ve provokasyonuna hedef olduğuna işaret etmiş ve şöyle demiştim:

“İran, Suriye'de olduğu gibi ABD ve ortaklarının Ortadoğu halklarına yönelik kapsamlı saldırısına karşı güçlü bir set oluşturmakta ve bugünkü Ortadoğu koşullarında objektif olarak ilerici bir rol oynamaktadır. Bu, İran rejiminin gerici niteliğine rağmen böyledir. İran'ın siyasal, askerî ve ekonomik desteği olmasaydı, Suriye bugün İslâmî terör örgütlerinin denetimi altına girmiş olabilirdi.”

Marksist-Leninistler her yerde olduğu gibi İran’da da işçi sınıfının ve diğer sömürülen sınıf ve katmanların devrimci ve Sovyetik iktidarının kurulması ve bunun için de iktidardaki mülk sâhibi sınıfların gerici rejiminin yıkılmasından yanadırlar elbet. Peki ama bu yıkılma nasıl olacaktır?

İran'daki gerici molla rejiminin İKİ ayrı yıkılma tarzı ya da olasılığından söz edebiliriz. (Bu, başka bir dizi ülke için de geçerlidir.) Bunlardan birincisi ve elbette BİZİM tercih edebileceğimiz ve etmemiz gereken seçenek, bu rejimin emekçi yığınların devrimci savaşımıyla yıkılmasıdır. Şimdilik bunun izlerini göremiyoruz; ama bu olasılık tümüyle göz ardı edilemez elbet. İkinci tarz ya da olasılık bu rejimin, ABD-İsrail-Suudi destekli gerici kargaşalık ve devrimci-olmayan iç çatışmalar yoluyla yıkılmasıdır. (Bu olasılığın birinci olasılıktan daha güçlü olduğu söylenebilir.) Türkiye'nin İran'a saldırtılması ve buna gene, dolaylı ABD-İsrail-Suudi müdahalesinin eşlik etmesi de bu ikinci olasılığın bir varyantı sayılabilir. ABD’nin 1980-88 Irak-İran savaşının yeni bir versiyonundan, yani iki ülkeyi de perişan edecek bir Türkiye-İran savaşından yana olduğu bir sır sayılmaz.

Peki, böylesi bir yıkılışın sonuçları ne olur, ne olabilir? İran gibi, sınırları yüzyıllardır pek az değişmiş bir ülkenin böylesi bir yıkım ve dağılmaya uğramasının tüm sonuçlarını kestirmek olanaksız. Olanaksız; çünkü böyle bir sürece, Rusya, Pakistan, Azerbaycan, İsrail, Türkiye, Irak gibi bir dizi başka aktörün de karışabileceğini tahmin edebiliriz. Gerçekleşmesi hâlinde, ABD-İsrail-Suudi kaynaklı İslâmî terör örgütlerinin (IŞİD, El Nusra gibi) bölge çapında yeniden güç kazanmasına yol açacak olan BU olasılığın sonuçları ne olacaktır?

Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1) ABD ve İsrail’in bölge ölçeğinde nüfuzunun artması,

2) İran’ın ezeli rakibi Suudi gericiliğinin bölge ölçeğinde nüfuzunun artması,

3) Filistin ve Lübnan’da ABD ve İsrail yanlısı akım ve partilerin ve İslâmî gericiliğin güç kazanması,

4) IŞİD, El Nusra türü terör örgütlerinin Suriye ve Irak'ta yeniden ayağa kalkması,

5) Suudi gericiliğinin saldırısı altında yaşayan ve direnen Yemen halkının acılarının katlanarak artması,

6) IŞİD, El Nusra türü terör örgütlerinin Türkiye'de daha da güçlenmesi,

7) İran’ı, ABD destekli İslâmî gericilik tehlikesine karşı stratejik bir bağlaşık olarak gören Rusya’nın devreye girmesi ve savaşın daha geniş bir jeografiye yayılması.

Bu olasılığın gerçekleşmesinin bir başka sonucu, İran’ın da Irak, Libya ve Suriye gibi yakılıp yıkılması, İran'da ve çevre ülkelerde milyonlarca ve milyonlarca insanın daha ölümü ve onmilyonlarca insanın evlerini yitirmeleri ve ülkelerini terk etmek zorunda kalmaları olacaktır. Umarım İran'daki molla rejiminin NE PAHASINA OLURSA OLSUN yıkılmasını savunanlar, böylesi kanlı bir senaryonun gerçekleşmesi olasılığını dikkate alıyorlardır. Böyle düşünenler ve bu tür bir gerici yıkılma sürecinden yana olanlar, yukarda maddeler hâlinde saydığım olumsuz ve istenmeyen sonuçları da savunmak ve alkışlamak zorunda olacaklardır.

Bir Kez Daha İran Tartışması

2 Mayıs 2018

Konuya ilgi duyanların okuması için, 21 Nisan'da Asia Times'ta yayınlanan “İran İsrail'e, 'parmaklar tetikte ve füzeler fırlatılmaya hazır' diyor” başlıklı yazıyı dün Türkçeye çevirmiş ve sayfama koymuştum. Tahmin ettiğim gibi bu yazı hakkında yapılan yorumların önemli bir bölümü ne yazık ki alışılagelmiş ve bilimsellikten ve derinlikten yoksun yorumlar olmanın ötesine geçmedi. Bu yorumların bir bölümüne nisbeten geniş bir yanıt verdim. Ancak konunun önemini dikkate alarak bu yanıtımı biraz daha genişletmeyi ve ayrı bir yazı olarak okurların dikkatine sunmayı gerekli gördüm. Bu yazının, konuya ilişkin yanlış anlamaları, önyargıları ve yüzeysel yaklaşımları aşmaya yardımcı olacağını umalım.

Gerek facebook ortamında ve gerekse başka yerlerde yazan bir çok okur İran konusuna yanlış yaklaşıyorlar. Bu arkadaşlar arasında özellikle Kürt ulusal hareketinden olanlar ya da bu harekete sempati duyanlar ön plânda. Yanlışlık şurada: İşçi sınıfı devrimcileri ne özel olarak gerici molla rejiminden yanalar, ne de genel olarak İran devletinden. (Dolayısıyla, böylesi eleştiri ve suçlamalar hiçbir değer taşımıyor.) Dahası onlar adâlet, eşitlik, özgürlük ilkelerinin gerçekten yaşama geçirildiği sosyalist bir rejimden yana oldukları için, burjuvazinin egemenliğini temsil eden devletlerin hiçbirinden yana değiller. İşçi sınıfı devrimcileri, burjuva devletlerinin hepsinin de yıkılmasından ve yerini işçi sınıfının diktatörlüğüne/ sosyalist demokrasiye bırakmasından yanalar. Buna en “demokratik” burjuva devletleri de dahildir.

Ama bu onların stratejik ve uzun erimli bakış açısının gereğidir. TAKTİK düzeyinde işler her zaman böyle yürümez. Devrimci durum ortamında olmadığımız koşullarda soruna ister istemez farklı bir perspektifle yaklaşmak zorundayız. Bir başka deyişle kısa erimde, işçi sınıfı ve halkların BAŞ DÜŞMANI, ikincil düşmanları olduğu gibi geçici ve güvenilmez dostları da vardır. Bunlar, ezberlenmiş ve dogmatik formüllerle, duygusal yaklaşımlarla ya da ezilen ulus ve milliyetlerin dar bakış açısına saplanarak değil, yaşanan anın ya da tarihsel dönemin karşı karşıya gelen siyasal ve sınıfsal güçlerin genelinin somut analizine dayanarak saptanabilir ancak. Böylesi sorunları tartışırken, tartışma nesnesini tüm yanlarıyla ele almakla yükümlüyüz; yani böylesi sorunları “ya hep ya hiç”, “ya ak ya kara” mantığıyla ve kendimizi sorunun tek bir boyutuna hapsederek değil, çeşitli ve yer yer karşıt yanlarıyla ele almakla yükümlüyüz.

Benim gibi düşünenler; İran İslâm Cumhuriyeti'nin, anti-komünist, gerici bir rejim olduğunu, değişik milliyetlerden İran işçi sınıfını vahşice ezdiğini ve sömürdüğünü, bu rejimin İran halkının ABD-İsrail destekli Şah Rıza Pehlevi'nin monarko-faşist diktatörlüğüne karşı 1978-79 döneminde kazanılan devrimin zaferinin gasbı yoluyla kurulduğunu, Fars-olmayan ulus ve etnik gruplara ulusal baskı uyguladığını çok önceden beri, yani ta 1980'lerin başından bu yana söylüyorlar. (Merak edenler benim, burada da yayınlanmış olan Ocak 1995 tarih ve “16. Yılında İran Devrimi” başlıklı yazıma erişebilirler. Yani burada bir kafa karışıklığı yok.)

Ama politikaya bölge ve dünya ölçeğinde baktığımızda bugünkü İran'ın, dünya halklarının baş düşmanına/ düşmanlarına karşı frenleyici bir rol oynadığını, dolayısıyla onlara karşı direnişte OBJEKTİF olarak ilerici bir rol oynadığını da görürüz ve görmek zorundayız. Tabiî zayıf/ çok zayıf bir olasılık olmakla birlikte İran rejimi, Rusya ve Çin gibi devletlerle ilişkilerini zayıflatma ve ABD-İsrail-Suudi Arabistan ekseniyle ilişkilerini geliştirmeyi seçebilir. Böyle olması hâlinde, İran'ın bölge ve dünya politikasında tuttuğu yer ve oynadığı rol köklü bir değişiklik geçirir ve iyiden iyiye olumsuz bir nitelik kazanır. Ama, böyle bir dönüşün zayıf, hattâ çok zayıf bir olasılık olduğunun altını çizmek gerek. Neden? Çünkü, ABD bugün “yılanın başı” ve dünyanın baş hegemonu olmakla birlikte gerilemekte ve 2001'den bu yana da bu gerilemeyi Ortadoğu ve Kuzey Afrika eksenli bir askerî karşı saldırıyla -boş yere- durdurmaya ve bu bağlamda ciddi bir bölgesel rakip saydığı İran'ı çökertmeye çalışmaktadır. Neden? Çünkü, ABD'nin ve Batı Avrupa'nın Ortadoğu politikasında belirleyici faktör İsrail'in “güvenliği”dir. Ve İsrail'in “güvenliği” zayıf ya da daha iyisi -Şah Pehlevi döneminde olduğu gibi- “İsrail-dostu” bir İran'ın varlığını gerektirir.

Şunu da unutmamak gerek: ABD, İsrail, Türkiye'den farklı olarak İran'ın yayılmacı bir dış politikası yok: Evet, İran rejimi -Lübnan'da, Afganistan'da, Suriye'de, Irak'ta, Yemen'de olduğu gibi- komşu ülkelerdeki rejim-karşıtı ve İsrail-karşıtı güçlere destek vermek suretiyle kendi nüfuz alanını genişletmeye ve böylelikle kendisine karşı uygulanan ambargoyu ve kuşatmayı kırmaya çalışıyor; ama bu rejim irredentist bir çizgiye sahip değildir ve komşu ülkelerin topraklarında hak iddia etmemektedir. Herkesin görebileceği bu somut olgulara işaret etmek, İran rejiminin ilerici olduğunu söylemek ya da bu rejimi olumlulamak anlamına gelmez elbet. Ne var ki 1979'dan bu yana Batılı emperyalist devletlerin ambargosu ve kuşatması altında tutulan, ABD ve İsrail'in, nükleer saldırıyı da içeren saldırı tehdidi altında olan ve bu devletlerin yıllardır kendisine karşı ÖRTÜLÜ bir savaş sürdürdüğü bir ülkeden, 1980-88 yılları arasında ABD-Batı Avrupa-İsrail destekli Irak saldırısında yüzbinlerce askerini ve sivilini yitirmiş bir ülkeden söz ettiğimizi de unutmamak zorundayız. Ve tabiî; ABD, İsrail ve Britanya gibi ülkelerin bir Türkiye-İran savaşı çıkarmak için perde arkasında bir sürü dolap çevirdiği gerçeğini de.

Herhâlde düşünme yetisine sahip herkes bu kadarını ve ek olarak şunu anlayabilecektir: İran'ın -ve kendisi de orta çapta bir emperyalist devlet olan Rusya'nın- desteği olmasaydı, ABD, Batı Avrupa, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Ürdün gibi devletlerin beslediği ve dünyanın başına bela ettiği İslâmî terör örgütleri şimdi çok daha güçlü bir konumda olacaklardı. Bunlar; Irak'ta ve Suriye'de şimdi olduklarından daha fazla toprak işgal etmiş ve daha çok Hristiyan, Alevi, Kürt, kadın, çocuk, eşcinsel vb. öldürmüş olacak, pençelerini diğer bölge ülkelerine uzatma olanağı bulacaklardı. (Herhâlde böylesi bir senaryo, Ortadoğu'nun çeşitli ülkelerinde yaşaya Kürt halkının da yararına olmayacaktı.) Yani İran'daki rejimin teokratik özellikler taşıması ve zâlim bir rejim olması onu; kafa kesen, ciğer yiyen, kalp söken, kadınları seks kölesi hâline getiren, kiliseleri, mescitleri ve camileri yıkan, tarihsel-kültürel mirası yok eden teröristlerle AYNI kefeye koymayı asla haklı çıkarmaz. Ve elbette bu İran rejimini; terör örgütlerini besleyen ve destekleyen -ister “laik ve demokrat” ve isterse İslâmcı olsun- saldırgan ve yayılmacı devletlerle AYNI kefeye koymayı da haklı çıkarmaz.

Sanırım bu konuyu bundan daha da basit ve anlaşılır hâle getirmek olanaklı değil.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.