Demir Küçükaydın Ne Yapmak İstiyor? 1
(Birinci bölüm)
Garbis Altınoğlu
12-17 Aralık 2002Demir Küçükaydın Türkiye Soluna Nasıl Bakıyor?
Özgür Politika gazetesinin 5 Aralık 2002 tarihli sayısında, D. Küçükaydın’ın “AKP İktidarı, Genelkurmay, Sosyalistler ve Politika” başlıklı bir yazısı yayımlandı. Küçükaydın, bu yazısında, başka bir çok yerde yaptığı gibi Türkiye devrimci hareketine, kendi deyişiyle “sosyalistler”e saldırıyor ve onları “Genelkurmay’ın basit piyonları” olarak nitelendiriyordu. Söyledikleri aynen şöyleydi:
“Sosyalistlerin de durumu böyle. Onlar da ister IMF’ye, ister savaşa karşı politika yapsınlar, gerçek hedefi gizleyip, fiilen Genelkurmay’ın basit piyonları olmaktan öteye gidemiyorlar. Türk Genelkurmayının, Irak’ta bir savaş istemediğini bile bile, Türkiye’de savaş karşıtı miting yapmak, anti-emperyalist görünüp, Genelkurmaya selam çakmaktan başka bir anlama gelmez.” (“AKP İktidarı, Genelkurmay, Sosyalistler ve Politika”, Ö. Politika, 5 Aralık 2002)
Yazılarını izleyenler, Küçükaydın’ın başka yazılarında da sık sık böylesi değerlendirmeler yaptığını, yani Türkiye devrimci hareketinin (TDH), kendi anlatımıyla “sosyalistlerin”, Türk gericiliğiyle ve özelde Kemalizmle ve Türk Genelkurmayıyla bir bağlaşma ve yazgı birliği içinde olduğu ve hatta onların ajanı konumunda bulunduğu yolundaki sözde tezleri sistemli bir biçimde savunageldiğini anımsayacaklardır. Örneğin o, “sosyalistler”i, yani TDH’ni AKP ve siyasal İslama karşı “Kemalizmle ittifak”ı ve CHP’yi desteklemekle, dahası dünyada siyasal İslamı “bayrak yapan direnişi” de “Emperyalizmin bir oyunu ve komplosu olarak” görmekle suçladığı “Politik İslam, AKP ve Sosyalistler” adlı yazısında şöyle diyordu:
“Sosyalistlere egemen klasik denebilecek görüşün ana hatları şöyledir: din feodalizmin, kapitalizm öncesinin ideolojisidir, bu ideolojiye dayanan politik İslam ve onun Türkiye versiyonu da, yapısı gereği emperyalizmle uzlaşmaya hazır ve onun kışkırttığı feodal gericiliğin partileridir. Bunlar modernleşmenin düşmanlarıdır. Kadınların türban takmasını savunmakta böylece Kemalizm’in burjuva üst yapı reformlarını bile tasfiye etmek istemektedirler. Bu ideolojiye karşı aydınlanmanın ideolojisi savunulmalı, politik olarak da bu dinsel gericiliğe karşı, Kemalizm’le ittifak yapılmalıdır.” (Ö. Politika, 21 Kasım 2002)
Burada, okurun belleğini tazelemek ve yazarın yaklaşımını ve ruhsal durumunu ve gerçeklere “sadakat ve saygı”sının boyutlarını göstermek için onun değişik yazılarından konuya ilişkin bir derleme demeti sunacağım.
Yazar, “Burjuvazi, İşçiler ve Demokrasi” adlı iki bölümlük yazısının ilk bölümünde şöyle buyuruyordu:
“Burjuvazi güven kazanıp oyuna girdikçe, yirminci yüzyılın bürokratik kastların demokratik ideallere yabancı ideolojisiyle beslenmiş bu günün sosyalistleri, ki bunların hala işçiler arasında geçmişin kalıntısı olarak yine de belli bir etkileri var, burjuvazinin 1848’de Junkerler ve Çarlarla yaptıklarını yapıyorlar örneğin Türkiye’de Genelkurmay egemenliğinin destekçiliğine girişiyorlar.
“Böylece örneğin 1848 devrimlerinin Avrupa’sı ile bu günün Türkiye’si kıyaslandığında, tam anlamıyla bir rol değişimi karşısında kendimizi buluyoruz. Sosyalistler “Junkerlerin” (Türkiye’de Genelkurmayın) yedek gücü olurken, burjuvazi demokratik muhalefetin bayrağını ele geçiriyor.” (Ö. Politika, 2 Temmuz 2002, abç)
Eleştirmenimizin, “Davul ve Tokmak” adlı yazısında TDH için şunlar söyleniyordu:
“ ‘Başka bir dünya mümkün’ diyerek globalizme karşı kampanyalar açarlar; IMF’yi lanetlerler; patronlara çatarlar; Nazım’ın vatandaşlığı veya mezarıyla uğraşırlar, ama Genelkurmay egemenliğine karşı politik bir program ve hareketin başına geçmezler, böyle bir problemleri yoktur.
“Aslında aralarında tıpkı korkak burjuvazi ve Genelkurmay arasında olduğu gibi zımni bir uzlaşma vardır. Onlar bütün bu konularla uğraştıkları sürece rahatlıkla anti kapitalist ve emperyalist ve de en hasından kızıl komünist ve hatta otorite karşıtı anarşistlik yapabilirler, yeter ki ‘zülfü yare’ dokunmasınlar. Ordu egemenliğine karşı bir siyasi hareket geliştirmeye veya bunun içinde yer almaya kalkmasınlar. Böylece Sosyalistler de bu ordunun egemenliğini gizleyen parlamento dışı ve sol bir asma yaprağı işlevi yüklenmiş olurlar. Sistemin böyle işlemesinde sosyalistlerin suçu burjuvaziden daha fazladır bu anlamda.” (Ö. Politika, 5 Haziran 2002, abç)
D. Küçükaydın, 2001 yılında yazdığı yazılarda da TDH’ne ağır bir biçimde saldırdı. Örneğin o, PKK’nın, 11 Eylül eyleminin hemen ardından ABD emperyalistlerine başsağlığı dilediğini unutmuş gözükerek, (1) TDH’nin ne Türkiye’deki Kürt halkını, ne de dünyadaki anti-emperyalist Müslüman halkları desteklediğini ileri sürerken şunları söylüyordu:
“Bu günün dünyasında Sosyalist olmak demek, Türkiye’de Kürt, dünyada Müslüman olmak demektir. Türkiye’nin sosyalistleri ise, ne Türkiye’de Kürt ne de dünyada Müslüman’dırlar. Dünya sosyalistlerinin politik radikal İslam karşısındaki tavrı, Türkiye’deki Sosyalistlerin Kürt Ulusal Hareketi karşısındaki tavrından farklı değildir. Türkiye’nin sosyalistleri, nasıl Kürt Ulusal Hareketi ve Genelkurmay’ı aynı kaba koyup, biz iki taraftan birini seçmek zorunda değiliz diyorlardıysa, şimdi aynı tavrı dünya çapında, dünyanın sosyalistlerinde görüyoruz. Onlar ABD ve Radikal Politik İslam’ın bayrak olduğu yoksul insanlığın isyanı karşısında, her iki tarafı aynı kaba koyup, ilahi adaleti dağıtan hakem rolü oynuyorlar. Benzeri tavır, nasıl Türk Sosyalist Hareketini, her hangi bir demokratik toparlanmanın en büyük engeli haline getirdi ve son kalıntıları da fiilen çürüttüyse, benzeri sürecin şimdi dünya ölçüsünde yaşanacağı görülüyor.” (“Türkiye’de Kürt Dünyada Müslüman”, Ö. Politika, 22 Eylül 2001, abç)
Öte yandan o, “Solun İntiharı“ adlı yazısında şunları söylüyordu:
“Önümüzdeki dönemde, Genelkurmayın, ‘Laiklik’ 28 Şubatı gibi bir ‘bağımsızlık’ veya ‘anti emperyalizm’ 28 Şubatı, yani ikinci bir ‘post modern darbe’ yaptığını göz önüne getirin. Yani birden bir moratoryum ilan ediliyor; Kuzey Kıbrıs, ‘Avrupa Emperyalizminin saldırısına karşı’ ilhak ediliyor; Güney Kürdistan’da ‘ABD emperyalizmine karşı’ harekat başlatılıyor; halkın elindeki dövizler Türk parasına çevriliyor. İktisadi bakımdan otarşiye geçiliyor. Ve bütün bunlar anti emperyalizm olarak prezante ediliyor. Şu sıralar Genelkurmay ciddi ciddi böyle bir girişim için hazırlıklarını tamamlıyor.
“Böyle bir durumda bütün Türk Solu, kendisini anti emperyalizm adına Genelkurmay darbesinin destekçisi olarak bulur.” (Ö. Politika, 15 Temmuz 2001, abç)
TDH’ne duyduğu kinin boyutlarının adeta bir paranoya düzeyine ulaşmış olduğu anlaşılan yazar, “Zaman Kazanmak” adlı yazısında da şöyle diyordu:
“Böylece gericilik yani Genelkurmay, kendiyle kader ortaklığı içinde bir sol da yarattı. Belki politik olarak, Genelkurmay ve Sol karşı kutuplarda gibi görünebilir. Ama her ikisi de, aynı yok olan dünyanın paradigmalarına hapis. Bu Genelkurmay egemenliğini ortadan kaldıracak bir değişim, bu solun da sonu olur. Bu nedenle, sadece aynı dünyaya ait oldukları için bile bir kader ortaklığı içindeler. Birbirlerine muhtaçlar. Genelkurmay’ın varlığını ve egemenliğini bu topluma dayatmak için böyle bir solun anti-kapitalist ve anti emperyalist söylemine ihtiyacı var. Bu solun da, varlığını sürdürebilmek için, Genelkurmay egemenliğinin tükettiği ve çürüttüğü bir topluma.” (Ö. Politika, 24 Haziran 2001, abç)
D. Küçükaydın, TDH’ni “ordu işbirlikçiliği”yle suçladığı “Laiklik 28 Şubatından ‘Bağımsızlık’ 28 Şubatına” adlı yazısında şunları söylüyordu:
“Bu gün Türkiye’de bütün sol, Genelkurmay egemenliğinin basit bir avadanlığı durumundadır. Dolayısıyla Genelkurmay egemenliğine karşı mücadele bu sola karşı mücadele olmak zorundadır. Türkiye’de köklü demokratik dönüşümler için mücadele bu günkü sola karşı mücadele olmak zorundadır.
“Türk solu, gerçek demokratik hareket olan Kürt hareketi ile birlikte, bu ordunun egemenliğine son verecek; iktidarı halkın seçilmiş temsilcilerinin eline verecek bir Demokratik Cumhuriyet için değil; sözüm ona keskin anti kapitalist, anti emperyalist lafların ardına gizlenerek ordu işbirlikçiliğini örtmeye çalışmakla kalmıyor, bu ordunun hazırladığı yeni 28 Şubatın basit bir piyonu haline dönüşüyor.
“Ordu, politik İslam karşısında, birden ‘Laiklik’ bayrağı ile, nasıl toplumun büyük bölümünü kendi ardına toplayıp fiili bir ‘post modern darbe’ yaptı ise, şimdi de bir benzerini ‘Bağımsızlık’ bayrağı ile yapmaya hazırlanıyor. Bu darbenin sağ ayağı MHP ve hükümet ise, sol ayağı piyasadaki bütün soldur. Hatta böyle bir ‘Bağımsız Türkiye’ci 28 Şubat’tan sonra, sol ve MHP’liler aynı hükümetin bakanları olursa kimse şaşırmasın. Bütün göstergeler bu yönde. Bu yeni 28 Şubat, önceki gibi ani bir değişiklik biçiminde değil, daha ziyade adım adım gerçekleşen sürüngen bir darbe karakteri taşıyor.“ (Ö. Politika, 16 Haziran 2001, abç)
O, bir başka yazısında (“Madalyonun İki Yüzü”) ise TDH için şöyle buyuruyordu:
“Sovyetler, Çin ya da Arnavutluk olmuş fark etmez. Bir zamanların bürokratik diktatörlüklerine sosyalizm deyip bu yalanın yaygınlaşmasına hizmet edenler, Duvar’ın çöküşünden sonra tarihsel olarak ömrünü bitirmiş olanlar, yaşamaları için gerekli ortamı, Türkiye’nin özel savaş ve şovenizm nedeniyle çürümüş, kokuşmuş atmosferinde buldular. Bir zamanlar sosyalizmi nasıl demokrasiden koparmakta “sosyalist” dedikleri bürokratik diktatörlüklere hizmet ettiyseler, şimdi de bağımsızlığı demokrasiden koparmakta, Genelkurmay’a hizmet etmektedirler.” (Ö. Politika, 13 Mayıs 2001, abç)Örnekleri çoğaltabiliriz; ama bu kadarı yeter.
Tutarlılık ve Entellektüel Dürüstlük Açısından D. Küçükaydın
Rahatlıkla görülebileceği gibi, D. Küçükaydın, devrimci adaleti ve entellektüel dürüstlüğü bütünüyle bir yana atmış ve en bayağı ve kirli bir demagoji metodunu esas almıştır. Kendisine ve benzerlerine herşeyden önce şunu söylemek isterim: Dünya görüşünüz, siyasal çizginiz ve gelişmelere yaklaşımınız şöyle ya da böyle olabilir; ama gerçekleri çarpıtmaya ve tersyüz etmeye, yalan söylemeye, çifte standartlar kullanmaya ve başkalarını bu temelde acımasız bir biçimde karalamaya asla hakkınız olamaz. (2) Mutlaka eleştirilmesi gereken ağır ve kökleşmiş hata ve zaaflarına rağmen, Türk gericiliğine ve egemen sınıflarına karşı özverili savaşım geleneğini şu ya da bu ölçüde yaşatan TDH’nin radikal, yani devrimci-demokratik kanadını ve onun bileşenlerini bu tarzda suçlamaya asla hakkınız olamaz.
D. Küçükaydın, TDH’ni en ağır bir biçimde suçlarken hiçbir somut kanıt sunma, hiçbir alıntıya başvurma ve hiçbir pratiği örnekleme gereği duymuyor. Eğer, muhataplarınızı gerçekten eleştirmek ve haddiniz olmadığı halde, kendinizce mahkum etmek istiyorsanız, onların hatalarını ya da sizce “suçlarını” açık seçik bir tarzda ortaya koymanız gerekmez mi? Hayır; bayağı bir demagoji yardımıyla Kürt ulusal hareketinin ve halkının geri yanlarına hitap etmeyi ve önyargılarını okşamayı benimseyen D. Küçükaydın buna gerek duymuyor. Duyduğu ender durumlarda da Doğu Perinçek’in “İşçi Partisi” gibi reformist anlamda da olsa sol ile hiçbir ilişkisi bulunmayan, karşı-devrimci ve Genelkurmay güdümlü bir partinin söz ve pratiklerine anıştırmada bulunmakla ve TDH’ni bu “kanıtlara” dayanarak mahkum etmeye kalkışmakla yetiniyor. Onun bu metodunun devrimci adaletle ve entelektüel dürüstlükle hiçbir ilgisinin olmadığını, bu tutumuyla sıradan burjuva aydınlarının bile sağına düştüğünü kanıtlamaya gerek duymuyorum; bu, ortalama devrimci okurun zekasına hakaret anlamına gelirdi. Lenin, demagogların işçi sınıfının en kötü düşmanları olduğunu belirttiği bir pasajında şunları söylüyordu:
“En kötü düşmanıdırlar, çünkü, yığınlarda en bayağı içgüdüleri uyandırırlar, çünkü, bilinçsiz işçi, kendisini bir dost olarak sunan ve bazan da bunu içtenlikle yapan kimselerin kendi düşmanı olduklarını anlayamaz.” (Ne Yapmalı?, Ankara, Sol Yayınları, s. 152)İşçi sınıfının değilse de, Kürt halkı ve Kürt ulusal hareketinin kadroları arasında -çok sınırlı da olsa- bir okur kitlesinin olabileceğini düşünebileceğimiz D. Küçükaydın’ın TDH’ne kin ve nefret kusan yazılarının hangi doğrultuda etki yapabileceğini tahmin etmek zor değil.
Kürt ulusal hareketi ile TDH arasındaki zaten sınırlı dayanışma ve karşılıklı güven duyguları, yaklaşık olarak Şubat 1999’dan itibaren daha da zayıflamış, zaten dar olan karşılıklı etkileşim kanalları daha da daralmıştır.Bunun nedenleri arasında, özellikle TDH’nin reformist kanadının saflarındaki inceltilmiş ulusalcılığın sürmesini, zaten fazlasıyla güçsüz olan devrimci-demokratik hareketin işçi-emekçi yığınlar arasında ciddiye alınır bir etkisi olmamasını ve ÖO direnişine bağlı olarak varolan çok sınırlı güç ve etkisini de yitirmekte olmasını ve esas olarak Kürt ulusal hareketinin yaşamakta olduğu teslimiyet ve bunalımı ve 11 Eylül sonrasında PKK/ KADEK’in daha da gerilere savrulmasını sayabiliriz. Böyle bir dönemde, Kürt halkının ve Kürt ulusal hareketinin kadrolarının TDH’ne duydukları –tarihsel bakımdan belli ölçülerde haklı- güvensizliği, D. Küçükaydın’ın kullandığı karalama ve demagoji metotlarıyla kışkırtmanın Kürt ve Türk proletaryası ve halklarının işine yaramadığı ve yaramayacağı açıktır. Kendisine şunu anımsatmak gerek: Kürt ulusal hareketinin önderliğinin teslimiyeti, Kürt halkının geriliği ve önyargıları ve TDH’nin zaafları üzerinden siyaset yapmak hiç kimseye onur kazandırmaz.
Daha da ilginci, tutarlılık gibi bir derdi olmadığı anlaşılan D. Küçükaydın, böylesine haksız ve acımasız bir tarzda suçladığı TDH’ni ikiyüzlüce övmekten geri durmadığını da gösterdi. O, ölüm orucu eylemini görünürde yer yer haklı olarak eleştirdiği “Ölüm Oruçlarının Diyalektiği” adlı yazısında, “Genelkurmay’ın basit piyonları” olarak sistemli bir biçimde lanetlediği devrimci güçler için şunları yazabildi:
“Ama bütün bunlara rağmen, kendi hedefleri ve onu gerçekleştirenlerin inançlarından ve bu günkü politik konjonktürdeki işlevlerinden bağımsız olarak, bu devletin toplum vicdanında mahkum oluşunun ona duyulan son güven kırıntılarının da geniş ezilen yığınların kafasındaki yitimi olacaktır ve ezilenlerin yazılı olmayan hafızasına kazınacaktır. Tıpkı bir zamanlar Mahir’lerin Deniz’lerin ölümlerinde olduğu gibi.” (Ö. Politika, 23 Nisan 2001)
Kendi anlatımıyla, “Genelkurmay’ın basit piyonları”nın, “Türkiye’de Genelkurmay egemenliğinin destekçiliği”ni yapanların, “Genelkurmay’ın yedek gücü” olanların, “Genelkurmay egemenliğinin basit bir avadanlığı” durumunda bulunanların, “Kürt Ulusal Hareketi ve Genelkurmay’ı aynı kaba koy”anların nasıl olup da “Mahir’lerin Deniz’lerin ölümlerinde olduğu gibi” ezilen yığınların yazılı olmayan hafızasına kazınacaklarını açıklamak D. Küçükaydın’ın kendisine düşmektedir.
Hem radikal, yani devrimci-demokratik kanadı ve hem de reformist kanadı içinde olmak üzere bütün solu Türk Genelkurmayı’nın piyonu olarak gören D. Küçükaydın, göklere çıkardığı ve kendisini Türkiye’de parlamenter yoldan, yani “Genelkurmay’ın egemenliği yıkılmaksızın” iktidarı ele geçirme hayalleri kurmaya sevkeden (3) Emek, Barış ve Demokrasi Bloku’nun EMEP ve SDP gibi TDH’nin reformist kanadında yer alan grupları da içerdiğini unutmuş gözüküyor. Seçimlerin hemen öncesi ve sonrasında D. Küçükaydın’ın bu blokla ilgili olarak yazdıklarına göz atma zahmetine katlananlar onun, TDH içinde yer alan gruplar, özellikle de reformist gruplar hakkında bu dönemde çok daha “diplomatik” bir dil ve üslup kullandığını göreceklerdir. Ne olmuştu? Acaba, “Türk Genelkurmayı’nın piyonları” olan bu gruplar seçim döneminde siyasal nitelik ve renklerini mi değiştirmişlerdi ? Ya da yazarımız onlara ilişkin değerlendirmelerini mi gözden geçirmiş ve düzeltmişti? Ne biri, ne de ötekisi. Bu tutum ve üslup değişikliğinin en bayağı türden bir burjuva pragmatizminden başka bir açıklaması yok.
Yazarımız, 3 Kasım seçimlerinin ardından, bunca sövüp saydığı “sosyalistler”lere, yani Türkiye’deki devrimci ve reformist gruplara, Emek, Barış ve Demokrasi Bloku ile birlikte ortak bir gazete çıkarma önerisi götürmeyi de ihmal etmedi. O, “Bir Ortaklaşa Günlük Gazete Bloğu Önerisi” adlı yazısında şöyle diyordu:
“Evrensel ve Yeniden Özgür Gündem (bunlara Avrupa’daki Özgür Politika ve Evrensel’in Avrupa versiyonu da dahil edilebilir) zaten günlük gazeteler olarak varlar. Bu iki gazete bir tek ortak gazete olarak çıkar. Tıpkı Blok’ta olduğu gibi diğer sosyalist eğilim ve gruplar da güçleri ve katkıları oranında bu işbirliğine çekilir. Tabii daha hak güder ve hassas davranarak… Böyle bir gazete, Bloğun da gösterdiği gibi Türkiye’nin entelektüel ve muhalif kapasitesinin çok büyük bir bölümünü etrafında toplayıp, çok farklı seslerin kendini ifade edebilip diğer sesleri duyabildiği bir platform olur.” (Ö. Politika, 14 Kasım 2002)
Peki, hani bu Emek, Barış ve Demokrasi Bloku içinde görmeyi istediği ve ortaklaşa gazete çıkarmayı önerdiği gruplar, “Genelkurmay’ın basit piyonları”, “ordunun hazırladığı yeni 28 Şubatın basit bir piyonu”, “Genelkurmay egemenliğinin destekçi”leri, “Genelkurmay egemenliğinin basit bir avadanlığı” vb. idiler. Acaba D. Küçükaydın, bütün bu sövgülerden ve zehir kusmalardan sonra, kendilerini nasıl ve hangi yüzle Emek, Barış ve Demokrasi Blokuna katılmaya çağırabiliyor? Acaba o şimdi bu gruplardan, en azından sokaklarda, fabrikalarda, varoşlarda, dağlarda ve zindanlarda ağır bedeller ödeyerek faşizme karşı direnen devrimci-demokratik gruplardan bu söylediklerinden ötürü özür dilemeyi, onlara bir özeleştiri vermeyi düşünecek mi? Ya da bu gruplar ve tabii, herşeyden önce, sözcülüğüne soyunduğu Kürt ulusal hareketi kendisine ne yapmak istediğini, neyin peşinde olduğunu soracak mı? Bunu zaman gösterecek. Ama, ülkemizde devrimci değerleri savunma, devrimci polemik ve eleştiri-özeleştiri kültürünün önemli ölçüde zayıfladığı gözönüne alındığında, böyle bir beklenti içine girmenin yersiz ve aşırı bir iyimserlik olacağı şimdiden söylenebilir.
Küçükaydın ve Öcalan
Sorulması gereken bir soru daha var. D. Küçükaydın, anti-Marksist yaklaşımına bağlı olarak, Türk egemen sınıflarından ve emperyalizmden bağımsız olduğunu varsaydığı ve bütün kötülüklerin biricik kaynağı kabul ettiği ve neredeyse feodal bir kurum olarak nitelediği Türk ordusu ve Genelkurmayına karşı savaşımın şu ya da bu devrimci grubun konumunu değerlendirmede belirleyici bir nitelik taşıdığı yolundaki kendi tezine ne denli sadık acaba? Anımsanacağı üzere, ona göre,
“Türkiye’de bir parça demokratik veya devrimci veya solcu politika yapmak isteyen de temel vuruş noktasını, Türkiye’nin gerçek hakimi; bütün çekilenlerin gerçek sorumlusu Genelkurmay’ın temsil ettiği bu orduya, bu ‘devlet sınıfları’na, bu bürokratik kasta, bu “nomenklatura”ya, bu Osmanlının yaşayan ruhuna, bu binlerce yıllık medeniyetler zincirinin devletçiliğinin son halkasına yöneltmediği; bu pahalı, baskıcı, bürokratik, militer cihazın parçalanmasını programının, stratejisinin, politikasının, her şeyin kendisine bağlı olduğu ana hedefi; yakalanacak ana halkası yapmadığı sürece, bırakalım sosyalist bir politikayı bir yana, demokratik veya devrimci veya solcu bir politika yapmış olmaz…
“İster demokratikleşme, ister sosyal haklar ve eşitlik ikilisinin de temel koşulu, bu ordunun sert çekirdeğini oluşturduğu bürokrasinin iktidarına son vermektir. Bütün ideolojik, politik, ekonomik mücadelesini bu noktaya yöneltmeyen bir hareketin en küçük bir başarı şansı yoktur.” (“AKP İktidarı, Genelkurmay, Sosyalistler ve Politika”, (Ö. Politika, 5 Aralık 2002)
Bu son derece “devrimci” söylem insana Lenin’in Troçki’yi eleştirirken göndermede bulunduğu “Her parıldayan şey altın değildir.” sözünü anımsatıyor. Ne yazık ki, yazarımızın Türk ordusu ve Genelkurmayına görünüşte son derece radikal karşı çıkışının ardında esas olarak, en bayağı türünden bir reformizm ve PKK/ KADEK yönetiminin teslimiyetçi çizgisini yüreklendirme tutumu yatıyor. TDH’ni çarmıha germek, ona en ağır hakaretlerde bulunmak konusunda hiçbir ölçü ve sınır tanımayan sözde “hak güder ve hassas” yazarımız, sıra kendi koyduğu kriterleri, yere göğe sığdıramadığı A. Öcalan’a uygulamaya gelince unutuveriyor! Bilindiği gibi A. Öcalan, yalnızca yakalandıktan ve Türk Genelkurmayı’nın tutsağı haline geldikten sonra değil, bundan önce de yaptığı bir dizi açıklamada, D. Küçükaydın’ın deyişiyle, “Türkiye’nin gerçek hakimi; bütün çekilenlerin gerçek sorumlusu Genelkurmay’ın temsil ettiği bu orduya” karşı çıkmak, “bu pahalı, baskıcı, bürokratik, militer cihazın parçalanmasını” hedef almak bir yana, ona en pespaye reformistlerin bile cüret edemeyeceği türden yakınlık, daha doğrusu uşaklık gösterilerinde bulunmuştu. Yani A. Öcalan, ordu ve Kemalizm şakşakçılığında şampiyonluğa oynamış, bu alanda bütün rekorları kırmış ve dolayısıyla D. Küçükaydın’ın “demokratik veya devrimci veya solcu” politika yapma kriterinin semtine bile uğramamıştır.
Ya entelektüel dürüstlük ve tutarlılıktan zerrece nasibini almamış olduğu anlaşılan yazarımız ne yapmıştır? Tam tersine o, PKK’nın önderine en küçük bir eleştiri yöneltmek bir yana, onu adeta tanrılaştırmaya çalışmış, A. Öcalan’ın Türk Genelkurmayının denetimi altında yaptığı ve Kürt ulusal hareketini tasfiye etmeyi hedefleyen açıklamalarını, devrimci strateji ve taktiğin başyapıtları olarak sunmaya çalışmıştır. (4) D. Küçükaydın’ın bunu inanarak mı, yoksa başka amaçlarla mı yaptığı sorusunun yanıtını bir yana bırakarak, A. Öcalan’ın Türk Genelkurmayı ve ordusuna ilişkin değerlendirmelerinin bir bölümünü anımsatalım.
Mayıs-Haziran 1999′da DGM’nde yapılan yargılaması öncesinde hazırladığı Savunma ve Esasa İlişkin Savunma’da sözde barış ve sözde demokratik birlik yoluyla Kürt sorununu çözdüğünde Türkiye’nin “bölgenin güçlü ve lider ülkesi” olacağını ileri süren PKK Genel Başkanı A. Öcalan şunları söylüyordu: “Cumhuriyet tarihinin bu en zor sorunu çözümlendiğinde Türkiye’nin iç barışından aldığı güçle bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı kesindir. Ortadoğu’da liderlik dönemi Orta Asya’dan Balkanlar ve Kafkaslara kadar etkili olma anlamına gelecektir. Demokratik sistemin çözüm gücü, başta barış olmak üzere, birçok çelişki ve sorun olan bu bölgelere haklı bir müdahale ve desteğin verilmesi ve istenmesine de yol açacaktır.” (Savunma)
“PKK’nin askeri sorun olmaktan çıkması, Kürt sorununun siyasi çözümünün yolunu açacak ve beraberinde siyasi sorun olmaktan çıkması anlamına da gelecektir. Devletin bütünlüğünü birliğini zorlamaktan, ona güç verme sürecine girilecektir. Devletle demokratik bütünleşme yolu açıldıkça devlete karşıt konum aşılacaktır.” (A. Öcalan, Esasa İlişkin Savunma)
“Türkiye burada büyük tehlikelerden korunma kadar, tersine yani güç kaynağına dönüştürme şansına sahip olacaktır. İçte ve dışta PKK’nin askeri savaş olanakları çözümle birlikte Türkiye’nin hizmetine girecektir… Kürtlerin Demokratik Cumhuriyet’le bütünleşmesi geliştikçe bu askeri anlamda da karşı tehditten stratejik bir güç kaynağına dönüşecektir. Çözüm bu büyük fırsatı sunuyor. Geleceğe en büyük stratejik yatırım oluyor.” (Esasa İlişkin Savunma)
Kürt sorununun “çözülmesi”nin ardından, Türkiye’nin “bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı” ve “Ortadoğu’da liderlik” konumuna yükseleceği, “Orta Asya’dan Balkanlar ve Kafkaslara kadar etkili olma” olanağına kavuşacağı, “Devletin bütünlüğünü birliğini zorlamaktan, ona güç verme sürecine girilece”ği ve “PKK’nin askeri savaş olanakları”nın “çözümle birlikte Türkiye’nin hizmetine girece”ği yollu görüşler, A. Öcalan’ın “Demokratik Cumhuriyet”e ilişkin gevezeliklerinin gerçek özünü ortaya koymaktadır. Türk egemen sınıflarının görece daha gerici ve daha saldırgan kesimlerinin yaklaşımlarını yansıtmakta olan ve Türk Genelkurmayının damgasını taşıyan bu görüşler, sözde Demokratik Cumhuriyet projesinin söylenenin tam tersine, bir barış ve demokrasi projesi değil, bir savaş, yayılmacılık ve militarizm projesi, bir “büyük Türkiye” projesi olduğunu kanıtlamaktadır.
Aslında A. Öcalan, diğer şeylerin yanı sıra, Kürt toplumunun en lanetli geleneğini, devrimci döneminde PKK’nın yürüttüğü şanlı gerilla savaşının ağır bir darbe indirdiği, ama henüz ortadan kaldıramadığı milis geleneğini yeniden canlandırmaya çalışıyordu. O, en azından 19. yüzyıldan bu yana, Osmanlı İmparatorluğu başta gelmek üzere, Türkiye, İran, Irak, Suriye gibi gerici burjuva devletlerinin ve şu ya da bu emperyalist devletin milisliğini yapmak, başında kendi feodal ağaları olmak üzere bu gerici güçlerin çıkarları doğrultusunda, gerek başka halkların ve gerekse kendi halkının kanlarını dökmek zorunda bırakılmış bir halka, yeniden Türk gericiliğinin ve militarizminin milisliğini yapmasını öğütlüyordu. O, Hamidiye Alayları, Ermeni soykırımı, köy korucuları, caşlar vb. olaylarının, Koçgiri, Şeyh Sait ve Dersim ayaklanmaları da içinde olmak üzere onlarca ayaklanmada farklı aşiret, yöre ve mezheplere mensup Kürt köylülerinin birbirlerinin kanını dökmelerinin anısıyla lekelenmiş olan bir tarihi yeniden hortlatmaya ve Kürt halkının 1984-1999 yılları arasında PKK’nın önderliği altında yürüttüğü gerilla savaşı döneminde elde ettiği kazanımları yok etmeye çalışıyordu. Daha doğrusu, Türk Genelkurmayı, A. Öcalan’ın teslimiyet ve işbirliğiyle ve onun ağzından Kürt halkına ve ulusal hareketine bu gerici politikayı dayatmaya çalışıyor ve PKK Başkanlık Konseyi’nin çapsızlığı ve sağcı-teslimiyetçi niteliği sayesinde bunda, ne yazık ki, başarılı da oluyordu.
Öcalan Şubat 1999 Öncesinde Neler Söylüyordu?
Kuşkusuz, A. Öcalan’ın bu “çizgisi” bir anda oluşmuş olmadığı gibi, özel olarak tutsaklık koşullarının ürünü de değildir. Burada, okurların belleğini tazelemek için birkaç yıl geriye gideceğiz. A. Öcalan, yakalanmasından çok daha önceki tarihlerde de, Türk ordusu ve Genelkurmayına, ama yalnızca onlara değil, başta ABD gelmek üzere emperyalizme de, Türkiye’deki devrimci güçlerden esirgediği bir “sıcaklık ve içtenlik”le yaklaşıyordu. Örneğin o, ABD Başkanı Bill Clinton’a yazdığı 13 Ekim 1995 tarihli mektupta şunları söylüyordu:
“Şunu bir kez daha taahhüt ederim ki Partimiz ideolojik anlamda klasik komünist partilerden farklı olduğu gibi, Türkiye’nin mevcut sınırlarını değiştirme ve mutlaka ayrılma gibi ısrarlı bir çabamızın olmadığını belirtmek istiyorum. Ayrıca her türlü terör faaliyetini de reddediyoruz. Hem Kürt ve Türk halklarının içinde bulunduğu bu acı duruma son vermek ve hem de bölge barışı ve istikrarı için Parti olarak barışçıl bir çözüme hazır olduğumuzu iletmek istiyorum… Desteğinizin bir halkın katliamını durdurmak, kültürel kimliğini korumak, demokratik ve siyasi haklarını kazanmak için gayet önemli olduğuna içtenlikle inanmaktayım.” (Ö. Politika, 22 Ekim 1995, abç)
Kürt halkının ve ulusal hareketinin D. Küçükaydın benzeri “dostlarının” pasif ya da aktif onayıyla A. Öcalan, bir yandan TDH’ne ağır ve haksız bir biçimde saldırırken, bir yandan da Türk ordusu ve Genelkurmayına olmadık ilerici ve demokratik misyonlar yüklemekteydi. Örneğin o, Aralık 1995’de, Kürt halkının bir başka sahte dostu Yalçın Küçük’ün kendisiyle yaptığı bir röportajda, TDH’ne “Yozlaşmış, lümpenleşmiş, ayağa düşmüş takım edevat” (Diriliş Tamamlandı, Sıra Kurtuluşta, Weşanen Serxwebun, 1995, s. 284) sözleriyle saldırdıktan sonra, egemen sınıflarla ezilen sınıfları sözde ortak bir zeminde buluşmaya çağırıyordu:
“Orduya da sesleneceğiz, bürokrasiye de sesleneceğiz. Bizimle barış projesine, özgürlük projesine varsanız, buyrun toplanın diyeceğiz. Sosyalisti de çağıracağız, liberali de çağıracağız. Gelin şu ahmak gidişatı durduralım, asgari müşterekler var, onda bir konsensüse, bir uzlaşmaya varalım, bunda hepimizin çıkarı var diyeceğiz. Bütün bunlara toplumun sessiz kalması düşünülemez…” (Aynı yerde, s. 284)
Türk Genelkurmayı’nın, Refah Partisi’nin önderliği altındaki siyasal İslam’ı geriletmek, ama aynı zamanda Kürt ulusal hareketini ve TDH’ni daha da daraltmak amacıyla gerçekleştirdiği 28 Şubat örtülü darbesi günlerinde, PKK liderinin Yalçın Küçük’le yaptığı bir başka röportaj yayımlandı. Karşısındaki güçleri tanıyamadığı anlaşılan A. Öcalan bu röportajda Türk Genelkurmayının “sosyalistler”le, “Kürtler”le ve “İslamcılar”la uzlaşmaya hazırlandığını ileri sürüyor ve elikanlı Türk generallerini “halkçı politikalara ve sosyalizme alıştır”maktan söz edebiliyordu:
“… Kemalistleri daha fazla ürkütmek politikada daha sert kırılmalara yolaçabilir… Onları gerillaya alıştırdıktan sonra ılımlı halkçı politikalara alıştırabiliriz, sosyalizme alıştırabiliriz, kemalist orduyu gerillaya alıştırmak inanılmaz bir gelişmedir… İşte o zaman bakın kemalistler nasıl yola geliyorlar. Bizimle de konuşacaklar, hem de çok kibarca konuşacaklar…. Bizim kemalistlerle uzlaşma temelimiz; 1925’lerde çok kötü kullandığı ve denediği üç temel kuvvete yaşam hakkı tanımasıdır. Ayrıca reformlarla geliştirdiği burjuvazinin de en çaput, en kirli olanlarına artık hükümet hakkı veremez… yani imha ettikleri üç kesime yaşam hakkı tanıyacaklar…” (Serxwebun, Sayı: 182, Şubat 1997, abç)
Giderek cüreti artan bu bay, bir süre sonra da Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusunun (=ARGK) dağıtılmasını, faşist Türk devlet aygıtının bir parçası haline getirilmesini ve o uğursuz milis görevini yeniden üstlenmesini şu sözlerle önerebilmişti:
“Gerilla da tartışılabilir… Gerilla (Kürt halkının demiyorum dikkat edin) Türkiye’deki demokrasinin çağrı gücüdür. Türkiye’deki halkların demokratik kurumlaşmasının motorudur. Bu görevler eğer yerine getirilirse mesela biri demokrasi yerine geliyor, halkların hakları güvenceye kavuşuyor. O zaman ayrı bir gerillaya ihtiyaç kalmaz. Ne yapacağız biz gerillayı? Gerillayı, halkların güvencesi, nasıl güvencesi milis gücü haline getiririz. Milis gerekli değil mi yani? Hatta Türkiye’de sivil savunma birlikleri vardır. Gerillayı biz sivil savunma birlikleri haline getiririz. Bundan daha pratik çözüm olur mu?.. Böylece gerilla diye korktukları bir şey de rahatlıkla aşılmış olur, tabii eğer çözüm istiyorlarsa.” (Ö. Politika, 8 Şubat 1998, abç)
Kürt gerillalarını Türk faşizmine milis olarak pazarlamakta duraksamayan A. Öcalan, gene o günlerde MED TV’de yayınlanan bir konuşmasında, bir kez daha Türk burjuva devletinin yıkılmasından yana olmadığını ileri sürüyor ve faşist Türk ordusunun, hem de “demokrasi adına” askeri darbe yapma ve ülkenin siyasal yaşamına daha fazla müdahale etme “hakkını” savunuyordu:
“Yani Türkiye devletinin yıkılmasından ziyade ki bize ısrarla söylendi, ‘siz bu devleti yıkmak istiyorsunuz, sizin her hareketiniz devleti sallıyor, bilmem yıkıyor.’ Ben buna şöyle bir cevap verdim. Devleti yıkmak değil, yeniden yapılandırmak…
“Bazıları müdahale anti-demokratiktir, bilmem müdahale demokrasiyi zorluyor diyor; tam tersi anti-demokratiktir. Yani ordu eğer ciddi bir siyasi misyon içindeyse -ki öyledir- daha fazla müdahale etmelidir. Hem de demokrasi adına.” (Ö. Politika, 12 Nisan 1998, abç)
Türk ordusu ve Genelkurmayı’na karşı tutum alma konusunda sözde olağanüstü bir duyarlılığa sahip olan bay D. Küçükaydın, demek oluyor ki, kökeni A. Öcalan’ın yakalanmasının çok daha öncesine uzanan bu sağcı-teslimiyetçi çizgiyi başından beri eleştirmemesi bir yana, onun açık bir işbirlikçilik halini alan en son versiyonunu, yani bugünkü mantıksal sonuçlarını da eleştirmiyor. Eleştirmiyor ne kelime, hiç çekinmeden alkışlıyor. Dahası o, PKK’nın, Türk Genelkurmayı’nın ültimatomu üzerine isim değişikliğine gitmesinde bile bir keramet bulabiliyor ve A. Öcalan’ın generallerin elinde tutsak olduğu koşullarda,
“Kürt hareketinin bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme kararı aldığını, muazzam bir stratejik dönüşüm başardığını ve bunu olağanüstü kötü şartlarda başardığını; gerçek yükselişin şimdi başlayacağını” (“Büyük Dönüşüm”, Ö. Politika, 15 Şubat 2002) buyuruyordu.
Şimdi “çok bilgili” ve “Marksist” yazarımızın bütün bu söylenenlerin ve yaşananların ne anlama geldiğini anlamadığını düşünebilir miyiz? D. Küçükaydın, Türk Genelkurmayı’nın elinde tutsakolan ve ona teslim olmuş bulunan A. Öcalan’ın o koşullarda Türk generallerinden bağımsız olarak kendi başına herhangi bir stratejik karar alma ve bu kararlar uyarınca PKK’yı yönlendirme olanağına sahip olduğuna inanıyor olabilir mi? O, “Büyük Dönüşüm” adlı yazısında avuçlarını patlatırcasına alkışladığı “stratejik dönüşüm”ün özünün, PKK/ KADEK’in ABD’nin ve onun İngiltere, İsrail ve Türkiye gibi bağlaşık ve uşaklarının Irak ve bölge halklarına karşı girişmeye hazırlandıkları emperyalist yağma savaşına katılmasına onay verme ve Kürt ulusal hareketinin savaşçılarını onların milisi haline getirme anlamına geldiğini anlamıyor olabilir mi? Böyle düşünmek, onun “büyük entelektüel birikimini” küçüksemek, hatta hiçe saymak olurdu.
Peki, D. Küçükaydın’ın “Kürt hareketinin bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme kararı aldığı” yolundaki belirlemesini nasıl değerlendirmeli? Onun, ezilen ulusun emekçi sınıflarının ezen ulusun sömürücü egemen sınıflarına karşı bir toplumsal karşı çıkış, bir isyan olmasından ötürü, her ulusal hareketin aynı zamanda bir “sosyal hareket” olduğu, yani aynı zamanda sınıfsal bir nitelik taşıdığı basit gerçeğini kavramamış olmasını bir yana bırakalım. Yazarımız, bu belirsiz ve pek de bilimsel sayılamayacak “sosyal hareket” deyişini A. Öcalan’ın sözde Demokratik Cumhuriyet ve sözde Ortadoğu Demokratik Federasyonu gibi gerici saçmalıklarını pazarlamak için kullanmaktadır. Bu bağlamda bir “sosyal hareket”in içeriği ve hedefleri ne olabilir? Belli ki bu, ancak Türkiye’de ve Ortadoğu’da demokrasinin ve halk yığınlarının ilerici özlemlerinin karşısında duran gerici yerli egemen sınıfları ve klikleri ve onların sırtlarını dayadıkları emperyalist devletleri ve uluslararası kurumları yıkmak ve yerine Türkiye’de ve bu bölgenin bütününde işçilerin ve emekçilerin iktidarını, yani bir çeşit halk demokrasisi kurmak anlamına gelir. Bununsa, A. Öcalan’ın hedefleriyle uzaktan yakından bir ilgisi olmadığı açıktır. PKK/ KADEK liderinin ve onun kuyruğuna takılmış bulunan diğer sözde yöneticilerin kötü ünlü “Demokratik Cumhuriyet” ve “Ortadoğu Demokratik Federasyonu” projeleri gerek Türkiye’de ve gerekse Ortadoğu çapında bir yanda işçiler, emekçiler ve diğer ilerici güçler ve diğer yanda generaller, yüksek bürokratlar, büyük burjuvalar, şeyhler, ağalar ve emperyalistler arasında “barış”ı, yani birincilerin ikincilere boyun eğmeye devam etmesini, yani statükonun korunmasını öngörmektedir. Dolayısıyla bu projeler, en geri, en kaba ve en çirkin türünden birer aldatmaca, birer teslimiyet reçetesinden başka bir şey değildirler.
“Marksist” D. Küçükaydın, PKK gibi gerek toplumsal tabanı ve gerekse önderliği küçük-burjuva nitelik taşıyan bir ulusal hareketin kendisini iradi bir kararla “sosyal bir hareket”e dönüştürebileceğini, esas olarak Kürt halkının ulusal özlemlerine yanıt veren bir hareket olmaktan çıkıp tüm Türkiye halkının –hatta Ortadoğu halklarının- demokratik özlemlerine yanıt veren bir hareket haline gelebileceğini savunuyor. Bunun, PKK/ KADEK yönetiminin egemen sınıflar ve emperyalistler önünde secdeye geldiği bir momentte öne sürülüyor olmasının traji-komik yanını bir yana bırakalım. PKK, en iyi ve en radikal döneminde bile Türk egemen sınıflarının Kürt ulusuna uyguladığı ulusal zulme tutarlı olmayan bir küçük-burjuva devrimci programla karşı çıkmakla yetinmiş ve hiçbir zaman Kürt feodal ağalarının ve büyük burjuvazisinin tümünü bile hedef almamıştı. Dahası var. Türkiye’nin en geri bölgesini oluşturan Kuzey Kürdistan’ın emekçi köylülüğü ve kent küçük burjuvazisi gibi geri toplumsal sınıf ve katmanlara dayanmış olan böyle bir örgütün kendisini, Türkiye ve Ortadoğu çapında “sosyal bir hareket”e dönüştürebileceği, yani anti-kapitalist bir programa değilse de, büyük burjuvaziyi, toprak ağalarını ve emperyalizmi yıkmayı ve mülksüzleştirmeyi hedefleyen bir programa kavuşabileceğini düşünmek gülünç bile değildir. “Marksist” D. Küçükaydın, Kürt emekçi köylülerine ve Kürdistan’ın küçük kent ve kasabalarının küçük burjuvazisine dayanan ulusal kurtuluşçu bir hareketin, yani PKK’nın, en iyi, en devrimci halinde ve döneminde bile, Kürdistan’a göre daha ya da çok daha kentli Türkiye’nin işçi sınıfını asla yönetemeyeceğini bilmiyor olabilir mi? Objektif içeriği ve programı ulusal zulme karşı savaşımla sınırlı bir hareketin, görevi işbirlikçi-tekelci burjuvazinin ve genel olarak kapitalizmin boyunduruğunu kırmak ve hızla sosyalizme geçmek olan ve toplumsal eylemi her zaman anti-kapitalist bir renk taşıyacak olan Türkiye’nin sömürülen sınıflarına önderlik edebileceğini düşünmek tam bir cehalete tekabül eder. Yazarımız, Lenin’in yalnızca genel olarak devrimler tarihi tarafından değil, TDH’nin Kürt ulusal hareketinden çok daha zayıf olduğu son on küsur yılın Türkiye ve Kürdistanı’nın siyasal deneyimi tarafından da pek çok kez doğrulanmış ve doğrulanmakta olan aşağıdaki saptamasını ya duymamış, ya da işine öyle geldiği için “unutmuştur.” O, “Kurucu Meclis Seçimleri ve Proleter Diktatörlüğü” adlı yazısında şöyle diyordu:
“Şimdiki tarihsel dönemin koşulları altında, kent kıra ve kır da kente eşit olamaz. Kent kaçınılmaz olarak kıra önderlik eder. Kır kaçınılmaz olarak kenti izler. Burada tek sorun. ‘kent sınıfları’ndan hangisinin kıra önderlik etmeyi başarabileceği, bu amacına ulaşabileceği ve kentin önderliğinin hangi biçimlere bürüneceğidir.” (“The Elections to the Constituent Assembly and the Dictatorship of the Proletariat”, Selected Works, Cilt 6, Londra, Martin Lawrence Limited, 1936, s. 467)
11 Eylül ve PKK’nın ‘Yeni Adımı’
Burada, önemini dikkate alarak PKK’nın adının KADEK olarak değiştirildiği Parti Meclisi toplantısında dünya ve bölge konjonktürünün nasıl değerlendirildiğine ve bundan ne tür görevler çıkarıldığına göz atacağız. PKK Parti Meclisi’nin Ocak 2002’de gerçekleştirilen 5. Genel Toplantısının sonuç bildirgesinde,
“Bu çerçevede öncelikle AB sınırları içinde ve yine TC Devleti sınırları içinde PKK adıyla politik, örgütsel ve pratik çalışmanın yürütülmesini durdurmayı gerekli görmüştür. Bu andan itibaren AB ve TC sınırları içinde PKK adıyla herhangi bir çalışmamız olmayacaktır.” (“Yeni Adım”, Ö. Politika, 6 Şubat 2002) dendikten sonra şunlar söyleniyordu:
“Değişim süreci hangi yöntemlerle yaşanırsa yaşansın, sonuçta 21. yüzyıla damgasını vuracak olan yeni uluslararası sistem, insanlığın her alanda yaşadığı küresel bütünleşmeye uygun olarak daha demokratik, barışçıl ve işbirliğini esas alan bir karakterde olacaktır. Tarih boyunca olduğu gibi, 21. yüzyıl uluslararası sistemini şekillendirecek olan mücadelenin birinci planda bölgemiz Ortadoğu’da yaşanmakta olduğu ve sonucun da bu temelde yaratılacağı açık bir gerçektir.” (Aynı yerde, abç) Irak’ta yoğunlaşan savaşımın “yeni Ortadoğu sisteminin”, hatta “yeni uluslararası sistemin temel ölçü ve özelliklerini yarataca”ğını ileri süren PKK Parti Meclisi’ne göre, artık çağımız “demokratik uygarlık çağı”, asıl savaşım ve saflaşma da “eski sistem ile yeni sistem, eski statüko ile yeni statüko arasında”dır. Bölge ve hatta dünya halklarının yerinin ve PKK’nın çıkarlarının “yeni statüko”dan yana olduğunu ve dolayısıyla PKK’nın da bu ikincisinin saflarında yeralması gerektiğini savunan Parti Meclisi tutumunu şöyle açıklıyordu:
“Irak’taki sistem mücadelesi yeni Ortadoğu sisteminin nasıl olacağını belirleyecek, bu da yeni uluslararası sistemin temel ölçü ve özelliklerini yaratacaktır. Açıkça görülüyor ki Irak üzerinde yoğunlaşan mücadelenin bölgesel ve uluslararası karakteri vardır ve bu mücadele eski sistem ile yeni sistem, eski statüko ile yeni statüko arasındaki bir mücadele olmaktadır. Önümüzdeki süreçte siyasi ve askeri düzeyde daha da keskinleşerek çözüm yaratmaya çalışacak olan böyle bir mücadelede Partimizin ve halkımızın yeri, hiç kuşkusuz Kürdü inkar eden ve yok etmek isteyen eski statüko cephesinde değil, yeni bir sistem yaratmak isteyen değişim cephesinde olacaktır. Yine Partimiz ve halkımız baskı, parçalama ve terör cephesinde değil, demokrasi, barış ve özgür birlik cephesinde saf tutacaktır. Çünkü Kürt halkının olduğu gibi, bölge halklarının ve dünya demokrasi güçlerinin çıkarları burada yatmaktadır. ” (Aynı yerde, abç)
Aslında bu “yeni” adım, pek de “yeni” sayılmazdı. O, PKK’nın, A. Öcalan’ın yakalanmasından önce ve özellikle de sonra girdiği yolun kaçınılmaz bir durağıydı. Ancak gene de “Yeni Adım” başlıklı yazıdan aktardığımız bu satırlarda “yeni” ve daha “cüretli” bir geriye doğru atılım istek ve çabasının dile getirildiği yadsınamaz. Gelinen noktada bir eşiğin aşıldığını, emperyalizm ve Türk gericiliğinin hem PKK’ya ve Kürt ulusal hareketine, hem de onun üzerinden TDH’ne dayattığı tasfiyecilik ve ihanet planının bir üst evresine vardığını söylemek bir abartma olmayacaktır.
Aslında, bunun işaretleri 11 Eylül eylemini izleyen günlerde görülmeye başlanmıştı da. Örneğin, bu eylemin hemen ardından Yanki emperyalistlerine başsağlığı dileyerek, “İslami terörizme” karşı savaşta “dünyanın efendilerinin” yanında oldukları mesajını veren PKK Başkanlık Konseyi’nin üyelerinden Murat Karayılan, 11 Eylül’den kısa bir süre sonra yayımlanan bir demecinde şöyle diyordu:
“Şimdi anlaşılıyor ki ABD, bu olayla birlikte yeni bir konsept geliştiriyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, bölgelerinde ve en temelinde Ortadoğu’da, Kafkasya’da yeni bir düzenleme geliştirmek istiyor. Bu sadece ABD değil, genel anlamda NATO politikasına dönüşebilir. Dolayısıyla yeni düzenlemede Kürtlerin bu yeni süreci hassasiyetle ele almaları ve kendilerine bir yer yapmaları gerekiyor. Bizim yaklaşımımız budur…
“Irak’a yönelik bir plan gelişirse, bu yeni süreç Güney’e çok yönlü olarak yansıyacaktır. Şimdi iki şey var: Irak’a yönelik mücadelede Güneyli Kürtler mi esas güç olarak görevlendirilecek, yoksa Türk ordusu mu? Öyle görülüyor ki şimdi güneyli güçler değerlendirilecek. Ama bununla birlikte Türk ordu güçleri de dahil edilecek. Dolayısıyla burada iş biraz hassaslaşıyor… Bir fırsat gelişebilir.” (Ö. Politika, 2 Ekim 2001, abç)Çok geçmeden, aynı görüşler, bir başka Başkanlık Konseyi üyesi Cemil Bayık üyesi tarafından da yinelenecekti:
“Filistin ve Kürt sorununda eski politikaların yerine yeni politikaların geliştirileceği, belli bir çözümün devreye sokulacağı görülüyor. Irak’a müdahale, demokratik bir Irak ve Kürt sorununun demokratik ve özgür birlik temelinde çözümünü yaratırsa anlamlı olur. Böylesi bir çözüm herkesin yararına olabileceği gibi, bölgeyi de demokratikleşmeye açar. ABD öncülüğündeki güçler, Afganistan’da başarılı oldularsa bunu geliştirdikleri geniş uzlaşma ve ittifaka borçludurlar. Ortadoğu’da da başarılı olmak isteniyorsa, en başta da Kürt ve Filistin halklarıyla ittifak yapılır, iradeleri esas alınır ve sorunlarına adaletli bir tarzda yaklaşılırsa, çözümleyici ve kalıcı olunabilir.” (Ö. Politika, 30 Aralık 2001)
Irak’ta yaklaştığını sezdikleri emperyalist yağmadan kendilerine de bir pay çıkarmayı kuran ve Afganistan’da “Kuzey İttifakı” denen güçlerin yaptığını Irak’ta yapmaya soyunan PKK/ KADEK önderleri, emperyalizmin ipiyle kuyuya inilemeyeceği gerçeğini ve bu bağlamda kendi uluslarının yaşadığı acı tarihsel deneyimleri unutmuş gözüküyorlar.
Öte yandan onlar, ABD emperyalistlerinin dünyanın hemen hemen her yerinde olduğu gibi İran’dan Pakistan’a, Türkiye’den Lübnan’a, Mısır’dan Pakistan’a, Filistin’den Irak’a, Ortadoğu’da da her zaman ezilen sınıflara ve uluslara karşı yerel gerici ve faşist rejimleri sistemli olarak desteklemiş olduğu gerçeğini de unutmuş gözüküyorlar. Olaya, tüm Ortadoğu proletaryası ve halklarının değil de, yalnızca Kürt proletaryası ve halklarının çıkarları açısından bakmamız da bu gerçeği zerrece değiştirmez. Kürt halkını boyunduruk altında tutan, ezen ve katleden Türkiye, İran ve Irak egemen sınıflarının onyıllardır sırtlarını esas olarak Washington’daki efendilerine dayadıkları, onlar tarafından silahlandırıldıkları ve yönlendirildikleri nasıl olur da unutulabilir? (5) Onyıllarca Fars halkının yanısıra Kürt halkına da kan kusturan Şah faşizminin, Kürt halkını büyük katliamlara tabi tutan BAAS gericiliğinin ve özellikle 12 Eylül darbesinden sonran Kürt halkına azgınca saldıran Türk militarizminin arkasındaki gücün kim olduğunu ilkokul öğrencileri bile biliyor. Osmanlı ve Türk gerici egemen sınıflarının- kendilerini bilmem kaçıncı kez aldatmalarını ve yüzyıllardır milis olarak kullanmalarını bir yana bıraksak bile, Molla Mustafa Barzani’nin önderlik ettiği Kürt peşmergelerinin 1975 Cezayir Anlaşması sonrasında ABD, İsrail ve İran Şahlığı tarafından nasıl BAAS diktatörlüğünün eline terkedildiklerini, 1991’deki Körfez Savaşının ardından ABD Başkanı George Bush’un çağrısıyla ayaklanan Irak Kürtlerinin, ABD ordusunun dolaylı askeri desteğinden yararlanan Irak ordusunun kalıntıları eliyle nasıl bir kez daha biçildikleri hala hatırlarda.
Daha da ilginci, PKK yönetiminin, “21. yüzyıla damgasını vuracak olan yeni uluslararası sistem”in, insanlığın her alanda yaşadığı küresel bütünleşmeye uygun olarak daha demokratik, barışçıl ve işbirliğini esas alan bir karakterde” olacağını ve PKK’nın “baskı, parçalama ve terör cephesinde değil”, ABD emperyalizminin başını çektiği sözde “demokrasi, barış ve özgür birlik cephesinde saf tutacak” olduğu yolundaki gerici ve karşı-devrimci görüşleri, 11 Eylül sonrasında savunması. Oysa bu dönem, bırakalım devrimci ya da ilerici güçleri, bir dizi tutucu ve düzen içi yazar ve siyasetçinin de açıkça itiraf ettiği ve olayların da tüm çıplaklığıyla gösterdiği gibi,
a) ABD emperyalizminin İslam halkları başta gelmek üzere dünya işçi sınıfı ve halklarına açıkça savaş ilan ettiği, kendisinden yana olmayan bütün güçleri potansiyel düşman olarak değerlendirdiği,
b) Ulusların kendi yazgılarını belirleme hakkını ve BM’in temel yasası da içinde olmak üzere uluslararası burjuva hukukunu hiçe sayarak kendi diktasına boyun eğmeyen devletleri savaşla tehdit ettiği, beğenmediği rejimleri devireceğini, istemediği liderleri öldürebileceğini açıkladığı,
c) Irak’a karşı savaş hazırlıklarını hızla sürdürdüğü ve Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizmeye hazırlandığı,
d) Ortadoğu’da ve Orta Asya’da bir dizi yeni askeri üsler kurduğu, savaş harcamalarını hızla arttırdığı, genişlettiği savaş filolarını dünyanın tüm denizlerinde mevzilendirdiği,
e) Çin başta gelmek üzere potansiyel rakiplerine açıkça meydan okuduğu ve kendi küresel hegemonyasına yönelik tüm “tehdit” ve meydan okumalara askeri şiddetle ve hatta nükleer silahlarla karşılık vereceğini açıkladığı,
f) Askeri birliklerini yolladığı Afganistan, Filipinler, Kolombiya gibi ülkelerde halklara ve ilerici güçlere karşı doğrudan savaşa katıldığı,
g) Metropol ülkelerde demokratik hakların kısıtlandığı, devlet aygıtının güçlendirildiği ve faşizmin ayak seslerinin duyulduğu, tekelci burjuvazinin neredeyse her türlü muhalefeti “terörizm” yaftasıyla susturmaya ve ezmeye giriştiği,
h) Dolayısıyla emperyalizm çağında zaten içi önemli ölçüde boşalmış bulunan burjuva demokrasisinin gerçek niteliğinin, yani onun tekelci burjuvazinin geniş işçi ve emekçi yığınları üzerindeki vahşi diktatörlüğünden başka birşey olmadığının açıkça gözler önüne serildiği bir dönemdi.
Nitekim, uşakların uşak davranışı görmeye ve aşağılanmaya mahkum olduklarını kavramayan PKK/ KADEK yöneticilerinin hayal balonları zamanla patlayacaktı. Mayıs 2002’de Murat Karayılan, yaklaşan Irak operasyonunda PKK’ya “görev” verilmemesinden ve bu alanda Türk gericiliğinin yeğlenmesinden ve dahası PKK’nın ABD’nden sonra AB emperyalistleri tarafından da “terör listesi”ne alınmasından duyduğu şaşkınlık ve hayal kırıklığını ve bu karara karşı tepkisini şu sözlerle dile getirecekti:
“İşte hem Türkiye’nin kaygılarını gidermek, hem de Türkiye’yi bu nedenlerle biraz dışında tutup arazisini kullanmak için aslında PKK’nin alelacele ‘terörist listesi’ne alınması gündeme gelmiştir. Irak’a yönelik müdahalede Türkiye’ye, Afganistan’a operasyonda Pakistan’a verilen rol verilecek. İşte Türkiye’nin böyle bir rolü kabul etmesi için Kürt kaygısını gidermek, bunun için de PKK’nin ‘terörist listesi’ne alınması gerekiyordu. Bu Mart’tan sonra gündeme geldi. Şimdi herkes şaşırmış halde, PKK savaşırken niye listeye alınmadı da şimdi alındı? diye soruyor. PKK dört yıldır savaşı durdurmuş ve şimdi değişmiştir, adı bile kalmamıştır. Nedeni budur. Yani ABD’nin bölgeye yönelik politikalarının bir parçası olarak Avrupa’ya bu konuda bunun dayatılması ve Avrupa’nın da dayatmaya karşı kendi çıkarlarını burada görmesindendir. Irak’a karşı müdahale olsun, oradaki Kürt çevreleri de burada bir güçtür, katılsın ama Türk devletinin bu konudaki kaygıları giderilsin noktasından hareketle, bu karara ulaşılmıştır. Yani Saddam’ın devrilmesi ve Güney Kürdistan’da muhtemelen Irak’ın bütünlüğü çerçevesinde ne olacağı henüz şimdilik net olmayan bir statüyle sürecin geçiştirilmesi koşuluna bağlı olarak; Kuzey Kürdistan’ın da feda edilmesi durumu vardır. Güney’e ne, hangi statü verilecek o da bilinmiyor. Böyle çirkef bir oyun sözkonusudur… Kuzey’i Türkiye’ye sundular ve ‘o sana ait, o konuda hiçbir kaygın olmasın bak biz onu terörist ilan ettik. Tasfiye de edebilir, her şeyi de yapabilirsin ama Saddam’ın devrilmesinden ürkmemelisin, destek sunmalısın’ dediler…
“Aslında burada Kürde, Kürdistan’a yönelik bir komplo vardır. Kürdistan’ın çok az bir parçası olan Güney’e çok sıradan bir statü, diğer esas ulusal davayı da ‘terörist’ gösterme komplosudur bu… Türkiye’yi razı etme adına Kürt ulusal davasını, haklı davasını ‘terörist’ gösterme tutumu var… KADEK’in, HPG’nin (Halk Savunma Güçleri-b. n.)bölgedeki gücü, etkisi görülemiyor, görülüyorsa da yeterince hesap dahiline alınmıyor.” (Ö. Politika, 18 Mayıs 2002)
Son bir nokta. “Kürt burjuvazisi”ni ve onun çizgisini savunmak benim işim değil. Ancak, D. Küçükaydın’ın –“radikal-plebiyen önderlik” sıfatıyla bir kez daha yücelttiği- A. Öcalan’ı ve onun yakın çevresini korumak ve aklamak için “Kürt burjuvazisi”ne yaptığı bir haksızlığa değinmeden geçemeyeceğim. O, internetteki sitesinde yayımladığı 12 Kasım 2002 tarihli yazısında şöyle diyordu:
“Kürt burjuvazisi, Türk sosyalistleriyle bir ittifaktan yana değildi, artık hiç değil. Bu burjuvazinin büyük bir bölümü, Kuzey Irak’ta Kürtlere belli bir otonomi sağladığı takdirde, ABD’nin zafer arabasına binmeye ve şimdiye kadar katlandıkları radikal-plebiyen önderlikten kopmaya hazırlar…
“Bu da Kürt uyanışının öncüsünü çok zor bir durumda bırakır. Şimdiye kadar kendi zafer arabasına bağladığı Kürt burjuvazisini yitirir… (“Bloğun Geleceği Üzerine Düşünceler”, abç) A. Öcalan’ın ve yakın çevresinin, Türk gericiliğine ve/ya da ABD emperyalizmine hizmette hiçbir sınır tanımadıklarını yeterince ortaya koyan açıklamaları ve pratikleri gözönüne alındığında, bu kliği aklamaya ve suçu onların dışındaki bir “Kürt burjuvazisi”ne yıkmaya çalışmanın ne denli ikiyüzlü, adaletsiz ve gerçeğe aykırı olduğu görülür. D. Küçükaydın, A. Öcalan ve ortaklarının “Kürt burjuvazisi”nin en geri ve emperyalizm ve özellikle Türk gericiliğiyle işbirliğine ve onlara uşaklığa en fazla eğilimli kesimlerinin sözcülüğünü yaptığını ve “Kürt uyanışının öncüsünü çok zor bir durumda bırak”anın da bu kliğin ta kendisi olduğunu anlamazlıktan ve bilmezlikten geliyor. Burada, konumuzla doğrudan ilgili olmadığı ve konunun dağılmasına yolaçacağı için bir yanda ABD (ve AB) emperyalistlerinin, diğer yanda Türk egemen sınıfları ve Genelkurmayı’nın her zaman örtüşmeyen çıkarlarının PKK/ KADEK yönetiminin çizgisinde yarattığı dalgalanmalara ve sürtüşmelere değinmiyorum. (6)
* * * * *
PKK/ KADEK’in durumunu onaylamasak ve mahkum etsek de anlayabiliriz; ama bir yandan dünya proletaryası ve halklarının baş düşmanı ABD emperyalizmine karşı olduğunu davul zurna çalarak duyuran ve bir yandan da,
“Bu günün dünyasında Sosyalist olmak demek, Türkiye’de Kürt, dünyada Müslüman olmak demektir. Türkiye’nin sosyalistleri ise, ne Türkiye’de Kürt ne de dünyada Müslüman’dırlar… Onlar ABD ve Radikal Politik İslam’ın bayrak olduğu yoksul insanlığın isyanı karşısında, her iki tarafı aynı kaba koyup, ilahi adaleti dağıtan hakem rolü oynuyorlar.” (“Türkiye’de Kürt Dünyada Müslüman”, Ö. Politika, 22 Eylül 2001) diyerek TDH’ni –esas itibariyle- haksız yere suçlarken, “İslami terörizm”e karşı Washington’un yanında saf tutan PKK/ KADEK’e tek söz etmeyen D. Küçükaydın’a ne demeli? Bu sorunun yanıtını okura bırakıyorum.
Yazının bu bölümünde, başlıkta sorduğum ”DEMİR KÜÇÜKAYDIN NE YAPMAK İSTİYOR?” sorusunun yanıtını yalnızca bir yere kadar ve bir ölçüde verdiğimi sanıyorum. Onun, kafa karıştırmaya, Kürt halkının ve ulusal hareketinin içine itildiği bunalım ve demoralizasyonu derinleştirmeye, TDH’nin, özellikle radikal devrimci kanadıyla Kürt ulusal hareketi arasındaki sınırlı iletişim ve etkileşimi de ortadan kaldırmaya ve Kürt ve Türk proletaryası ve emekçi yığınları arasındaki karşılıklı güvensizliği derinleştirmeye çalıştığını iyi-kötü gösterebildiğimi sanıyorum. D. Küçükaydın’ın –A. Öcalan’ınkilerle büyük ölçüde ya da tamamen çakışan- stratejik yaklaşımı ve önerilerinin ne anlama geldiğini ve hangi siyasal amaçlara hizmet ettiğini ise yazının bir sonraki bölümünde ele almaya ve göstermeye çalışacağım.
DİPNOTLAR
(1) PKK, 11 Eylül eyleminden hemen sonra, daha bu eylemin nasıl, kimler tarafından gerçekleştirildiği belli olmamış, bu eylemde ABD istihbarat servislerinin parmağı ya da göz yumması olup olmadığı bile açığa çıkmamışken Washington’a göz kırpan ve bu azgın barış demokrasi ve özgürlük düşmanlarından barış, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet beklediğini dile getiren sefil bir açıklama yaptı. Burada şöyle deniyordu:
“PKK, ABD’de meydana gelen ve onbinlerce sivilin hedef olduğu saldırıları kınadığını açıkladı. PKK, ayrıca sözkonusu trajik saldırı vesilesiyle herkese, soğukkanlı ve sağduyulu olma, basit çıkarlardan uzak durarak olayı doğru ve gerçekçi değerlendirme ve bu doğrultuda dünyayı barış, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet dünyası haline getirmek için elbirliğiyle çalışma çağrısında bulundu.” (Ö. Politika, 13 Eylül 2001)(2) Temel sorunu küçük-burjuva devrimciliğinden kopamamak ve proleter sosyalizmine varamamak olarak özetlenebilecek olan TDH’nin radikal kanadı ve onun bileşenleri bir dizi konuda eleştirilmeyi, hem de ağır bir biçimde eleştirilmeyi hak etmektedirler. Bu konuyu yer yer ve belli yanlarıyla başka bazı yazılarımda ele almış bulunmaktayım. Dahası da önemlisi şu: Böyle bir eleştiri ve analiz, Türkiye burjuvazisini ilerici görürken (Bkz . “Burjuvazi, İşçiler ve Demokrasi”, Ö. Politika, 2 Temmuz 2002), Türk Genelkurmayı’nın hizmetinde gösterdiği TDH’ne adeta bir sınıf kini besleyen D. Küçükaydın’ın ne yapmak istediğini göstermeyi amaçlayan bu yazının konusu asla olamazdı ve olmamıştır da.
(3) Burjuva devletinin vazgeçilmez çekirdeğini oluşturan baskı aygıtını (ordu, polis vb.) ortadan kaldırmaksızın ezilen sınıfların iktidarı elegeçirmelerinin olanaksız olduğunu ileri süren ve tüm bir devrimler tarihi tarafından doğrulanmış olan devlete ilişkin Marksist-Leninist tezi unutmuş olan “Marksist” D. Küçükaydın, 3 Kasım seçimlerinden bir ay önce şöyle buyuruyordu:
“Artık, barajı aşmak için ne yapılacağı sorusu eskimiş bulunuyor büyük bir hızla. Artık seçimlerden birinci parti veya iktidar olarak çıkabilmek için ne yapmak gerektiğini tartışmak gerekiyor. Sadece bu da değil, birden bire devrimci ve demokratların çoğunlukta olduğu bir meclis ortaya çıktığı, yani blok birinci parti olduğu taktirde, bu devrimci durumda yeterince kararlı davranabilmek için, devrimci ve demokrat güçlerin hızla kendilerini geliştirmesi gerekiyor.” (“Blokun Birinci Parti Veya İktidar Olma Olasılığı”, Ö. Politika, 3 Ekim 2002) Parlamenter budalalık hastalığına yakalandığı ve erken ve kolay iktidar düşleriyle sarhoş olduğu anlaşılan “Marksist” ve “stratej” yazarımız, yalnızca geniş işçi ve emekçi yığınlarının siyasal eylem düzeyini ve bu yığınların ileri kesimlerinin güvenini kazanmış bir devrimci önderliğin olmayışını dikkate almamakla kalmıyor; o sözümona karşı olduğu Genelkurmay’ın egemenliğinin yıkılmasını, sözümona her türlü devrimci politikanın ana halkası ve zorunlu önkoşulu olarak gören kendi tezlerini de “unutuyor”.
(4) PKK’nın, isim değişikliğine gitme kararı almasının ardından yazdığı bir makalede D. Küçükaydın bu kararı, kendisinden beklendiği üzere alkışlıyor ve şunları söylüyordu:
“Bundan bir kaç yıl önce, Öcalan kaçırıldığında, herkes Kürt hareketinin bittiğini, bir dönemin sona erdiğini söylüyordu. Biz o zamanlar, Kürt hareketinin bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme kararı aldığını, muazzam bir stratejik dönüşüm başardığını ve bunu olağanüstü kötü şartlarda başardığını; gerçek yükselişin şimdi başlayacağını yazıyorduk. Hatta ‘bir kaç yıl sonra Öcalan Türkiye’ye başbakan bile olabilir’ dediğimizde bizimle herkes alay etmişti….
“Ama bu dönüşümde önemli olan, bunun olağanüstü kötü koşullarda başarılmış olmasıdır. Düşünün ki, Türk devletinin elinde esir bir başkanınız var ve herkes bu değişiklikleri onun canını kurtarma kaygısıyla yaptığını söylüyor. Bu koşullarda, bütün bu baskılara rağmen sadece dönüşüm başarılmadı, aynı zamanda büyük bir fire verilmeden ve büyük ölçüde arınılarak başarıldı…
“Kanımızca yapılan örgütsel değişiklikler yeni programa uygundur. PKK adeta bir Ortadoğu enternasyonali kurmaktadır…
“Burada hayret verici olan Kürt hareketinin nasıl olup da bunu başarabildiğidir. Bu muazzam bir değişikliktir. Şimdi bölge karışmanın arifesindeyken, Kürt Ulusal hareketi, programını, stratejisini, taktiklerini ve örgütlenme biçimlerini değiştirmiş ve hazırlıklarını tamamlamış olarak çok iyi bir yer tutmuş bulunuyor.” (“Büyük Dönüşüm”, Ö. Politika, 15 Şubat 2002)
(5) ABD’nde 1994’de yayımlanan bir Senato Komite Raporuna göre, en azından 1985’ten Aralık 1989’ a kadar geçen süre içinde, bir dizi Amerikan şirketi, ABD Ticaret Bakanlığı’nın onayıyla S. Hüseyin faşist kliğine, çoğu insanları yavaş yavaş ve sancılı bir biçimde öldüren değişik biyolojik savaş malzemeleri sattılar. Bunların arasında, antraksa yol açan Bacillus Anthracis , botulinum zehirinin kaynağı Clostridium Botulinum, akciğerlere, beyine, omurgaya ve kalbe saldıran bir hastalığın mikrobu olan Histoplasma Capsulatam, temel organlara zarar veren Brucella Melitensis, sistemik hastalıklara yolaçan Clotsridium Perfringens adlı son derece zehirli bir bakterinin yanısıra, Clostridium tetani, Escherichia Coli ve daha düzinelerce patojenik biyolojik madde bulunuyordu. Senato Komite Raporu, 1980’lerin ilk yarısından başlamak üzere İran askerlerine, ayaklanan Kürtlere ve Şiilere karşı kullanılan bu biyolojik maddelerin Irak’a “seyreltilmemiş, zayıflatılmamış ve yeniden üretimi olanaklı” bir durumda gönderildiğini ve daha sonraları ise, “ABD tarafından ihraç edilen bu mikroorganizmaların, BM silah kontrolörlerinin Irak’ın biyolojik silah programında bulunan ve ortadan kaldırılan mikroorganizmaların aynısı olduğunun öğrenildiğini” de belirtiyordu.
(6) Ama, şu kadarını söylemeliyim. Bu, asla tam ve berrak olmayan saflaşmada A. Öcalan, zorunlu olarak Türk egemen sınıflarının ve Genelkurmayının çıkarlarını, - her ne kadar A. Öcalan’a saygıda görünürde kusur etmese de- PKK/ KADEK yönetiminin çoğunluğu da, esas olarak ABD emperyalizminin çıkarlarını savunur gözüküyorlar. 1999’da A. Öcalan’ın “Türk devlet yetkililerine iletilmek üzere Cezaevi Yönetimi’ne verdiği” mektubun yayımlanan bölümü bu konuda daha o zamandan bazı ilginç ipuçları veriyordu:
“Yapabileceğim, gücüm oranında özellikle PKK’den kaynaklanan amacı çoktan aşan ve çok büyük dış güce, kişiye çıkar aracı haline gelen bu gidişe dur demektir… Devlet seviyesinde dış güçlerin bunu kullanmaları daha tehlikeli ve iş hızla o kulvara doğru da yuvarlanıyor…
“Umut ve beklentim mahkemeden sonra devletin -illa beni veya PKK’yi resmen muhatap kabul etsin demiyorum- uygun bir yöntemle gerçekten tüm sorunların kilidi haline gelmiş bu silahlı çatışmayı kalıcı olarak sona erdirmek için, duyarlı, bilimsel ve durumumuzu bütün boyutlarıyla gözönüne alan bir planlamayla gündemleştirmesi ve payıma düşen görevleri belirlemesidir. Şu anda etkileme gücümüz sona erdirmeye uygundur. Uzun sürmesi kontrolü kaybettirebilir. Çünkü çok çıkar ve güç üzerinde oynuyor… Irak, K. Irak herşeyden önce Türkiye’nin zayıf karın bölgesidir. Darbe er veya geç oradan vurulmaya çalışılacaktır… İşbirlikçi Kürt oluşumu ne kadar Türkiye’nin denetiminde de olsa bu haliyle er veya geç Türkiye’nin aleyhinde en önemli rolü oynayacaktır. Çünkü kullanılmaya çok müsaittir. Bu oluşumun bu biçimiyle doksanlar sonrasında oluşumu; dünya dengeleri içinde Sovyetlerin çözülüşünden sonra Türkiye’nin kaçınılmaz olarak yükselecek konumunu, bölgedeki etkinliğini frenlemek, hatta kendine bağlamak için çok yönlü geliştirildiğinden kuşku duymamak gerekir… Olan da şimdiden bu demin söylediğim tüm stratejik güçler daha şimdiden kendi Kürdünü, oluşumunu yaratmış, hatta benim dışımda temel güç olarak PKK’yi de parselleme planlarını hazırlamışlardır…” (Ö. Politika, 7 Temmuz 1999) PKK/ KADEK yönetiminin, A. Öcalan’ın deyişiyle “İşbirlikçi Kürt oluşumu” planına yatması, onun, “tüm stratejik güçler”in (yani bölgeye ilgi duyan ABD, İngiltere, İsrail, İran vb. gibi devletlerin) kendisinin, yani Türk gericiliğinin inisiyatifi dışında “PKK’yi de parselleme planlarını hazırlamış” oldukları yolundaki saptaması, ABD’nin Türk Genelkurmayının sıcak bakmadığı Irak operasyonu konusunda A. Öcalan sessiz kalırken PKK/ KADEK yönetiminin bunu hararetle desteklemesi ve hatta bu operasyonda görev talep etmesi vb. hep bu saflaşmanın, belirtileridir.
Hiç yorum yok