Sınıfın diyalektiği
Arif Koşar
Belki de yakın bir döneme kadar toplumsal sınıfların varlığı gerek sosyal bilimler gerek güncel politika açısından önemli bir tartışma konusu değildi. Burjuva “bilimciliği” ve burjuva siyasi yelpazesinin büyük kısmı için kabul edilir bir olguydu. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve bunun Fukuyama gibi ideologlarca “tarihin sonu” ve kapitalizmin “insanlığın şimdiye kadar gördüğü en iyi ve tek alternatif” olarak sunulması, sınıfların varlığı ve mücadelesi kabulünü de bir ölçüde sarstı. 1970’lerin başından itibaren “moderniteyi sorgulama” adına yola çıkan birçok akım da sınıfların varlığını ancak ikincil önemde bir gerçeklik olarak benimseme yoluna girmişti. Gorz’un “Elveda Proletarya”sında (Gorz, 1986) simgeleşen işçi sınıfının artık eski rolünü oynayamayacağı fikrinden sınıfların aslında gerçeklik olmadığı, ancak ideolojik olarak kurulduğunu iddia eden post-Marksist tezlere (Laclau ve Mouffe, 1992) kadar geniş bir yelpazede “sınıf”lar yorumlanıyordu. Yeni Dünya Düzeni hülyasının dağılması ve krizlerle birlikte sınıf karşıtlıklarının kendini apaçık gösteriyor olması, bütün bu tezlerin geçerliliğini hızla ortadan kaldırdı. Bu apaçıklık, 2008 Krizi’nden sonra gündeme gelen “Marx haklı mıydı?” sorusunun da nesnel temeliydi.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında burjuva toplum teorileri çerçevesinde türetilen sınıf teorileri sınıfların varlığını kabul etmekle birlikte, sınıfların çatışmasını kapitalizmin zorunlu, “işlevsel” ve yararlı olan bir olgusu olarak görüyordu. Buna göre; kapitalizm bir makineyse, onun her parçası, dolayısıyla sınıflar da bir işlev sahibiydi ve onları anlamlı kılan da bu işlevleriydi. Bu işlevselci yaklaşım esas olarak (Parsons’la beraber) Amerikan sosyolojisinde (Parsons, 1991) ve onun etkisindeki bizim gibi ülkelerde etkisini gösteriyordu. Diğer bir burjuva okul ise, kapitalizmi tarihsel bir süreç, bir hareket olmaktan çok bir bina/yapı olarak görüyordu. Binanın temeli, gövdesi, çatısı tarif ediliyor, üretim süreci ve sınıflar da bu yapının temeli olarak çiziliyordu. Yapısalcı yaklaşımla işlevselcilik birçok açıdan da aynı safta yer alıyor, ayırt edilmez bir hal alabiliyorlardı. Weberci çalışmalardaki “gelire”, “piyasa fırsatlarına” (Weber, 1996:269-270), “mesleğe” göre toplumun (mesela yüzde 20’lik dilimler halinde ) katmanlara bölünmesi, yapısalcı yaklaşımın tipik örneğidir.
Tezleri sıralamamızın nedeni; sınıfların algılanmasında bu yaklaşımların bugün de yarattığı kafa karışıklıkları. Bütün bunlara günümüzün kimlikçi ve toplumsal hareketçi tezleri de eklenince, sınıfın kavranmasına dair ince eleyip sık dokumak gerekli hale geliyor.
Bu yaklaşımların sınıf kavrayışı üzerine çarpıtma ve yanlışlıklarından uzun bir liste halinde bahsetmek mümkün. Ancak bu yazının amacı, sınıfa dair çeşitli yaklaşımların serimlenmesi ve eleştirisi değildir. Böyle bir iddiası yoktur. Biz, burada, daha genel bir çerçevede; iki temel yön üzerinde, sınıf gerçekliğine ve kavsamsallığına yaklaşımda diyalektik yöntemin iki temel bileşeni üzerinde duracağız: Bağlantılılık (ilişkisellik) ve tarihsellik… Bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ancak biz sunum açısından iki ayrı başlık halinde ele alacağız.
BAĞLANTILILIK
Sınıf mücadelesi ve sınıfların varlığının bir bütün olarak bağlantılılık (ilişkisellik) çerçevesinde anlaşılması, günlük yaşamda ve sosyal bilimlerde sınıfların doğru bir biçimde kavranması açısından elzemdir.
Nedir ilişkisellik?
Belirleyici midir? Önemli midir?
Mesela, patron patrondur. Sermaye de sermaye… Burada ilişkisellik nerededir, gerekli midir? Kâr eden patron, ücret alan işçidir… Bu, meselenin algılanması açısından yeterli değil midir?
Kısaca cevap vermek gerekirse; bu dış görüntü; en azından günlük pratik açısından ihtiyacı karşılar. Ama bu gerçekliği değiştirmek istiyorsak, bu görüntü ve görüntünün kavramsallaştırılması yeterli değildir.
Engels bilimsel diyalektik yöntemi tanımlarken; “şeyleri ve onların algılanan imgelerini öz olarak bağıntıları içinde, zincirlenmeleri, hareketleri, oluş ve yok oluşları içinde ele alır” (Engels’ten alıntılayan Stalin, 1998:142) der. Başka bir yerde Engels, olguların ilişkiselliğine/bağlantılılığına yaptığı vurguyla diyalektiği “iç bağıntıların bilimi olarak” ifade eder (Engels, 2006:85).
Toplumsal yaşamdaki gelişmeleri ve olguları kendinden menkul ve “kendi içinde” ele almanın (ilişkiselliği göz ardı etmenin), önemli hata ve sorunlara yol açacağı görülebilir.
Örneğin neoliberalizm; işsizliğin sebebi olarak bireyin kendi kabiliyetlerinin yetersizliğini ya da onun piyasa koşulları ve gereklerine uyum sağlamamasını görür. İşsizler, piyasanın gerekleri doğrultusunda kendilerini geliştirip “hayat boyu eğitim” sürecine girerlerse, ona reva görülen piyasa ücretini kabul ederlerse, mutlaka işgücü piyasasına gireceklerdir! Neoliberal bireyci yaklaşımda; işsizlik sorunu esas olarak toplumsal ilişki ve koşullardan soyutlanmış bir bireyin sorumluluklarına havale edilmiştir (MacGregor, 2007:240). “Şunu yapsaydı işsiz kalmazdı” gibi. Peki, ya diğer işsizler?
Bu yöntemin aynı biçimde yoksulluğu ve diğer toplumsal meseleleri de açıkladığı, en azından açıklamaya çalıştığı biliniyor. Tabii, neoliberalizmin bireyciliğini aktarırken, örneklerimiz bir ölçüde indirgemeci. Hiçbir yöntem toplumsal ilişkileri tamamen göz ardı edemez. Ancak örnekteki ifademiz; neoliberalizmin genel perspektifi ve yöneliminin ağırlık noktasını göstermektedir.
Marx’ın sınıf, sınıf mücadelesi ve toplum kavrayışı, açık ve mevcut toplumsal ilişkileri göz ardı eden yaklaşımların aksine; bu ilişkiselliği hep göz önünde tutar. Örneğin Marx’ta makine ya da üretim araçları kendi başlarına ya da kendi içinde sermaye değildir (Marx, 1997:716). Kapitalist de, sırf üretim araçlarına sahip olduğu için (böylece zanaatkar da olabilir) kapitalist değildir.
İşte, burada hem Kapital gibi ekonomi-politik hem de tarihsel eserlerini yazarken Marx’ın yönteminin, diyalektiğin önemli bir ögesi gündeme geliyor.
Doğada ve toplumda hiçbir şey, diğer olgu ve olaylardan bağımsız değildir. İnsanlar asla tek başına ‘insan’ değildir. Adada tek başına yaşayan bir Robinson hikayesi toplumsal tahlilde model oluşturamaz (Marx, 1999:22). İnsanlar ancak diğer insanlarla ilişkileri temelinde insan olarak var olurlar. Dil, düşünme, konuşma ancak diğer insanlarla birlikte söz konusu olabilir.
İşte bu ilişkisellik ve bağlantılarla birlikte düşünme; sınıf gibi toplumsal karşıtlıkların en temel ögelerinden birisi için olmazsa olmazdır. Örneğin doğa ile ilişkisinde emek harcayarak yaşamını sürdüren ‘genel’ insanın işçi olabilmesi, sermaye ile, ‘para sahibi’nin kapitalist olabilmesi de, kapitalist üretim süreci ile ilişkisine bağlıdır. Üretim araçlarına sahip bir kişinin, zanaatkar ya da küçük burjuva değil de kapitalist olmasını sağlayan, onun işçilerle girdiği karşılıklı ilişkidir. Marx, Kapital’in 3. Cildinin son bölümünde, sermayenin (dolayısıyla işçi sınıfının) bu ilişkisel varlığını şöyle tanımlıyor (Marx, 1997:715-716):
“Ne var ki, sermaye, bir nesne değil, toplumun belli bir tarihsel oluşumuna ait bulunan belirli bir toplumsal üretim ilişkisidir ve bir nesnede kendisini ortaya koyarak bu şeye belirli bir toplumsal nitelik kazandırır. Sermaye, maddi ve üretilmiş üretim araçlarının toplamı değildir. Sermaye daha çok, sermayeye dönüştürülmüş üretim araçlarıdır ve tıpkı altın ya da gümüşün bizatihi para olmaması gibi, bunlar da bizatihi sermaye değillerdir. Sermaye, toplumun belli bir kesiminin tekeline aldığı üretim araçlarıdır ve canlı emek gücünün karşısına, bu emek gücünden soyutlanmış ve sermayedeki bu zıtlık yoluyla kişiselleşmiş ürünler ve iş koşulları olarak çıkar.”
Marx, burada, sermayeyi günlük kullanımdan bir ölçüde farklı bir anlamda kullanıyor. Sermaye ile, işçi sınıfının emek sömürüsü temelinde meta üretmek üzere kullanılacak üretim araçları bütününü kastediyor. Ama dikkat çekilen husus şu: Makine kendi başına sermaye değildir. Makine, toplumsal ilişkilerden soyutlandığında fiziki özelliklere sahip bir nesne, bir kullanım değeridir. Bu açıdan bakıldığında ve bununla sınırlı kalındığında, makine de, üretim araçları da sermaye değildir. Onun sermaye olması ya da sermayeleşmesi; kapitalist üretim sürecinde, kapitalist için meta üretmek üzere işçiler tarafından kullanılması ile mümkündür. Yani bir toplumsal ilişki, bir üretim ilişkisidir sermaye… Sermayedar ya da kapitalist de işte bu ilişkiyle birlikte vardır (Marx, 1997:716).
Aynı durum işçi sınıfı için de geçerlidir. Kapitalist toplumsal ilişkiler bütünü içinde işçi sınıfı, burjuvazi ile ilişkisi içinde işçi sınıfıdır. Onu sınıf yapan sadece ücret alıyor oluşu (gelirinin biçimi) ya da emek harcaması değil, sermaye ile girdiği ilişkidir (Marx, 1997:717):
“Ücretli emek ve toprak mülkiyeti, sermaye gibi, tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal biçimlerdir; biri emeğin, diğeri tekel altına alınmış karasal yeryüzünün; ve aslında her iki biçim de sermayeye tekabül etmekte ve toplumun aynı ekonomik yapısına ait bulunmaktadır.”
Marx, sermaye ve işçi sınıfı da dair, “aynı ekonomik yapıya ait” olma vurgusuyla, bu iki olgu ve kavramın ilişkiselliğine atıf yapmaktadır. Bu ilişkisellik, iki olgunun karşılıklı etkileşiminin ötesindedir.
Şöyle ki: Evet, her olgu ve olay karşılıklı olarak birbirini etkiler. Bazı durumlarda biri büyük ölçüde diğerini belirler. İşçi sınıfı ve sermaye arasındaki ilişki açısından da bir karşılıklı etkileşimden bahsetmek mümkündür. Ama bu iki sınıf; elma ile armut gibi herhangi iki nesne değildir. Varlığı ve ortaya çıkışı, diğerinin varlığına bağlı olan, günümüzdeki varlığı da ancak karşısındakiyle sömürü ilişkisi nedeniyle olan iki sınıftır.
Bu, en az iki yönden açıklanması gereken bir ilişkidir.
Birincisi; tarihsel olarak kapitalist burjuvazinin (kapitalist üretim ve esas olarak da sanayi burjuvazisinin) ortaya çıkışı işçi sınıfının ortaya çıkışıyladır. Öncesinde zenginler vardır, ticaret yapan sermaye vardır; loncalıktan meta üretimine geçmiş küçük burjuvazi de vardır. Ancak modern anlamda kapitalist burjuvaziden bahsedebilmek için işçi sınıfının bir sınıf olarak oluşumundan ve sömürüsünden bahsetmek kaçınılmazdır. Burjuvazinin varlığı işçi sınıfının varlığı, ona olan karşıtlığı ve sömürüsüyledir.
Aynı durum, işçi sınıfı için de geçerlidir. Feodal çiftliklerden kovulan ve kente gelen köylüler, kapitalist üretim ilişkileri henüz gelişmemişken kentli ve damgalı serseri idiler. Ancak modern burjuvazinin ve onun teknik temelinin ortaya çıkışı ile serseri ve eski köylüler, sermaye sömürüsünün altında işçi sınıfını oluşturmaya başladılar.
Ortaya çıkışı bir yana, bugün de doğa ile ilişkisi içinde insanın ‘işçileşmesi’, kapitalist üretim ilişkileri içindeki konumuyla, sermaye ile üretim sürecinde girdiği sömürü ilişkisiyle ilgilidir. Keza sermaye de, işçi sınıfının ürettiği artı-değere el koyduğu için sermayedir. Buradaki ilişkinin temel mekanı, kuruluş ve varoluş yeri üretim sürecidir. Dolayısıyla; işçi sınıfı ve sermaye arasındaki çelişkinin şekillenmesi ve tüm topluma yayılmasında; kapitalist meta üretimi ve sömürü ilişkileri belirleyicidir.
Burada ilişki ve karşılıklı etkileşim, görüldüğü gibi içseldir. Çünkü varoluşsaldır, onun varoluş biçimidir. Başka türlüsü olamaz halidir. İşçi sınıfı olmasaydı, burjuvazi de olmazdı. Ve tersi. Buradaki ilişkisellik herhangi iki olgunun ilişkisi değil, varlığı birbirine varoluşsal bir biçimde bağlı olan iki sınıfın ilişkisidir. Ancak bu ilişkisellik sömürü temelinde olduğu için, varoluşsal olan, sadece karşılıklı etki değil, mücadeledir de.
Bu açıdan, işçi sınıfı ve burjuvazinin sömürü temelinde ‘birliği’ ve mücadelesi, sınıf mücadelesi yaklaşımının da temeli olmak durumundadır. Söz konusu olan kavramlar üzerinden yapılan türetmeler değildir. İşçi, nesnel olarak sermayenin boyunduruğu altında kapitalist işe sürülmüş olduğundan ve bu ilişki bir sömürü ilişkisi olduğundan, işçi sermaye ile kaçınılmaz bir karşıtlık içindedir. Bu nedenle MHP’li işçilerin olduğu bir işyerinde de, patronun ağır bir dinsel/kültürel hegemonyasının olduğu işyerlerinde de işçi sınıfının direniş ve mücadele potansiyeli vardır. Sık sık da örnekleri görülmektedir.
İkincisi; işçi sınıfı ve sermayenin ilişkiselliği ve sınıf mücadelesinin hem sınıflar hem de kapitalizm açısından varoluşsal bir zorunluluk olması, eşit bir ilişki olduğu anlamına gelmez. Yani, buradan “işçi sınıfı, burjuvazi sayesinde var oluyor” gibi tek yönlü bir teorik sonuç çıkarmak mümkün olmadığı gibi, “burjuvazi işçi sınıfını yaratıyor, besliyor” gibi bir sonuç çıkarmak da mümkün değildir. Bahsi geçen, varoluşsal bir ilişkisellik ve mücadeledir. Sınıfların ilişkisel varlığı, ayrıca belirtmeye gerek olmaksızın bir mücadele, karşıtlık, düşmanlık ilişkiselliğidir. Uyumlu bir bütünlük olarak değil, iki düşmanın karşılıklı var olması anlamındadır.
İlişkisellik ve sınıf tartışmaları açısından çelişkinin tarafları olan karşıtlar; Hegelci diyalektikteki gibi onların özdeş olduğu (Hegel, 1976:176-177,184-189) anlamına gelmez. Bu açıdan materyalist (Marksist) diyalektik; kavramlar oyunu haline gelme potansiyeli taşıyan Hegelci diyalektikten ayrılır. Sermaye ve işçi sınıfı, özdeş değil karşıttırlar. Eşit iki tarafı oluşturmazlar. Sermayenin varlığının teminatı, üretim sürecinde emeğin ürettiği değerin bir kısmını artı-değer olarak çekip alması, yani sömürü ilişkisidir. Sermaye, emek gücünün sömürüsü ile varlık kazanabilir. Bu açıdan sermaye, işçi sınıfının belirli bir disiplin ve komuta altında çalışmasına, üretim sürecinin gerekleri doğrultusunda çalışmasını yoğunlaştırmasına vb. muhtaçtır. İşçi sınıfı açısından ise, sermayenin varlığı bir dayatmadır. Kapitalist üretim ilişkilerinin ekonomik zorudur, onu sermayenin boyunduruğuna iten. Bu ekonomik zor da, her zaman siyasi zor ile, ideolojik ve kültürel kuşatma ile iç içedir. Dolayısıyla sermayeye varoluşsal bir karşıtlık ve mücadele içinde olan işçi sınıfı ve onun emeği, sermayenin varlık koşuludur.
Bunu ekonomi-politik bir tartışmaya derinlemesine girmeden de olsa açmaya ihtiyaç var: Daha geride, işçi sınıfı ve sermayenin hem varoluşsal bir birlik, hem de varoluşsal bir karşıtlık/düşmanlık/mücadele içinde olduğunu ifade ettik. İlişkiselliği de böyle tanımladık. Ancak bir önceki paragrafta ise, işçi sınıfının sermayenin varlık koşulu olduğunu kaydettik. Bu ikisi çelişkiymiş gibi gözükmekle birlikte, değildir. Çünkü; en genel anlamda sınıfların varlık koşulu; karşısındaki sınıftır . Bu doğrudur. Ancak işçi sınıfı da bugünkü varlık biçimiyle, yani sermayenin sömürüsüyle işçi sınıfı olmaktan hoşnut değildir. Dolayısıyla varoluşsal karşıtlık ve birlik günümüz işçi sınıfı ile sermaye ilişkisi açısından nesnel bir durumdur. Ancak bu kapitalist sömürü ilişkisi; sermaye açısından varlık ve kendini gerçekleştirme koşulu, işçi sınıfı açısından (bugünkü biçimiyle) bir sömürü nesnesi olma ve dayatma halidir. İşte, varoluşsal karşıtlığın özü de budur: Sömürü. Bu karşıtlıktan sermayenin varoluşsal bir şikayeti olması düşünülemez, keza bu biçimin dışında varolma şansı yoktur. İşçi sınıfı içinse, bu bir diktatörlüktür, baskı ve sömürü ağıdır. Bu ilişkiselliğin, kapitalist üretim ve toplumsal ilişkilerinin parçalanması işçi sınıfının kurtuluşudur. Bu kurtuluş; karşıtlığın ve birliğin dağıtılmasıyla hem sermayenin yok edilmesi, hem de işçi sınıfının kendi kendisini ortadan kaldırmasıdır. Engels, bu hareketi şöyle açıklar (Engels, 2003:400):
“Bunu yapmakla (iktidarı ele geçirmekle – A.K.), proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bütün sınıf farklılıkları ile sınıf karşıtlıklarını, ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır.”
Dolayısıyla işçi sınıfı, kurtuluşu için kendini, kendi varlık koşullarını ve ilişkisellik ağını ortadan kaldırmak zorundadır. Bu, kapitalist toplumsal formasyonun ve onun ilişki ağının parçalanması, yerine sosyalist toplumsal ilişkilerin kurulmasıdır. Sosyalist ilişkiler içindeki emekçiler ise, sermaye düzeninde varolan işçi sınıfı değil, bambaşka bir “sınıf”, “işçi sınıfı olmayan bir işçi sınıfı”, sınıfların bir bütün olarak ortadan kaldırılmasına doğru ilerleyen bir “sınıf” olacaktır. Bu; bir ölçüde Engels’in proletarya diktatörlüğünü tanımlarken ifade ettiği “ilişkisel” değişikliğe benzer (Engels'in Bebel’e yazdığı, 18-22 Mart 1878 tarihli mektubu):
“Proletarya devrimden sonra da devlete gereksinim duyacaksa, buna özgürlük adına değil, düşmanlarını baskı altında tutmak için duyacaktır. Ve, özgürlükten söz etmenin olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak varolmaktan çıkar. Bundan dolayı, devlet sözcüğünün yerine, biz her yerde, Fransızca ‘komün’ sözcüğünü çok iyi karşılayan o nefis eski Almanca sözcüğün, ‘ortaklık’ (Gemeinwesen) sözcüğünün konmasını önerirdik.”
Proletaryanın devleti, bilindik anlamda devlet değildir. Ama işin aslı o da bir devlettir. Ancak, sönümlenmek üzere varolan ve kapitalist sömürü ilişkilerinden kopmuş, sosyalist ilişkilerin kurulmasına odaklanmış bir araç olarak, onu, kapitalizmdeki anlamıyla devlet olarak tanımlamak mümkün değildir.
Lenin, Engels’in bu değerlendirmesini şöyle yorumlar (Lenin, 1989:77): “Komün, artık nüfusun çoğunluğunu değil, bir azınlığı (sömürücüleri) ezmesi gerektiği ölçüde, devlet olmaktan çıkıyordu; burjuva devlet makinesini parçalamıştı; özel bir bastırma gücü yerine, sahneye halk kalabalığının kendisi giriyordu. Bütün bunlar, sözcüğün gerçek anlamında devlete aykırı şeylerdir. Ve, eğer Komün devam etseydi, Komün içinde varlığını sürdürmekte olan devlet kalıntıları kendiliklerinden ‘sönerlerdi’; Komün, kurumlarını ‘kaldırma’ gereksinimini duymazdı: Bu kurumlar, artık yapacak hiçbir şeyleri kalmadığı ölçüde, işlemez olurlardı.”
Devletin kapitalizmdeki işlev ve niteliğinin, sosyalist ilişkiler bütünlüğünde tamamen farklı bir nitelik ve varoluş kazanması gibi, işçi sınıfı da sosyalizmde başka bir varoluş kazanır. Sosyalist üretim ilişkilerini kuran işçi sınıfı, kapitalizmdeki anlamıyla, sermaye ile ilişkisi çerçevesinde var olan bir sınıf değil, kendisi ile birlikte tüm toplumsal sınıfları ve devleti ortadan kaldırmak üzere ilerleyen özgür bir ‘sınıf’tır. Bugünkü anlamıyla değil gelecekteki anlamıyla işçi sınıfıdır.
TARİHSELLİK
Sınıf kavramına yaklaşımda önemli bir yöntemsel diyalektik uğrak da tarihselliktir ya da süreçselliktir. Aslında ilişkisellik, aynı zamanda tarihselliği, tarihsellik de ilişkiselliği içerir. Birbirinden ayrılamaz. Tam da bu nedenle, sermaye ile işçi sınıfı arasındaki varoluşsal karşıtlıktan bahsederken, kapitalist üretim ilişkileri koşullarında, başka bir deyişle verili bir tarihsellik çerçevesinde tartışıyoruz. İlişkiselliği, tarihselliği göz ardı ederek ele almak mümkün değildir.
1960’ların burjuva toplum teorileri, esas olarak tarihselliği, tarihsel hareket ve eğilimleri göz ardı eden sabit-işlevselci modellere dayanıyordu. Böylece sınıfların varlığı bir tehlike olarak değil, araçsalcı bir çerçevede uyum amacıyla ifade ediliyordu. Tarihselliğin göz ardı edilmesindeki bir diğer ‘gizli’ hesap ise kapitalizmin tarihin belirli bir aşamasında ortaya çıkmış, hareket halinde, çelişki ve çatışkılarla dolu bir süreç değil, geleceği de bugünle en azından temel özellikleri itibarıyla aynı olan bir yapı olarak tanımlanmasıydı. Böylece tarihsel hareket ve olgunun süreçselliği göz ardı ediliyor; mevcut durum ve çatışmalar, yapının işlevleri, hatta yapıyı güçlendiren işlevler olarak tanımlanıyordu. Dunlop gibi işlevselciler de, Ralph Dahrendorf, Lewis Coser, Randall Collins gibi ‘çatışmacılar’ da, sınıf mücadelelerini, bir biçimde yapının işlevlerine indirgiyordu (Jonathan, 1991:15).
Bunun böyle olmadığı açıktır. Kapitalizm sabit bir yapı olsaydı, sınıf mücadeleleri de bu sabit yapı içindeki işleyiş olsaydı, devletin ve askeri zorun sınıf mücadelelerini bastırmak, onu kapitalizmin sınırları içinde tutmak gibi bir görevi olmazdı. Her şey işlevsel olsaydı; kapitalizm –elbette siyasal, ideolojik ve kültürel etkenlerle birlikte– askeri güçle korunmak zorunda kalınmazdı.
Tarihselliği en azından iki biçimde tartışabiliriz:
Marx, kapitalist üretim ilişkilerinin genelleştirilmesinin karşısında onun tarihsel olarak belirli koşullarda ortaya çıktığını özellikle vurgular. Örneğin, daha önce verdiğimiz örnek gibi; modern sermaye genel olarak “birikmiş mal-para” ile eşitlenemez. Sermaye denildiğinde, kaçınılmaz olarak belirli tarihsel koşullarda varolan bir ilişkiden söz ediliyor demektir. En azından 17. yüzyılın sonundan bugüne kadar süren ve devam eden bir dönemin tarihselliği içinde konuşuluyor anlamına gelir.
Marx, genel soyutlamalarla tarihsellik arasındaki ilişkiyi Grundrisse’de üretim kavramı üzerinden şöyle tartışır (Marx, 1999:23):
“Biz, üretim dediğimiz zaman, söz konusu olan, her zaman toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasındaki üretimdir – toplumsal bireylerin bir üretimidir.”
Marx, neden belirli bir tarihsel aşamaya dikkat çekiyor? Çünkü burjuva iktisatçılar, kapitalist üretim ilişkilerini, genel bir üretim kavramından yola çıkarak, sanki tarih boyunca üretim kapitalist ilkeler temelinde sürmüş, başka bir deyişle kapitalizm –en azından onun temel ilke ve eğilimleri– ezelden beri var ve tarihsel koşullardan bağımsız olarak ebediyete kadar sürecek fikri üzerinden ele alırlar. Marx şöyle açıklar (Marx, 1999:25):
“Mill’in örneğinde görüldüğü gibi, söz konusu olan, daha çok, üretimi, bölüşümden vb. farklı olarak, tarihten bağımsız, ölümsüz doğa yasaları içine hapsedilmiş olarak göstermek, ve bu fırsattan yararlanarak burjuva ilişkilerin, soyut olarak kavranan toplumun değişmez doğa yasaları olduğu fikrini el altından ileri sürmektir. Bütün bu yöntemin bilinçli ya da bilinçsiz olarak güttüğü amaç, işte budur.”
Tarihselliğin göz ardı edilmesi, ister istemez, mevcudun olumlanmasına dönüşür. Bu açından kapitalist üretim ilişkilerini ele alırken, sermayenin, işçi sınıfının, devletin ve diğer toplumsal olguların belirli tarihsel-toplumsal koşullar ve ilişkisellikleri çerçevesinde var olduklarını gözden ırak tutmamak gerekir.
Kısacası; her tarihsel olgunun, ortaya çıkışı ve yaşamı, onu çevreleyen tarihsel koşullarla ilgilidir. Kapitalist üretim ilişkilerinin doğuşu ve gelişimi, bir yandan feodal toplumsal yapıda meta üretiminin kapsamının genişlemesi, diğer yandan emekçinin hem üretim araçlarından hem de feodal mülkiyetten özgürleşmesi, öte yandan da üretimin teknik temelinin giderek gelişmesi, hatta işçinin ekonomik zorlukla birlikte kapitalist çalışma disiplinine uyum sağlamasıyla mümkün olmuştur. Burada bir kısmını sayabildiğimiz tarihsel koşullar dizisinin, karşılıklı etkileşimiyle kapitalist üretim ilişkileri bir gerçeklik haline gelmiştir. Elbette, burada her koşul ‘eşit’ değildir. Üretim süreci ve onun öznelerindeki değişim belirleyicidir. Ama buradaki tartışmamız bunlar değil, her toplumsal olgunun kendini çevreleyen ve koşullayan tarihsel koşullarda ortaya çıkmış olması, onlarsız değerlendirilemez oluşudur.
Bu açıdan, tarihsellik, belirli tarihsel koşullarda ‘varolma’ anlamına geldiği gibi, belirli tarihsel koşullarda da ‘yok olma’ anlamına gelir. Tarihselliğin temeli de budur. Her şey değişir. Her olgu belirli tarihsel koşullarda varolduğu gibi, yine belirli tarihsel koşullarda ortadan kalkar. Kapitalist toplum gibi... İşçi sınıfı ve sermaye arasındaki çelişki gibi... Ve bir tarihsel olgu olarak sınıfın bizzat kendisi gibi.
Bu açıdan sermaye de, işçi sınıfı da tarihsel-toplumsal kategorilerdir. Modern kavram ve sınıflardır. Kapitalizm öncesi, para yığını, ticaret, servet vardır, küçük öncel ‘kapitalist’ işletmelerden de söz edilebilir ama sermayeden ve işçi sınıfından bahsedilemez. Bu sınıfların ortaya çıkışı, kısaca kapitalizm olarak tanımlayabileceğimiz belirli tarihsel koşulların ortaya çıkışıyla ilgilidir. Bu koşullar ve ilişkiler ağı kökten bir değişimden geçtiğinde, sermayeden de bugünkü haliyle işçi sınıfından da bahsetmek olanaklı değildir. Bu açıdan her gerçeklik ve kavram tarihseldir, belirli tarihsel koşulların sonucu, diğer yandan da onun nedenidir.
Tarihsellikten ikinci bir açıdan da bahsetmek gerekir: Süreçsellik… Hiçbir olgu ve olay, donuk, durmuş, sabit değil, hareket halindedir. Toplum da sınıflar da. Bu açıdan her olguya; onun bir hareket, bir süreç olması göz önünde bulundurarak yaklaşılmalıdır. Kapitalist toplum denildiğinde, akıllara, sabit bir bina değil, ‘hareket’ gelmelidir. Bu açından sınıflar da, donuk kavram ve olgular değil, süreçsel, hareket halindeki olgulardır. Hareketsiz, hareket etmeyen hiçbir olgu yoktur. Kapitalist toplumun temel dinamikleri olarak sınıflar ve onların karşılıklı mücadelesi, bu süreçselliği içsel olarak barındırır. Çünkü, ilişkisellik başlığı altında ifade edilen varoluşsal mücadele durmaksızın bir harekete ve bu hareketin kavramlaştırılması olarak süreçselliğe işaret eder.
Yani, işçi sınıfı, bir sınıf olarak sadece belirli bir tarihselliğin donuk ve edilgen sonucu değil, onun öznesidir. İşyerinde üretmesi, çalışması, çay molasının başlaması ve bitişi, işten çıkışı, yorgunluğu, aklının işte kalışı, iş dışı yaşamının metalaşması ile her gün ve her gün sermaye ile karşı karşıya gelmesiyle mücadele içindedir. Üretimi ve harcadığı emek; kendisi için değil sermaye için üretmesiyle birlikte öfke, tepki, sıkıntıyla paraleldir. İşin bitişini, evine gitmeyi istemektedir. Mesaiye kalma emri gelince, ya içinden ya da açıkça tepki göstermektedir. Yani işçinin her anı, en ‘uysal’ üretim koşullarında da grev, işgal gibi açık sınıf mücadelesi biçimlerinde de sermayeye karşıtlık ve mücadeleyi içinde barındırmaktadır. Bu açıdan her an; işçi sınıfının mücadele ve varlığı açısından değişimi, süreçselliği barındırmaktadır. Aynı şey, işçi sınıfının karşısındaki sermaye için de geçerlidir.
Tarihselliği (süreçsellik), yani her olgunun belirli tarihsel koşullarda ve hareket halinde var olmasını tek tek olgularda ele aldığımızda, karşımıza olgunun ‘tarihi’ çıkar. Çünkü her olgunun bir geçmişi, bugünü ve geleceği vardır. Olgu, geçmişteki ilişkileri ve içsel çelişkileriyle birlikte ‘şimdi’ye gelir. Geçmişi; çelişkileri, etkileşimleri ve onların bir ölçüde aşılmış haliyle ‘bugün’de mevcuttur. Gelecek ise, hem geçmişin birikimi, hem de ‘şimdi’nin etkileşimi ve deneyimleri ile ‘şimdi’nin içinde tohum ve olanaklar dahilinde bulunmaktadır. Dolayısıyla geçmiş ve gelecek olguya dışsal değil içseldir, onun niteliği açısından belirleyicidir.
İşçi sınıfı ve sınıf mücadelesi için de böyledir. Onun bir geçmişi ve bugünü vardır. Geçmişi, yaşadıkları, deneyimleri ve bugünü, geleceğin olanaklarını şekillendirir. Ve işçi sınıfının sermaye ile varoluşsal karşıtlığı, kaçınılmaz olarak sosyalizmin nesnel koşullarını ve olanaklarını hazırlar.
***
Buraya kadar yapılan tartışmalar, sınıf tartışmalarının çok ama çok küçük bir bölümüne işaret eder.
Sınıfın ekonomik, siyasal, ideolojik etkenlerle birlikte düşünülmesi gerekirken; bu yönlerinin tartışılmadan bırakılması kaçınılmaz olarak bir eksiklik duygusu yaratır.
Ancak, bu makalede amaçlanan, sınıf ve sınıf mücadelesinin kavranmasında iki noktayı ele almaktı: Bağlantılılık (ya da ilişkisellik) ve tarihsellik (süreçsellik).
Sonuç olarak, toplumu, toplumsal yaşamı anlamak için, işçi sınıfını sermayeye olmazsa olmaz (varoluşsal) karşıtlığı ve bunun sonucu olmazsa olmaz mücadelesi temelinde kavramak gerekir. Aksi halde, sınıf, diğer toplumsal kimliklerden birisi olarak, listenin arada kalmış bir maddesine indirgenebilir. Bu karşıtlık, hem tarihsel, hem de kaçınılmaz olarak ilişkiseldir. Sınıfın kurtuluşu, bu çelişkisel birlik ve karşıtlık ilişkisinin ortadan kaldırılması, yeni bir ilişki ağının kurulmasıyla mümkündür.
KAYNAKÇA
Defoe, D. (2005) Robinson Crusoe, İstanbul: İskele Yayıncılık.
Engels, F. (2003) Anti-Dühring, Ankara: Sol Yayınları.
Engels, F. (2006) Doğanın Diyalektiği, Ankara: Sol Yayınları.
Gorz, A. (1986) Elveda Proletarya, İstanbul: Afa Yayınları.
Hegel, F. (1976) Bütün Yapıtları (Seçmeler), Ankara: Sol Yayınları.
Jonathan H. T. (1991) The Structure of Sociological Theory, Çeviren: Ümit Tatlıcan, California: Wadsworth Publishing Company, http://www.umittatlican.com/files/Catismaci%20Yaklasimin%20Kokenleri%20-Jonathan%20H.%20Turner%20%281991%29.pdf, 24.09.2013.
Laclau, E. ve Mouffe , C. (1992) Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İstanbul: Birikim Yayınları.
Lenin, V.İ. (1989) Devlet ve İhtilal, Ankara: Sol Yayınları.
MacGregor, S. (2007) “Refah Devleti ve Neoliberalizm”, Alfredo S. F. ve Deborah J. (der.), Neoliberalizm Muhalif Bir Seçki (çev. Ş. Başlı ve T. Öncel) içinde, İstanbul: Yordam Kitap.
Marx, K. (1997) Kapital - Üçüncü Cilt, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K. (1999) Grundrisse - Birinci Cilt, Ankara: Sol Yayınları.
Parsons, T. (1991) The Social System, London: Routledge.
Stalin, J. (1998) Bolşevik Parti Tarihi, Ankara: Sol Yayınları.
Weber, M (1996) Sosyoloji Yazıları, İstanbul: İletişim Yayınlar
Hiç yorum yok