Sınıf mücadelesi ve Marksizm karşıtlığıyla devletle uzlaşmacılık
Kadir Yalçın
Başta Öcalan olmak üzere DM’nin Marksizme yaklaşımı tartışma götürür gibi değildir: “Marksizm gibi en iddialı ekoller bile sınırlı çözüm katkıları yanında özellikle adına hareket ettikleri ezilen ve sömürülenler dünyasını yeni bir dogma ve siyaset anlayışına bağlayıphakim toplumsal sistemin bir yedeği kılmaktan öteye rol oynayamamıştır.”[1]
Sömürülen yığınları ve başta –zaten “efendisinin uşağı” köleden başka şey olmayan– işçi sınıfını dogmalarıyla tabii ki sınıf siyasetine kazanıp, aşamadığı, ancak ideolojik-siyasal bir biçimini temsil ettiği kapitalist toplumsal sisteme bağlamış Marksizm ve hala da bağlıyor olduğundan kuşku duyulmuyor! Onca emek ve çözümleme, iddia, çağrı ve kahramanca çaba boşa gidiyor –başta “dar sınıf bakış açısı”yla “pozitivist Aydınlanmacı ekonomik determinizm”i dolayısıyla örneğin “Avrupa devlet uygarlığının kalıpları kırılama”yınca, Marksizmin, yedeği olmaktan kurtulamadığı “kapitalist modernizmin sol adı altında en azından yüz elli yıllık objektif suç ortaklığı” kaçınılmaz oluyor!
Ancak yukarıda “sınırlı çözüm katkıları”nın kabullenilmesinde olduğu gibi, tek yanlı davranılmayıp, Marksizmin “hakkı teslim edilir” gibi yapılıyor. Öcalan’ın kendi pozisyonunu belirlerken de yaptığı gibi: “Marx’ın kapitalizmi çözmek veya ondan kurtulmak isteyen önde gelen bir kişilik olduğundan veya olmak istediğinden kuşku duyulamaz. Ama Marx’ın görüşlerinden esinlenen muazzam boyutlardaki toplumsal değişim hareketlerinin kapitalizmin hizmetçiliğini aşamadıkları genel olarak kabul gören bir görüştür. Bu anlamda aptal bir Marksist mürit olmayacağım açıktır.”[2]
Marx’ı iyiniyetli bulmakta ve kapitalizmi çözmeye çalıştığını düşünmektedir, ama onun ve görüşlerinden esinlenen devrimci işçi hareketinin hiç de devrimci olmadığını, çünkü “kapitalizmin hizmetçiliğini aşamadıkları”nı, üstelik nerede nasıl bir anket çalışması yapılmışsa, bunun, sadece kendi düşüncesi olmakla kalmayıp “genel olarak kabul gören bir görüş” olduğunu bildirerek noktayı koymaktadır: “Aptal bir Marksist mürit olmayaca”ktır! “Aptal mürit” ya da değil, hiçbir şekilde Marksist olmadığı bilinmektedir. Marksist olmadığı gibi, bir Marksizm karşıtıdır ve kendisinin olduğu kadarıyla “paradigma”sını Marksizmin suçlanması üzerine kurduğu, hem konuya ilişkin söyledikleri hem de kaleme aldığı genel görüşlerle kanıtlıdır.
Peki, Marx ve Marksizm, nasıl oluyor da sömürülenleri “hakim toplumsal sistemin bir yedeği kılmaktan öteye” geçememekte ve “kapitalist modernizmin en azından yüz elli yıllık objektif suç ortaklığı”nı yapmaktadır?
Peki, Marx ve Marksizm, nasıl oluyor da sömürülenleri “hakim toplumsal sistemin bir yedeği kılmaktan öteye” geçememekte ve “kapitalist modernizmin en azından yüz elli yıllık objektif suç ortaklığı”nı yapmaktadır?
Suç, tabii ki, tarihin materyalist yorumundan başlayarak, Marx’ın toplum ve özellikle kapitalizm çözümlemelerinde, insanın öz varlığı ve yaşamsal ihtiyaçlarının üretiminden, ekonomiden, üretici güçlerle üretim ilişkilerinden hareket ederek, sınıfları ve sınıf mücadelesini esas alan Marksist teoridedir! Devletin “sınıflaştırma aygıtı”, ama tarihsel “bir sapma olarak” ortaya çıkışını, karşısındaki “insanlığın manevi sabitlerini”, “milyonlarca yıllık demokratik değer” ve kültürel ahlaki değişmezleriyle doğal komünal toplumun “direnişi”ni ve önemlerini görüp saptayamayarak, ekonomik çözümlemeleri ve “tek toplum içindeki sınıf çatışmaları”nı önemseyip “temel tarihsel çelişme ve çatışmanın demokratik uygarlık toplumuyla sınıflı devlet toplumu arasında olduğu”nu anlayamayan Marx ve Marksizm sömürülenleri yanlış yönlendirip boşa kırdırmıştır! Kolaylıkla ve I. Wallerstein ve M. Bookchin gibi birkaç anti-Marksist “teorisyen”i başvuru kaynağı sayan belirli okumalarla yetinerek “150 yılın suçu”nun onların olduğu ileri sürülebilmiştir! Başlıca eseriyle Marx ancak bir “totem” yaratmış ve her totem gibi, o da, onca yılda yüzlerce kez görülmüştür ki, “işçilerin işine yaramamıştır”:
“‘Kapital’in yeni bir totem hizmeti gördüğü, işçilerin pek işine yaramadığı yüz elli yıllıktorik-pratik deneyimle yüzlerce kez doğrulanmıştır.”[3] Müthiş iddia! Yüz yıldan fazladır rüya görmüş olmalıyız!
Peki iddiaya göre, Marx ve Marksizmin bunca kez doğrulanan “hataları” ya da “hatalı yaklaşımları”nın kritik noktası nerededir? Amiyane deyişle, “zurnanın zırt dediği yer” neresidir?
Suçlamaların gelip düğümlendiği yer; ürünü olmak yerine bir “sınıflaştırma aygıtı” olarak kendisinin yarattığı iddia edilen sınıflar ve sınıf mücadelesiyle bağlantısı içinde “devlet” sorunu ve bu soruna yaklaşımdır!
Ve tabii ki, odağına parçalanıp yıkılması zorunluluğu değil, ama uzlaşılma ihtiyacının teorik dayanakları oluşturulmak üzere devlet sorununun yerleştirildiği bütün “demokratik modernist” yaklaşım, günümüzde, Sovyetler Birliği deneyinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından ve SSCB’nin çöküp dağılışının bir tür değerlendirmesi üzerinden geliştirilmiştir. Marx ve Marksizmle yürütülen tartışma da bu eksende ve öyleyse 1) “reel sosyalizm” denen şeyle 2) proletarya diktatörlüğünün algılanışı ve ele alınışıyla ilişkisi içinde şekillenmiştir ve bu çerçeve içinde anlamlanmaktadır.
eramını anlatmak üzere, DM’de “Marksizmde İktidar ve Devlet Sorunu” başlığıyla bir makale kaleme alan H. Dağ da, SSCB’nin tarihe karışmasının ardından, devlet (ve iktidar) sorunu odağında sorular sormaktadır: “Nasıl oldu da ezilenler adına söz söyleyen, yol gösteren ve tarihe engin devrimci deneyimler miras bırakan Marksizm iktidar ve devlet olgusunun kuramda ve kuramın takipçilerinde yarattığı/yaratabileceği yarılmayı öngöremedi? Hangi ideolojik felsefi referanslar ve politik mücadele tasarımları kuramınuygulama aşamalarında krizlerle yüz yüze kalmasına yol açtı? Ve sönümlenmesi gerektiği söylenen devlet nasıl amaç haline getirildi?”[4]
Öcalan da aynı görüştedir ve doğrusu, onun görüşlerinin kaynağı başkaları olsa bile, diğer DM yazarlarının görüşlerinin kaynağı Öcalan’dır. “Hata”nın –tarihin materyalist yorumuyla, zihniyete değil ekonomiye öncelik verilerek, “kurnaz adam” ve devletten değil, ama gelişmesi, işbölümüne ve sınıfların ortaya çıkışına götüren üretici güçlerden başlanmasında ve devletin de buradan, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ürünü olarak peydah olduğunun ortaya konuluşunda ifadesini bulan– “dar sınıf eksenli bakış”la, tarihin ilerleyişinin “devlet toplumuyla demokratik toplum arasındaki çatışma” yerine sınıf mücadelesinde aranması türünden “dayanakları”na işaret ederek, “sonuçları”nın “vahim” olduğunu söylemektedir. İddiası, sınıflar ve sınıf mücadelesinin esas alınması “dar”lığından hareketle varılan ve “sonucu” “özgün bir Sovyet uygarlığının oluşturulamaması” olan “hata”nın “nedeni”nin, Marksizmin devlet anlayışı (ya da öğretisi) ve “devletli uygarlık kalıplarının kırılamaması” olduğudur:
“Marksizmin en önemli eksikliklerinden biri de bu çatışmaya dar sınıf eksenli bakmasıdır… Somut çatışma toplumsal gövdeler arasında olur: Devlet toplumuyla demokratik toplumlar arasında. Dar sınıf bakış açısının sonuçları bilinmektedir… Uygarlıksız sınıf mücadelesi olmaz. Tek uygarlık içinde iki sınıfın mücadelesi tezinin ne kadar vahim bir hata olduğu Sovyet deneyiminde açıkça görüldü. Avrupa devlet uygarlığının kalıpları kırılamadığı için özgün bir Sovyet uygarlığı oluşturulamadı.”[5]
“Avrupa devletli uygarlığının kalıpları kırılama”mış! “Avrupa”, “Avrupa devletli uygarlığı” ve onun “kalıpları”yla çok şey kast ediliyor. Görmüştük; bunlar, Aydınlanma ve ekonomi vurgusu ve determinizme yol açan pozitivizmiyle “kapitalist modernite”ye ve onun sömürü ve sınıflaştırma aygıtı devletine gönderme yapıyordu ki, Öcalan’a göre, karanlığın ve kötülüğün ana kaynağıydılar. Venedikli tüccar egemenliğiyle Avrupa’da yüz yüze gelinmişti ve o “devletlûluk” değişmeden hala sürmekteydi. Üstelik “Sovyet uygarlığı” da onun bir devamı olmuş, orada da sürmüştü.
“Sovyet uygarlığı” ya da bir yönüyle “reel sosyalizm” sorununa girmeden, önce, Öcalan ve DM yazarlarının bütün kötülüklerin kaynağı sayıp yapılması gerekenin, tamamen karşı çıkıp uzak durmak olduğunu söyledikleri, ancak öyle olmak yerine, devlete, uzlaşmacılığı tartışılmaz yaklaşımlarını görünür kılan şu “Avrupa” sorununa bir bakalım.
“UZLAŞMIŞ UYGARLIKLAR AVRUPA’SI” OLARAK AB VE DEVLETE UZLAŞMACI YAKLAŞIM
Sınıf bakış açısının “darlığı” reddedilerek, tek bir uygarlığın sınıfları arasında değil, ama “uygarlıklar arasında” olduğu ileri sürülen tarihsel çelişme ve çatışmanın Avrupa’daki şekillenişine ve AB’ye ilişkin Öcalan’ın saptaması şöyledir:
“Avrupa uygarlığı gibi içinde çok güçlü demokratik değerleri barındıran bir uygarlığı sanki iki sınıfın (işçi-kapitalist) ortak uygarlığıymış gibi yansıtmak da içinde birçok yanlış anlamlar barındırır. Tek bir Avrupa uygarlığı yerine demokratik ve kapitalist Avrupa ayrımı daha öğretici olabilir. Günümüzdeki AB, bu iki uygarlık arasında geliştirilmeye çalışılan bir uzlaşmış uygarlıklar Avrupa’sıdır… Avrupa’nın katı devlet uygarlığını çok güçlü demokratik geleneklerle, mantık ve hukuk gibi yumuşak güçlerle dengeleme zorunluluğu, devletli uygarlığın son dönemine ilişkin tanımlamamıza uygun düşmektedir.”[6]
Ele alışın orijinalliği ortadadır. “Avrupa uygarlığı”, “içinde çok güçlü demokratik değerleri barındır”dığı için, “iki sınıfın (işçi-kapitalist)” “ortak uygarlığı” olamazmış! Tabii ki, Avrupa, işçilerle kapitalistlerin bir “ortak uygarlığı” değildir, ama tüm Avrupa ülkeleri kadar –birlik olduğu kadarıyla– Avrupa Birliği de kapitalist toplumlardır. İşçi sınıfı, günümüzde dünyanın geri kalanında olduğu gibi, Avrupa’nın da sömürülen ve üzerinde diktatörlük uygulanan sınıfıdır. İstisnasız tüm Avrupa ülkeleri, biçimi demokratik olsa bile, birer burjuva diktatörlüğüdürler.
Herhangi Avrupa ülkesinde, –sıkışıldığında, kolaylıkla OHAL ilan edilip grevlerin yasaklanabildiği– en demokratik olanında bile, işçi sınıfı, sömürüldüğü kadar egemenlik altında olan ezilen bir sınıftır ve belirli demokratik haklardan yararlanabiliyor olsa bile, bunların tümü, artık burjuvazinin devrimciliği ya da ilericiliği ve demokratlığının belirtileri değil, ama başlıca kendisinin geçmiş mücadelesinin ürünüdür. Sadece –son kitlesel örneklerinden biri, 1995’te Fransa’da Juppe Planı’nın püskürtülüşü olan– yakın tarihli irili ufaklı grev ve direnişlerinin değil, ilki 1831-34 Lyon Ayaklanmaları olan, 1848-49’deki kıta çapına yayılan ve 1871’de Paris Komünü’nün kuruluşuna yol açan, 19. yüzyılın son çeyreğinde sınıf partilerinin kitleselleşmesine götüren, 1925 İngiliz Genel Grevi’ni, 1940’ların anti-faşist direniş ve ayaklanmalarını kapsayan işçi mücadelelerinin ürünü olan haklardır. DM yazarlarının aklına binlerce yıl öncesinin Frank ya da Germen “değerleri” gelmekte, hatta yaşadığını varsaydıkları bu “değerleri”yle geçmişten yadigar bir “demokratik Avrupa (toplumu[n])”dan da söz açmakta; ancak 1917 Ekim Devrimi’ni de katarak, 1848 Devrimleriyle 1871 Komününü geçmişin “demokratik değerleri”yle ayağa kalkan “köylülüğün” mücadelesi saydıklarından olacak, işçi sınıfıyla onun kapitalizme karşı ve anti-faşist mücadelesine tamamen gözlerini kapamaktadırlar. Oysa, artık ne Frank ne de Germen klanlarıyla komünleri kalmıştır ne de belki belirli izleri dışında demokratik klan değerleri! Ve ama çağımızın bir gerçeği olarak, capacanlı işçi sınıfı, bırakalım kabile ve klanlarıyla komünal toplumu, feodal toplumun kalıntısı köylülük gibi çözülüp neredeyse bütünüyle yok olma sürecinde olmak bir yana, dünya ölçeğinde, sadece milyarlık niceliğiyle değil, nitelik olarak da gelişerek büyüyüp çoğalmaktadır.
Evet, günümüzde, modern revizyonizmin egemenliği ve çöküşünün neden olduğu tahribat ve maddi ve manevi yönleriyle tarihinde uğradığı en ağır yenilgi nedeniyle, mücadelesi ciddi biçimde gerilemiş ve işçi hareketi bugüne dek görülen en geri düzeyine düşmüştür, bu doğrudur. Ancak günümüze ancak izleri kalabilmiş binlerce yıl öncesiyle “değerleri”ni tarihin ilerleyişinin kaldıracı olarak yüceltenler, sadece on yıllarla ölçülebilecek bu gerileme ve geri düzeye düşüşten olmadık sonuçlar çıkarıp, Avrupa’da mevcudiyetini sürdürmekte olan demokratik hak ve “değerler”i, hiç değilse anıları hala taze yakın geçmişle değil ama uzak geçmişle ilişkilendirerek, 1) burjuva demokratik niteliklerini kavramadıkları gibi, 2) burjuvazinin serbest rekabetçi kapitalizm dönemine özgü feodalizm karşısındaki bir eğilimi olarak devrimciliği ve demokrasi savunuculuğu bir yana, demokratik hakların başlıca işçi sınıfının devrimci mücadelesinin ürünü olduğunu ve ancak öyle olabileceğini anlayamamaktadırlar.
“Tek bir Avrupa uygarlığı yerine demokratik ve kapitalist Avrupa ayrımı” öngörülmekte ve eklenmektedir: “Günümüzdeki AB, bu iki uygarlık arasında geliştirilmeye çalışılan bir uzlaşmış uygarlıklar Avrupa’sıdır.”
“Ayrım”ın hep öncelikli olagelmiş “zihin”de tasarlandığı ortadadır; yoksa böyle bir ayrımın olanaklı olmadığı kabul edilecektir. “Kapitalist Avrupa” hangisidir, “demokratik Avrupa” hangisi –bu “ayrım” nasıl yapılacaktır? Sınıflar ve sınıf ayrımı DM yazarlarının kabul edeceği şey olmadığına ve böyle bir ayrım yapılsa bile –“kapitalist” ve “demokratik” değil– işçi sınıfı demokrasi çerçevesine sığamayacağına ve ancak kapitalist ve sosyalist ayrımı mümkün olabileceğine göre, “ayrım” nerededir?
Demokrasi, herhalde; yarımlığı ya da tamlığına bakılmaksızın, güdük ya da değil, ifade, toplantı-gösteri, örgütlenme hakları/özgürlükleri türünden bir dizi demokratik hakkın varlığını sürdürdüğü, genellikle parlamentolu demokratik biçimiyle işçi sınıfı ve emekçi yığınların egemenlik altında tutuluşundan başka bir şey değildir. İşçi sınıfı demokratik hak ve özgürlüklerini kullanmaz ve demokrasiden yararlanmaz, bu hakları kullanabilmek üzere ve örneğin burjuva diktatörlüğünün faşistleştirilmesi girişimleri karşısında demokrasi için mücadele etmez değildir; ancak tüm bunlar, demokratik haklarla demokrasinin burjuva içerikli oluşunu ortadan kaldırmaz. Öyleyse işçi ve emekçilerle, onların sosyalist ve –saldırı altında olduğunda– demokrasiyi de savunma mücadeleleri değilse, “ayrımı” yapılacak “demokratik” olan Avrupa nedir, nerededir?
Geçmişin “demokratik değerleri” ve izine bile zor rastlanacak “komünal toplumu” mu? Abartıya yer yoktur! Bunların örnekleri gösterilemez! Ve zaten “günümüzdeki AB”nin “iki uygarlık arasında geliştirilmeye çalışılan bir uzlaşmış uygarlıklar Avrupa’sı” olduğu ileri sürülürken söz konusu edilen “çok güçlü demokratik gelenekler”e ve geçmişten kalmalıklarına dair –onları, klan ve komünleriyle doğal toplumla ilişkilendirecek– tek bir somut örnek verilmezken, “gelenek”in yanı sıra, ayrımlandırılan Avrupa’nın “demokratik” yanı ya da demokratizminin belirtisi olarak “mantık ve hukuk gibi yumuşak güçler” sayılmaktadır.
“Demokratik Avrupa”dan söz edilecekse, –tartışmadan kaçınmak üzere kendimizi Batı Avrupa ile sınırlandırırsak–, bugün krallık olanlar dahil, demokratik olmayan, demokrasi ile (şüphesiz burjuva demokrasisiyle) yönetilmeyen tek bir Avrupa ülkesi yoktur. Ve tartışılabilir bile olmayan gerçek odur ki, bu ülkelerin burjuva demokrasisi, hemen istisnasız olarak, halkın, kendi özel çıkarlarını bütün halkın çıkarları gibi göstermeyi başaran burjuvazinin peşine takıldığı feodalizme karşı mücadelenin ürünü olarak oluşmuştur, ve burjuvazinin gericileşmesiyle birlikte, burjuva demokratik hak ve özgürlükler, işçi ve emekçilerin kapitalizme karşı devrimci mücadelesinin bir yan ürünü olarak varlığını koruyabilmektedir. Özeti şudur ki, Avrupa demokrasisi, çoktandır, garantisini, işçi sınıfıyla emekçilerle mücadelelerinde bulmaktadır. Maddi olarak ve aynı zamanda hiç değilse 1848’den bu yana gelenekselleşerek, Avrupa’da demokrasiden, işçi ve emekçiler ve mücadeleleriyle ilişkisi kurulmadan bahsedilemez. Ki zaten, DM yazarları da, “gelenek” demekte, ama ötesinde bir somutluk olarak işçi ve emekçilerle ilişkili olmayan bir somutluktan bahsedememektedirler.
Geriye kalansa, “mantık ve hukuk gibi yumuşak güçler”dir. Ama bunların düpedüz burjuva nitelikli oldukları tartışma götürmez. Günümüz Avrupa’sında klan ve kabile mantığı mı –olacak şey değildir! Egemenliği tartışılmaz olan burjuvazinin görünüşte eşitlikçi, kendi, sömürüye dayalı zorba kapitalist mantığını bütün sınıflarıyla topluma dayattığı kesindir. Tabii ki, örneğin diyalektik mantık açıktan yasaklanmamıştır ve bu mantığı kullananlar yok değildir. Ancak geçerli ve egemen olan, kapitalist burjuva mantıktır.
“Hukuk” söz konusu olduğunda durum daha bir açıklığa kavuşur. Aynı kökten gelen “hak”tan başlayarak, hukuk, hakim, mahkeme –bunların hangisi, kapitalist olmayan ve kapitalizmi “denge”leyeceği ileri sürülerek yüce anlamlar yüklenen ve bu haliyle kendisi olmaktan çıkarılan “demokratik” ve üstelik olumlu içeriğine gönderme yapmak üzere “yumuşak güç” sayılacaktır? Kadınların ancak 1971’de erkeklerle eşitlikleri tanınarak seçme-seçilme hakkından yararlanma olanağına kavuştukları haklar sistemiyle İsviçre hukuku mu? Hala sokaklarında yaz-kış evsizler aç-açıkta yaşamaya çalışırken, Avam Kamarasının yanında bir de asillerin Lordlar Kamarasına sahip olmayı sürdüren İngiltere’nin hak ve hukuku mu? Başbakan ve bakanlarıyla aileleri de içinde mülk sahibi zengin sınıflara mensup olanlar servetlerini Panama vb. yerlerde tutup vergi kaçırırken üç kuruşluk bir “hırsızlık” nedeniyle aşağı tabakalardan olanlara hapis cezaları keserken elleri titremeyen Avrupa’nın bütün ülkelerinin hakim ve mahkemeleri mi? Yoksa bir nalına bir mıhına vuran ve ikiyüzlü burjuva hukukunu uyguladığından şüphe edilemeyecek AİMH mi? Hangisi?
“Hak”kın ve buradan gidilerek “eşit hak” ya da “hak eşitliği” ya da bizzat “eşitlik”in kendisinin burjuva niteliği bilinir. Toplumsal karşıtlık ve buradan kaynaklanan –örneğin birinin mülk sahibi olması ama diğerinin olmaması ve işgücünü kiralamak zorunda olması gibi– temel farklılıklar varlığını korudukça, eşitlik, sadece görünüşte ve ancak biçimsel bir eşitlik olabilir. Kapitalizme özgüdür, onun eşdeğerlerin değişimini öngören değer yasasında ifadesini bulan, ve ölçütü, insani ihtiyaçlar ve öyleyse kullanım değeri değil, ama pazarda eşitlenme ve değişim değeri olan, gerçekleşme olanağını kapsamadan sadece hak eşitliğini belirtir ve öyleyse yalnızca hukuk önünde eşitlikten ibarettir. Örnekse fabrikatör bir burjuva da bir işçi de, işgücünü kiralama hakkından eşit olarak yararlanacaktır; ancak kiralayıp kiralamakta tamamen özgür olan işçi işgücünü kiraya verirken, kiralayıp kiralamamakta yine tamamen özgür olan burjuvaysa kiralayacaktır. Hak eşittir. Ya da; ayrımsız herkes istediğini tüketmekte ve vergisini ödemekte hak eşitliğine sahiptir. Sorun oradadır ki, herkesin eşit hakkı olmakla birlikte kimin yeterli ödeme gücü varsa o istediklerini alıp tüketebilecektir. Öte yandan bir işçinin asgari ücretinden bile vergi alınmaya devam edilir, ama burjuva, eşit olmayan şekilde bin türlü teşvik ve vergi kolaylığından yararlanırken, KDV ve ÖTV, ödeme güçleri kesinlikle karşılaştırılamayacak ikisi için de eşit miktarlarla geçerli olmaktadır. Eşitliktir, hak eşitliğidir, öyleyse hukuk da, yalnızca biçimsel olan hukuk önünde eşitliği tanıyan ve başlıca mülkiyet hakkının onaylanmasından ibaret oluşuyla burjuva adilliği ve adaletini temsil etmektedir; ancak tümünün sosyal adaletle ilgisiz oldukları tartışmasızdır. Hak eşitsizlikleri karşısında hak eşitliğinin, haksızlık karşısında hakkın savunulması siyasal bir ilerlemenin savunulması anlamına gelir ve örnekse feodal eşitsizlikler ve faşist siyaset dışına itmeler karşısında, burjuva içeriğiyle olmasına rağmen, hak eşitliği olarak, eşitliğin savunulması ilericiliktir. Ancak “toplumculuk” adına kimsenin, hele işçilerin yalnızca hak eşitliğinin savunulmasıyla yetinebileceği ve yetinmesi gerektiği ileri sürülemez.
Komünal toplumda örneğin, komün üyeleri birbirleriyle sadece eşit haklara sahip olmakla kalmıyorlardı, ama toplumsal bakımdan da eşittiler; kimsenin bir diğerinden örneğin mülk sahibi olmak ya da biri çalışırken çalışmadan geçinmek türünden bir üstünlüğü bulunmamaktaydı. Yalnızca siyasal bakımdan eşit değillerdi, ama toplumsal bakımdan da “eşit”tiler ya da aynı anlama gelmek üzere, sınıf ayrılıkları bulunmuyordu, ve biri mülk sahibi ve çalışmayan diğeriyse mülksüz ve çalışmak zorunda olan başlıca iki farklı sınıfa mensup değillerdi.
Öte yandan, günümüz Avrupa hak ve hukukunun burjuva içerikli oluşları ve toplumcu klan ve komünün değerleriyle ilişkilendirilmelerinin olanaksızlığı bir yana, bu hukukun, hem de “kötülüklerin anası” varsayılmış devleti ve “devletli toplumu” katlanılabilir ve benimsenebilir kılmak üzere “dengeleme” durumunda olabilecek tarihsel bir “demokratik dinamik” olduğu, bu “hukuk”un somut pratiği bakımından da ileri sürülemez. “Avrupa’nın katı devletli uygarlığı”nın “dengelenmesi”yle oluştuğu iddia edilen “uzlaşmış uygarlıklar Avrupa’sı” olarak AB’nin, herhalde “demokratik değerler” kapsamında “dengeleyici” dinamiği durumundaki “yumuşak güç”ün başlıca kurumlarından biri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) olmalıdır. Ama Avrupa kapitalizminin hukuksal onaylayıcısı durumundaki bu “dinamik”in, bırakalım toplumcu demokratik değerleri, burjuva demokratik değerler ve örneğin hukukun üstünlüğü bakımından da hali içler acısıdır. Bunun son ve çarpıcı örneği, AİHM’in, 15 Temmuz darbesi ve darbecilere karşı ilan edildiği iddia edilen OHAL kararnamesiyle darbeci olmamalarına rağmen atıldıkları işlerine geri dönmek için başlattıkları açlık grevlerinin 147’nci gününde akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça’nın acil tedbir talebi karşısında verdiği ret kararıdır. “Devletin Gülmen ve Özakça’ya gayet iyi baktığına ve 24 uzman hekimin raporuna rağmen şimdilik hayati bir tehlike görmediğine”[7] hükmeden AİHM; açlık grevlerinin 147. gününde, tutuklu olarak, TTB gibi hekim örgütlerinin denetimine izin verilmeden cezaevi hastanesinde tutulmalarının, “yaşamlarına ya da organlarına telafi edilemez zararlar verecek gerçek ve acil bir risk oluşturmadığına” karar verdi. Burjuva hukuku adına bile utanç verici ve Türkiye ile ilişkileri gözeten siyasal bir karar verdiği ortada olan AİMH’in “yumuşak gücü”yle mi “dengelenerek” oluştu ya da oluşuyor “uzlaşmış uygarlıklar Avrupa’sı”? Hukuki açıdan yaklaşıldığında, Öcalan’ın “devletli uygarlığın son dönemine ilişkin tanımlamamıza uygun düşmektedir” diyerek benimsediği görülen bu “dengelenme”yle, savunulması olanaksız fazlasıyla pespaye ve berbat bir “uzlaşma” ve “uygarlık”la karşı karşıya olduğumuz herhalde ortada olmalıdır!
Ve bir siyasal hak eşitliği sistemi olarak demokrasi. Öncelikle “demokrasi”, evet, –ikisi de çıplak siyasal zora dayalı olan ve ilki kapitalizmin gelişmesini engelleyen, ikincisiyse burjuvazinin kan dökücü devlet biçimi olarak, kapitalist sistem içinde demokrasiyi ortadan kaldırmaya yönelen– feodalizm ve faşizm karşısında iyidir ve savunulmalıdır, ama o kadar. Her şeyi “demokrasi” ile başlatıp “demokrasi” ile bitirme ve her iyi bilinen ve işe gelen şeyin başına şirinleştirici sıfat olarak “demokrasi” ya da “demokratik”i ekleme tutumundansa vazgeçmek şarttır. Demokrasi, sonuçta bir devlet biçimidir, evet, çıplak ve açık zora dayanmamaktadır, ayırt edici özelliği kan dökücülük değildir, ancak biçimi “yumuşak” olsun olmasın, özü şiddet olan devletin bir biçimi olmaktan ibarettir. Ve devlet, öncelikle militarist ve bürokratik bir aygıt ve bir şiddet aleti olarak, belirli insan gruplarının (sınıfların) başka belirli insan grupları (sınıflar) üzerindeki baskı aracı, yani diktatörlüğü olduğundan, baskı ve zorun, şiddetin “yumuşak”ının da sertinin de benimsenip savunulamayacağı, hele her lafın başında devleti kötüleyen, devlet ve iktidardan uzak durulmasını salık verenler açısından herhalde tartışılmaz sayılmalıdır.
Peki, öyleyse, “yumuşak güç” olarak “hukuk” ve onun Avrupa’da tarihsel gelişmenin kaldıracı varsayılan “demokratik Avrupa” adına devleti ya da “devlet uygarlığını” “dengelemesi” ne demek olmaktadır? Kim neyi dengeleyecektir? Günümüzün Avrupa devletleri kapitalist devletler oldukları kadar, bu ülkelerde geçerli hukuk da, –kabul edilsin edilmesin– bir üst yapı kurumu olarak, yine bir üst yapı kurumu olan devlet gibi ve onun yanı sıra kapitalizmin bir kurumudur. Klandan, kabile ya da komünden kalma olmadığı su götürmez! Öyleyse ne “denge”si, ne “uzlaşma”sı? Devlet, ne denli “yumuşak”lığı varsayılırsa sayılsın, hukukla nasıl dengelenecek ve bir “uzlaşmış uygarlıklar Avrupa’sı” oluşacaktır?!
Sözü edilen “denge” ve “uzlaşma” sadece ve yalnızca niyeti ortaya koymaktadır ve zaten söylenen de açıkça odur: “Avrupa’nın katı devlet uygarlığını çok güçlü demokratik geleneklerle, mantık ve hukuk gibi yumuşak güçlerle dengeleme zorunluluğu, devletli uygarlığın son dönemine ilişkin tanımlamamıza uygun düşmektedir.”
Aslında devlet sorunu odağında kurgulanan bütün bir paradigmanın itici gücü ve hareket noktası olan niyet ve öncelikli oluşu onca vurgulanan “zihinsel etkinlik”, sonunda –herhalde “devletli uygarlığın son dönemi”ni nitelediğine göre, bir “aşama” olarak, mutlaka– bir uzlaşmanın gerçekleşmesidir. Konuyu sona bırakıyoruz; ancak Avrupa ile ilgili olduğu kadarıyla, belirtmeliyiz ki, zoru kabul edilmeyeceği gibi, devlet “ele geçirilmeyecek”, “iktidar alınmayacak”, ikisinden de uzak durulacak; ama –tabii ki burjuva niteliği tartışmasız– “devletle karşılıklı rızaya dayalı bir uzlaşma”yla, devlet ve “demokratik değerler”inden güç alan “demokratik toplum”un “birbirlerinin varlığını kabul temeline dayanan ilkeli bir barışla bir arada yaşayabilecekleri” bir “aşama”ya ulaşılmasıyla yetinilecektir!
Yetinmek! Evet, Avrupa’nın burjuva devletleri yerli yerlerinde duracaklar, devlet kadar, tasfiye edilmesi için mücadele bir yana, sınırları, hem paradigmatik/programatik hem de pratik olarak aşılmayıp çerçeve edinilecek kapitalizmin de varlığı sürecek, ama göreceğiz, ne sosyalist ne de kapitalist olmayacağı iddia edilen bir “konfederal sistem”in kurulmasıyla yetinilecektir! Bunun, Avrupa devletleri ve tabii ki AB’yi ilgilendirdiği kadarıyla, onlara ve onların şahsında yüceltilen kapitalizm ve burjuva devlete ilişkin bir övgü olduğu kuşku götürmez. Demokrasi övgüsüyle birleştirilerek, “akıllı” Avrupa burjuvazisinin nasıl demokrasiye sarılma gereğinin “farkına vardığı” ve demokrasinin bir nimeti olarak, “toplumun genel güvenliği” ve toplumun ortak çıkarlarının gerektirdiği “kamusal alan” dışında nasıl devletin –herhalde zor aletleri türünden– “tüm gereksiz kurum ve kurallarını terk” edeceği (etmek zorunda kalacağı) şöyle anlatılmaktadır:
“Demokrasi devleti yıkmaz; reel sosyalizm gibi ancak daha yeni bir devletin yolunu açabilir. Demokrasinin temel işlevi böylelikle ortaya çıkar. Devleti sınırlayarak, küçülterek, toplum üzerindeki ahtapot misali kollarını kırparak ancak eşitlik ve özgürlük olanaklarını artırabilir… Demokrasili devletlerde de şüphesiz devletin biçiminde önemli değişimler ortaya çıkar. Giderek toplumun ‘genel güvelik’ ve ortak yarar alanları olarak ‘kamusal alan’ dışında tüm gereksiz kurum ve kurallarını terk etmek zorunda kalır. Özellikle AB ülkelerinde geç ve çok yavaş da olsa, farkına varılan ve uygulanan bu tarz bir devlet ve demokrasi uygulamasıdır. Bir nevi tüm insanlık adına devlet ve demokrasi konusunda özeleştiri yapmaktadır.”[8]
Şu demokrasi nelere kadir! Burjuva devletin bir biçimi olmak yerine, “tüm insanlık adına” sınırlayıp, küçülttüğü devleti, “gereksiz kurumlarını” –militarizm türünden zor uygulayıcıları olmalı– terk etmeye zorluyor. “Kimin” ve “ne için” olduğu ile birlikte “demokrasi” konusunu sonraya bırakıyoruz. Ancak iddiaya göre demokrasi bu zorlamayı yaparken, hele günümüzde artık tekelci ve emperyalist olan burjuvazi de, devleti ile birlikte, uslu bir çocuk gibi, sessiz kalıp boyun eğiyor! Bu, bölgesel gericilikleri de peşlerinden sürükleyerek, kapitalist emperyalistlerin dünyanın dört bir yanında silah şakırdatıp işgallerle müdahalelere, bölgesel savaşlar ve darbelere başvurdukları “emperyalizm ve proleter devrimleri çağı”nda hayal kurmaktan başka bir şey değildir. Burjuva gericilik ve emperyalist kapitalizme ilişkin bu hayallerin gerçekleşme şansı yoktur; ancak, geriye, talepler ve dayanağı olan çıkar farklılıklarına ilişkin pazarlık marjları kalmak üzere, kurgucularını kapitalist emperyalist sisteme bağlanmaya götürecekleri/götürdükleri tartışmasızdır.
“REEL SOSYALİZM” UCUBESİ!
Marksizme yönelik başlıca suçlama olarak ileri sürülen –“ilgisizlik ve çözümlemeye girişmeme” olarak sunulan– devleti “tanımama”, onunla uzlaşmazlık ve ölçütü devlet makinesinin parçalanıp kırılması olan devlet öğretisinin devrimci ele alınışının yerine reformcu ele alınışının göstergesi olan devletle uzlaşma ve “varlığını kabul temeline dayanan ilkeli bir barışla bir arada yaşama”nın geçirilmesinin eleştirisini sona bırakarak, Öcalan’ın Sovyetler Birliği’nde “devlet kapitalizmi”nin kurulduğuna ilişkin sözlerini aktararak konuya doğrudan girelim. Devletin sosyalist kuruluşun bir aracı olarak kullanılamayacağını, ama onunla ancak uzlaşılıp ilerlenebileceğini, aksi halde “devlet kapitalizminden başka bir şey oluşmayacağını” bildiren Öcalan, devletle “barış içinde bir arada yaşanması” durumunda, düzen içinde ve mevcut burjuva devletin bekçiliğini yaptığı kapitalist sisteme dokunulmadan kalınacağı gerçeğini umursamamakta, özetlediği paradigması, geleceğin “devlet kapitalizmi”nden kaçınmak için günümüz –özel– kapitalizmini tercih etme anlamına gelerek, şunları söylemektedir:
“Doğru, iyi ve güzel olanın toplumun ancak ahlaki ve politik niteliğini tam sağlayan, bunun için demokratik siyasetle yürüyen bir demokratik konfederal sistem olduğu gerçeği öngörülmemiştir. Özgür, eşit ve demokratik toplumun iktidar ve devlet aygıtlarıyla oluşturulamayacağını, tersine bu aygıtlarla çeliştiğini görememişler; her ikisinin ancak birbirlerinin varlığını kabul temeline dayanan ilkeli bir barışla bir arada yaşayabileceklerinin teori ve pratiğini geliştirememişlerdir. Temel paradigma, devrim-iktidar-sosyalizm olarak öngörülünce, sonuçta devlet kapitalizminden başka bir şey oluşmayacağına şaşırmamak gerekir.”[9]
Böyle bir sonuçla karşılaşılmasının suçlusu olarak, Marksizmin “hatalı” “temel paradigması” tanımıyla “devrim-iktidar-sosyalizm”in hedeflenmesi, yani burjuva iktidarını deviren bir devrimle işçi sınıfının iktidardaki (egemen) sınıf olarak örgütlenip sosyalizmi inşa ederek komünizmi kurmaya yönelmesi gösterilmektedir; ancak burada konumuzla ilgili olan, Sovyetler Birliği’nde “devlet kapitalizmi”nin oluşmuş olmasıdır.
Devam edersek.
Hep niyet ve inanç –ve tabii ki “devlet kurumları” üreten zihinden yola çıkılıyor ve –hüsnü kabul gösterilerek– Marx’la Marksistlerin niyet ve samimiyetlerinden kuşku duyulmadığı bildiriliyor (ama, samimi olsalar bile, zihinlerinin asıl ürünü olan ve “kapitalist modernite kalıplarını kıramadığı” ileri sürülen “paradigmaları”yla, daha önce bildirildiğine göre, “kapitalizmin suç ortağı” olmaktan kurtulamamışlardı). İddia odur ki, niyetleri iyidir, ama “sosyalizmi kurduklarını” sadece sanmaktadırlar ve kurdukları yine kapitalizmdir:
“Marx, Lenin ve Mao, kapitalizmle boğuşurken samimiydiler. Hatta kapitalizme karşı sosyalizmi kurduklarına da inançları tamdı. Fakat çok geçmeden ortaya çıkan sonuç, kurdukları yapının kapitalizmden pek farklı olmadığını gösterdi.”[10]
Teori ile pratik kadar özgünlükleriyle kapitalizmle sosyalizm de ayırt edilmeyerek, fazlasıyla çalakalem yazıldığı görülüyor. Marx, pratikte (sosyalist inşa) değil ama teorik olarak bilimsel sosyalizmi kurmuş olsa bile, Mao’nun teorisiyle de pratiğiyle de sosyalizmin kuruluşuyla alakalı olmadığı, gerek geliştirdiği görüşlerle yazdıklarına gerekse Çin pratiğine yüzeysel bir göz atışla bile görülebilecek türdendir. Ve “elmalarla armutların tek bir sepete dolduruluşu”yla karakterize algı bozukluğu ve hem ürünü hem de nedeni olduğu kargaşa, bununla, daha ilk adımda başlamaktadır.
Mao ile Marx ve Lenin türdeş değillerdir ya da ancak temel sorunu iktidar sorunu olan siyasal devrimi savunmaları dolayısıyla türdeş sayılabilirler. Devrimci olmasına devrimcidirler, ama kategorik olarak farklı türden devrimcilerdir. Demokrasi savunucusu bir anti-emperyalist devrimci olarak Mao ile siyasal devrimle yetinmeyen ama toplumsal devrimi de savunup öngörerek sınıfsız toplumu amaçlayan komünist devrimciler olarak Marx ve Lenin, her biri devrimci olsalar da, aynılaştırılamazlar. Mao bir anti-emperyalist demokratken, Marx ve Lenin anti-emperyalist ve demokrasi mücadelesiyle sınırlı değillerdir, ama kapitalizm karşıtı komünistlerdir. Tarihi yorumlayışları, sınıf mücadelesine ve devrime yaklaşımları… özetle felsefi, teorik, siyasal vb. görüşlerinin tümünde temelli ayrılıklar olarak yansıyan burjuvazi ve kapitalizm karşısındaki pozisyon alış ve tutumları kökten farklıdır: Marx ve Lenin, sosyalist devrimle üretim araçlarına toplum adına el konulup “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”yle kapitalizme son verilmesini savunurlar; devrimci pratikleri de bu içeriklidir. Mao ise, kendisini, feodalizm ve emperyalizme karşı bir siyasal devrimle sınırlamıştır, kapitalizmin ortadan kaldırılmasını amaçlamadığı gibi, buna pratik olarak da yönelmemiş; günümüzün artık kapitalist niteliğini kimsenin reddedemeyeceği Çin’i bir yana, “üç üçte bir” adını taktığı sistemle, devlette üçte bir milli burjuvaziye, üçte bir de küçük burjuvaziye “pay verilmesi”ni ve milli burjuvaziyle ortak işletmeler kurulmasını savunan Mao’nun yaşadığı dönemde de bu görüşleri yaşama geçirilmiş ve gerek siyasal gerekse de ekonomik hayatta burjuvaziye dokunulmamış ve asıl olarak devlet eliyle kapitalizmin geliştirilmesine (devlet kapitalizmi) girişilmiştir.
Dolayısıyla, “kapitalizmle boğuşma samimiyeti” ve “sosyalizmi kurduğuna inanç” yönüyle değil, ama görüşlerinin burjuva içeriği ve kapitalizmi geliştiren pratiği yönünden yukarıdaki pasajda Mao’ya atfedilen kapitalizmin kuruculuğu görüşü doğrudur. Ancak, teorinin ötesinde kapitalizm karşısında sosyalizmi kurma şansına sahip olmamış Marx’la sosyalist kuruluşun ilk örgütçüsü Lenin’e gelince, Marx’ın teori alanıyla sınırlı olarak, Lenin’in teori ve pratikte, sosyalizmi düşünüp kapitalizmi kurdukları iddiasıysa, kuru bir iddia olmaktan öteye gitmez! Zaten, devletin “lanetliliği”nden hareketle ve zihinsel bir kanıt olarak ileri sürülen “devletli sosyalizm olmaz” iddiasından başka Sovyetler Birliği’nde inşa edilen sosyalizmin sosyalizm olmadığına dair –ciddiyeti tartışılır olsa bile– tek bir kanıt gösterilmemektedir.
Mülkiyet ilişkilerine dokunulmamış ve bu ilişkiler kapitalist ilişkiler olarak mı sürmüştür? Ücretli kölelik sistemi mi olduğu gibi kalmış ve sanayide işçiler sömürüye boyun eğmeye zorlanırken, tarımda kulaklar (zengin köylülük) bir yandan özel mülk olarak topraktan diğer yandan da yoksul köylü ve tarım işçilerinin ucuz işgücünden yararlanmaya devam mı etmiştir? Sömürünün mekanizmasını veren artı-değer üretimi sürmüş ve örneğin mutlak artı-değer oranında artış için işgünü mü uzatılmış, nispi artı-değer üretiminde artış için makineler işçilerin yerini alırken işsizlik mi baş göstermiştir? Eşdeğerlerin değişimini yöneten emek-değer yasası hiçbir kısıtlamayla karşılaşmadan değişim ve buradan gelerek üretim ilişkilerinin belirleyici unsuru mu olmuştur? Başlıca üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluğun ürünü olan ve üretim hızla gelişirken pazarların ona uygun bir hızla büyümemesinden kaynaklanan aşırı üretim krizleriyle mi karşılaşılmıştır? Ne olmuştur, hangi kanıta dayanılmaktadır da, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin değil ama kapitalizmin kurulduğu ileri sürülebilmektedir? Tek kanıt, zihinseldir ve kanıtlanması gerekeni kanıt gösteren totolojik niteliklidir: “Devlet ve sosyalizm yan yana gelemeyecek iki kavramdır.”[11]
Zihin öncelikli– kavramlar yan yana gelemeyince ya da getirilemeyince, olguların da yan yana gelemeyeceği varsayılıyor! Ama Avrupa ülkeleri örneğinde görülmüştü ve “politik toplum için ideal” sayılarak “devlet ve iktidarla karşılıklı rızaya dayanan bir uzlaşmaya varma, bu temelde devlet ve iktidarı tanıma”ya[12] dayalı olarak önerilen “demokratik konfederalizm” dolayısıyla da anlaşılmaktadır ki, kavram olarak, sosyalizmle yan yana gelemezken, devlet, bal gibi demokrasi ve özgürlükle yan yana gelebilmektedir. Devletin, kavram olarak, neden sosyalizmle yan yana gelemediği ama demokrasi ve özgürlüklerle gelebildiğiyse anlaşılmaz olarak kalmaktadır! Yoksa ancak anlaşılabileceği gibi midir: Devletle uzlaşarak yan yana gelmede sakınca görmeyip, böyle bir yan yana gelişi “demokratik konfederalizm” adıyla paradigma olarak önerenler, işçi sınıfı ve sosyalizmle yan yana gelinemezken, burjuvazi, demokrasisi ve demokratizmiyle gelinebileceğini mi düşünmektedirler? Bu tür bir tercih sorunuyla mı karşı karşıyayız? Ve bir başka soru: Neden demokratik konfederalizm savunularak ve hem de uzlaşılarak, öyleyse belirli tavizler verilerek devletle bir araya gelinebilmektedir, ama sosyalizm, üstelik uzlaşıp taviz de vermeden, tersine burjuva devlet makinesini kırıp parçalayarak, kavram olarak bile devletle yan yana gelememektedir? Yasak neden sadece sosyalizme konmaktadır?
Devam eder ve Mao ile Marx ve Lenin’in, türdeş olmamalarına karşın, birlikte anılarak “samimiyet” ve tersi bir “inanç”la da olsa, Sovyetler Birliği ve Çin’de sosyalizmi değil, ama kapitalizmi kurdukları iddiasına dönersek, sosyalizmle kapitalizmin birbirine karıştırıldığını görürüz. Mao’nun küçük burjuva nitelikli teori ve pratiğinin, ayrım yapılmaksızın, Marx ve Lenin’inkiyle birlikte anılması, ancak, ideolojik ve siyasal olarak bilimsel sosyalizmle anti-emperyalizm ve demokratizmin, politik ekonomi bakımından da sosyalizmle kapitalizmin, aralarındaki farklar yok sayılarak, birbirine karıştırıldığını kanıtlar.
Paradigma geliştirme iddiasında bulunanlar bakımından burjuva ve sosyalist nitelikli iki temelden farklı teorik-politik düşünce sisteminin ayırt edilmesi fazla zor olmamalıdır, ama boş bulunulduğunu kabul edelim ve Mao ve Marx’la Lenin, görüş ve düşünceleri arasındaki derin farklar fazlasıyla “ince” bulunarak, birbirinden ayırt edilemedi diyelim. Böyle olsa bile, hangi detayları söz konusu olursa olsun, hayatın her alanında yansıyan karşıtlıkları görülmezlik edilemeyecek olan kapitalizmle sosyalizm, toplumsal sistemler olarak, nasıl birbirine karıştırılır da, ayırt edilemez?
Kapitalizm, ister Batı’daki gibi özel, isterse Bismark sonrası Almanya ya da modern revizyonist “komünist” partilerin yönetimi altındaki sosyalistlik iddia eden ve bir dizi deforme edilmiş sosyalist iktisadi, sosyal ve siyasal biçimlere sahip ’60-70-80’ler Rusya’sı, Doğu Avrupa ülkeleri ve Çin gibi devlet kapitalizmi olsun, tanınamaz değildir. Batı’daki biçimi bir yana, eğer günümüz Çin’inde olduğu gibi, fabrika ve işletmeler birbirleriyle rekabet halindeki kurumlar olarak –uluslararası ortaklıklar kurmayı da kapsayarak– özel mülkiyet konusu olmamış, tek ulusal bankadan birbirleriyle rekabet eden birden çok bankaya geçilmemiş, borsa vb. ortaya çıkmamış ve “ucuz işgücü cenneti” olmanın yanında kapitalizmin ayrılmaz yol arkadaşı olarak işsizlik ve devrevi krizler göze batacak biçimde görünür olmamış ve henüz gizlenebiliyorsa bile, kapitalizm, sosyalizmle karıştırılabilir değildir. Sadece artı-değer ve değer yasasının kısıtsız düzenleyiciliğiyle değil, sadece bir tarafta mülk sahibi ayrıcalıklı küçük bir “zümre” olarak kapitalist sınıf, bir taraftaysa işgücünden başka satacak şeyi olmayan mülksüz ve sömürülen bir çoğunluk olarak işçi sınıfının karşı karşıya gelişleriyle de değil; mülkiyetin olduğu kadar, devlet ve grup mülkiyeti ve bunların birimleri arasındaki değişimin niteliğine, bunun –yetki dağılımı ile birlikte– planlamada yansımasına ve her şeyden önce –sosyalizmde artık işçi olmaktan çıkmış olmaları ve ihtiyaçları giderek daha ileriden karşılanarak çalışma ve yaşam koşulları giderek iyileşmesi gereken– çalışanların/üreticilerin durumlarına bakılarak, kapitalizmle sosyalizm birbirinden ayırt edilebilir. Edilemiyorsa, bu, ekonomi ve toplum bilimine dair hiçbir şey bilinmiyor olmanın ötesinde kaba bir gözlem yeteneğine bile sahip olunmadığını gösterir.
En azından Ferda Çetin, yanlış yere bağlayıp hatalı sonuç çıkarsa bile, şu yazdıklarıyla, doğru sonuç çıkarmaya elverir bir gözlem yeteneğine sahip olduğunu ortaya koymaktadır:
“Fakat ne Stalin ne de ardılları bakımından iktidar-yönetim ve devlet, toplum için bir hizmet aracı olarak ele alınmamış; aksine birey ve toplum devletin güçlenmesi ve bekası için ele alınmıştır. Sovyet insanının günlük yaşamı, ihtiyaçları, toplumsal sorumluluk bilinci, ruhsal ve manevi dünyasına ilişkin yöneticilerin ilgisi yok denecek düzeydedir… Açlık ve gıda sıkıntısının yaşandığı dönemde halka gıda dağıtan bürolar şekil değiştirmiş; ellerinde sefertası ve bez torbalarla ekmek ve yemek kuyruğundaki insanların yerine, kürklü ve kalpaklı komünist parti yönetici ve üyeleri kapitalist ülkelere ait ve ülkede satılması yasak malzemelerden edinmek için, Moskova’nın önemli caddelerinden birinde bulunan ‘özel’ mağazanın kapısında bekleşiyordu… Devlet güçlendikçe komünist parti yöneticiliği ve üyeliği ilkeli öncülük olmaktan çıkmış; halktan kopuk özel mülkiyet ve tüketim düşkünlüğü yapan elit insanların yeni ‘sınıfı’ haline gelmişti.”[13]
Çetin, farklı dönemleri karakterize eden görünür bir “değişiklik”i yakalayıp saptamıştır, ama bu veriden hareketle düşünüp fikir yürütmeye girişmemektedir. Elinde bir “paradigma” ya da düpedüz bir “kalıp” –sıklıkla Marx ve Marksizme atfedilen “kapitalist modernite kalıbı”– vardır ve hangi veri olursa olsun, üzerine yerleştirerek, o şablona göre düşünmektedir. Halktan ve yöneticilerden yana ya da halkın ve “yeni sınıf”ın yönetici “elit”inin egemen olduğu iki farklı nitelikte dönemi gözlemekte, ama bu farklılığın ne anlama geldiğini düşünüp sonuç çıkarmaya yöneleceğine, elindeki sonucu kararlaştırılmış paradigmatik hazır reçeteyle yürüyüp gitmektedir: Gözlemlediği veriyle aralarında ayrım yapmak zorunluyken, bir bütün olarak “Stalin ve ardılları”ndan söz açmayı seçmekte ve o da “konfederal paradigma”nın merkezi sorununu oluşturan “devlet ve iktidar” sorununda odaklanıp, Stalin’le Kruşçev ve Brejnev’i, sosyalizmle kapitalizmi aynılaştırıp devletle halkın karşı karşıya olduğunu bildirerek, sorunu hallettiğini varsaymaktadır. Hangi devlet, kimin devleti, Stalin dönemiyle Brejnev dönemininki aynı devlet mi sorularıyla yanıtları ortada kalarak; ama sanki ele alınabilirmiş sonucu çıkan “devlet, toplum için bir hizmet aracı olarak ele alınmamış” deyişi ve üslubundan paradigmayla arasında belirli bir mesafe olduğu/olabileceğini düşündürtse bile, paradigmanın istediği gibi, birey ve sosyalist olması gereken toplum üzerinde devletin baskısını ve her şeyin devletin bekası için oluşunu vurgulayıp bırakmaktadır. Ona göre, Sovyet insanı ve toplumunun günlük yaşamı, maddi ve manevi ihtiyaçları ve bilinç durumuna ilişkin, ayrımsız olarak “Stalin ve ardılları”nın “ilgisi yok denecek düzeydedir”. Yani, Çetin, elindeki veri tersini göstermesine karşın, Stalin ve Stalin döneminin, tıpkı Kruşçev, Brejnev ve dönemleri türünden, maddi-manevi ihtiyaçlarına ilgisizlik içinde olunan halktan kopuklukla karakterize elitleriyle kapitalist “yeni sınıf”ın egemenlik dönemi olduğunu iddia etmektedir!
Öcalan, Marx ve Lenin’le Mao arasındaki farkı yok etmişti. Çetin, Marx’la Lenin’in yanına Stalin’i de katmış, böylelikle, her üçünün de sosyalizmi değil, kapitalizmi kurdukları ileri sürülmüş olunmuştur ve bu konuda Öcalan’la Çetin arasında bir farklılık yoktur.
Ancak Sovyetler Birliği konusunda yine rivayet muhteliftir. Marx (ve tabii ki onunla birlikte Engels), Lenin ve Stalin’in sosyalizmi değil kapitalizmi kurdukları iddia edilmektedir, ama yine de bir “reel sosyalizm” sözü edilmektedir. Öncelikle her şey kapitalizmden mi ibarettir, yoksa sosyalizme geçilmiş midir? Ve ikinci olarak, “reel sosyalizm” kavramı kullanıldığına göre, “reel” ya da değil, sözü edilen sosyalizm midir değil midir –işte rivayetin muhtelif olduğu başlıca konu budur.
Bir DM yazarı, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kurulup yaşandığını ve bu “sosyalizm”in “reel sosyalizm” olduğunu düşünerek –en başta Marx, Engels ve Lenin’le Marksist devlet öğretisinin yanlışlığını gösterdiği iddiasıyla, ama kuşkusuz bir kafa karışıklığının da işareti olarak– sormaktadır: “Gerçekte çöken reel sosyalizm tek sosyalizm türü müydü? Gerçek sosyalizm o muydu? Sınıf kavramı ve ona dayalı devlet tezleri ne kadar tarihin hakikatini yansıtıyordu?”[14]
Yazara göre, SB’nde bir “devletli toplum” olarak kapitalizm, devlet kapitalizmi değil, sosyalizm kurulmuştur. Ancak o, tıpkı eskiden yapıldığı gibi, “reel sosyalizm” olarak bu “sosyalizm”in “gerçek sosyalizm” olup olmadığını tartmaktadır! Aynı yazar, devam ederek, asıl olarak yine suçu yıkıp “çöktüğü”nü söylediği Marksist devlet öğretisine vurmakta, ama SB’de bir tür “sosyalizm” kurulduğunda ısrar etmektedir:
“Bu kurama [sınıf mücadelesi kuramı] göre toplumsal sorunların çözülmesi gerekirken tersi bir sonuç gerçekleşmiştir. 1917 Ekim Devrimi ve ardı sıra gelişen işçi mücadeleleri ve ulusal kurtuluş hareketleriyle yer kürenin üçte birinde sosyalizmin inşa edilmesi gerçekleşmeye başladı. Ancak 1990’lara gelindiğinde tam bir çözülme ve dağılma yaşandı. Proletarya diktatörlüğü iktidarı altında adına sosyalist devlet denen reel sosyalizm çözülüp dağıldığında açığa çıktı ki, devlet küçülüp etkisizleşmesi gerekirken; tersine hemen her şeyi yönetimi altına alan, şiştikçe şişen, aşırı obez bir devlete dönüştü. Sonuçta patlayıp infilak etti... 20. yüzyıl boyunca insanlığın umudu haline gelen ve halkların uğruna büyük mücadeleler verdiği, büyük kahramanlıkla sergilediği sosyalist devlet tezi böylece çökmüş oluyordu.”[15]
Proletarya diktatörlüğü ve devletin “küçülmesi” ya da “büyümesi” ve Marksist “devlet tezi”nin çöküp çökmediği tartışmasını ileri bırakarak, burada sadece SB’nde “sosyalizmin inşa edilmesi” gerçeğinin kabulüyle ilgiliyiz. Yazarın söylediklerinden anlaşılan, tanımlamalar bir yana, SB’de yaşanan sürecin gerçeğe yakın bir anlatımıdır: ’17 Ekim Devrimi ile (şüphesiz iktidarı alan işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesiyle), “reel”liğinden söz açılmayıp “gerçek” olması gereken sosyalizmin inşası başlamış, ’90’larda ise yaşanan, “reel sosyalizm[in] çözülüp dağılması” olmuştur. Bundan çıkan, ’17’yle inşasına başlanan sosyalizmin, sonradan yolundan saparak, adı “reel sosyalizm” takılan bir başka şeye, (tabii ki deforme edilmiş bir dizi sosyalist biçimi kullanmayı sürdüren kapitalizme) dönüştüğü ve çökenin sosyalizm değil, ama bu ucube olduğudur ki, bu doğrudur. Gerçi, “adına sosyalist devlet denen reel sosyalizm”in bütün bir proletarya diktatörlüğü dönemine özgü olduğu da söylenmektedir; ancak bu, bir cümleden diğerine kafa karışıklığını gösterir.
Üstelik kafa karışıklığı sadece yazarın sorunu değil, ama geneldir.
Araya Mao’nun da katılmasıyla, “Marx’la Lenin’in kurdukları yapının kapitalizmden pek farklı olmadığı”nın iddia edildiğini görmüştük.
Sonuçta “kapitalizm”de karar kılınmakta; ama Marx ve Marksizme yöneltilegeldiğini gördüğümüz “kapitalist moderniteye alet olma”, “objektif olarak kapitalizmin suç ortaklığını yapma” içerikli suçlamalarla Sovyetler Birliği’nde “kapitalizmin kurulduğu” iddiasının zaten “kurdukları yapının kapitalizmden pek farklı olmadığı” şeklinde “yumuşatılarak” ileri sürüldüğü hatırlandığında, yine de doğrudan kapitalizmin değil, ama kapitalizme götüren “kötü” bir “sosyalizm” türünün sözü edildiğini düşündürten bir kaosun sürdüğü görülmektedir. Ya da Sovyetler Birliği’nde kurulanla yıkılanın sosyalizm mi kapitalizm mi veya ne kadarının sosyalizm ne kadarının kapitalizm olduğu konusunda rivayet muhtelif olduğu kadar kafalar da karışıktır. Belki “kapitalizmden pek farklı olmadığı” ima edilen bizzat “reel sosyalizm”dir; ama bu konuda açıklık yoktur.
Kafa karışıklığı ciddi boyuttadır. Ve paradigmanın dayanaklarını biliyoruz: Şu ya da bu sınıfın olmayan, ama “sınıflaştırma” ve “artı değer sızdırma aygıtı” olarak, kendi başına buyruk, başı sonu belirsiz bir “zihinsel ürün” olan “devlet, ekonomi olmayan ekonomidir”, ama “kapitalizm ekonomi değildir”, öyleyse elbette sosyalizm de ekonomi olmayacak, ve bu durumda, ne temel çelişkileri, ne ekonomik yasaları ve ne de mülkiyet vb. ilişkileri arasındaki farklılıkların bir önemi kalacaktır. Zaten köleci ve feodal toplumların ardından gelen kapitalist ve sosyalist toplumların “ilerlemeci düz çizgi boyunca” bir birinin peşi sıra sıralanması zorunluluğu yoktur; tarih de, aslında doğal toplum, “devletli uygarlık” ve “demokratik uygarlık” olarak üç toplum biçimi tanımaktadır. Devlete odaklanan paradigma ve bu dayanaklarından çıkacak sonuç; kapitalizm ve sosyalizm kadar, dinamik, dayanak ve unsurlarının farklılıklarıyla birlikte aralarındaki karşıtlıkların da önemsiz görülmesi ve zaten toplumların ekonomik yapılarıyla bunların gelişme yasalarının değil “zihnin öncelikli” (ve öyleyse keyfiliğin geçerli) sayılması nedeniyle ayırt edilmeleri hem önemsenmeyen hem de zorlaşan kapitalizmle sosyalizmin kolaylıkla birbirine karıştırılması olmaktadır.
Marx’a yöneltilen “siyasal iktidarı… çözümlemeden soyut ekonomi-politik analizlerle kapitali kavramlaştırmak, sürekli bilince taşımak, bilerek veya iyi niyetle yöntem hatasına düşmek ve kapitalist paradigmaya kurban gitmek”[16] suçlamasının gereği, tabii ki onun yolundan yürümemek ve yaptığını tekrarlamayıp, devleti çözümlemek yerine politik ekonomi analizleriyle uğraşmaktan uzak durmaktır. O nedenle, kapitalizmle sosyalizm, politik ekonomi ve yasaları bakımından ister farklı olsun ister olmasınlar, önem taşımamaktadır –istedikleri gibi olabilirler! Önemli olanın devlet, temel çelişmenin de “devletli toplumla demokratik toplum arasında” olduğuna inanılarak, kapitalizmmiş ya da sosyalizmmiş, ayırt edilmelerinin önem taşımaması ve bunun doğal sayılması, kafa karışıklığına ve konuya ilişkin değişik görüşlerin bir arada savunulabilmesine yol açmaktadır. Örnek verilecek olursa…
Önce, 13. yüzyıl Venedik’iyle de yetinmeyerek, kapitalizmi, henüz üreticilerin büyük çoğunluğu köle sahiplerine kişisel olarak bağımlı kölelerken, köle olmayanların da bireysel üretim araçlarından kopmamış olmaları nedeniyle, henüz oluşmamış “emek pazarı”nda işgüçlerini satmak üzere özgürleşmedikleri, dolayısıyla iki ön şartının oluşmadığı[17]Sümerlere kadar taşıyan Öcalan’ın, tarihe zihin-öncelikli devlet odaklı yaklaşımının ürünü olarak, sosyalizmin de yine oralarda ve eş-zamanlı olarak, üstelik sömürücü sınıfların eliyle örgütlendirilerek ortaya çıktığını iddia etmesi, şaşırtıcı olmasa bile, şüphesiz, kapitalizmle sosyalizmin birbirine karıştırılmaları kadar, birbirine karşıt ekonomik yasaları bir yana, tamamen keyfi olarak kurgulanırlıklarını göstermektedir. Öcalan’ın, aynı zamanda, sosyalizm kavrayışını ya da sosyalizme dair bilimsel hiçbir fikre sahip olmadığı da ortaya koyan bu iddiası şöyledir:
“Devlet ilk defa rahip-kral olarak örgütlenmektedir. Ekonomi ilk defa devlet sosyalizmiolarak devletle iç içe örgütlendirilip denetim altına alınmaktadır.”[18]
İddia, “pes” dedirtecek türdendir! Nerede? Sümerlerde! Devlet “rahip-kral olarak” örgütlenirken, ekonomi de “devlet sosyalizmi olarak devletle iç içe örgütlendiril”mektedir! Bu kadarı fazladır! Kargaşanın bu kadarı da olmaz! Devlet, sömürgen “rahip-kral”ın. Sosyalist kim? O da kral! Peki, sosyalizm, üretim araçlarının toplumsallaştırıldığı sistem olduğuna göre, toplumsallaşma nasıl ve kim tarafından gerçekleştiriliyor? Haydi, kral iyiniyetli ve “kurnaz” değil ama fazlasıyla “ahlaklı” ve bu işe girişti diyelim; ama devlete, daha yeni, geri ve gelişmemiş, ama şüphesiz toplumsal nitelikli üretim araçlarının özel mülk halini almasıyla gelinmişken ve üretici güçlerin düzeyi kesinlikle yeniden toplumsallaştırılmalarına elverecek bir gelişkinlik düzeyinde değilken, bu nasıl olmuştur? Her şey zihinde mi olup bitmektedir, kurguyla, zihinde mi olup bitmiştir?
Sümerlerde kurulan sosyalizmse, SB’de neden kurulmamış olsun?! Eğer bir sömürü toplumu olduğu su götürmez olan Sümerlerde “sosyalizm” kurulmuşsa, bu demektir ki, “demokratik” paradigmadaki kavranışıyla, öncelikle kapitalizm türü (“kapitalizmden pek de farklı olmayan”) bir sömürü ilişkisi ve sömürüye dayalı bir sistem varsayılan “sosyalizm” pek de matah bir şey değildir; ve öyleyse, tartışma boşunadır, Sovyetlerde ister kapitalizm isterse sosyalizm kurulmuş olsun, fark etmeyecektir! Ama bu, kafaların karışık olmakla kalmayıp allak bullak olduğu anlamına gelmezse hangi anlama gelebilir?
Tek örnek Sümerlerdeki “sosyalizm” sorunu değildir. SB’nde kurulanın, sosyalizm değil ama kapitalizm olduğu söylemi pekiştirilmektedir:
“… Zafer elde edildi. Fakat 70 yıl sonra anlaşıldı ki, kapitalizmin en çapulcu biçimi ‘Batı Avrupa kapitalizmi onun yanında adeta yedi suyla yıkanmıştır’ kurulmuştur. Kapitalizminen totaliter, antidemokratik biçimi söz konusudur. Bu olgunun altında devlet anlayışı yatmaktadır.”[19]
Suçlunun yine Marksist devlet öğretisi olarak gösterilmesi bir yana, Sovyetler Birliği, Ekim Devrimi zaferinin ardından sosyalizmin inşasına girişilip belirli bir süre sonra “reel sosyalizm” adı takılan kapitalizmin restorasyonuyla yaşanan dönüşüm ve en son ’91’deki çöküşle bir süreç olarak da ele alınmamakta; ama “70 yıl sonra” ülkede düpedüz “kapitalizmin kurulmuş” olduğunun anlaşıldığı belirtilmektedir. Üstelik iddia odur ki, 70 yıl önceki “zafer”le kurulmuş olan, “kapitalizmin en çapul, en antidemokratik biçimi”dir! Ve bu iddia, Öcalan’ındır.
Bir sayfa sonra, Öcalan, bu kez yine “reel sosyalizm”den söz etmektedir; ancak bu, onun “kapitalizmin bir mezhebi” olduğuna ilişkin bir söz ediştir: “Aslında reel sosyalizm, sosyal demokrasi, ulusal kurtuluş, liberalizm ve muhafazakarlığa kapitalizmin en büyük mezhepleri gözüyle bakmak daha gerçekçi bakış açısı sağlar.”[20]
Öte yandan, “demokratik toplum paradigması” çerçevesinde, Sovyetler Birliği ile ilgili, bolca “sosyalizm”, “reel sosyalizm” ve bunların birbirleriyle ve kapitalizmle ilişkilerine dair çeşitlemeye rastlanır. Açık ve net tekleştirilmiş bir formülasyon ise yoktur.
Örneğin, başka yerlerde kah “Sümer devlet sosyalizmi”nden kah SB’nde kurulan kapitalizmden söz açan Öcalan, bir başka yerdeyse, –zaten niyetiyle samimiyetinden kuşku duymadığı– Marx’ın “istediği”/isteyebileceği (bir başka kişininse istemediği/istemeyebileceği), tercih sorununa indirgenmiş bir “sosyalizm” olarak, “gerçek hareket”[21] değil, devlet ya da başka her toplumsal olgu gibi –projelendirilmiş– zihinsel bir kurgu varsayıp “isteğe bağlı” şey olarak kavradığı “sosyalizm”den, ama yine de hiç değilse olumladığı “iyi” bir “sosyalizm”den söz edebilmiştir:
“Paris Komünü iyi bir başlangıçtı, ancak iyi anlaşılmadı. Başarılı olsaydı Marx’ın istediği sosyalizm oluşabilirdi. Ancak sonraları sosyalizmin ancak devletin yardımıylakurulabileceğini savunan bir sosyalizm anlayışı oluştu.”[22]
Anlayış olarak “sonraları oluşan” bu “sosyalizm” “reel sosyalizm”dir ve SB’nde kapitalizmin mi sosyalizmin mi kurulduğuna dair kargaşayı bir nebze hafifletmek üzere, Öcalan’a göre, “devlet kapitalizmi”ne götürmüştür: “Temel paradigma, devrim-iktidar-sosyalizm olarak öngörülünce, sonuçta devlet kapitalizminden başka bir şey oluşmayacağına şaşırmamak gerekir. Reel sosyalizmin devlet kapitalizmiyle sonuçlanmasının diğer bir anlamı sınıf temelleriyle ilgilidir.”[23]
Bir arada alındığında, aktarılan iki pasajdan anlaşılan; “istediği”nden farklı biçimde –proletarya diktatörlüğü fikrini ortaya atan Marx olduğu için, tabii ki Marx’ın da katkısıyla– “oluşan” “sosyalizm anlayışı”nın, “reel” sıfatını hak etmesi açısından, öğreti olarak, düşünüldüğü ya da “istendiği” gibi değil yaşandığı ve gerçekte olduğu gibi, öyleyse “reel sosyalist” içerikli olduğu ve kapitalizmle sonuçlandığıdır. Ancak başka yerlerde kapitalistliği ileri sürülürken, burada, Sovyetler Birliği’nde inşa edilen sistemin “reel sosyalizm” olduğu belirtilip “sosyalist”liğinin açıklanması, kafa karışıklığıyla kargaşayı giderecek değil, tersine artıracak, kapitalizmle eşitlenmiş, sosyalizm olmayan bir tür sosyalizm algısını ortaya koyan türdendir. Görelim:
“Daha Marx ve Engels döneminde işçi sınıfı için temel mücadele çerçevesinin Alman merkezi ulus devleti olarak benimsenmesi tüm yanlışlıkların anası olmuştur… Marksizmin yüz elli yıllık öyküsü bu hatanın kurbanı olma öyküsüdür. Sovyetler deneyimi ve günümüz Çin’i bunun en kanıtlayıcı örnekleridir. Rusya’da daha 1920’ye varmadan Sovyetlerin demokratik yapısı sona erdirilmiştir. Geriye ulus-devlet modeliyle tek ülkede sosyalist inşa yolu kalmıştır… Ortaya çıkan, modern ‘Firavun Sosyalizmi’dir. Demokratik modernite akıllara gelmemiş, daha doğrusu engellenmiştir. O demokrasi de yine düşük doğum halinde 1990’lardan sonra gündeme gelecektir… SSCB örneği Sovyet deneyiminin sosyalist olmadığını, demokratik uygarlığı esas almayan bir sosyalizmin gerçekleşemeyeceğini en çarpıcı biçimde sunan tarihsel bir deneyimdir.”[24]
Devlet sorununa, “yanlışlıkların anası” olarak, bıktırıcı şekilde tekrar tekrar vurgu yapılıp, Marx ve Marksizmin –devleti, proletaryanın mücadelesinin verili çerçevesi ve bir aracı olarak benimsemesi dolayısıyla– buradan suçlanmasını bir yana bırakalım. Marksizmin “yüz elli yıllık”, öyleyse, toplumsal sistemin kapitalizmden sosyalizme ve sonra yeniden kapitalizme dönüşmesi atlanarak, Marx ve Engels’in dünya görüşü ve eylem kılavuzu olarak temellerini atmaya girişmelerinden Sovyetler Birliği’nde yaşanan “çöküş”e uzanan “öyküsü”nün “bu hatanın kurbanı olma öyküsü” olduğunun ilan edilmesi, aktarılan önceki iki pasajda da olduğu gibi, Marksizmin bilimsel sosyalizmin değil “reel sosyalizm”in öğretisi sayılması demektir. Öcalan ve DM yazarlarına göre, Marksizm “reel sosyalist” bir öğretidir ve “reel sosyalizm”e özgüdür! Sosyalizmin inşasına girişilmeyen ve hiçbir zaman sosyalist olmayan Çin bir yana bırakılırsa, “tek ülkede sosyalist inşa” deneyimi olan “Sovyet deneyimi” bunun “kanıtı” sayılarak; SB’nde inşa edilen sosyalizmle birlikte ona kılavuzluk etmiş olan Marksizmin, hatta “Sümer devlet sosyalizmi”nden de kötü, “demokratik yapısı sona erdirilmiş”, “modern ‘Firavun sosyalizmi’” olduğu iddia edilmiştir! Ve Firavunlara özgü “sosyalizm” dendiğinde sosyalist sayılmaması hiç de anormal olmayan “SSCB örneği Sovyet deneyiminin sosyalist olmadığı” bildirilmiştir!
Bunun Marksizme ve sosyalizme küfür olduğu ortadadır. Kruşçev’in darbesinin ardından kapitalizmin restorasyonu yoluna giren Sovyetler Birliği’nin hızla sosyalist olmaktan çıkmaya başlaması ayrıdır ve doğrudur; ancak bütün bir sosyalist inşa döneminin “reel sosyalizm” adı da takılarak “Firavun sosyalizmi” olarak nitelenmesi, işçi sınıfı ve sosyalizmden haz etmeyen son sömürücü sınıfın –kimileri modern Firavunlar olarak da nitelenen– kibirli sözcü ve temsilcilerine özgüdür.
Bir diğer DM yazarı olan Satılmış da, SB’nde tanık olunanın “reel sosyalizm” olduğunu söylemektedir. Ancak o da, yürüdüğü Öcalan’ın yolunda, “kapitalist modernite sisteminden birçok yönüyle farklı olmadığını” belirtip “kapitalist modernizmin yüz elli yıllık objektif suç ortaklığı” olduğunu ileri sürerek, “reel sosyalizm”i “Marksist sistem”e eşitlemekte ve yüz elli yıl sonra SB’nde revizyonizm çöktüğünde, bunu “Marksist sistemin çöküşü” olarak nitelemektedir:
“Marksist sistemin çöküşüyle şu ortaya çıktı: Onun, kapitalist modernite sisteminden birçok yönüyle farklı olmadığının, hatta dayanaklarından biri olduğunun fark edilmesi. Büyü dağılınca ortak yaşar oldukları anlaşıldı. Marksizm bir kopuş değil, bir sürdürücüolmuştu… Reel sosyalizmle başarılan, kapitalist modernizmin sol adı altında en azından yüz elli yıllık objektif suç ortaklığıdır.’”[25]
Bir kez daha Öcalan’a başvurarak, Çin üzerine söyledikleri bir tarafa, “reel sosyalizm”in “Marksizmden kaynaklandığı” iddiasını görelim: “Karl Marx … önerdiği teorik-pratik modelin kapitalist hegemonyacılığı beslediğinin farkında bile olmadı. Marksizmden kaynaklanan reel sosyalizmin en son örneği olan Çin pratiğinin ABD hegemon kapitalizminin en güçlü dayanağı durumuna düşmesi bu farkında olamamayla yakından bağlantılıdır.”[26]
Ancak burada “reel sosyalizm”in “Marx ve Marksizmden kaynaklandığı”nı söylemiş olan Öcalan, bir başka yerde, bununla çelişerek, bu kez “bilimsel sosyalizm”i temize çıkarırken suçu Lenin’le Stalin’e yıkan değişik bir değerlendirme de yapmıştır:
“Özellikle Bernstein’in demokrasi, Lenin ve Stalin’in devlet ve ulusal sorun konusundaki burjuva liberal yaklaşımları, bilimsel sosyalizm tarihindeki en büyük sapma ve yanlışlıkları teşkil etmiştir. Sadece sapmaya düşülmemiş, yanlışlıklar yapılmamış, temel doğruların yerine reel sosyalizm olarak inşa edilmişlerdir.”[27]
Kafa karışıklığı görmezden gelinir gibi değildir. Az önce “reel sosyalizmi”, “bilimsel sosyalizm tarihindeki en büyük sapma” olarak “Lenin ve Stalin’in devlet ve ulusal sorun konusundaki burjuva liberal yaklaşımları”nın ürünü sayan aynı Öcalan, aynı makalesinde, üstelik aynı sayfada, yeniden kaderlerini birbirine bağlayarak, “bilimsel sosyalizm”le “reel sosyalizmi” eşitlemekten kaçınmamıştır:
“Bilimsel sosyalizmin ve reel sosyalist uygulamanın sonunu getiren, daha doğrusu içten çözülmesinin temel nedenlerinden başta geleni, aşırı merkezileştirilmiş, bürokrasiye dayanan güçlü ulus-devlet modelidir.”[28]
Tanımları ve söyledikleri doğru olmamakla birlikte, kafa karışıklığı ve kargaşaya paradigma adının takıldığı koşullarda, sosyalizm, “reel sosyalizm” ve kapitalizmi birbirleriyle ilişkilendirerek, söylenmeye çalışılanın en anlaşılır özetlenmesini, sanırız, DM yazarı Yamalak yapmıştır:
“Reel sosyalizm ifadesi, sosyalizmin devletleşmiş halini tanıtmak için kullanılır. Sosyalizmin devleti ele geçirdiği ve sahip olduğu ilkeleri uygulama fırsatı bulabildiği ülkelerde, sosyalizm adına devlet kapitalizminin gelişmesi,… sosyalizm adına yeni tip bir kapitalist devlet olduğu gerçeğine göre yapılmış bir tanımlamadır.”[29]
*
Öcalan ve DM yazarlarının Sovyetler Birliği ve sosyalist inşaya ilişkin görüşlerinin tam bir karmaşa oluşturduğunu ve başlıca üç yönden gerçeği yansıtmayıp yanlış olduğunu söylemeliyiz.
Öncelikle, SB’nde bir sosyalist inşa yaşanıp yaşanmadığı konusunda kafa karışıklığı bulunmakta, Ekim Devrimi’nden ’91’de yaşanan çöküşe kadar süren dönem, farklı yerlerde, bazen kapitalizm, bazen sosyalizm ve bazen de “reel sosyalizm” olarak tanımlanmakta ve bu, karşıt sistemler olan kapitalizmle sosyalizm arasındaki niteliksel farkın anlaşılamadığını göstermektedir.
İkinci olarak, Lenin’le Stalin ve Kruşçev’le Brejnev dönemleri bilerek ya da bilmeyerek ayırt edil(e)meyip, sosyalizm ve sosyalizmin inşasıyla kapitalizmin restorasyonundan başka bir şey olmayan “reel sosyalizm” adı takılmış ucube birbirinden farksız sayılıp aynılaştırılmaktadır ki; bu da, devletten gayrı hiçbir şey önemsenmeyerek, sınıf nitelikleri kadar dünya görüşleri ve yol gösterdikleri bütün pratik farklı ve karşıt –ilki işçi sınıfının, ikincisi burjuvazinin– olan Marksizmle modern revizyonizm arasındaki niteliksel farkın algılanamadığı kanıtlamaktadır.
İkincinin doğrudan sonucu ve üçüncü olarak, kapitalizmin restorasyonu dönemine takılan ad olan “reel sosyalizm”in yol göstericisi ve kaynağı Marx ve Marksizm sayılarak tutum belirlenmektedir ki, bu ancak, bir yönüyle odaklanmış olduğu devlet ve onunla uzlaşma ihtiyacından başka bir şeyle ilgilenmeyen zihnin algı, muhakeme ve analiz yeteneği ve üretkenliğinin sınırlarını vermekte, diğer yönüyle ise, suçlamanın sosyalizmin bozuşturulmasına ve yerine kapitalizmin restorasyonunun geçirilmesine, öyleyse modern revizyonizme ve burjuva niteliğine değil ama kolaylıkla ve doğrudan sosyalizme ve Marksizme yöneltilişi dolayısıyla işçi sınıfı ve sosyalizm karşıtlığını belirtmektedir.
“Reel sosyalizm” sorunu ya da ’60-’70’lerden başlayarak ve başlıca Sovyetler Birliği’nde uygulanan sistemi nitelemek üzere piyasaya sürülen “reel sosyalizm” kavramı, şüphesiz ilk kez Öcalan ve DM yazarları tarafından ortaya atılmamaktadır ve yaratılmış olan kargaşa sadece onlara özgü değildir. Sovyet modern revizyonistleri tarafından gündeme getirilmiş, sonra modern revizyonizmin etkisi altında kalan akımları kapsayıp, ardından yayılarak, hemen tüm anti-Marksist akımlar tarafından kullanılır olmuştur. Konuya ilişkin olarak, geçmişte, henüz “konfederalizm” ve ona ilişkin paradigma ileri sürülmemişken şunları yazmıştık:
“REEL SOSYALİZM SAFSATASI
Başlangıçta, bu yanılsamalı düşünme biçimini; uygulamalarının bilimsel sosyalizm olan Marksizmden uzaklığının, Marksist teori ile kapitalizmin önünü açan ve destekleyen revizyonist pratik arasındaki açının gitgide büyüyerek karşıtlığının her geçen gün daha çok görünür olmasının aldatıcı açıklaması olarak, iktidara oturan modern revizyonizm ortaya atıp teşvik etti. Marksist teoriye, evet bağlıydılar, ama nesnel pratik zorunluluklar vardı ve ‘sosyalizm’, pratikte, teoride ortaya konulmuş ‘idealler’den farklılıklar taşıyarak, kaçınılmazlıkla, ‘reel sosyalizm’ olarak biçimlenmek durumundaydı! ‘Reel’ ya da ‘varolan’ ‘sosyalizm’in, nesnel gerçek olarak ‘yaşayan’ sosyalizmin, teoride ileri sürülmüş düşüncelerle tam çakışması beklenemezdi!
Bu tez, bir kez ortaya atılıp yerleştikten sonra, modern revizyonizme eleştiriler yönelten, ama ondan kopmamış, tersine derin etkisi altında bulunan kişi ve gruplar tarafından da devralınıp savunuldu. Bu kez, SSCB’de varolan ‘hatalara sahip sosyalizm’in yarı açıklaması yarı eleştirisinin dayanağı kılındı. Revizyonist uygulamanın bazı sapkınlıkları görülüyor, eleştiri konusu ediliyor, ancak revizyonizmin burjuva niteliği kavranamayarak, bu sapkınlıklar ‘sosyalizm’e mal ediliyor, ve bilimsel sosyalizm ile revizyonist uygulama arasındaki farklılık, ‘reel sosyalizm’ teziyle izah ediliyordu.
Bu temelde, revizyonizmle göbek bağlarına sahip çok sayıda fikir ve akım gelişti.
Geçiş dönemi olarak proletarya diktatörlüğünü, onu karakterize eden kapitalizmle komünizm arasındaki amansız sınıf mücadelesini, ya kapitalizmin tüm unsurlarıyla tasfiyesi yolunda ilerleneceği ya da kapitalizmin restorasyonunun kaçınılmaz olduğunu kavrayamayan ve Kruşçev’in uygulamaya koyduğu liberal ‘reformların (Liberman reformları) SSCB’nin ve devletin sınıf niteliğini değiştiren süreci başlattığını, giderek sosyalizmin kazanımlarını tüketerek, yalnızca biçimsel bir ‘kabuk’a dönüştürdüğünü, revizyonizmin ileri sürdüğü anti-Marksist görüş ve tezlerin sosyalizm düşmanı ideolojik siyasal yaşamı örgütlediği ve yansıttığını, sonuçta sosyalizmin yerini devlet kapitalizminin, proletarya diktatörlüğünün yerini ise revizyonist burjuva diktatörlüğünün aldığını anlayamayan, Marksizme yönelik modern revizyonist tahribatının altında ezilen kişi ve gruplar, bu tahribatın bir parçası oldular.
Kruşçev’le birlikte devlet ve toplumun sınıf niteliğindeki keskin farklılaşmayı göremeyenler, Ekim Devrim’inden Gorbaçov’un ve SSCB’nin son günlerine kadar, tüm gelişmeyi tek bir sosyalist süreç olarak ele aldılar ve ‘reel sosyalizm’ teziyle açıklayarak, eleştirilerini sosyalizme yönelttiler. Doğal ki, ileri sürdükleri görüşler, Troçki’nin, Buharin’in vb. tezleriyle birleşti. Uluslararası burjuvazinin ‘zayıf halka’ olarak belirleyerek, ‘mızrağın sivri ucu’nu yönelttiği Stalinizmi, ‘hata’ ve ‘kötülükler’in kaynağı olarak, eleştirdikleri zemin haline getirdiler. Onlara göre, Stalin’i suçlamasına karşın Kruşçev, ardından Brejnev vb. tümü ‘Stalinistler’di. Kruşçev’in SBKP 20. Kongresi’nde açtığı anti-Stalinist kampanyadan da etkilenerek, emperyalist istihbarat örgütleriyle zamanında Troçki tarafından ileri sürülmüş düzmeceleri benimsemekte sakınca görmediler. Burjuvazi ile işçi sınıfı, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki farkı yakalayamayanların, Kruşçev ve Brejnev’le Stalin arasında fark bulamamalarında şaşılacak şey yoktu. Revizyonizmin geliştirip dayandığı bürokratik yozlaşmaların tanıklığında, Troçki’den feyz alıp, ‘Stalin bürokratizmi’ni eleştirmeye yöneldiler. Troçki, ‘Stalin bürokrasisi’ni suçluyor ama ‘işçi devleti’nden, ‘sosyalist toplum’dan söz açıyordu; ‘reel sosyalizm’ciler de benzer görüşler savundular. Hem sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü hem bürokrasinin egemenliği! Zıtlığı önce görmediler, sonra görmemek ve üstünü örtmek işlerine geldi.
Buradan, yenilgi ruh haliyle, ‘nasıl’ bir ‘sosyalizm’ gerektiğinin yanıtlarını aramaya başladılar! ‘Reel sosyalizm’ ile Marksizm arasındaki ‘açı’yı kendi kavillerince kapatmaya giriştiler. Bürokratizm saptaması üzerinden, sosyalizmi ‘demokratikleştirme’ye yöneldiler. Burjuva ‘politik çoğulculuk’unu, parti içinde hiziplerin gerekliliğini savunup, ‘tek parti diktatörlüğü’ne vb., ardından doğrudan proletarya diktatörlüğüne karşı çıkmaya vardılar. Sosyalist üretim ilişkilerini, teoride, piyasayla bağdaştırmaya uğraştılar. Çekoslovakya ve Afganistan müdahalelerini, Asya ve Afrika’ya yayılmacılığı bile savundular. Aynı tezin savunucularından kimileri, daha ileri giderek, anarşizmden ödünç aldıkları fikirlerle, devletin bir sınıfın bir başka sınıf üzerinde baskı aracı olduğunu ve olmasının kaçınılmazlığını görmezden gelerek, sınıflarüstü ‘özgürlükçü’ burjuva demokratizmi bakış açısıyla, özgürlüklerle çeliştiğini, zaten SSCB’de bireysel özgürlüklerin dert edinilmediğini ileri sürerek, proletarya diktatörlüğünü ‘yanlışlık’ ilan ettiler, iktidar fikrini, devlet olarak proletarya diktatörlüğünü ve ona dayanarak sosyalizmin inşasını, devletçiliği eleştirdiler. Eleştirileri, siyasal-düşünsel zemini aşamadı, altyapıda, üretim ilişkileri vb. bakımından zaten sorun yoktu; sosyalizm geçerliydi! Sorgulayıp saldırdıkları, kuşkusuz, bilimsel sosyalizmdi, Marksizmdi.
Burjuvazi ile işçi sınıfı ve davasını, kapitalizmle sosyalizmi ayırt etme yeteneğinde olmayan ‘reel sosyalizm’ tezi bugün hâlâ işlenip savunuluyor. Hareket noktası olarak tutarsızlığı; teori ile pratiği birbirinden koparması, Marksizmi, işçi sınıfının devrimci pratiğiyle, sosyalizm pratiğiyle ilişkisizlendirmesi ve onu, kurgusal fikirler yığını olarak, tıpkı idealist burjuva filozoflarında olduğu gibi, ‘mutlak hakikatler’ peşinde bir felsefe sistemine indirgemesi, Marksizmin tüm öğreti ve tezlerinin, kuşkusuz bilimsel çalışmaya bağlı olarak, ama doğa ve toplum bilimlerindeki gelişmelerin yanı sıra, işçi sınıfının pratiği içinde geliştirildiğini, ancak böyle gelişip zenginleşeceğini anlamamasıdır. ‘Reel sosyalizm’ tezine göre, Marksizm, düşünce birikimi olarak, ayrı bir yerde durmaktadır, ‘varolan’ sosyalizm ise başka bir yerde. Ve kendi yolundan gelişmektedir. Ya da hem Marksizm Kant’ın ‘kendinde şeyi’ olarak düşüncede vardır, hem de, bu tez sahiplerinin Kant’a katkısı olarak, ‘reel sosyalizm’ ‘kendinde şey’ olarak pratikte! Oysa, birisi [Marksizm] işçi sınıfının dünya görüşü ve eylem kılavuzu, diğeri [sosyalizm] eylemidir ve kopmazca birbirlerine bağlıdırlar; Marksizm, işçi sınıfının eyleminden gelişip zenginleşir ve onu besler, ona yol gösterir.
Aslında, bu ‘reel sosyalizmi’ ‘sosyalizm’ yapan kendine özgü ayrı bir yolu olmalıdır! Burjuva revizyonist yol.
‘Reel sosyalizm’ tezini ileri sürenler, gerçekte, bunun peşindedirler ve bugün vardıkları ‘nasıl bir sosyalizm’ arayışlarında, Marksizmin yerine koyacakları bu anti-Marksist burjuva sosyalizm türüne ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bu arayışın burjuva demokratizminin ufkuyla sınırlı olduğu bir gerçektir.”[30]
Artık, ’70’lerle ’80’lerde, hatta ’90’larda bile olduğu gibi, modern revizyonizmin etkisi altında Marksizme utangaçça karşı çıkılmakla kalınmamaktadır. Modern revizyonizmin egemenliği ve yol açtığı tahribata rağmen, Marksizmin otoritesi, etki gücü ve başta işçi sınıfının örgütlülüğü olmak üzere mevzilerinin günümüzle kıyaslanamayacak kadar fazla olduğu bu dönem geride kalmıştır. Geçmişte Lenin bile ayrı tutulup hedef daraltılarak, Marksizme yönelik saldırı Stalin’in şahsında yürütülür ve proletarya diktatörlüğünün dahi hedef tahtasına yerleştirilmesi belirli bir süreç içinde gerçekleşirken, şimdiyse eller kadar zihinler de serbest hissedilmekte ve sakınımsız davranılarak, doğrudan Marx’a ve Marksizme saldırmaktan kaçınılmamaktadır. Artık “özgürlük zorunluluğun bilincine varma”da[31]değildir, “zorunluluk” yok “özgürlük” vardır; akla ve ağıza gelen, önü arkası düşünülüp tartılmadan, özgürce söylenmektedir. Proletarya diktatörlüğü mü –“kapitalist modernitenin suç ortaklığı”dır! Sosyalizm mi –“kapitalizmden pek farklı değil”dir, Sümerlerde “devlet sosyalizmi” olarak uygulanmıştır, “modern Firavun sosyalizmi”dir ve zaten bilimsel sosyalizm, devlet kapitalizmi olan “reel sosyalizm”le aynı şeydir!
[1] Öcalan, DM, s. 18, sf. 6, abç
[2] Öcalan, DM, s. 18, sf. 10, abç
[3] DM, s. 18, sf. 20, abç
[4] Halil Dağ, Marksizmde İktidar ve Devlet Sorunu, DM, s. 18, sf. 119, abç
[5] Öcalan, DM, s. 18, sf. 21, abç
[6] DM, s. 18, sf. 21, abç
[7] Evrensel, 2 Ağustos 2017, https://evrn.sl/XH2KY?utm_source=paylas
[8] Öcalan, DM, s. 19, sf. 16, abç
[9] Öcalan, DM, s. 18, sf. 8, abç
[10] Öcalan, DM, s. 18, sf. 27, abç
[11] Halil Dağ, “Marksizmde İktidar ve Devlet Sorunu”, DM, s. 18, sf. 122, abç
[12] Öcalan, DM, s. 18, sf. 27, abç
[13] Ferda Çetin, Ekim Devriminde Devlet ve Devrim, DM, s. 19, sf. 32, abç
[14] Haydar Ergül, “Sınıf Değil, Komünalite”, DM, s. 18, sf. 94, abç
[15] DM, s. 18, sf. 94
[16] A. Öcalan, DM, s. 18, sf. 20
[17] Servetin sermayeye dönüşmesi ve kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasının şartlarıyla ilgili olarak Marx şunları söylemektedir: “… parasının sermayeye dönüşmesi için, para sahibinin meta piyasasında özgür işçiyi hazır bulması gerekir; burada özgürlük iki anlama gelir: birincisi, bu kimse meta olarak kendi emek gücü üzerinde özgür bir kişi olarak tasarrufta bulunabilmeli, ikincisi, satabileceği başka metalar bulunmamalı, kendi emek gücünü gerçekleştirmesi için gerekli olan her şeyden yoksun, özgür olmalıdır… apaçık olan bir nokta var: doğa, insanları, bir yanda para ve meta sahipleri, diğer yanda emek güçlerinden başka bir şeyleri olmayan kimseler olarak yaratmaz. Bu ilişkinin doğal bir temeli de, bütün tarih dönemleri için ortak bir toplumsal temeli de yoktur. Bunun, geçmişteki bir tarihsel gelişimin sonucu, birçok köklü iktisadi dönüşümün, toplumsal üretimin bir dizi eski biçiminin tarihe karışmasının ürünü olduğu açıktır… Sermaye, ancak, üretim ve geçim araçları sahibinin özgür işçiyi piyasada kendi emek gücünün satıcısı olarak karşısında bulduğu durumda doğar; ve bu tek tarihsel koşul bir dünya tarihini kapsar. Sermaye, bundan ötürü, başından itibaren, toplumsal üretim sürecinin yeni bir çağını ilan eder.” (Kapital, 1. Cilt.pdf, sf. 171-172)
[18] DM, s. 18, sf. 17, abç
[19] Öcalan, DM, s. 19, sf. 13, abç
[20] Öcalan, DM, s. 19, sf. 14, abç
[21] Engels, sosyalizmin (komünizmin) “gerçeğin kendisini uydurması” gereken bir zihinsel ürün, fikir ya da ideal değil ama “gerçek bir hareket” olduğunu söylemişti: “Komünizm, bizce, oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal değildir. Günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi komünizm olarak adlandırıyoruz. Bu hareketin koşulları, bugün mevcut olan öncüllerden doğmaktadır.” (Marx-Engels, Alman İdeolojisi, sf. 43, Evrensel Basım Yayın)
[22] Öcalan, DM, s. 18, sf. 133, abç
[23] DM, s. 18, sf. 8, abç
[24] Öcalan, DM, s. 19, sf. 12, abç
[25] M. Satılmış, DM, “Marksizmin Zihniyete Yaklaşımı, s. 18, sf. 77, abç
[26] Öcalan, DM, s. 18, sf. 10, abç
[27] Öcalan, DM, s. 19, sf. 17, abç
[28] Agy, abç
[29] Mahmut Yamalak, Reel Sosyalizmin Ortadoğu ve Kürt Politikası, DM, s. 19, sf. 38, abç
[30] Bkz. Kadir Yalçın, “Ekim Devrimi ve Bilimsel Sosyalizm”, Özgürlük Dünyası, s. 150
[31] Bkz. “Zorunluluğun Bilincine Varmak Özgürlük müdür?”, DM, s. 18, sf. 105
Kaynak
http://teoriveeylem.net/2017/09/sinif-mucadelesi-ve-marksizm-karsitligiyla-devletle-uzlasmacilik/
“Demokratik Modernite” ve Devlet: “Kötülüklerin Anası”, Zihinsel, Sınıfsızlaştırılmış “Devlet”Demokratik Modernite ve devlet – 2 KAPİTALİZM VE DEVLET “ELEŞTİRİSİ”NİN İÇİ BOŞ
Demokratik Modernite ve devlet – 3: Burjuva devletle uzlaşma teorisi
Hiç yorum yok