Güpegündüz Suriye Düşü Görmek
Garbis Altınoğlu
7 Eylül 2017
Suriye halkı ve ordusunun; Rusya'nın, İran'ın ve Hizbullah'ın desteğiyle, dünyanın dörtbir yanından gelen ve ABD, AB ve İsrail'in yanısıra -aralarında Türkiye'nin de bulunduğu- en gerici bölge devletleri tarafından desteklenen İslami renkli ve söylemli cihatçı gruplar zafer kazanmakta olduğu aşağı yukarı kesinleşti. En azından şimdilik bu Suriye'nin, 2011 öncesi sınırları içinde yer alan toprakların tümünü yakın bir tarihte geri alacağı anlamına gelmiyor. Özellikle ABD emperyalistlerinin -ve İsrail ile Suudi Arabistan'ın- Rojava'da ve Suriye'nin doğusundaki bazı alanlarda PYD'nin egemenliğini desteklediği ve desteklemeye devam edeceği anlaşılıyor. Bu koşullarda Suriye'nin de Rojava'da özerk bir Kürt siyasal oluşumunun varlığını -çok içine bindirmese de- kabul edeceğini tahmin edebiliriz Ancak ne olursa olsun, stratejik hedefleri Suriye'yi çökertmek, parçalamak, kendi denetimleri altına almak ve savaşı İran'a yaymak ve bu arada Hizbullah'ı ezmek olan ABD ve ortak ve uşaklarına karşı bir zafer kazanıldığı ve bu zaferin etkilerenen, asla salt Suriye'yle sınırlı olmadığı ve olmayacağı gerçeğinin altı kalın bir çizgiyle çizilmelidir. (1)
Tabii, çok büyük bedeller ödenerek kazanılan bu zaferin, başını Erdoğan kliğinin çektiği Türk gericiliğinin suratına indirilmiş ağır bir şamar anlamına geldiği de açık. Uluslararası burjuva hukukunu da ayaklar altına alan Türk gerici ve militaristleri, özelde Suriye'ye ve genelde Ortadoğu'ya ilişkin büyük hayaller kurmuşlardı. Suriye halkının verdiği büyük kayıpların ABD ile birlikte baş sorumlusu olan Türk liderleri, İslami-faşist terör gruplarını her yolla ve tüm olanaklarını seferber ederek desteklerken Türkiye'yi Ortadoğu'da “lider” devlet konumuna yükseltmeyi kuruyorlardı. Onların, komşu ülkelerin Kürt nüfusunu, hattâ daha fazlasını kendi nüfuz ve hegemonya alanları içine alma yolundaki yeni-Osmanlıcı hayalleri suya düşmüş bulunuyor. Dönemin Başbakan Erdoğan-Dışişleri Bakanı Davutoğlu ikilisi, bu emperyal hevesleri gizlemeye gerek de duymamışlardı. Örneğin Davutoğlu 2012 başlarında Kayseri'de yaptığı bir konuşmada şöyle demişti:
“1911 ile 1923 yılları arasında nereleri kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek 2011-2023 yılları arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız.
“Bu, zorunlu tarihî bir görevdir.” (“Kaybettiğimiz topraklarda buluşacağız”, İHA, 21 Ocak 2012)
Erdoğan ise başbakan olduğu dönemde, yani Eylül 2012'de AKP Genel Merkezi'nde katıldığı genişletilmiş grup toplantısında yaptığı ve Kürt ulusal hareketine karşı çok ağır suçlamalarda bulunduğu konuşması sırasında bu konuda şunları söylemişti:
“CHP yarın Şam'a gidecek yüz bulamayacak göreceksiniz ama inşallah biz en kısa zamanda Şam'a gidecek, oradaki kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız. O gün de yakın. İnşallah Selahaddin Eyyubi'nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi Camisi'nde namazımızı da kılacağız. Bilali Habeşi'nin, İbn-i Arabi'nin türbesinde, Süleymaniye Külliyesi'nde, Hicaz Demiryolu İstasyonu'nda kardeşliğimiz için özgürce dua edeceğiz.” (“Erdoğan'dan önemli mesajlar”, Hürriyet, 5 Eylül 2012) Tabii Erdoğan ve ortaklarının güpegündüz düş gördükleri ve asla silah zoruyla Şam'a giremeyecekleri çok geçmeden ortaya çıkacaktı.
Aslında Ortadoğu ve Balkanlar’ı hâlâ Osmanlı İmparatorluğu’nun birer eyâleti gibi algılayan Erdoğan, daha önceleri de böylesi açıklamalar yapmıştı. Örneğin o, 12 Haziran 2011 genel seçimlerinin ardından yaptığı ilk konuşmada, bu seçim zaferiyle İstanbul kadar Bosna’nın, İzmir kadar Beyrut’un, Ankara kadar Şam’ın, Diyarbakır kadar Ramallah’ın da kazandığını söylemiş ve 7 Ağustos 2011’de yaptığı bir başka konuşmada ise Türkiye’nin Suriye’nin iç işlerine müdahâlesini, şöyle bir sömürgeci mantıkla meşrulaştırmaya kalkışmıştı:
“Çünkü biz Suriye konusunu bir dış mesele olarak, bir dış sorun olarak görmüyoruz. Suriye meselesi bizim bir iç meselemizdir. Çünkü bizim Suriye ile 850 kilometre sınırımız var, akrabalık, tarih, kültür bağlarımız var. Dolayısıyla burada olanlar, bitenler bizim asla seyirci kalmamıza fırsat vermez. Tam aksine oradaki sesleri duymak zorundayız, duyuyoruz ve tabiî ki gereğini de yapmak durumundayız.” (2)
Bu sözleri söyleyen aptal ve lumpen burjuva politikacısı şunu bile anlamıyordu: Eğer bu gerekçelere dayanarak komşu bir ülkenin içişlerine karışma hakkına sahip olacağınızı düşünüyorsanız, bu anlayış komşu bir ülkeye ya da ülkelere de aynı biçimde SİZİN içişlerinize karışma hakkını verir.
Öte yandan işin içinde ava giderken avlanmak da vardı. Türk gericileri, “büyük Türkiye” hayallerinin ve bu doğrultudaki girişimlerinin bir siyasal bumerang gibi dönüp kendilerini vurması olasılığını hiç dikkate almadılar. Nitekim bu siyasal bumerang şimdi onları Rojava'da özerk Kürt bölgesi, Türkiye'de üç milyonu aşkın olduğu söylenen Suriyeli göçmen, Türkiye'nin güney illerinde büyük bir ekonomik çöküş ve Türkiye'de onlarca ya da büyük olasılıkla çok daha fazla uyuyan terör hücreleri vb. olarak vuruyor ve vuracak. Cehaletleri o kadar derindi ki onlar, 400 yıldan fazla bir süre Osmanlı boyunduruğu altında yaşamış olan Suriye halkının ve genel olarak benzer bir boyunduruk altında yaşamış olan Ortadoğu halklarının, ikinci bir kez Osmanlı egemenliği altında yaşamayı asla kabul etmeyeceklerini bile anlayamadılar. Dahası onlar ABD ve İsrail başta gelmek üzere, “dünyanın efendileri”nin de daha büyük ve daha geniş topraklara hükmeden bir Türkiye'nin oluşumuna sıcak bakmayacaklarını da kavrayamadılar.
Öğrenme ve yaşanan deneyimlerden ders çıkarma kapasitesi sıfıra yakın olan Erdoğan, birkaç ay önce yaptığı bir konuşmada, Suriye'deki terörist grupları desteklediğini kendi ağzıyla itiraf edecek ve şöyle diyecekti:
“Türkiye ve Katar'ın desteği olmasaydı Suriyeli muhaliflerin DEAŞ ve rejime direnmesi mümkün değildi.” (“Erdoğan'dan Suriye itirafı: Türkiye ile Katar olmasaydı”, Cumhuriyet, 13 Haziran 2017) Tabii bu bay ve çevresi, böylesi itirafların ve Suriye'de işledikleri sayısız savaş ve insanlık suçunun, kendilerinin uluslararası bir mahkemede yargılanması için somut veriler olarak karşılarına getirilebileceğini de düşünemiyor. Suriye'de ve Ortadoğu'da yaşananların asıl sorumlusu ve planlayıcısı olan ABD ve ortaklarının önümüzdeki aylarda, bu verileri kullanarak Erdoğan'ı Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne götürmesi ve bu davayı kendi suçlarının üstünü örtmek için kullanması hiç de şaşırtıcı olmaz.
NOTLAR
(1) Emekli orgeneral ve NATO eski komutanı Wesley Clark Mart 2007'de, Amy Goodman’a verdiği mülakatta aynen şunları söylüyordu:
“11 Eylül (2001)'den 10 gün kadar sonra Savunma Bakanı Rumsfeld'i ve Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz'i görmek için Pentagon'a gitmiştim. Eskiden genelkurmayda benimle birlikte çalışmış olan bazı kişilere merhaba demek için alt kata indiğimde generallerden biri beni odasına çağırdı. ‘Efendim, içeri gelip benimle bir saniye konuşmanız gerekiyor’ dedi. Ben, ‘Ama, sen çok meşgulsun’ dedim. ‘Hayır, hayır, meşgul değilim’ dedi. Daha sonra o, ‘Irak'a savaş açmaya karar verdik’ dedi. Bu, ya 20 Eylül'deydi ya da ona yakın bir günde. ‘Irak'la savaşacak mıyız? Peki neden?’ dedim. O, ‘Ben de bilmiyorum’ diye yanıt verdi. Sonra, ‘Yapacak başka bir şey bulamadıklarını tahmin ediyorum’ dedi. Bunun üzerine ben, ‘Peki, Saddam'la El Kaide arasında bir bağlantı olduğunu gösteren bazı yeni veriler mi buldular?’ dedim.
“O, ‘hayır, hayır’ dedi. ‘O konuda yeni bir şey yok. Onlar Irak'a savaş açmaya karar verdiler, o kadar’ dedi. Ve, ‘Sanırım bu daha çok teröristler konusunda ne yapacağımızı bilmememiz ve iyi bir ordumuz olduğu ve istediğimiz hükümeti devirebileceğimiz gibi bir şey’ dedi.
“Sonuçta birkaç hafta sonra yeniden onu görmeye gittim; o sırada artık Afganistan bombardımanı başlamıştı. ‘Hâlâ Irak'la savaşmayı düşünüyor muyuz?’ diye sordum. General, ‘Ooo, durum daha da kötü’ dedi. Masasının üzerine eğildi. Bir kâğıt aldı. Ve, ‘Bunu daha bugün üst kattakilerden –yani Savunma Bakanlığı bürosundan- aldım’ dedi. Ve arkasından, ‘Bu, beş yıl içinde nasıl yedi ülkeyi halledeceğimizi betimleyen andıç; Irak'la başlayacak, sonra Suriye, Lübnan, Libya, Somali ve Sudan'la devam edecek, en son İran'la işi bitireceğiz’ dedi.”
(2) Sözümona sol adına Türk gerici, militarist ve yayılmacılarının Suriye'nin içişlerine karışma “hakkı”nı savunanlar da var ne yazık ki. Bunlardan Engin Erkiner aynen şöyle diyordu:
“Öyle görüşler var ki, insan ne söyleyeceğini şaşırıyor…
“Bir görüşe göre, Suriye’nin iç işlerine karışılmaması gerekir.
“Türkiye ile Suriye arasında 800 km.lik ortak sınır var.
“Bu ülkede 80 bin kişi hayatını kaybetmiş ve 300 binden fazla kişi de Türkiye’ye sığınmacı olarak gelmiş.
“Bu durumda nasıl olur da Suriye’deki durum sizi ilgilendirmez ya da karışmazsınız?” (“Reyhanlı'da Solun Çapı”, 15 Mayıs 2013)
Hiç yorum yok