Header Ads

Header ADS

Stalin ve tarih bilimi

Christopher Hill

23 Temmuz 1934’te kendi kendisini yetiştirmiş iki kişi Moskova’da bir araya geldi. İkisi de profesyonel tarihçi olmasalar da konuşmaları tarihsel bir konuya kaydı. Biri Outline of History ve Short History of the World kitaplarını yayımlayan romancı ve yayıncıydı. Diğeri ise, 22 yaşından 38 yaşına kadar yeraltında çalışmış, 1917’den bu yana ise büyük bir devletin siyasi liderlerinden biri olan profesyonel bir devrimciydi. İlki H.G. Wells, ikincisi ise Joseph Stalin. Konuşmalarından alıntı yaptığımda okuyucu, İngiliz tarihi konusunda, dünya tarihçisinin Stalin kadar konuya hakim olmadığını fark edecektir. Bay Wells’in görüşleri 1934’te dahi demode görünmüş olmalı.

Stalin: Tarihsel deneyim artık yararlı olmaktan çıkmış sınıfların gönüllü olarak tarih sahnesinden çekilmediğini göstermiştir. 17. yüzyıl İngiltere tarihini ele alalım. Çok sayıda kişi eski sosyal düzenin çürümüş olduğunu söylemiyor muydu? Ancak yine de onu zor yoluyla yıkmak için bir Cromwell’e gereksinim duyulmadı mı?

Wells: Cromwell anayasaya uygun ve anayasal düzen adına hareket etti.

Stalin: Anayasa adına Cromwell silahlandı, Kral’ı idam etti, Parlamento’yu dağıttı, bazılarını hapse tıktı, bazılarının da kellesini uçurdu.

Konuşma Fransız Devrimi’ne kaydı. Wells, devrimci önderler arasında avukatların sayısı ile bu devrimin “anayasal” karakterini göstermeye çalıştı.

Stalin: Devrimci hareketlerde aydınların rolünü inkâr mı ediyorsunuz? Büyük Fransız Devrimi’nin geniş halk kitlelerini feodalizme karşı ayaklandırıp üçüncü etat’in çıkarlarını savunduğu için zafere ulaşan bir halk devrimi değil de avukatlar devrimi olduğunu mu iddia ediyorsunuz? ... Az önce “eğitimli çevreler”den söz ettiniz. Ama ne tür eğitimli kişileri kastediyorsunuz? 17. yüzyıl İngiltere’sinde, 18. yüzyıl sonu Fransa’sında ve Ekim Devrimi sırasında Rusya’da pekçok eğitimli kişi eski rejimin yanında yer almadı mı? Eski düzen kendi yanında, kendi hizmetinde, eski düzeni savunan ve yenisine saldıran pek çok iyi eğitimli kişiye sahipti. Çünkü eğitim bir silah gibidir: Etkisi, onu kimin kime karşı kullandığına bağlıdır. 

Bu sözler, tarihi yaparken aynı zamanda onun üzerine düşünmüş ve belki de onu gerçekleştirme sürecinde öğrenmiş bir insan tarafından sarf ediliyordu.

Dört yıl sonra, Münih döneminde, Stalin, tarih anlayışını çok daha ayrıntılı ifade eden bir yazı yayınladı. Bu yazı, Tüm Sovyetler Komünist Partisi (Bolşevik) Tarihi’ndeki “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” bölümünde yer alıyordu. Toplumsal yaşam ve toplum tarihine ilişkin Marksist görüşü ortaya koyan Stalin şöyle diyordu:

“Toplumsal yaşama ilişkin olgular arasındaki ilişki ve bağlantılar tesadüfi şeyler değil, toplumun gelişme yasalarıdır. Dolayısıyla toplumsal yaşam, toplum tarihi bir ‘tesadüfler’ toplamı olmaktan çıkar ve düzenli yasalara göre işleyen toplumun gelişim tarihi ve tarih araştırması da bir bilim haline gelir. ... Toplum tarihi bilimi, toplumsal yaşam olgusunun bütün karmaşıklığına rağmen, örneğin biyoloji kadar kesin olabilir ve toplumun gelişim yasalarından pratik amaçlı faydalanabilir.” 

Bu büyük ve kendinden emin bir iddiadır. Stalin her zaman, tarihin bir bilim olduğunu ve olması gerektiğini ve görevinin de toplumun gelişimini denetim altında tutabilmek için, olguların dikkatli analizi yoluyla toplumun gelişim yasalarını ortaya koymak olduğunu ifade etmiştir. Onun bu ifadeleriyle H. A. L. Fisher’in sığ anlayışını ifade eden “tıpkı birbiri ardına gelen dalgalar gibi [tarihte] birbirini takip eden olağanüstü durumlar görüyorum” sözlerini karşılaştırabiliriz; ya da A. J. Toynbee’nin tarih bilimi kurmaya yönelik olan ve şu ümitsiz haykırışla sonlanan daha trajik girişimini: “Tanrının toplumumuza bir kez bahşettiği ceza ertelemesini mütevazi bir ruh ve pişman bir kalple tekrar istediğimizde reddedilmemesi için dua etmeliyiz.” 

Stalin, bütün temel sosyal değişimlerin, verili bir zamandaki üretici güçler ile toplumsal ilişkilerin sınırlılıkları arasındaki çelişkiden doğduğuna dair Marx’ın ünlü ifadesini tekrarlıyor.

“Bu tür dönüşümler ele alındığında, doğa bilimlerinin kesinliğiyle belirlenebilecek üretimin ekonomik koşullarının maddi dönüşümü ile yasal, siyasal, dini, estetik ya da felsefi –kısacası insanın bu çelişkinin farkına vardığı ve mücadele ettiği ideolojik biçimler arasında daima ayrım yapılmalıdır.” 

Tarihsel süreçte fikirlerin önemini gözardı ettiği ya da hafife aldığı gibi Marksist tarih anlayışına yöneltilen kaba eleştirilere karşı Stalin şunları yazıyordu:

“Tarihsel materyalizm ... [sosyal fikirlerin, teorilerin, görüşlerin ve siyasal kurumların] toplumun yaşamındaki, tarihindeki rolü ve önemini vurgular... Yeni sosyal fikirler ve teoriler topluma gerektiği için ortaya çıkarlar, çünkü bunların örgütleme, harekete geçirme ve dönüştürme eylemi olmaksızın toplumun maddi yaşamının gelişimi acil görevini yerine getirmek imkânsızdır. Toplumun maddi yaşamının gelişiminin ortaya çıkardığı yeni görevlerin gereği olarak yeni sosyal fikirler ve teoriler kendini dayatır, kitlelere mal olur, toplumun devrini tamamlamış güçlerine karşı onları harekete geçirir ve örgütler ve böylece toplumun maddi yaşamının gelişimini engelleyen bu güçlerin yıkılmasını kolaylaştırırlar.” 

Daha 1907’de, Stalin, “insanın doğasının değiştirilemeyeceği”ne dair muhafazakâr sızlanmaya karşı tartışma yürütmüştü.

“İnsanın ‘yabanıl’ duygu ve düşüncelerine gelince, bunlar düşünüldüğü kadar ebedi değildir; ilkel komünizmde, insanın özel mülkiyeti tanımadığı bir dönem vardı; sonra bireysel üretim dönemi geldi, özel mülkiyetin insanın aklına fikrine hükmettiği dönem; şimdi yeni bir dönem geliyor, sosyalist üretim dönemi – o zaman insanın aklı fikri sosyalist uğraşlarla dolarsa bu şaşırtıcı mı olacaktır?” 
Stalin, 1938’de, toplum tarihi açısından belirleyici olan nedir diye soruyordu.

Coğrafya –göreceli olarak sabit bir faktör– ve nüfus değişikliklerini reddetti; çünkü nüfus yoğunluğu ileri medeniyet kesişmez. Bu konuda yürütülen tartışmalardan sonra şu sonuca vardı:

“Toplumun gelişim tarihi her şeyden önce üretimin gelişim tarihidir; yüzyıllar boyunca birbirini takip eden üretim tarzlarının tarihidir; üretici güçlerin gelişiminin ve üretimdeki insanlar arasındaki ilişkilerin tarihidir.

“Bu nedenle toplumsal gelişim tarihi aynı zamanda maddi değerleri üretenlerin kendi tarihidir; üretim sürecinde temel güç olan ve toplumun varlığı için gerekli olan maddi değerlerin üretimine devam eden emekçi sınıfların tarihidir.

“Bu nedenle, tarih bilimi gerçek bilim olacaksa, toplumsal gelişim tarihini kralların ve generallerin eylemlerine, devletleri ‘zapteden’ ve ‘fetheden’lerin eylemlerine indirgeyemez; kendisini maddi değerleri üretenlerin tarihine, emekçi kitlelerin tarihine, halkların tarihine adamalıdır.” 

Böylece tarihin yapılmasında halkın birincil önemini vurguladıktan sonra, Stalin, geçmiş tarihin insan özgürlüğü üzerine koyduğu sınırlılıkları tartışmaya devam eder. Yeni üretici güçlerin ve onlara uygun yeni üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasının kasıtlı bir plan dahilinde gerçekleşmediğini, “kendiliğinden, bilinç dışı, insan iradesinden bağımsız” olduğunu ifade eder. Bunun iki nedeni vardır:
“Birincisi, insanlar şu ya da bu üretim tarzını seçmekte özgür değildir; çünkü her yeni kuşak devreye girdikçe daha önceki kuşakların çalışmasının sonucu olan üretici güçler ve üretim ilişkileriyle karşılaşır; bu nedenle, maddi değerler üretebilmek için öncelikle üretim alanında hazır bulduğu her şeyi kabul etmek ve kendini uyarlamak zorundadır.

“İkincisi, herhangi bir üretim aygıtını, herhangi bir üretici güç unsurunu geliştirdiklerinde insanlar bu gelişmelerin ne tür sosyal sonuçlara yol açacağını durup düşünmezler, bunun ayırdında değillerdir; yalnızca günlük çıkarlarını, emeklerini hafifletmeyi ve kendileri için bazı somut ve dolaysız yararlar sağlamayı düşünürler.” 

Ancak yeni üretici güçler olgunlaştıktan sonra mevcut üretim ilişkileri ve onları savunan egemen sınıflar gelişme önünde daha fazla aşılmaz engeller haline gelirler. Bu engeller, ancak yeni sınıfların bilinçli eylemiyle, devrim yoluyla kaldırılabilir.

“Burada yeni sosyal fikirlerin, yeni siyasal kurumların, eski üretim ilişkilerini zor yoluyla ortadan kaldıracak yeni bir iktidarın muazzam rolü çıplak bir biçimde kendini gösterir.” 

SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları’nda oldukça ilginç bir bölümde, Stalin, “ekonomik süreçlerin, ekonomik yasaların sadece sosyalizm ve komünizmde değil, diğer formasyonlarda da bir dereceye kadar toplum yararına kullanıldığı”ndan söz etmektedir. Buna Fransız Devrimi’ni örnek gösterir:

“Burjuvazi feodalizme karşı, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin karakteri ile uyum halinde olması gerektiği yasasını kullandı; feodal üretim ilişkilerini yıktı, yeni burjuva üretim ilişkilerini yarattı ve feodal sistemin bağrından doğan üretici güçlerin karakteriyle uyumlu hale getirdi. Burjuvazi bunu sahip olduğu yetenekler sayesinde değil, böyle yapmakta hayati derecede çıkarı olduğu için yaptı. Feodallerin buna karşı direnişi aptal oldukları için değil, bu yasanın etkin kılınmasını engellemekte hayati çıkarları olduğu içindi. Aynı şey ülkemizdeki sosyalist devrim için de söylenebilir...

“Sınıflı toplumlarda ekonomi yasalarının kullanımının her zaman ve her yerde bir sınıf temeli vardır ve dahası her zaman ve her yerde ekonomi yasalarının toplum yararına kullanımının şampiyonu ilerici sınıftır, eski sınıflar ona direnir.” 

II
Stalin’in gerçek tarihsel sorunların çözümüne katkıları arasında belki de en verimli olanı ulusların gelişimi konulu çalışması olmuştur. Bu çalışma, 1912-13 yıllarında Lenin ile birlikte yazdığı Marksizm ve Ulusal Sorun ile 1950’de yayımlanan Marksizm ve Dil Sorunu’nu kapsamaktadır. Bu eserlerinde, Stalin, “feodalizmin bertaraf edilip kapitalizmin gelişmesinin aynı zamanda halkların uluslaşma süreci olduğunu” gösterdi. “Burjuvazinin ulusçuluğu öğrendiği ilk okul pazardır.” Ancak ulusal bağımsızlık talebini ilk olarak burjuvazi dile getirmiş olsa da, bunun işçi sınıfı hareketi açısından avantajlarını Stalin şu şekilde açıklamıştır: “Tatar ya da Yahudi işçinin toplantılarda ve eğitimlerde kendi ana dilini kullanmasına izin verilmiyorsa ve okulları kapatılmışsa entelektüel becerilerinin tam gelişmesi mümkün değildir.” Bu sözler Ekim Devrimi’nden önce yazılmıştı. Daha sonra Stalin, Uluslardan Sorumlu Halk Komiseri olarak, ulusal kurtuluşa dair Bolşevik politikayı hayata geçirirken şunları yazıyordu:

“Özel mülkiyet ve sermaye kaçınılmaz olarak insanları böler, ulusal düşmanlığı körükler ve ulusal baskıyı yoğunlaştırırken kolektif mülkiyet ve emek de aynı kaçınılmazlıkla insanları birbirine yaklaştırır ve ulusal baskının temelini çürütür. Ulusal baskı olmaksızın kapitalizmin varlığı nasıl mümkün değilse ezilen ulusların kurtuluşu ve ulusal özgürlük olmaksızın da sosyalizmin varlığı mümkün değildir.” 

Stalin’in eserinin bu bölümü, ulusal bağımsızlığımız tehlikede olduğu için bugün Britanya açısından özellikle önem taşımaktadır. Okuyucunun Marksizm ve Ulusal ve Sömürgeler Sorunu kitabında bu bölümü daha ayrıntılı incelemesi tavsiye edilir. Stalin, SBKP’nin 19. Kongresi’nde yabancı delegelere hitaben yaptığı son konuşmasında “sermayenin egemen olduğu ülkelerdeki kardeş partilerin başarı ve zaferine bel bağlamak için her tür koşul olduğu”na dair iki tarihi neden ileri sürmüştür. Birinci neden, bu ülkelerin, hali hazırda sosyalizm yolunda olan ülkelerin tarihsel deneyimlerinden, hata ve başarılarından öğrenme olanaklarının olmasıdır. Ayrıntılı olarak açıklanan ikinci neden ise, burjuvazinin “ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik bayrağını indirmesi” ve “komünist ve demokrat partilerden başka onu yükseltecek kimsenin olmaması”dır. 

III
Stalin, tarihi Marksist bir tarzda ele almış ve Marx, Engels ve Lenin’in dehasından büyük ölçüde yararlanmıştır. Fakat Stalin, “dogmacı ve Talmudcu” olarak adlandırdığı ve tartışmalarını olgulara değil alıntılara dayandıran kimselere karşı hiç sabır göstermemiştir. Tarihsel gelişmelerin Engels, Lenin ve kendisi tarafından ortaya konan argümanları eskitmiş olabileceğini sevinçle kabul etmeye hazırdır. Özgür tartışma konusundaki ısrarı bu nedenledir; çünkü “fikirler çatışmadan, eleştiri özgürlüğü olmadan hiçbir bilim serpilip gelişemez”. Lenin’in övgüsünü kazandığı için Clausewitz’in eleştirilmemesi gerektiğini ileri süren bir askeri profesöre, 1947’de Stalin’in açıktan cevabı şu olmuştur: “Clausewitz tam olarak savaşta manüfaktür çağının temsilcisiydi. Ancak bugün savaşta makine çağındayız. Şüphesiz makine çağı yeni askeri ideologlar gerektiriyor.” 

Stalin için tarih hiçbir zaman yalnızca akademik bir inceleme olmamıştır; tarih bir eylem kılavuzudur. Tarihsel analizinden politika için çıkardığı sonuç şudur:

“Yönelimimiz, bugün egemen güç olsa da gelişmesini tamamlamış toplumsal katmanlara değil, bugün egemen güç olmasa da gelişen ve geleceği olan katmanlara dayanmalıdır.” 

Bu yaklaşım, Stalin’in kendisinin birçok durumda tarihsel analizi bilimsel öngörüye muazzam uygulayışını açıklamaya yardımcı olur. Böylelikle 1905-07’de, Fransız Devrimi’nin deneyimiyle, Rus Devrimi’nde işçi sınıfının önderliği konusunda ısrar etti ; ve güvenle ve doğru bir biçimde Çar’dan “Son Nicholas” olarak söz ediyordu. Temmuz 1919’da, Rusya’da Bolşevik zaferin üzerinden iki yıldan az bir zaman geçmişken, Stalin, “Sovyetler’in yegâne devrimci organ olmadığını” anlamıştı. Onlar Rusya’ya özgü bir biçimdi. 1920’de, Çar İmparatorluğu’nun parçası olan küçük devletlerin “bağımsızlığının bir yanılsama olduğunu ve bu devlet müsveddelerinin şu ya da bu emperyalist gruba tam bağımlılığını gizlediğini” görebiliyordu. Sonraki 20 yıl Stalin’in haklılığını kanıtlayacaktı. Ulusal ve sömürgeler sorununa ilişkin 1912’de yaptığı tarihsel analiz, Asya’da ve başka yerlerde 40 yıllık Komünist stratejinin temellerini oluşturmuştu ki, bunun meyvelerini bugün açıkça görebiliriz. (19. yüzyıl Almanya ve İtalya deneyiminden yola çıkarak, Stalin, 1934’te “Çin’e karşı bir emperyalist savaş”ın orada “bir kurtuluş savaşına ve ülkenin bağımsız bir devlet olarak birleşmesine yol açabileceği”ne işaret etmiştir. ) Aynı şekilde 1918-27 yılları arasında birçok değişik vesileyle Ekim Devrimi’nin uluslararası önemini analiz ederken, “insanlığın evrensel tarihinde radikal bir dönemeç” olarak tanımlaması, zamanın eskitmediği bir geçerlilik taşımaktadır:

“Ekim Devrimi sadece ekonomik ve sosyo-politik ilişkiler alanında bir devrim değildir. Aynı zamanda işçi sınıfının zihninde bir devrimdir, ideolojisinde bir devrimdir.” 

Aynı araştırmacı tarihsel analiz, devrim sonrası Rusya’sının sorunlarına da uygulanmıştır. Ekim Devrimi’nden üç ay önce bir Parti kongresinde Stalin, Rusya’da sosyalizmin inşasını batı Avrupa’daki sanayileşmiş ülkelerde devrimin gerçekleşmesine bağlayan bir Troçkist karar değişikliği önerisine karşı çıkmıştı:

“Rusya’nın aslında sosyalizme giden yolu inşa edecek ülke olması ihtimali dışlanmıyor. Bugüne kadar ne hiçbir ülke savaş yıllarında Rusya’nın sahip olduğu özgürlüklere sahip olmuş ne de üretimde işçi denetimini hayata geçirmeye çalışmıştır... Sadece Avrupa’nın bize yol gösterebileceğine dair eski düşünceyi artık terketmeliyiz. Bir dogmatik Marksizm vardır, bir de yaratıcı Marksizm. Ben ikincisini tercih ediyorum.” 

Sonraki 10 yıldaki tartışmalarda Sovyet Komünist Partisi’nin yenilgici Troçkist politikaları reddetmesine yol açan işte bu anlayışın doğruluğuydu. 1925’te Stalin, tarihsel deneyime dayanarak, sanayileşmenin finansmanı için alternatif yollar arıyordu:

“Birincisi sömürgeler ele geçirip yağmalama yoludur. Bu, örneğin İngiltere’nin kalkınma yoluydu. Dünyanın her tarafında sömürgeler ele geçirdikten sonra 200 yıl boyunca İngiltere kendi sanayisini güçlendirmek amacıyla buralardan ‘ek sermaye’ çekip aldı ve sonunda ‘dünyanın atölyesi’ haline geldi. ... İkinci yol ise askeri fetih ve bir ülkenin bir başka ülkeden büyük tazminatlar almasıdır. Bu da Almanya’nın yaşadığı bir örnektir; Fransa-Prusya Savaşı’nda Fransa’yı yendikten sonra bu ülkeden beş milyon frank tazminat almış ve bu parayı kendi sanayi kanallarına aktarmıştır.”

Stalin her iki yolu da “Sovyet sisteminin doğasına aykırı” bulduğu için reddetmiştir. Yine kabul edilemez olan üçüncü bir yol ise “gelişmiş kapitalist ülkelerden geri kapitalist ülkelere yüksek faizli teberrular ve borçlardır. Örneğin Çarlık Rusya’sında olan da budur.” Rusya ise, “büyük ölçekli sanayiini genişletmek ve proletaryanın güçlü sanayi devleti haline gelmek için” zor yoldan, kendi tasarrufları yoluyla kalkınmak zorunda kalmıştır. Bu sanayileşme, kolektifleşmeyi, devlet inisiyatifiyle yukarıdan devrimi mümkün kılmıştır; bu devrim “kulak bağlarından kurtulma ve kolektif çiftliklerde özgürce yaşama mücadelesi veren milyonlarca köylünün de aşağıdan doğrudan desteğini almıştır”. Böylesi bir devrim, tarihin yeni bilinçli denetiminin ürünüydü.

Aynı tarihsel tutumu, Stalin’in savaş ve barış sorunlarına yaklaşımında da görebiliriz. 1922’de yaptığı bir konuşmada gelecek savaşın karakterini şöyle analiz ediyordu:

“Emperyalist savaşın durağan cephesine yer yoktur. ... Havacılıktaki, kimyasal ve diğer savaş yöntemlerindeki büyük gelişmeler kırılmaz bir durağan cepheyi imkânsız kılmaktadır. ... Bu savaş milyonların ordusuyla yapılacak. Bu savaş ölümüne bir savaş olacaktır...”28

Kamulaştırılmış sektörlerin menajerlerine yönelik bir konferansta, Şubat 1931’de yaptığı en ünlü konuşmalarından birinde, Stalin, Rus tarihine bakarak şunları söylüyordu:

“Eski Rusya tarihinin özelliklerinden biri, geri kalmışlığı yüzünden sürekli aldığı darbelerdi. Moğol hanları yenmişti onu. Türk beyleri yenmişti. İsveçli feodal beyler yenmişti. Polonyalı ve Litvanyalı eşraf yenmişti. İngiliz ve Fransız kapitalistleri yenmişti. Japon baronları yenmişti. Hepsi de onu geriliğinden dolayı yenmişti: askeri gerilik, kültürel gerilik, politik gerilik, sınai gerilik, tarımsal gerilik. Yenilmişti, çünkü yenilmesi kârlıydı ve cezasız kalıyordu. Devrim öncesi şairin mısralarını hatırlarsınız: ‘Yoksulsun ve bereketlisin, güçlüsün ve iktidarsızsın, Rusya Ana’ ... İşte kapitalizmin ... orman yasaları...

“Sosyalist anavatanımızın yenilmesini ve bağımsızlığını kaybetmesini mi istiyorsunuz? Bunu istemiyorsanız eğer, en kısa zamanda onun geriliğine son vermelisiniz... İleri ülkelerin 50 ya da 100 yıl gerisindeyiz. Önümüzdeki 10 yılda bu farkı kapatmalıyız. Ya bunu başarırız ya da bizi ezerler.”29
Tam olarak 10 yıl dört ay sonra Almanlar saldırdı; ve Sovyetler Birliği hazırdı.

Stalin 1934’te Wells’e şunları söylüyordu: “Faşizm gerici bir güçtür ve eski dünyayı şiddet yoluyla korumaya çalışır. Faşistlere karşı ne yapacaksınız? Onlarla tartışacak mısınız? İkna etmeye mi çalışacaksınız? Bunun bir faydası olmaz.” “Komünistler,” diyordu Stalin, “zoru idealize etmekten uzaktır; ama SSCB’ye şiddetli bir saldırı olasılığı karşısında gerçekçi olmalı, gerçekleşmesi durumunda onu püskürtmek için hazırlıklı olmalıdırlar.”30 Nazi saldırısı gerçekleştiğinde, Stalin aynı tarihsel gerçekçiliği olayların analizine uyguladı. 3 Temmuz 1941’deki ilk yayınında nihai zaferin garantisi olarak, hem Almanya’daki hem de Avrupa’daki Nazi cephe gerisinin istikrarsızlığına işaret ederek şunları söyledi:

“Bu savaş motorlar savaşıdır. Bu savaşı motor üretim üstünlüğüne sahip olan taraf kazanacaktır. ABD, İngiltere ve SSCB’de motor üretimini birleştirirsek Almanya karşısında üç katı bir üstünlük kazanmış oluruz. Hitler’in soyguncu emperyalizminin kaçınılmaz batışının bir yolu budur.”31

Şubat 1942’de, Hitler Sovyet devletini ve Slav halklarını tümüyle imha etmekle tehdit ederken, Stalin bir “Günün Emri”nde sakin bir biçimde cevap vererek, Kızıl Ordu’nun Almanya’ya karşı böyle bir hedefinin olmadığını bildirdi. “Tarih göstermiştir ki, Hitlerler gelir gider, ama Alman halkı ve Alman devleti kalıcıdır.”32 (Bu yaklaşımın, Lord Vansittart gibi, o zamanlar Almanya’nın, şimdi ise SSCB’nin yıkımı çağrısında bulunanların histerisi ile zıtlığını görebiliriz.) Aynı zamanda Stalin’in, ta 1934’te, “inisiyatifi, cesareti ve kararlılığı” nedeniyle Franklin Roosevelt’e karşı hayranlığını ifade etmesini ve onu “kapitalist dünya liderleri arasında en güçlü şahsiyet” olarak nitelemesini hatırlamak gerekir.33

Son olarak, Stalin’in 6 Kasım 1944’deki önemli uyarısını kaydetmek gerekir:
“Alman reislerin yeni bir savaşa hazırlandığını herkes biliyor. Tarih göstermiştir ki, 20-30 yıl gibi kısa bir süre, Almanya’nın yenilgiden toparlanıp gücünü yeniden göstermesi için yeterli bir süredir.”
Stalin, Birleşmiş Milletler’in işlevli olması durumunda barışın korunabileceğini, Alman saldırganlığının ortaya çıkmasının engellenebileceğini vurguladı:

“Bu dünya örgütünün eylemlerinin yeterince etkili olmasını bekleyebilir miyiz? Hitler Almanya’sına karşı savaşın asıl yükünü çeken büyük güçler birlik ve uyum ruhuyla hareket etmeye devam ederse etkili olacaktır. Bu temel koşul yerine getirilmezse etkili olmayacaktır.”34

Bugün İngiltere ve Fransa, ABD önderliğinde eski müttefikleri SSCB’ye karşı askeri bir ittifaka girmişken, bu gerçekleri okumak ne acı geliyor.

Fakat burada da, Stalin, yayımlanan son eserinde gelecekteki yeni olanaklara dair analizlerde bulunuyordu. Emperyalistler arası rekabete dair uzun analizlerden sonra şöyle diyordu: “Kapitalist Britanya ve ondan sonra da kapitalist Fransa bağımsız bir pozisyon ve tabii ki yüksek kârları güvenceye almak için sonunda mecburen ABD’nin kucağından kopacak ve onunla çatışmaya girecektir.” Bu sözlerin yazıldığı Eylül 1952’den bu yana onların doğruluğu kayda değer biçimde görülmüştür. Stalin “belli koşulların kesişmesi durumunda barış mücadelesinin sosyalizm mücadelesine doğru gelişmesi” olasılığından söz etmiştir. “Ancak o zaman bu, günümüzdeki barış hareketi olmaktan çıkıp kapitalizmin yıkılması hareketi olacaktır.”35 Bu perspektifin altında yatan, insanlığın “savaşların kaçınılmazlığı”ndan kurtulma ümididir.

IV
O halde, Stalin’in tarih konusundaki hükmü SSCB’de en kayda değer hüküm olarak görülmektedir. Birincisi, o, hangi konuda olursa olsun, akademik argümanların ağlarından sıyrılıp olayın esasına inmeyi beceren büyük ve etkili bir düşünürdü; ikincisi, herhangi bir fikri, iyice ölçüp biçtikten, konunun uzmanlarının görüşlerini tarttıktan sonra ortaya koyan büyük sorumluluk sahibi bir liderdi. Bu nedenledir ki, onun açıklamaları, SSCB’nin kolektif düşüncesinin en yüksek bilgeliğinin ifadesidir. Örneğin, SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları kitabındaki bir tek cümle, feodal toplumda artı-değerin tam olarak nasıl elde edildiği konusunda Sovyet tarihçileri arasında uzun süredir devam eden tartışmaları özetlemiş ve geliştirmiş, İngiliz Marksist tarihçilerin kafa yorması gereken bir vurguda bulunmuştur. “İktisat-dışı baskı feodal beylerin iktidarının güçlenmesinde belli bir rol oynamıştır; ancak feodalizmin dayanağı bu değil, feodal toprak mülkiyeti olmuştur.”36 diye yazmıştır Stalin.

O halde, Stalin’in açıklamalarındaki seyir, sadece tarih ve Stalin hakkında değil, Sovyet toplumu hakkında da büyük veriler içermektedir. Örneğin Stalin’in tarihin itici gücü olarak halk, sıradan halk üzerine yaptığı ısrarlı vurguyu ele alalım. 1933’te Kolektif Çiftlik İşçileri Kongresi’nde yaptığı bir konuşmada, Roma İmparatorluğu’nun çöküşü konusunda ortaya koyduğu düşünceler, antik dönem tarihçileri arasında yaygın tartışmalara yol açmıştır. (Bizim dar ve sınırlı bakış açımıza göre, hedef kitle ile konu arasındaki görünür aykırılık, Sovyet toplumu hakkında oldukça fazla şey ortaya koyar. Bu konuda Stalin’in kamulaştırılmış sanayilerin menajerlerine yaptığı konuşmada Nekrasov’dan alıntı yaptığı ve Bütün Rus tarihini anlattığı yukarıdaki bölüme bakınız.) Stalin burada şunları söylüyordu:

“Kölelerin devrimi, köle sahiplerini ve emekçilerin köle biçiminde sömürüsünü ortadan kaldırdı. Ama onların yerine serf sahiplerini ve emekçilerin serf biçiminde sömürüsünü getirdi. Bir grup sömürücü başka bir grup sömürücünün yerini aldı. Köle sisteminde ‘yasalar’ köle sahibinin kölelerini öldürmesine izin verdi. Serf sisteminde ise ‘yasalar’ köle sahibine ‘sadece’ serflerini satma izni verdi.”37

Tarihsel değişimi gerçekleştiren halktır; bu nokta Stalin’in eserlerinde tekrar tekrar vurgulanır. H. G. Wells, 19. yüzyıl ortalarında İngiltere’de “aristokrasiden burjuvaziye gönüllü bir iktidar transferi süreci” olduğundan söz etmiştir. Buna cevaben Stalin, (tabii haklı olarak) gönülsüz bir egemen sınıfın taviz vermeye zorlanmasında işçi sınıfı baskısı ve Çartist hareketin önemine vurgu yapmıştır.38 Lenin’in ölümünden hemen sonra yaptığı bir konuşmada, Stalin, “kitlelerin yaratıcı gücüne inancı” konusunda Lenin’e özel övgüde bulunmuş, onun tarih bilgisini ve dolayısıyla tarihi kontrol etme yeteneğini buna bağlamıştır.39 Yani Stalin, Antaeus’u Bolşevik partiye model olarak gösterdiğinde sadece hoş bir Yunan efsanesini kullanmıyor, tarihsel dersler olduğunu düşündüğü bir şeyi özetliyordu. Antaeus gücünü annesi topraktan alıyor ve ancak ondan uzaklaştırıldığında yıkılabiliyordu. “Bolşevikler,” diyordu Stalin, “kendilerini ortaya çıkaran ve besleyip büyüten” kitlelerle ilişkilerini korudukları sürece yenilmez olacaklardır.40

Bir başka başbakan ve savaş lideri Sir Winston Churchill ise, bir tarihçi olarak, yeteneklerini, büyük Marlborough Dükü –en az askeri başarıları kadar zenginlikte, kötülükte, yolsuzlukta da büyük olan– John Churchill’in itibarını korumaya adamıştı. Gürcü bir ayakkabı tamircisinin oğlu, büyük çaplı rüşvet suçlamalarına karşı savunulması gereken atalara sahip değildi. O da, en az Sir Winston kadar, kendisini meydana getirenlere karşı adaletin uygulanması kaygısı güdüyordu; ancak onun ataları ne zengin dük, ne yolsuzluğa bulaşmış general ve politikacı idiler; onlar Rusya halkına ve eski Rus emperyalizminin baskı altında tuttuğu uluslara mensup sıradan insanlardı.

Bu duygusallığa dair bir konu da değildir. Yukarıda SBKP Tarihi’nden bir alıntı yapmıştım; burada Stalin, bireylerin önemi konusunda ısrarın nasıl Marksizmin genel tarihsel bakışının bir parçası olduğunu ortaya koyuyordu.41 Daha popüler bir ifadeyle ve tarihsel analizden ziyade mevcut siyasal gerçekliğin bir ifadesi olarak, Stalin, aynı konuya 1933’teki Kolektif Çiftlik İşçileri Kongresi’nde değinmişti:

“Liderlerin tarihin tek yaratıcıları olarak görüldüğü, işçilerin ve köylülerin hesaba katılmadığı zamanlar geride kaldı. Ulusların ve devletlerin kaderi artık sadece liderler tarafından değil, başta ve esas olarak emekçi milyonlar tarafından belirleniyor. Hiç şikayet etmeden sessizce çalışan, fabrikaları ve atölyeleri inşa eden, madenleri çıkaran, demiryollarını yapan, kolektif çiftlikleri ve devlet çiftliklerini kuran, yaşamın bütün iyiliklerini yaratan, bütün dünyayı besleyen ve giydiren işçiler ve köylüler –yeni hayatın gerçek kahramanları ve yaratıcıları onlardır.”42

Burada, yeni Sovyet medeniyeti gelişirken, Marksist tarih anlayışını da nasıl doğal olarak geliştirdiğini görüyoruz; çünkü Sovyetler Birliği’nde tarihin yapıcısı olarak insan kendi gücünün bilincine varır. Mareşal Stalin’in İkinci Dünya Savaşı sonrası zafer kutlamalarında selamladığı, savaşların gerçek galibi, sıradan insandı.

“Sadece tarih,” diyordu Stalin Wells’e, “şu ya da bu olağanüstü şahsiyetin ne kadar önemli olduğunu gösterebilir.”43 Sir Winston Churchill’in Tahran’da hitap ettiği şekliyle, “Büyük Stalin”, bu ünvanı kesinlikle hak ediyordu. Churchill, Stalin’in Nazilere karşı SSCB’nin zaferini örgütlemedeki başarılarını düşünüyordu.

Fakat Stalin, en az eylem adamlığı kadar bir düşünürdü de. 1945’ten bu yana kapitalist ülkelerin siyasi liderleri insanlık için daha fazla yıkım getiren savaşlardan başka bir gelecek göremezken, Stalin, farklı meşguliyetlere ve halkına karşı farklı bir sorumluluk anlayışına sahipti. SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları’nda, bütün kadın ve erkeklerin tarih yapıcıları olarak, onu gerçekleştirme özgürlüklerinin bilincinde olarak, kendi kaderlerini nasıl kendi ellerine alacaklarını ortaya koyuyordu. Stalin, çalışma gününün beş saate indirilmesini, böylece toplumun tüm üyelerinin geniş kapsamlı bir eğitim için serbest zamanının olmasını dile getiriyordu. Bu geniş kapsamlı eğitim sayesinde insanlar kendi mesleklerini seçebilecek, böylece toplumun hiçbir üyesi bütün hayatı boyunca tek bir işe bağlı olmayacaktı. Böylelikle medeniyetin kendisi kadar eski olan bir ayrım, kafa emeği ile kol emeği arasındaki ayrım sonunda ortadan kalkacaktı.

Kendisi bütün çağdaşlarından daha etkili bir şekilde tarih yapan büyük bir Marksist düşünürün halkına bıraktığı son miras işte böyle bir mirastı: komünist bir toplumun yaratılması için gereken pratik tedbirler konusunda saygın bir kılavuz. Stalin’in öngördüğü gibi, böylesi bir toplumda ekonomik bolluk olmakla kalmayacak, tüm kadınlar ve erkekler insanlığın bütün kültürel mirasına, kendi kaderlerinin özgür ve bilinçli denetimine dahil olacaktır. Ancak sosyalist devrimden sonradır ki, diye yazıyordu Engels 75 yıl önce, “insan, tam bilinçli olarak kendi tarihini biçimlendirecek, ancak bu noktadan itibaren, insanın harekete geçirdiği sosyal nedenler baskın ve giderek artan biçimde insan iradesinden kaynaklı sonuçlar doğuracaktır. İşte bu, insanlığın zorunluluk alanından özgürlük alanına sıçrayışıdır.”44 Ne mutlu ki, Stalin, yarattığı şeyin farkında olarak ve kendisiyle birlikte onu yaratan insanlar arasında bu bilginin yayıldığını görerek, böylesi bir toplumun yaratılmasına bu kadar büyük katkıda bulunabilmişti. Yalnızca SSCB’de değil bütün ülkelerde insanlık daima ona derin bir minnet duyacaktır.

Christopher Hill, 'Stalin and the Science of History' 1953
Özgürlük Dünyası S 260

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.