TDKP Röportajı: Yeni Dünya Düzeninde Türkiyenin Rolü
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: EMPERYALİST YENİ DÜNYA DÜZENİ'NDE TÜRKİYE'NİN ROLÜ, DİRENİŞE DÖNÜŞEN BEKLENTİ, KÜRDİSTAN...
Kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına, belli başlı çelişmelerinin hızla şiddetleneceği bir devrimler, savaşlar, alt-üst oluşlar dönemine doğru hızla yol aldığını belirtiyorsunuz. Peki, Türkiye bu süreçte hangi konumda bulunuyor? Nereye doğru yol alıyor, nasıl bir sürece doğru ilerliyor? İstikrara mı, yoksa istikrarsızlığa doğru mu ilerliyor?
Türkiye, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru yol aldığı bu sürece, emperyalist zincirin en zayıf halkası değilse de zayıf halkalarından biri olarak giriyor. Emperyalist zincirin zayıf halkalarından biri olan Türkiye, emperyalist-kapitalist sistemin, genel bunalımının yeni bir aşamasının eşiğinde olduğu ve bu yönde ilerlediği koşullarda, istikrara doğru ilerleyen bir ülke olamaz. Gerek Türkiye'nin kapitalist dünya içindeki yeri, gerekse iç koşulları ve gelişme doğrultusu, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru ilerleme sürecine girmesinin, Türkiye'deki istikrarsızlık unsurlarını daha da geliştireceğini gösteriyor.
Bilim ve teknikteki devrimin, sermayenin uluslararasılaşmasının ve merkezileşmesinin günümüzde eriştiği düzeyin dolaysız sonuçlarından biri de; emperyalist zincirin halkalarını oluşturan ülkeler arasındaki politik, kültürel, diplomatik ilişkilerin yanı sıra, ekonomik, ticari, mali vb. ilişkilerin daha da gelişmesi ve yoğunlaşmasıdır. Bu hiç kuşkusuz ileri emperyalist ülkelerle, bağımlı, yarı-sömürge, geri ülkeler arasındaki gelişme farklılıklarını, ezen ezilen, sömüren sömürülen ilişkisini ortadan kaldırmadı, ama kapitalist dünya ekonomisindeki her gelişmeden tek tek ülkeler ekonomisinin daha da fazla etkilenmesinin koşullarını yarattı.
Egemen sınıfların ve diktatörlüğün sözcülerinin Türkiye'nin hızla gelişerek ileri kapitalist ülkelerle arasındaki gelişme farklarını kapatmakta olduğu ve onlarla eşit bir statüde yer aldığı demagojilerine karşın, Türkiye dün olduğu gibi bugün de emperyalist tekeller ve devletler tarafından yer-altı ve yer-üstü kaynakları sömürülen ve yağmalanan bağımlı ve geri bir ülkedir. Tam da Türkiye'nin hızlı gelişerek, ileri kapitalist ülkelerle arasındaki gelişme farklılıklarını azalttığı demagojilerinin yoğunlaştığı son yıllarda, Türkiye ileri kapitalist ülkeler olarak nitelenen emperyalist ülkelere ve tekellere daha da bağımlı hale geldi ve emperyalist sömürü daha da yoğunlaştı. Daha bağımlı hale geliş ve emperyalist sömürünün daha da yoğunlaşması aynı zaman da her alanda gelişme olanaklarının daralması ve emperyalist ülkelerin, kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına yaklaşmasına bağlı olarak giderek ağırlaşacak olan yüklerin faturasını Türkiye'ye kesme olanaklarının genişlemesi demektir. Bundan çıkarılacak sonuç; emperyalist-kapitalist sistemin, genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru ilerleme sürecinin Türkiye'yi de doğrudan etkileyeceği, bu sürecin girdabına çekeceği, varolan istikrarsızlık unsurlarını geliştireceği ve Türkiye'nin bu sürecin dışında kalamayacağıdır.
Türkiye, yukarıda belirtilen faktörlerin yanı sıra, kapitalist dünyanın emperyalistler arası yeni bir paylaşım mücadelesinin sürdüğü ve tam bir kaosun yaşandığı en istikrarsız bölgesinde bulunmaktadır. Balkanlar'da, Ortadoğu'da, eski Sovyet Cumhuriyetlerinde yaşananlar göz önüne alındığında; Türkiye'nin kısa sürede durulmayacak olan ve belli başlı emperyalist devletler ve tekeller açısından önem taşıyan dünyanın en istikrarsız bölgelerinin kesişme noktasında yer aldığı görülecektir. Bunun da ötesinde böylesine istikrarsız bir bölgede yer alan Türkiye'nin, bir milliyetler hapishanesi olduğu ve ezilen Kürt ulusunun var olan durumu, değiştirmek için ayağa kalktığı ve Türkiye'nin hemen tüm komşularıyla kökleri uzak ve yakın geçmişe dayanan ve kısa sürede çözümlenemeyeceği açık olan birçok sorunu olduğu göz önüne alındığında, bölgesindeki istikrarsız durumdan etkileneceği ve emperyalist kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru yol almasının istikrarsızlık unsurlarını daha da geliştireceği açıkça görülür.
Burjuva-düzen partilerinin iktidarda ya da muhalefette olmalarına bağlı olarak ekonomik duruma ilişkin çizdikleri tablolar değişmesine, ancak Türkiye'nin büyük ve güdü bir bölge ülkesi olduğu ve ekonominin büyüme olanaklarının hızla geliştiği noktasında birleşmelerine karşın, ekonomi kapitalizm koşullarında mümkün olabilecek geçici bir istikrar içine girmiş değil ve ulusal ve uluslararası koşullar istikrar olanaklarını genişletecek doğrultuda değişmiyor. Türkiye'de, konjonktüre!, geçici dalgalanmalar olmakla birlikte, ekonomide kriz sürüyor ve tüm veriler, ekonomik krizin süreceğini gösteriyor. Krizin aşılması olarak yansıtılan kısa süreli hafif bir canlanmayı -ki genellikle 3 ile 6 ay arasında bu süre değişiyor- durgunluk ve ardından da gerileme izliyor. Derginiz Gerçek'te, özellikle son sayılarında ekonomik duruma ve gelişme doğrultusuna ilişkin veriler yer aldığı için, bu veriler üzerinde özel olarak durmak gerekmiyor.
Ekonomide krizin sürdüğü bir ülkede kalıcı bir politik istikrar da sağlanamaz. Ekonomik istikrar politik istikrarla özdeş olmamasına ve özdeş bir gelişme göstermemesine karşın, politik istikrarın temeli ekonomik istikrar ve ekonominin istikrarlı bir gelişme sürecine girmesidir. 12 Eylül faşist darbesi sonrasında olduğu gibi faşist baskı ve terör yoğunlaştırılarak ya da başka yollarla geçici de olsa politik istikrar sağlanabilir. Ancak ekonomide istikrar sağlanmadıkça ve ekonomi nispeten istikrarlı bir gelişme sürecine girmedikçe sağlanan politik istikrar geçici olacak ve politik kriz öğelerini biriktirmekten ve daha derin krizlere yol açmaktan başka bir sonuca yol açmayacaktır. Kaldı ki Türkiye, içinde bulunduğumuz dönemde ekonomik krizin sürdüğü ancak geçici de olsa politik istikrarın sağlandığı ve sürdüğü ya da bu doğrultuda ilerleyen bir ülke olma özelliği de taşımıyor. Aksine Türkiye 1980'li yılların ortalarından bu yana, 12 Eylül faşist darbesiyle sağlanan politik istikrarın yerini politik istikrarsızlığa bıraktığı, politik kriz öğelerinin geliştiği ve politik bir krize doğru dönüştüğü bir süreç yaşadı.
12 Eylül askeri faşist cuntası, gericiliği etrafında birleştirip, gelişen işçi, köylü ve gençlik hareketini, Kürt ulusal hareketim ezerek, devrime ağır darbeler vurarak geçici de olsa politik istikrarı sağlamıştı. 1980'li yılların ortalarından bu yana, gericilik içindeki çelişkiler ve çatışmalar derinleşir ve karşı-devrim cephesinin cunta etrafında sağlanan birliğinin yerini parçalanma alırken, bir yandan işçi, köylü ve gençlik hareketi, diğer yandan da Kürt ulusal hareketi gelişmeye başladı. İşte bunlar politik krizin belli başlı dinamiklerini oluşturuyor.
Politik istikrarın sağlanması ve sürdürülebilmesi için, gericilik içindeki çatışmanın ve parçalanmanın üstesinden gelinmesi, işçi, gençlik ve emekçi hareketinin, Kürt ulusal hareketinin, devrimci demokratik hareketin tasfiye edilemese bile en azından geriletilmesi, yatıştırılması gerekir.
Gericiliğin tüm çabalarına, "milli birlik ve bütünlüğün korunması ve teröre karşı asgari müştereklerde birlik" çağrıları yapılmasına karşın, karşı-devrim cephesinde kalıcı ve istikrarlı bir birlik sağlanamadı ve sağlanamıyor. Yapılan sayısız referandum, yerel ve genel seçime karşın gerici politik güçlerden hiç biri, karşı-devrim cephesinin etrafında birleşebileceği ya da bu cephenin birliğini sağlayabilecek bir pozisyon kazanamadı ve kitleler açısından geçici bir süre için de olsa umut olabilecek bir duruma gelemedi.
1970'li yılların ortalarından itibaren giderek derinleşen ekonomik krizin girdabına düşen Türkiye'de, ekonomik krizin tüm yükleri kitlelerin sırtına yıkıldı ve kazanılan ve fiilen kullanılan demokratik hakların kırıntıları da gasp edildi. Emekçilerin gerçek ücretlerinin düştüğü, işsizliğin arttığı, sömürü oranının yükseldiğe demokratik hak ve özgürlüklerin kırıntılarının gasp edildiği bu süreçte, emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları giderek kötüleşti. Yüksek enflasyonun sürdüğü, demokratik hak ve özgürlüklerin tanınmadığı koşullarda, ücretlerde, tarımsal ürünlerin fiyatlarında vb. sağlanan sınırlı artışlar, demokratikleşme, liberalleşme adı altında atılan sözde adımlar, kitleleri yatıştıracak koşulların doğmasına yol açmadığı gibi, durumu esasta değiştirmiş değil. Henüz ezici bir çoğunluğu doğru bir önderlik altında bağımsız bir toplumsal güç olarak örgütlenmemiş olmasına karşın işçi sınıfının, diğer emekçi sınıfların ve gençliğin saflarında mevcut koşulların değiştirilmesi istemi gelişmeye devam ediyor. Kitle hareketinin devrimci faaliyetin etkisiyle de merkezine ekonomik talepleri alan mücadele düzeyinden politik-devrimci taleplere doğru istikrarsız ve yavaş da olsa ilerlediği bu süreçte, diktatörlüğün manevra olanakları daraldığı gibi, şu ya da bu alanda verilecek taviz, yapılacak düzenlemeler politik istikrarı sağlayacak sürecin yönünü değiştirecek düzeyde, kitleleri /atıştıran, kitle hareketini geriye atan bir işlev görmeyecektir. Bu, emperyalizm ve egemen sınıflar açısından bir istikrarsızlık unsuru olan Kürt ulusal hareketi içinde geçerlidir. Kürdistan'da kitlelerin eskisi gibi yaşamak istememelerinin ve politik krizin eriştiği düzey daha belirgindir. Diktatörlüğün ne yoğunlaşan faşist baskı ve terörü ne de demagojik manevraları kitleler arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele isteğinin gelişmesini engelleyememektedir.
Kuşkusuz kendiliğinden gelişen hareket gibi emekçi sınıfların hareketi ve devrimci proletaryanın önderliğinde gelişmeyen her hareket gibi Kürt ulusal hareketi de derin zaaflar taşıyor ve her alanda istikrarsız bir gelişme çizgisi izliyor. Ancak geçici düşüşler olmakla birlikte dönem bir bütün olarak ele alındığında emekçi sınıfların hareketinin ve Kürt ulusal hareketinin 1980'li yılların ortalarından bu yana ilerlediği yadsınamaz bir gerçektir. İşçi, gençlik ve emekçi hareketinin, Kürt ulusal mücadelesinin ortaya çıkmasına ve gelişmesine yol açan koşullar ve nedenler ortadan kalkmadığı gibi gelişmeye devam ediyor.
SSCB'nin dağılmasından sonra, Türkiye'nin gelişmesi açısından yeni olanakların doğduğu, "Adriyatik kıyılarından Çin Şeddine kadar uzanan Türk camiasının" Türkiye'ye yeni roller yüklediği ileri sürülüyor. SSCB'nin dağılması ve eski Sovyet Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını ilan etmeleri Türkiye'nin bölgedeki konumunu hangi yönde etkiledi ve ileri sürüldüğü gibi olanaklarını genişletti mi?
SSCB'deki dağılma ve çözülmenin, eski Sovyet Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını ilan etmelerinin, Türkiye'ye, daha doğru bir ifade tarzıyla egemen sınıflara ve onların faşist diktatörlüğüne başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin ve tekellerin bölgeye ilişkin stratejik ve taktik planları çerçevesinde yeni roller yüklediği, bu çerçevede yüklenen rolü yerine getirdiği ölçüde kırıntılar kapma ve Türk şovenizmini körükleme olanaklarını sağladığı kuşkusuz doğrudur. Ancak, emperyalist planlar çerçevesinde, üstelik de, emperyalistler-arası yeni bir paylaşım mücadelesinin sürdüğü dünyanın en istikrarsız bölgelerinden birinde oynanacak rolün bir faturası da olacaktır. Emperyalistler-arası güçler ilişkisinin alt-üst olduğu ve emperyalistler-arası çelişkilerin keskinleştiği bir dönemde, yeni bir paylaşım mücadelesinin sürdüğü istikrarsız bir bölgede, Türkiye hangi rolü oynayacaktır?
Bölgedeki son gelişmelerin Türkiye'nin gelişme olanaklarını genişlettiğini ileri sürenler, bunu, Türkiye'nin büyük ve gelişen bir bağımsız ülke olarak ileri kapitalist ülkeler gibi kendi emperyalist çıkarları doğrultusunda bağımsız bir rol oynayacağı, ancak bu çerçevede emperyalist bir ülkenin kavuşabileceği olanaklara Türkiye'nin de kavuşacağı savına dayandırıyorlar. Emperyalist çevreler ve ülkemizdeki uşakları, emperyalist planlar ve amaçlar doğrultusunda, halklar arasındaki tarihi bağları gündeme getirerek, Türkiye'ye bölgede ileri bir karakol, jandarma ve sıçrama tahtası rolü oynatmak için, Türkiye'nin gelişmiş, istikrarlı ve büyük bir ülke olduğunu, koşulları, iyi değerlendirmesi durumunda hem bölgede bir istikrar unsuru olacağını hem de gelişme olanaklarını geliştirebileceğini ileri sürüyorlar. Soldan Troçkist alt-emperyalizm teziyle de desteklenen bu gelişme olanakları teorisini ciddiye almak için tam bir alık olmak gerekir.
Giderek tam bir yeni-sömürge durumuna gelen Türkiye, emperyalist yağma ve sömürüden pay kapma, bölgeyi paylaşma mücadelesine emperyalist bir devlet olarak katılma durumunda olmak bir yana, kendisi, emperyalist sömürü ve yağmanın bir alanı ve belli başlı emperyalist devletlerden her birinin tam bir denetim altına almak için birbiriyle mücadele ettikleri ülkelerden biridir. Emperyalist büyük devletlerin karşı karşıya olduğu ve giderek ağırlaşan sorunlar, emperyalist sermayenin bir sıçrama tahtası ve aracısı rolünü, ileri karakol rolünü oynamanın karşılığında bırakılacak kırıntıları da sınırlıyor. Bu kırıntıları almanın karşılığı ise bölgedeki çatışmaların girdabına kapılmak ve karşı karşıya olunan sorunlara yeni sorunların eklenmesi olacaktır. Türkiye, şu ya da bu emperyalist devletin stratejik ve taktik planlan çerçevesinde yeni roller yüklendiğinde, bölge ülkelerinin yanı sıra, diğer emperyalist devletleri ve müttefiklerini karşısında bulacaktır. Tüm bunlar göz önüne alındığında eski Sovyet Cumhuriyet'lerindeki son gelişmelerin, ileri sürüldüğü gibi Türkiye'nin gelişmesi açısından, ekonomik krizin atlatılması açısından kayda değer yeni olanaklar yaratmadığı ve sözde bu olanaklardan yararlanmak için atılacak adımların Türkiye'yi bölgedeki kargaşa ve kaosun girdabına daha çok çekeceği, krizi derinleştirecek yeni etkenlerin ortaya çıkmasına yol açacağı ve bunların tüm faturasının da çeşitli milliyetlerden emekçilere kesileceği açıkça görülür.
Genel seçimlerden özellikle de DYP-SHP hükümetinin kurulmasından sonra sorunların çözüleceği doğrultusunda bir beklenti doğdu ve toplumsal muhalefette bir düşüş gözlendi. Hükümet, başta "terör" olmak üzere, ekonomik ve politik sorunları çözeceğini demokratik hak ve özgürlüklerin sağlanacağını ileri sürüyor ve destek istiyor. Sizce hükümet bunları gerçekleştirebilir mi?
Son genel seçimler öncesinde tüm kötülüklerin ve sorunların kaynağı olarak Özal ve ANAP hükümetinin gösterildiği, bu hükümetin yıkılması ile sorunların çözüleceği, en radikal geçinenlerin ise bu hükümetin yıkılmasının sorunların çözümünün başlangıcı, ilk adımı olacağını içeren bir taktik ve propagandanın, DYP, SHP gibi muhalefetteki burjuva düzen partilerinin yanı sıra, sosyalist etiketli legal partiler, solcu, sosyalist bilinen sendikalar, aydınlar, basın yayın organları, kendilerini sosyalist ilan eden legal çevreleri kucaklayan geniş bir çevre tarafından yürütüldüğü biliniyor. Seçimlerin akabinde DYP-SHP hükümetinin kurulmasından sonra ise, bu hükümetin sorunları çözebilmesi için zamana gereksinimi olduğu, acele edilmemesi gerektiği ve son şans olduğu aynı çevrelerce sistemli bir biçimde ve tüm olanaklar kullanılarak işlendi ve işleniyor. Geniş bir politik yelpaze tarafından yürütülen propaganda ve izlenen taktik, devrimci ve komünist çalışmanın ve etki alanının sınırlı olduğu koşullarda başta geri kesimleri olmak üzere kitleler arasında acil ekonomik ve politik taleplerinin süreç içinde bir bütün olarak olmasa da kısmen elde edilebileceği beklentisinin doğmasına yol açtı. Seçimlerde PKK'nın ve diğer Kürt ulusal örgütlerinin izlediği SHP'yi destekleme taktiği de bu beklentiyi özellikle Kürdistan'da güçlendirdi. Ancak, şunu da hemen eklemek gerekir ki, bu beklenti, tereddütlü bir beklentiydi. Devrimci, komünist propaganda ve ajitasyonun yanı sıra, kitlelerin kendi öz deneyimlerinin sağladığı birikim, burjuva düzen partilerinden birinin umut haline gelmesini ve tereddütsüz, kesin bir beklentinin doğmasını engelledi. Tereddütlü bir beklenti de olsa gelişen Kürt ulusal hareketinin ve başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıfların hareketini etkiledi. Ülkede politik istikrarın doğmasına ve gelişmesine yol açacak düzeyde olmasa da, kitle hareketinin gerilemesine yol açtı. Ancak bu gerileme diktatörlüğün ve egemen sınıfların cepheden saldırısı sonucu ya da kitle hareketinin ortaya çıkması ve gelişmesine yol açan talepler için mücadele isteğinin kitleler arasında zayıflamasına bağlı olarak alınmış bir yenilgi olma özelliği taşımıyordu. Bu nedenle de yeni bir yükselişin kitle mücadelesinde yeni bir atılımın dinamiklerini bağrında taşıyan, hatta geliştiren bir düşüştü. DYP-SHP hükümetinin kurulmasının hemen akabinde gündeme gelen işten atmalara karşı işyerlerinde gelişen direnişler, memurlar arasındaki kaynaşma ve örgütlenme çalışmalarının yoğunlaşması vb. bunu açıkça gösteriyordu. Nitekim DYP-SHP hükümetinin kurulmasından sonra da diktatörlüğün ve egemen sınıfların ekonomik ve politik saldırılarının sürmesi, kitlelerin acil ekonomik ve politik taleplerinin gerçekleşmesi doğrultusunda adımların atılmaması, aksine yeni saldırı paketlerinin hazırlanması, kitleler arasındaki tereddütlü beklentinin sarsılmasına, hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele isteğinin tekrar kabarmasına yol açtı. Hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele isteğinin tekrar gelişmeye başlamasıyla birlikte bireysel terör eylemlerinin yoğunlaşması, diktatörlüğe ve hükümete anti-terör demagojiyle saldırıya geçme ve kitleler arasında tereddütler geliştirme olanağı sağladı. Ancak son 1 Mayıs kutlamaları, işçi grevleri ve eylemleri, toplu sözleşme görüşmelerinde ortaya çıkan uyuşmazlıklar ve yoğunlaşan memur eylemleri, kitle hareketinin yeni bir yükselişe doğru ilerlediğini göstermektedir.
Partimiz, sadece, hükümetin kitlelerin acil taleplerini gerçekleştiremeyeceğinin ortaya çıktığı günümüzde değil, öncesinde de hükümet değişiklikleriyle, Özal ve ANAP hükümetinin yerini şu ya da bu burjuva-düzen partisi (veya partilerinin) hükümetinin almasıyla sorunların çözülemeyeceğini vurguladı. Kitlelerin, Kürt ulusunun temel talepleri bir yana, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasını içeren acil taleplerinin parlamenter zeminde yürütülen mücadelelerle, hükümet değişiklikleriyle gerçekleşemeyeceğini açıkladı. Yaşanan süreç bir kez daha, ülkemizde ve diğer ülkelerde sayılamayacak kez pratik tarafından kanıtlanmış bu gerçeği doğruladı.
Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da burjuva-düzen partileri olan DYP ve SHP'nin kurduğu hükümet, krizin yüklerini işçilerin, köylülerin ve tüm emekçilerin sırtına yıkma politikası izleyecektir. Emperyalist ve yerli tekellerin, büyük toprak sahiplerinin egemen olduğu mevcut düzenin istikrarını sağlama ve bu düzeni sürdürme, onların izledikleri ve izleyecekleri politikanın özüdür. Azami kâr ise mevcut toplumsal düzenin temel ekonomik yasasıdır. Bu düzenin istikrarını ve sürdürülmesini programının ve faaliyetinin merkezine alan hiç bir parti azami kârın, emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarında köklü bir iyileşmeye yol açacak düzeyde sınırlanmasını içeren bir politikayı izleyemez ve gerekli tedbirleri alamaz.
Özgürlük, demokrasi demagojilerine karşın DYP-SHP hükümeti, demokratik bir burjuva hükümet değil, derginizin bir başyazısında da belirtildiği gibi bir terör hükümetidir. Türkiye'de demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması sorunu salt bir anayasa ve yasa sorunu değil, her şeyden önce başta faşist devlet olmak üzere ülkenin ve toplumun demokratikleştirilmesinin önündeki tüm kurumların tasfiyesi ve demokratik temellerde yeniden örgütlenmesi sorunudur. Bu da ancak emperyalizme, tekelci burjuvaziye ve büyük toprak sahiplerine karşı mücadeleyi ve faşist diktatörlüğün yıkılmasını merkezine alan, hiç bir yasayla sınırlanmamış devrimci bir kitle hareketiyle gerçekleştirilebilir.
Hükümet, Newroz olayları sonrası gelişmelere de işaret ederek, PKK'yı sıkıştırdığını, Kürdistan'da istikrarı ve devlet denetimini sağlama doğrultusunda önemli başarılar kaydedildiğini iddia ediyor. Kürdistan’da devlet güçlerinin kaybettiği moral üstünlüğünü tekrar kazandığı öne sürülüyor. Sizce PKK ve Kürt ulusal hareketi ciddi bir darbeyle karşı karşıya mı?
Sadece, Kürdistan'da Newroz sonrası ortaya çıkan durum ve Kürt ulusal direnişinin Türkiye'nin, politik yaşamında oynadığı rol açısından da bakılsa, sorunuzun tümüne, "evet" ya da "hayır" yönünde tek bir yanıt vermek olanaksız. Sorunuz, değişik bölümlerine farklı yanıtlar vermeyi ve bir bölümünü yukarıda vurguladığımız bazı olgulara işaret etmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, sorunuzun çizdiği sınırlara bağlı kalarak ama gerek hükümet, gerekse muhalif sol akımlar tarafından değişik nedenlerle üstü örtülen ya da görmezden gelinen olgusal duruma kısacada olsa değinerek ortaya koymaya çalışacağız düşüncelerimizi.
Hemen belirtelim ki, Newroz olaylarında ve sonrası dönemde, hükümetin ve gericiliğin Kürdistan'da, taktik ve moral bir üstünlük kazandığı bir gerçek. Hükümetin Kürdistan'da Kürt halkı karşısında kazandığı bu taktik ve moral üstünlüğünü hazırlayan nedenler vardı; son erken genel seçimler, daha önce de belirttiğimiz gibi, Türkiye'de politik durumda bazı değişikliklere yol açmış, basını, sendika yönetimlerini "solcu" aydınların çoğunluğunu ve “sol” siyasi akımların bir bölümünü hükümetin yanına ya da ondan demokrasi beklentileri içine itmişti. Yani, seçimler öncesinde parlamento alanında da olsa, ANAP hükümetine muhalefet eden güçler seçimler sonrasında, DYP-SHP hükümetinin safına geçmişti. Seçimlerden sonra kurulan hükümetin, Kürdistan'da genişleterek yenileme zorunluluğu duyduğu saldırı kampanyası, daha önce de işaret ettiğimiz nedenlerle, işçi hareketinin göreceli olarak düşük olduğu, gerici faşist kamp içinde ve hükümet etrafında ulusal Konsensüs'ün en yüksek seviyede gerçekleştiği, "Türkî Cumhuriyetler" kampanyasıyla küçük burjuva tabakaların bir bölümünün şovenizmin etki alanına girdiği bir döneme denk düşmüştü. Ayrıca, PKK'nın desteğini de alan Kürt burjuvazisi, Kürt halkını merkezi parlamentoya ve mevcut "statükoya" bağlama faaliyetiyle, Kürt emekçileri üzerinde belli bir beklenti yaratma yönünde adım atmak, emekçi yığınlar üzerindeki etkisini artıracak b- örgütlenme içine girmiş ve manevra alanını genişletmişti. Türk hükümeti, genel seçimlerden sonra ve Kafkasya'da olup bitenlerle birlikte, emperyalist ülkeler nezdinde desteğini güçlendirme olanaklarını da nispeten ele geçirmişti.
Geçtiğimiz Newroz günlerine gelindiğinde, faşist gericiliğin ve hükümetin "Bahar Harekâtı" olarak ilan ettiği saldırı, burjuvazi ve gericilik kampının içinde bulunduğu bu koşullar ve elde ettiği bu avantajlar içinde başladı.
Buna karşılık, Kürt halkının bu genişletilmiş ve güçlendirilmiş saldırıya karşı koymada yeterince hazırlıklı bulunmadığı bir gerçekti. Kürt halkı, diktatörlüğe nefret duymasına karşın, her şeyden önce örgütsüzdü. PKK'nın özellikle genel seçimler öncesinde ve sonrasında parlamentarizme doğru eğilimini genişletmesi, Kürt burjuvazisinin, örgütsüz emekçi kitleleri düzen sınırlarına boyun eğmeye zorlayan etkisini artırmasına yol açtığı gibi, gerçekte terör hükümeti olan DYP-SHP hükümetinden "nispi demokrasi" beklentisini güçlendirdi. Ayrıca, Newroz öncesi günlerde, hükümetin yürüttüğü psikolojik savaş karşısında devrimci cephenin zayıf kalması ye PKK'nın yanlış ve çelişkili (ayaklanma yanlısı ve karşıtı açıklamalar vs.) bir taktik tutuma girmesi, moral üstünlüğünün hükümetin eline geçmesine yol açtı.
Bilindiği gibi, özellikle Kürdistan'daki büyük kentlerde Newroz beklenenden zayıf geçti. Az çok kitle direnişinin ortaya çıktığı, güneydeki kırsal bölgelerde ise; silahlı hareketle kitle hareketi arasında doğru bir ilişki kurulamaması; kitle hareketinin, silahlı grupların çatışmaya girmesinin vesilesi olarak ele alınması, örgütsüz kitlelerin kolayca dağıtılmasına neden olan ana etkenlerden biri oldu. Kürdistan'daki büyük kentlerde (özellikle Diyarbakır'da) hâkim olan "solcu" Kürt burjuvazisi, diktatörlüğün saldırısı karşısında, kentli emekçileri yatıştırma olanağını buldu.
Seçimlerden sonra kurulan hükümetin, faşist generaller tarafından planlanan "Bahar saldırısının boşa çıkarılmasında, Newroz ve ardından gelen 1 Mayıs büyük önem taşıyordu. Bilindiği gibi, Newroz Kürdistan'da, zayıf ve mevzi kalan bir direniş olarak gerçekleşti, direniş çağrıları, Newroz ertesinde "yas" çağrılarına dönüştü. Newroz ertesinde, Kürdistan'da böyle bir durumun doğmasında, batıdaki büyük kentlerde ciddi protestoların ortaya çıkmaması kuşkusuz, en önemli etkenlerden biri oldu! Sonuç olarak Newroz, hükümetin, moral ve taktik bir üstünlük kazanmasına, Kürt halkının belli bir moral gerileme içine düşmesine yol açarak gerçekleşti. 1 Mayıs, hükümetin Kürdistan'da kazandığı taktik-moral üstünlükten tüm Türkiye'de yararlanmaya çalıştığı, buna karşılık işçi hareketinin, politik durumdaki değişiklikler nedeniyle, göreceli bir "gerilik" içinde bulunduğu bir dönemde kutlandı; her şeye karşın hükümetin saldırılarını boşa çıkaracak veya püskürtecek bir boyut kazanamadı ya da bu yönde yeni ve güçlü bir sıçrama için başlangıç oluşturmadı.
Hükümet, Newroz'dan bu yana geçen sürede, diğer avantajlarının yanı sıra estirilen şovenizm dalgasından ve kör terör hareketlerinin emekçi kitleler üzerinde yarattığı olumsuz etkiden yararlanarak, seçimlerin ardından ve Newroz döneminde elde ettiği taktik ve moral üstünlüğünü korumayı başararak bugüne kadar geldi. Ama bu noktada şunu vurgulamalıyız: Kazandığı taktik ve moral üstünlük, hükümet ve gericilik açısından, Kürdistan'da ve Türkiye'de "istikrarın sağlanması" ve "devlet denetiminin hâkimiyeti anlamına kesinlikle gelmemektedir. Her şeyden önce, Kürt halkının ulusal istekleri yaygınlaşmaya, bu istekleri yaygınlaştıracak objektif olgular güçlenmeye devam etmektedir. Yani Kürt halkının statüko ve düzenden duyduğu umutsuzluk ve devlete duyduğu güvensizlik derinleşmeye devam etmektedir. Hükümetin Kürdistan'da ve sınır ötesi topraklarda yürüttüğü "harekât", Türkiye'de ve uluslararası alanda giderek artan oranda yeni direniş ve tepki kaynağı haline gelmektedir. Kürt halkının temel müttefiki, işçi hareket., yeni birikimler edinmekte, işçilerin ve emekçi' erin "Beklentileri", giderek umutsuzluk yönünde değişime girmektedir. Hükümet hangi taktik ve moral üstünlüğü kazanmış ve ne türden "avantajlara" sahip olursa olsun, Kürt sorunu, Türkiye'de aktüel sorundur ve olmaya devam edecektir. Orada "eskiye dönüş" ve kurulu düzen içinde "istikrar" artık tarihte kalmış bir olaydır. Diktatörlük, büyük ölçüde çözümsüzdür ve bugün bile "günü kurtarma" politikasına mahkûm durumdadır. Kısaca söylersek, Kürt ulusal direnişi, daha da genişleyerek ve işçi-köylü hareketine dönüşerek gelişmenin "nefes alma" dönemini yaşıyor bugün. Ve hükümetin bugünkü "üstünlüğü", Kürdistan'da "istikrar" ve "devletin hâkimiyeti" açısından beş paralık değer taşımamaktadır, Burjuvazi ve gericilik eğer, bu hükümetle sağladığı ve aslında giderek aşınan ve zayıflayan şimdiki "moral üstünlüğü"ne güveniyorsa, hüsrana uğrayacağı kesindir. Kürdistan'da mevcut statüko içinde "istikrar" artık büyük ölçüde hayaldir ve geçici olsa bile olanakları olağanüstü daralmıştır.
PKK'nın "sıkıştırılması" ve ''ağır darbeyle karşı karşıya" bulunmasına gelince: Newroz ve sonrasında PKK'nın, Kürt halkı üzerindeki etkisinin sarsıntı geçirdiği, sınır ötesi olanakların şimdilik daraldığı Newroz'dan bu yana ki saldırılarda bazı kayıplar verdiği bir gerçektir. Ve böyle bir durumdan hükümetin yararlanmaya çalıştığı, Kürt işbirlikçi reformcu burjuvazisinin yararlandığı da bir gerçektir. Ama bir "sıkıştırılmadan söz edilemeyeceği çıplak gözle görülebilir şekilde açıktır. Kürdistan'da yukarıda söz ettiğimiz ekonomik ve politik koşullar olgunlaşmaya; Türkiye'deki işçi hareketi dinamiklerini yenilemeye; Irak Kürdistan'ından ve Ortadoğu'da Türkiye'nin olmasını istemediği gelişmeler hızlanarak gelişmeye ve emperyalist ülkelerin, Ortadoğu ve Türkiye üzerindeki çatışmaları giderek belirginleşmeye devam ederken Türk hükümetinin değil de, PKK'nın "sıkıştırılması'ndan söz etmek açıktır ki, saçma bir-şeydir. Hükümetin, "terör örgütünü sıkıştırdık", "belini kırdık" açıklamaları büyük ölçüde, içi boş propagandadan ibarettir. Şu ya da bu kadar propagandif ve geçici etkiden başka bir sonuç doğurmaz.
PKK'nın sorunu bugün, "sıkışma", "sıkıştırılma" değil, izlenmesi gereken çizgi ve yapılması gereken çalışma sorunudur. Kürdistan'da, devrimci atılımın, ulusal uyanışın işçi-köylü hareketi olarak gelişmesinin, emperyalizme ve Türk ve Kürt gericiliğine karşı mücadeleye yükselmesinin, devrimin, sosyalizmin ve komünizmin güçlenmesi ve olgunlaşmasının koşulları daha da genişlemektedir. PKK'nın ve Kürt ulusal direnişinin zorlukları, esas olarak, reformizme, parlamentarizme meyletmekten emperyalist ülkelerle ittifak arayışlarından, Türk burjuvazisiyle yeni bir anlaşma peşinden koşan reformist Kürt burjuvazisiyle aradaki sınırları kaldırmaktan doğmaktadır. Ayrıca, gerilla savaşıyla halkın örgütlenmesi ve örgütlü kitle hareketi arasındaki ilişkiyi bozma ve Kürt işçi ve emekçilerinin kendi kitle örgütlerinde örgütlenmeleri ve halkın örgütlü bir halka dönüşmesini kenara itme gibi anlayış ve tutumlar Kürt halkının hareketini zayıflattığı, yarımlaştırdığı ve tahrip ettiği gibi, burjuvazi ve hükümet için avantaj da oluşturmaktadır. PKK ve Kürt ulusal direnişi bu sorunlarda devrimci, halkçı ve anti-emperyalist bir mevzide yerleşmeyi başarırsa, güçlükleri aşmak için büyük avantaj elde edeceği kesindir. Aksi takdirde hareket, ya bugün geldiği noktada kısır bir döngüye hapsolma ya da giderek bugünkü olumsuz yönlerinin baskısı, parlamentarizme ve emperyalizme boyun eğme tehdidi altındadır. Kürt ulusal hareketine göre olanakları çok geniş, toplumsal ve ulusal kaynakları daha güçlü ve örgütlenmesi daha gelişmiş olan Filistin hareketinin, Yassar Arafat politikası ile bugün getirildiği yer ortadadır. Barzani ve Talabani hareketinin, Irak Kürdistan'ını bugün düşürdüğü durum herkesçe bilinmektedir. Bize göre, Kürt halk hareketinin ve onun içinde bugün en güçlü yere sahip olan PKK’nın temel sorunu, anti-emperyalist demokratik bir program ve taktiğe ve kitlelerin mücadelesi, örgütlenmesi, ayaklanması ve silahlı ayaklanmasında, doğru bir anlayış ve pratiğe ve sağlam bir mevziiye sahip olma sorunudur. Unutulmamalıdır ki; ulusal kurtuluş, ancak halkın emperyalizmden ve her türden gericilikten kurtuluşudur. Bu da sadece, "ordulaşan" halkla değil, uyanan, örgütlenen ve kendi kaderini kendi eline alarak silahlanan ve ayaklanan halkın sayesinde gerçekleşebilir.
Kürt ulusal sorununun nasıl çözüleceği hemen tüm çevrelerde tartışıl yor. Federal çözüm, federasyon vs. zaman zaman tartışmanın yoğunlaştığı noktalardan biri. Kürt ulusal sorununun çözümüne ilişkin siz ne düşünüyorsunuz?
"Federal çözüm" ya da "federasyon" tartışması, Newroz öncesi dönemde, pratik bir çözüm yolu olarak tartışıldı. Tartışan taraflar ise, Turgut Özal ve PKK idi. Partimiz o dönemde, bu "çözüm önerisi” üzerine görüşlerini açıkladı ve açıkladığı görüş yönünde faaliyet içinde oldu.
Partimize göre, ulusal sorunun devrimci çözümünün tek bir yolu vardır: Ezilen ulusun kendi kaderini özgürce belirlemesi. Bu, söz konusu ulusun ya da halkın, bağımsız devlet olarak örgütlenme hakkına ve bu hakkı özgürce kullanma koşullarına sahip olmasından başka bir şey değildir. Kendi kaderini özgürce belirleme, yani bağımsız devlet olarak örgütlenme (ayrılma) hakkı, ezilen ulus için mutlak, kayıt ve koşul konulamaz bir haktır. Ezilen ulusun, bu hakkı hangi yönde kullanması doğru ve devrimci bir tutum olur? Partimizin buna ilişkin o anki somut görüş ve tutumu (propagandası) kendi kaderini tayin hakkının kullanılacağı somut koşullar tarafından belirlenecek ve belirginleştirilecektir. Hiç kuşku yok ki, bu tutum, proletaryanın ve halkların birliği ile ilgili her zaman yapılması zorunu olan çalışma ve propaganda ile çelişmez. Partimiz proletarya ve halkların birliğinden yanadır. Ancak, birlikten yanalık, ezilen ulusun mutlak hakkı olan ayrılma hakkı için bir kayıt ya da koşul değildir, olamaz. Ezilen halk ya da ulus, kendi kaderini özgürce belirleme hakkını (devlet olarak ayrılma, ya da başka devletlerle birleşme), özgürce kullanma koşullarına sahip olduğunda ve kullandığında, eğer aynı devlet birliğinde yaşamayı tercih ederse, partimizin önerisi, ulusların eşitliğine, tam ve gerçek demokrasiye dayanan özgür bir birlik olur. Geneldeki görüşlerimiz bunlar: Ve Kürt ulusal sorununa bakışımız da bu genel görüş tarafından şekilleniyor.
Newroz öncesi dönemde, pratik pazarlık ve anlaşma konusu olarak gündeme gelen "federal çözüm" Kürt halkının kendi kaderini özgürce belirleme, bağımsız devlet olarak örgütlenme ve ayrılma hakkını ortadan kaldıran bir "çözüm" olarak sunuldu. Faşist gericiliğin en pervasız temsilcisi Turgut Özal, bu sahte "çözüm'ü gündeme sürerken, bir yanıyla, Türkiye Kürdistan'ında "egemen" olan bugünkü statüko'nun artık dönemini tamamladığı hesabını yapmıştı. Öte yanıyla, Türkiye'nin ve dünyanın bugünkü koşullarında, diktatörlüğün zaman kazanma ihtiyacı içinde bulunduğunu tespit etmişti. Özal'ın "federal çözüm" girişimi, diktatörlük açısından umutsuz bir girişimdi, ama "federal çözüm", birkaç yıl da olsa, Kürdistan'da bir "durulma"ya yol açarsa, komşu ülkelerdeki Kürt sorununun üzerine gitmede ve Kürt halkını bu ülkeler aleyhine kullanarak, Ortadoğu'da "etkin", dolayısıyla emperyalist ülkeler, nezdinde "kıymetli" bir ülke haline gelmede "koz" olarak kullanılabilir bir girişimdi. Turgut Özal'ın ortaya attığı "Kürt hamiliği” gerçekte, Kürt sorununu kullanarak Türkiye'nin Ortadoğu'ya müdahalesini, diğer ülkelerdeki Kürt hareketlerinin Türkiye'nin yörüngesinde toplamasını gözetiyordu. Ve "federal çözüm", "hamilik”i uygulanabilir kılma yeteneği taşıyan bir "çözüm"dü.
Şu dikkate alınmalıdır ki; Türkiye'nin hali hazır statükosunun umutsuz olduğu koşullarda, şimdiki "devlet birliği"nin devamı, Kürt halkının geniş bir manevrayla aldatılmasından geçmektedir ve "federal çözüm", Kürt burjuvazisiyle anlaşma potansiyeli taşıyan bir "çözüm" olmasının yanı sıra, Türkiye'yi bir anda Ortadoğu'nun kabadayısı haline getirebilecek biricik "olanak" durumundadır. Turgut Özal pervasız, ama aynı zamanda emperyalizmin ve burjuvazinin ihtiyaç duyduğu "çözümleri" derinlemesine anlayan bir siyasal akımın temsilcisidir. Şimdilerde, "federasyon”dan söz edilmese bile, bu sahte çözümün, Kürdistan'daki yeni başkaldırılar karşısında Kürt halkına dayatılabileceğinin göz ardı edilmesi eğer başka bir şey değilse, herhalde saflıktır. Eğer devrimci olaylar ve olgular ya da emperyalist büyük güçler arasındaki çatışmanın yaratacağı gelişmeler, önünü kesmezse, Türk burjuvazisi bugün kaçınmak istese bile, "federal çözüm" gibi bir "çözümü" elde etmeye bakacak ve kendine sunabileceğini hesap ettiği olanaklardan yararlanmak üzere bugünden hazırlıklı olacaktır.
PKK'nın, "federal çözüm" arayışları karşısında, partimizi, Türkiye'deki diğer koşullar aynı (bugünkü gibi) kaldığı sürece, "federal çözüm" ancak, Kürt halkının ve özgürlük haklarının başı üzerinden olacak bir çözümdür tespitini yaptı. Ve yayınlarında ortaya konulmuş olan platformunu savundu. Özü şuydu: "Federal çözüm" ya da "federasyon" pratik ve güncel bir çözüm olarak tartışmıyorsa, partimizin görüşü, Kürdistan’ın ayrı devlet olarak örgütlenmesi ve ayrılmasıdır. Türkiye'deki diğer koşullar aynı kaldığı sürece, "federasyon" gerici bir çözümdür. İster Kürt, isterse Türk devrimcisinden gelsin, Kürt halkının kendi kaderini özgürce belirlemesini inkârıdır ve "çözüm" olmayacaktır. Türkiye'de devrim henüz geri bir çizgide seyrediyorsa, Kürdistan'daki devrimci gelişme hali hazırdaki statükoyu sarsabilecek bir boyut almışsa, içinde Kürt halkı için demokrasi bulunan ve gericiliğe darbe vuracak olan tek çözüm, Kürt halkının ayrı devlet olarak ayrılmasıdır. Kürdistan'da "ayrılma"yı pratik bir sorun haline getirecek bir durum henüz oluşmamıştı, ama "federasyon" gündeme girdi. PKK daha sonra, "federasyon" önerisini, bağımsızlığa giden ara bir taktik girişim olarak açıkladı. Bu açıklama ve bu tutum, teorik bakımdan yanlış, pratik bakımdan da Kürt halkından ve ulusal özgürlükten uzaklaşmadır. Çünkü mevcut koşullarda "federal çözüm" olsa olsa, Kürt burjuvazisinin, çıkar ve taleplerine uygun düşebilir, aynı zamanda, yaptığı yetmiş yıllık anlaşmasının bozulduğu Kürt burjuvazisiyle yeni bir anlaşma peşinde koşan Türk burjuvazisinin kabullenebileceği ve Kürt halkını aldatma olanaklarını elde edebileceği bir girişim anlamı taşıyabilirdi ve partimizin herhangi bir şekilde böyle bir çözüme destek vermesi söz konusu olamazdı, olmadı da. Proletarya ve halkların birliğinden yana olanların bugünkü koşullarda, "federal çözüme" karşı ayrılmayı savunması herhalde garip karşılanmaz.
Devrimci, sosyalist, hatta komünist olduğunu iddia eden geniş bir çevrede, birlik ve legal parti sorununun tartışıldığı biliniyor. Bu iki soruna ilişkin düşüncelerinizi ve önerilerinizi açıklar mısınız?
Sorunuzdan, "komünistlerin ve sosyalistlerin birliği”nden söz ettiğiniz sonucunu çıkarıyoruz.
Özellikle son beş altı yıldır birlik, iki şeyin adı oldu: İlkesizlik ve parçalanma. Bunun ardında kuşkusuz, uluslararası revizyonist tasfiyeciliğin ve TKP tasfiyeciliğinin içtensizliği ve revizyonist ideolojik ve örgütsel geleneği var. "Birlikçilik," neredeyse bütün sol için, bir diğerine çelme takma, parçalama ve aleyhine güç toplama veya günlük mücadelenin "külfetinden" kurtulma "kürsüleri oluşturmanın biçimine dönüştü, metalaştı. Ayrıca, "birlikçilik", çoğu durumda, devrim ve sosyalizm mücadelesinin zorlukları karşısındaki iktidarsızlığın ve kendi potansiyel yeteneğine güvensizliğin masum, kabul edilebilir örtüsü haline getirildi ve soysuzlaştırıldı.
Bu söylenenlerden partimizin, sosyalistlerin parti birliğine karşı olduğu sonucu çıkmamalıdır. Biz birlikten yana olduk ve olmaya devam edeceğiz. Ancak yana olduğumuz birlik, ilkelere dayalı, içten, mücadele içinde olgunlaşıp çelikleşen ve devrim yapma yeteneğine sahip bir birliktir.
Birlikten anladığımız, öncelikle proletaryanın hareketinin uyandırdığı genç ve taze proletarya güçleriyle Marksizm-Leninizm platformunda ve özünü Bolşevizm'den alan, ama proletaryaya yakınlığı, halka bağlılığı ve savaşma yeteneği ile Bolşevik Partisi'ni aşmayı hedefleyen partide birliktir. Bu her şeyden önce, dünya devriminin bugün içinde yaşadığı sürecin ihtiyaçlarına cevap veren ve uluslararası proleter devrimin teorik temellerini yenileyen bir teorik platforma sahip olmayı öngörür. Bu görüşmenin ilk bölümlerinde, ana hatlarıyla da olsa, söz ettiğimiz nitelikte bir teorik platform olmadan, komünist olmak ve Marksist-Leninist kalmak bugün olanaksızdır. Partimiz, bu koşulu, kendi yenilenmesinin ve parti birliğinin teorik temeli haline getirmiş durumdadır. Bu, proletarya hareketinin sosyalist harekete dönüşmesinin de temel teorik platformudur. Türkiye devriminin siyasal programı ve proletaryasının öncü partisi olarak partimizin yaşantısı, bu temel üzerinden yenilenme ve yeniden şekillenmektedir.
Birlikten öncelikle anladığımız, proletaryanın genç ve taze güçleriyle partide birliktir demiştik. Ama bu kuşkusuz, sözünü ettiğimiz teorik, politik ve örgütsel platforma yaklaşan güçleri teşvik etmeyi, bu platforma gelen çevrelerle parti birliği içinde birleşmeyi dıştalamamaktadır. Ne var ki, "sosyalistlerin birliğinden söz eden resmi revizyonist akımlar dışındaki grup ve akımlar, üzerinde bulundukları teorik ve örgütsel platformla umut verici bir durum yansıtmamaktadırlar. Bunlardan bazıları, Brejnevcilikten Maoculuğa hatta Troçkizme kadar genişleyen bir "sosyalizm yelpazesi" çizerken, diğer bazıları ise, 1980 öncesinin bugün fazla bir anlamı bulunmayan teorik platformunu, bir adım bile ilerletmiş durumda değiller. Kimi "sosyalist" gruplar ise, üzerinde bulundukları pratik, siyasal ve örgütsel platform bakımından, proletarya zemininden uzakta ve büyük ölçüde, küçük-burjuva ruh halinin egemen olduğu bir dünyada yaşamaktadırlar. Bu koşullarda, parti birliği nasıl olanaklı olacak?
Türkiye'deki bu durum gerçekte, kendine özgü bir durum değil. Doğu Bloğu’nun çöküşüyle birlikte, ideolojik ve örgütsel cephede, uluslararası çapta ortaya çıkan, daha doğrusu, 1980 öncesindeki gruplaşmaları uluslararası çapta yenileyen uluslararası teorik ve örgütsel savrulma ve yeniden şekillenmenin bir yansımasıdır. Ve her şeye karşın, partimizin içten isteği ve çabası, bu durumun değişmesi, sosyalizme şu ya da bu şekilde yaklaşan grup ve akımların Marksizm-Leninizm’e ve proletaryaya doğru yönelmeleri ve tüm radikal devrimci çevrelerin proletarya partisi bayrağı altında toplanmalarıdır. Onun mücadelesinin bir yönü de bu hedefi gütmektedir. Ama vurgulayalım ki, "birlikçilik" adına Marksizm-Leninizm’in ilkelerinin çürütülmesine ve küçük burjuva sosyalizminin proleter sosyalizmini bozmasına izin vermeyecek bir tutumu partimiz asla terk etmeyecektir.
Materyalizmi savunmada, emperyalizme ve faşizme karşı güç ve eylem birliklerinde ve proletarya ve halkın günlük çıkarları için mücadelede örgütümüzün, koşulsuz ittifakları ve birlikleri savunduğu, proletarya ve halkın akarlarından başka hiçbir özel çıkarı bulunmadığını ilan ettiği ve bu yönde çaba harcadığı biliniyor. Bu nedenle, bu çabalarımızı ve çizgimizi genişleterek sürdüreceğimizi yeniden açıklamaktan başka söylenecek bir şey yoktur düşüncesindeyiz.
Legal parti sorununa gelince: Seçim ittifakı vs. taktik nedenlerle başvurulacak ya da farklı devrimci sınıfların bloğunu oluşturmak amacıyla kurulacak blok partisi türünden örgüt ve parti biçimlerini bir yana bırakırsak, sosyalist legal parti olarak tartışma gündemine giren partiye biz, açık işçi partisi ya da açık sosyalist parti diyoruz.
Derginize daha önce genişçe açıkladığımız gibi, işçi sınıfının açık partisi, Marksist-Leninist bir işçi kitle partisi olarak doğmak, işçi sınıfının sosyalist eğilim ve özellik kazanmış hareketi olarak örgütlenmek zorundadır.
Bu yönüyle, bizim açık sosyalist parti sorunundaki düşüncemiz, parti kurmak üzere kümelenmiş olan grupların tümünden daha farklı nitelik arz etmektedir.
Her şeyden önce partimiz, açık sosyalist partiyi, mevcut grupların "birleşme" platformu olarak ele almamaktadır. Gruplar arasında şimdi gündem oluşturan legal ya da açık parti kurma girişimleri, ya grupların "birleşmesi" (daha doğrusu kavgası) için bir platform arayışına ya da "dayak yenilmiş" olan illegal alana bir kez daha ayak basmama tutumu tarafından belirlenen bir düşüncenin ifadesi durumunda. Bu düşünce ve arayışlardan yola çıkılarak kurulacak partiler, olsa olsa kuruluş amaçlarına hizmet eden araçlar olabilirler. Ama asla proleter devrimin araçları olamazlar. Ve atılan ya da atmaya hazırlanılan bu adımların gerisinde, esas olarak, işçi sınıfına duyulan güvensizlik yatmaktadır. Çünkü çoğunlukla, safları giderek genişleyen bir işçi kitlesinin sosyal demokrasiden kopmakta olduğu, ama işçilerin illegal alanda örgütlenemeyeceği tespit edilmekte ve bu tespit, içine girilen yönelime meşru temel haline getirilmektedir. Kuşkusuz, şimdilerde sürdürülen tartışma, grupların bazıları bakımından "kendini ifade" kürsüsüne sahip olmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.
Partimizin örgütlenme sorunu bakımından döneme ilişkin tespiti şudur: Türkiye'nin bugünkü koşulları, illegal örgütlenmenin zorunluluğunu kanıtlamış, olmasının yanı sıra; bir yandan illegal örgütlenmeyi güçlendirmenin, işyerlerinde ve birimlerde yaygınlaştırmanın ve çoğaltmanın olanaklarını yenileyerek ve genişleterek dayatıyor; öte yandan, legal olanakları ve açık çalışma alanlarını genişletme, yaygınlaştırma ve daha iyi kullanma zorunluluğunu bir görev olarak önümüze getiriyor.
Yani, illegal örgütlenmeyi temel alan; genişleten derinleştiren ve legal örgütlenmeyi yaygınlaştıran, çoğaltan ve illegal örgütlenmenin güçlenip zenginleşmesine ve işçi sınıfı saflarını sarmasına bağlanan bir çizgi. Türkiye'deki politik koşullar, işçi hareketinin içinde bulunduğu durum ve devrimle karşı devrim arasındaki güç ilişkisi açık işçi partisi biçimindeki örgüt biçimini geçerli bir araç haline getirme doğrultusunda gelişmekte, legal ve açık olanakların, kullanılabildiğini bu sınıra kadar ilerletmektedir. Kısacası; açık işçi partisi, örgütlendiğinde, proletaryanın ve partimizin illegal örgütleri battal olmayacak, genişleyecek; etkinlik alanları daralmayacak, çoğalacak ve zenginleşecektir. Türkiye'nin bugünkü koşullarında bu bir zorunluluktur.
Ayrıca, açık işçi partisinin giderek geçerli bir araç haline gelmesi, kuruluşu için her koşulun hazır olması anlamına da gelmemektedir. Böyle bir parti için asgari olarak, büyük kent işçileri arasında, bazı temel işletmelerde, hiç olmazsa işçilerin uyanan kesimlerinin çoğunluğunu temsil eden organların oluşması bir zorunluluktur. Bu, bugün zordur ama partimiz irin, uzak olmayan bir dönemde ulaşılamaz bir hedef değildir. Açık işçi partisi işte bu örgütlenmeler üzerinde ve sınıfın uyanan kesimini temsil ederek doğmak zorundadır. Yani, açık işçi hareketinin sosyalizm üzerinde örgütlenmesi olarak şekillenmelidir. Eğer bu sosyalist işçi hareketi irinde, şu ya da bu "sosyalist grup" temsil ediliyorsa, bu parti içinde o sosyalist grup da (genel çizgide anlaşıldığı oranda) ister istemez bulunacaktır.
Türkiye'deki koşullar istikrarsızdır ve hızla değişebilir. Böyle bir parti doğmayabilir, illegal komünist partisi yarı-açık bir parti olarak çalışma olanağı yakalayabilir, ya da şimdiden görmemizin mümkün olmadığı bir şekilde örgütlenebilir. Ancak, bugünkü görülebilir koşullarda izlemeye çalıştığımız çizgi budur. Ve şimdi, gruplar arasında yapılan "sosyalist parti" tartışmalarında işte bu nedenlerle yer almamaktayız. Grupların, teorik ve pratik platformları köklü bir değişime uğramadığı sürece de yer almayacağız.
Örgütlerimizin bugün önlerine almakta oldukları görevlerden biri de açık işçi partisini devrimin bir aracı olarak örgütleme ve örgütlenmelerini oluşturma görevidir. Bu partiyi örgütleme olanakları, yakın bir gelecekte (zor olmasına karşın) Türkiye'de ortadan kalksa bile yürütülen çalışma, partimiz ve proletarya açısından yararlı bir çalışma olacaktır.
Ağustos 1992
Hiç yorum yok