Tarihsel Belleğin Önemi Kürt Ulusal Direnişi Bağlamı
17-18 Şubat 2010
Garbis Altınoğlu
Yaşananlar ve söylenenler Türkiye ve Kürdistan’da çok ciddi bir tarihsel bellek sorunu olduğunu doğrulamaktadır. Bunun, -asla aynı ölçüde olmasa da- hem egemen sınıflar ve onların siyasal öncüleri ve hem de ezilen sınıflar/ uluslar ve onların siyasal öncüleri için geçerli bir genel doğru olduğunu söyleyebiliriz. Eğer ezilen sınıflar/ uluslar geçmişi yeniden yaşamak, daha doğrusu geçmişin hatalarını ve trajedilerini yinelemek istemiyorlarsa, silinen, çarpıtılan, hatta tanınmaz hale getirilen tarihlerine sahip çıkmak ve tarihsel belleklerini canlı tutmak zorundadırlar. Ne var ki bu, Türkiye ve Kürdistan’da iki kat daha önemlidir; çünkü a) Türkiye Cumhuriyeti, bir halklar hapishanesi ve mezbahası olan ve uzun ve sancılı bir aşağılanma/ çürüme sürecinin sonunda çöken Osmanlı İmparatorluğunun kanlı mirası üzerinde yükselmiştir ve b) başını askeri kliğin çektiği Türk burjuvazisi, kendi devletinin; etnik arındırma ve jenosidle lanetlenmiş kuruluş öyküsünü unutturmak amacıyla bilinçli ve sistemli bir belleksizleştirme çizgisi izlemiş, bu amaçla bir sansür ve gerçekleri gizleme politikası sürdürmüş, yer yer arşiv belgelerini yok etmiş ya da bunların yok edilmesine göz yummuştur. Ezilen sınıfların/ ulusların kollektif bilincinin, “entellektüel üretim araçlarını” da denetimleri altında bulunduran ezen ve sömüren egemen sınıfların kollektif bilinci doğrultusunda biçimlenmesi kuralı Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da da işlemiştir. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki devrimci ve ilerici güçlerin bir çeşit tarihsel belleksizlikle sakatlanmış olmaları, büyük ölçüde işte bu siyasal-kültürel arkaplan üzerinde oluşmuş olmalarından kaynaklanmaktadır.
Buna ek olarak ezilen sınıfların/ ulusların ve onların siyasal öncülerinin; en azından stratejik planda dostlarının kim, düşmanlarının kim olduğu sorusuna doğru ve net bir yanıt vermek zorunda olduklarını da söyleyebiliriz. Mao Zedung Mart 1926’da kaleme aldığı “Çin Toplumundaki Sınıfların Tahlili” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“Düşmanlarımız kimlerdir? Dostlarımız kimlerdir? Bu, devrimin en önemli sorunlarından biridir... Devrimi kesin olarak başarıya ulaştırabilmek ve kitleleri yanlış yola sokmaktan kaçınabilmek için, gerçek düşmanlarımıza saldırmak üzere, gerçek dostlarımızla birleşmeye dikkat etmeliyiz.” (Mao Zedung, Seçme Eserler I, İstanbul, Aydınlık Yayınları, 1979, s. 19) Pek çok görüşüne katılmasam da Mao Zedung’un bu saptamasını çok önemli ve değerli buluyorum. Bir ezilen sınıf ya da ulus, taktiksel planda –eğer buna olanak verecek bir siyasal-kitlesel gücü varsa- esnek bir çizgi izleyebilir, hatta izlemelidir de; ancak eğer zafere ulaşmak istiyorsa o, stratejik planda dostlarının kim, düşmanlarının kim olduğu konusunda doğru ve net bir duruşa sahip olmak zorundadır. Esas düşmanlarıyla ikincil düşmanlarını, hatta dostlarıyla düşmanlarını birbirine karıştırmak, ezilen sınıfın ya da ezilen ulusun hareketi için, er ya da geç ölümcül sonuçlar doğurur.
Bu noktaların önemli olduğunu düşünüyorum. Düşünüyorum; çünkü Kürt ulusal hareketi ve Türkiye devrimci ve ilerici hareketinin bir bölümü hayli uzun bir süredir AKP’nin ve AKP hükümetinin esas düşman olduğu anlamına gelecek görüşler savunmaktadır. Siyasal gelişmeleri izleyenlerin bu hususu bildiğini varsaydığım için bu saptamayı alıntılarla destekleme gereği duymuyorum.
Kürt halkının siyasal temsilcilerinin ve devrimci ve demokratik güçlerin; gerici İslamcı AKP’nin, AKP hükümetinin ve onun devlet içindeki bağlaşıklarının “açılım” demagojisine kuşkuyla yaklaşmaları, onların anti-demokratik, şoven ve pro-emperyalist uygulamalarını sergilemeleri ve suçlamaları tamamen haklı ve gereklidir. Ancak bu haklı tepki, tarihsel deneyimi unutmaya ve siyasal konjonktürü yanlış okumaya, yani AKP ve bağlaşıklarının konumu ile statükoyu muhafaza etmekten yana olan şovenist ve faşist güçlerin konumunu aynılaştırmaya götürmemelidir. ABD-İsrail-Britanya ekseninin desteğiyle onyıllardır Kürt halkını, Türkiye işçi sınıfı hareketini ve devrimci ve demokratik güçleri ezmiş olan şovenist ve faşist güçler hala baş düşman konumundadırlar. İttihat ve Terakki çetesinin gerçek mirasçısı olan ve Türk gericiliğinin 20. yüzyılın başlarından bu yana değişik milliyetlerden işçi sınıfına, Kürt halkı da içinde olmak üzere Türk-olmayan halklara, devrimci ve demokratik güçlere vb. karşı işlediği sayısız suç ve cinayetin esas sorumlusu, TSK ve Türk Genelkurmayı ve onların bir uzantısından başka bir şey olmayan Kontrgerilla-Özel Harp Dairesi-Seferberlik Tetkik Kurulu olarak bilinen “derin devlet” örgütleridir. Onlar, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist darbelerinin ve 28 Şubat 1997 örtülü darbesinin yanısıra, geçtiğimiz aylarda ve yıllarda açığa çıkarılan ve başarılı olması halinde Kürt halkına karşı çok daha vahşi ve sert bir saldırı uygulayacak olan darbe tezgahçıları, Kürt-Türk çatışması gerici planının da esas mimarlarıdır.
Türkiye’de siyasal İslamın ve onun partilerinin ilerici, anti-emperyalist ve demokratik bir geleneğe sahip olmadıkları, kendileri de sömürücü sınıfların temsilcileri olan bu çevrelerin gerici bir nitelik taşıdıkları ve bir çok durumda askeri kliğin ezilen sınıflara ve ezilen uluslara karşı gerçekleştirdiği cinayet ve kırımlara katıldıkları ve destek verdikleri bir gerçektir. Ancak bu, sözkonusu çevrelerin daha çok, yakın zamana kadar gerçek iktidarı elinde bulunduran askeri kliğin ve onun güdümündeki örgütlerin yönlendirmesi altında hareket ettiklerini, Kürt halkı da içinde olmak üzere ezilen sınıflara ve Türk-olmayan halklara karşı işlenen korkunç suçların esas sorumlusunun İttihat ve Terakki çetesi ve onun ardılları olduğu gerçeğini unutmanın gerekçesi olamaz. Daha da ileri götürülmesi halinde böyle bir tutum savunucularını, kendi niyetlerinden bağımsız olarak “İşçi” Partisi, Türkiye “Komünist” Partisi gibi sosyal-şoven grupların çizgisine yaklaştırabilir. Birileri haklı olarak, doğada ve toplumdaki her şey gibi Türk generallerinin de değişmez olmadığını söyleyebilir. Doğrudur; başta Kürt halkının direnişi gelmek üzere işçi sınıfı ve halkların haklı kavgası onları da değiştirmektedir. Ne var ki, bu değişimin bir takım aşılmaz sınırları olduğu, Türk generallerinin ve burjuvalarının asla Kürt –ve Türk- işçilerinin ve emekçilerinin dostları/ kardeşleri olamayacağı bellidir. (1) Ama, özelde Türk generallerinin ve genelde Türk burjuvazisinin Kürt burjuvazisi ve büyük toprak sahipleriyle –Türk/Kürt kardeşliği diye yutturulmak istenen- bir stratejik bağlaşma kurması olanaklıdır. Kurulması halinde böylesi bir bağlaşmanın esas hedefi, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin ortaklaşa ezilmesi ve sömürülmesi vb. olacaktır. AKP hükümeti ve onun devlet içindeki bağlaşıklarının “açılım”la yapmaya çalıştığı tam da budur. Ancak halihazırda, Türkiye’nin geri de olsa bir burjuva demokrasisine doğru evrilmesi anlamına gelecek olan bu sürecin çok erken bir evresinde bulunuyoruz.
Burada, bu unutkanlığı gidermeye katkıda bulunmak ve özellikle 1990’larda Kürt halkına karşı sürdürülmüş olan “kirli savaş”ın ne anlama geldiği hakkında genç devrimcilere ve okurlara bir parça fikir vermek için askeri kliğin yakın geçmişte Kürt halkına karşı işlediği ağır insanlık suçlarının bir bölümünü anımsatmaya çalışacağım.
*2000’e Doğru dergisinin 29 Ocak 1989 tarihli sayısında Siirt’in Kasaplar Deresi olarak bilinen mıntıkasında bir “insan çöplüğü”nün bulunduğundan söz ediliyordu. Yazıya göre, Kürt halkının direnişinin ve gerilla savaşının büyümesinden sonra Türk ordusu buraya, işkenceyle ya da vurarak öldürdüğü insanların cesetlerini atmaktaydı. Çok zor koşullarda elde edilen bilgiler Kasaplar Deresinde, -hepsi de işkence edilerek öldürülmüş- en az 4 kişinin (Hasan Akar, İsmail ağa, Mehmet Ağa ve Ömer Aydar) cenazelerinin bulunduğunu saptadı. Olağanüstü Hal Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu, 2000’e Doğru’ya verdiği bir mülakatta, 2 Şubat 1989’da Kozluk’ta yaşanan silahlı çatışmada ölen üç gerillanının cenazelerinin burada olduğunu kabul etti. Aynı yıl 2000’e Doğru muhabirleri, Şırnak’ta toplu mezar olarak kullanılan iki yeri daha saptamayı başardılar. Derginin 4 Haziran 1989 tarihli sayısında yayımlanan habere göre bu toplu mezarların biri 119. Seyyar Jandarma Alayının hemen yanındaki derede, diğeri ise Cumhuriyet mahallesi yakınındake Gendaleyş Ziyareti denen yerde bulunuyordu. Aralarında ANAP eski milletvekili Kemal Birlik’in de bulunduğu tanıklar, bu toplu mezarlarda düzinelerce gerillanın ve PKK sempatizanının cenazelerinin bulunduğunu, bu insanların parçalanmış cenazelerinin traktörlerle kent merkezine getirilip halka gösterildikten sonra kazıcılar tarafından kazılan çukurlara doldurulduklarını anlatmışlardı. Muhabirlerin, yetkililerin baskı ve tehditleri nedeniyle güçlükle sürdürebildikleri bu araştırma sonucunda cenazeleri bu toplu mezarlara konan kişilerden sadece sekizinin (İbrahim Kurt, Ömer Aydar, Müslim Çetin, Sadık Ürek, Nuri Aslan, Ömer Balat, Hasan Çelik ve Oktay Aydın) adlarını saptayabildiler.
*Aralık 1988-Ocak 1989 döneminde Siirt, Hakkari, Mardin ve Diyarbakır’ı kapsayan geniş ölçekli operasyonda ordu güçleri, aralarında yaşlıların ve hamile kadınların da bulunduğu 1,000’den fazla kişiyi gözaltına aldılar ve işkenceden geçirdiler. Bu operasyon sırasında, Türk militarizminin iğrenç yüzünü gözler önüne seren şu kötü ünlü pislik yedirme olayı da yaşandı. Cizre’ye 7 km. uzaklıktakı Yeşilyurt köyü 14 Ocak’ı 15 Ocak’a bağlayan gece askeri birlikler tarafından sarılmıştı. Askerlerin yoğun bir ateş açması üzerine evlerinden çıkan köylüler evlerine sokulmuş, ardından yapılan bir anonsla tüm köylülerin köy meydanına toplanması istenmişti. 2000’e Doğru gerisini şöyle anlatıyor:
“Kadınların üstü aranmış, ağızları açtırılarak ağız içlerine bakılmıştı. Operasyonun bir aşamasında da muhtarın amcası Kamil Müştek’e köyün çevresindeki kurumuş insan pislikleri bizzat operasyonu yürüten (Cafer Tayyar Çağlayan adlı- G. A.) binbaşının emriyle toplattırılacak ve baştan başlayarak köylülere yemeleri için verilecekti. Köylüler bu dışkıları yerlerken Kamil Müştek’in oğluna, babasına yedirmesi için emir verilecekti.” (“Kitle Kıyımı Hazırlığı”, 2000’e Doğru, Sayı: 4, s. 13)
*21 Mart 1991’de Newroz, aralarında Nusaybin, Cizre, Hani, Kulp, Diyarbakır, Adana, İstanbul’un da bulunduğu pek çok il ve ilçede kutlandı. Ancak, bütünüyle barışçı bir biçimde gerçekleştirilen Newroz kutlamalarına katılan Kürt emekçileri ve gençlerine ateş açan “güvenlik” kuvvetleri, hemen hemen hepsi Kuzey Kürdistan’da olmak üzere 31 kişiyi öldürdü ve yüzlerce kişiyi de yaraladı.
*28 Haziran 1991’de Şırnak’a bağlı Hilal bucağının belediye başkanı Yakup Kara ile Mehmet Ürün, Ali Benek, Mehmet Kara ve Hamed Kara bir taksiyle Şırnak’a gitmekteydiler. Bu taksi, sabah saat 8:00 sularında Şenoba dolayında bulunan alayın yakınlarında maskeli, askeri giysili ve silahlı kişiler tarafından durduruldu. Bu kişiler 80 yaşında ve hasta olan Mehmet Nuh Kara dışındakileri araçtan indirdi, bir kaç yüz metre yürümelerini emretti ve onları ateş açarak öldürdükten sonra üzerlerine gazyağı dökerek cenazeleri yaktı. Mehmet Nuh Kara daha sonra, silah seslerini duyduğunu ve yanmış cenazeleri gördüğünü anlatacaktı. Katiller, suçlarını gizlemek için cenazelerin yanına, olayı sözümona PKK’nın üstlendiğini belirten aldatıcı bir not bırakmayı da ihmal etmediler. Hilal Belediye Başkanı Yakup Kara çevrede sayılan, korucu olması için yapılan önerileri bir çok kez reddeden ve ölümünden bir yıl önce bu nedenle işkence gören bir kişiydi. Yakup Kara’nın kardeşi Hamit Kara olay hakkında şunları söylüyordu:
“Olay yerine gittiğimizde beş kişinin cesedi yanmış bir vaziyetteydi. Yediden yetmişe herkese sorduk... Cinayete bizzat katılan korucular Osman Babat, Alihan Babat, Nuri Babat, Ekrem Babat ve Necip Üren... Üç tane de Özel Tim elemanı var. Cinayeti planlayanlar ise Binbaşı Reşat Demir, korucubaşı Hazım Babat, Mehmet Tahir Babat ve Osman Babat’tır.” (“Devletin Newroz Pnovokasyonu”, 2000’e Doğru, Sayı: 20, s. 19)
*12 Eylül askeri darbesinden sonra dört yıl Diyarbakır Askeri Cezaevi cehenneminde yaşayan, daha sonra İHD’nin Diyarbakır şubesinin kuruluşunda ve yönetiminde yer alan ve HEP Diyarbakır örgütünün başında bulunan Vedat Aydın 5 Temmuz 1991 gecesi, kendilerini sivil polis olarak tanıtan bazı kişiler tarafından evinden alındı. Kendisinden haber alınamaması üzerine ailesinin ve arkadaşlarının değişik makamlara yaptıkları çağrılardan hiçbir sonuç alınamadı. Aydın’ın, ağır biçimde işkence görmüş olduğu anlaşılan cenazesi 8 Temmuz’da Elazığ’ın Maden ilçesi yakınlarında bulundu. Devletin tehditlerine rağmen, Vedat Aydın’ın 10 Temmuz’da Diyarbakır’da yapılan cenaze törenine, aralarında HEP yöneticilerinin de bulunduğu 50,000 kadar kişi katıldı. Devlet, bu töreni engellemek için Diyarbakır’a onbinlerce polis, asker ve Özel Tim elemanı yığdı. Ancak bu gövde gösterisi kitleyi yıldıramadı. Ancak, “güvenlik” güçlerinin kitlenin barışçı protesto eylemine ateş açması sonucunda 7 kişi yaşamını yitirdi ve aralarında gazetecilerin ve HEP milletvekillerinin de bulunduğu 800 kişi yaralandı.
*24 Aralık 1991’de “güvenlik” güçlerinin, şehit düşen gerillaların cenaze törenleri için toplanan kitleye ateş açması sonucu Lice’de 4 ve Kulp’ta 7 kişi yaşamını yitirdi.
*Devlet 1992 Newrozunu da kana bulayacaktı. 21 Mart 1992’de ve onu izleyen günlerde, başta Cizre, Nusaybin ve Şırnak’ta 100 dolayında gösterici “güvenlik” güçlerinin hedef gözeterek açtığı ateş sonucunda yaşamını yitirecekti. İHD Diyarbakır Şube Başkanı avukat Fevzi Veznedaroğlu Cizre katliamı hakkında şunları söylüyordu:
“Newroz bayramı kutlamalarına Cizre’de, Şırnak ve Nusaybin’de katılan onbinlerce sivil halkın üzerine tank, panzer ve zırhlı kariyerlerden açılan yaylım ateşi sonucu 100 civarında insan yaşamını yitirirken, yüzlercesi de yaralanmıştır. Olaylar nedeniyle sokağa çıkma yasağının konulmasının ardından halk ölülerine sahip çıkamamakta, yaralıların tedavileriyle ilgilenememektedir. Özellikle Şırnak ve Cizre’de, kısmen de Nusaybin’de zırhlı araçlardan şehir merkezlerine gelişigüzel açılan ateş sonucu bir çok ev ve işyeri yıkılmış, bir çoğu da kullanılamaz hale gelmiştir.” Ölü sayısı daha sonra 94 olarak açıklanacaktı.
“... Gerek bölgeye yapılmakta olan sevkiyat ve gerekse (başta- G. A.) Başbakan Süleyman Demirel olmak üzere hükümet yetkililerinin, ‘Bölgede, Kürt halkı ayaklanmıştır. Artık örtülü bir savaş sözkonusudur. Ya bu topraklardan vazgeçeceğiz ya da ayaklanmayı bastıracağız’ şeklindeki beyanları, sivil halkın bir soykırımla karşı karşıya olduğunu göstermektedir.” (Aktaran Olağanüstü Hal Bölge Raporu 1992, Diyarbakır, 1994, s. 20-21)
*18 Ağustos 1992’de, başında Korgeneral Mete Sayar’ın bulunduğu askeri birlikler, kuşattıkları Şırnak’a karşı tanklar ve topların da kullanıldığı bir bombardıman başlattılar. Bu saldırının, daha sonra burjuva basını tarafından da çürütülen gerekçesi, 500 ila 600 gerillanın askeri birliğe ateş açtığı ve dört “güvenlik” görevlisini öldürdüğü savıydı. Üç gün boyunca devam eden bombardımanda 19 kişi yaşamını yitirirken 18 kişi de yaralandı. Yüzlerce kişi PKK sempatizanı olduğu gerekçesiyle gözaltına alınıp ağır işkencelere tabi tutulduğu saldırıda Şırnak büyük ölçüde yakılıp yıkıldı. Yetkililerin, çatışmaların 600-700 kişilik bir PKK grubunun kente saldırmasıyla başladığı yolundaki yalanları kısa sürede açığa çıktı. Öyle ki Hürriyet gazetesi yazarlarından Oktay Ekşi bile, gazetenin 24 Ağustos tarihli sayısında şu saptamayı yapmak zorunda kalacaktı:
“... ilk anda biri polis, üçü asker, 4 görevli şehit düştü. 19 güvenlik görevlisinin yaralandığı bildirildi. Ama bu dendiyse, hiç birinin aslı- en azından şimdilik- çıkmadı...
“Aslını sorarsanız, Şırnak’a götürülen meslektaşlarımızın h alkla konuşmalarına izin verilmemesi, istedikleri yerin fotoğraflarını çekmelerinin engellenmesi gösteriyor ki, bu Şırnak işi biraz karışıktır... Hani şu 1933’de Reichstag’ı yaktıran Şansölye Hitler’in suçu komünistlere yıkıp, onları temizlemesi...” (Aktaran Olağanüstü Hal Bölge Raporu 1992, Diyarbakır, 1994, s. 42)
*Yeni Ülke gazetesinin 20 Eylül-26 Eylül 1992 tarihli sayısında yer alan bir habere göre (“Göle Kan Gölü”), Ardahan’ın Göle ilçesinde 2-7 Eylül tarihleri arasında meydana gelen çatışmalarda sağ olarak yakalanan gerillalar öldürülmüş ve bir toplu mezara gömülmüştü. İHD Kars şubesinin hazırladığı raporda şöyle deniyordu:
“2 Eylül günü, gerilladan kaçarak gelen bir kişinin ihbarı sonucu 4 gerilla sağ olarak ele geçiriliyor... Ardahan İl Jandarma Alay Komutanlığı’nda görevli bir albayın emriyle 4 gerilla kurşuna dizilip ilçe merkezinde teşhir edilmek üzere askeri araçların arkasına bağlanıp sürüklenmek suretiyle ilçeye getirilmiş ve parçalanmış cesetler ilçe karakolunun bahçesinde halka teşhir edilmiş. Daha sonra fotoğrafta görülen mezarlığın kuytu bir köşesine açılan bir çukura üstüste gömülmüştür. Ayrıca 7 Eylül 1992 günü Göle ilçesinin Tekirderesi mevkiinde yine yapılan bir ihbar sonucu çembere alınan 22 gerilla bu mevkide sağ ele geçirilmişken güvenlik güçlerince verilen emir sonucu (aynı albay tarafından) taranarak öldürülüyor. 4 cesedin üzerinden palet geçiriliyor ve tümüyle parçalandığı için bu cesetler orada bırakılarak geri kalan 18 ceset Göle ilçesinin hemen çıkışında bulunan Şerefli köyü yakınlarında bulunan İlçe Tarım Müdürlüğü’ne ait boş tesislerin ön tarafında bulunan boşluğa belediye tarafından temin edilen bir kazıcı ile açılan çukura gömülüyor.”
*Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesi 25 Eylül 1993 gece yarısından itibaren 12 saat süreyle ağır silahlarla açılan ateşe hedef oldu. 3 kişinin öldüğü ve çok sayıda kişinin yaralandığı saldırıda ilçedeki ev ve işyerleri büyük ölçüde zarar gördü. İlçe, 23-24 Aralık gecesi, büyük maddi zarara neden olan yeni bir saldırıya uğradı.
*22 Ekim 1993’de TRT radyosu Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı General Bahtiyar Aydın’ın PKK tarafından öldürüldüğünü ve PKK’nın Lice’ye saldırdığını duyurdu. Oysa aslında General Aydın, -klasik Kontrgerilla yöntemi uyarınca- devlet güçleri tarafından öldürülmüş ve onun ölümü Lice’ye karşı girişilecek saldırı için bir gerekçe yapılmıştı. Hemen o sabah Lice, tanklar, toplar ve panzerler ve saldırı helikopterlerinin katıldığı bir operasyonun hedefi haline getirildi. 36 saat süren bombardıman ve saldırıda, resmi rakamlara göre 16 kişi yaşamını yitirirken, 32’si ağır olmak üzere onlarca kişi yaralandı. Pek çok ev ve işyerinin ve hatta kamu binasının yandığı bu saldırı büyük maddi hasara da yol açtı. İlçeyi kuşatan askeri birlikler, insan hakları savunucularının, basının, Avrupa’dan gelen heyetin, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın ve hatta dönemin başbakanı Tansu Çiller’in Lice’ye girmesine izin vermediler. Saldırı sırasında dedesi bir barakaya zorla sokularak diri diri yakılan ve ilçenin dört bir tarafını saran askerlerin halk üzerine rasgele ateş ettiğini belirten Bayram Kozat şunları anlatıyordu:
“... sabahla beraber bu kez de askerler mahallelere girdiler. Genç, yaşlı kimi gördülerse hemen alıp karga tulumba panzerlere bindirdiler. Gözaltına alınanlar Tugayda işkenden geçirildiler. Orada yere yatırdılar botlar ve dipçiklerle vurmaya başladılar. ‘Biz terörist tuttuk’ diyorlardı. Birçok insanı işkenceden geçirdiler. Kimilerini bıraktılar, kimilerini ise Amed’e gönderdiler. Yaşanan olayların ardından barakaları ve evleri ateşe vermeye başladılar. Çarşıya gittik, hepsi yanmış bir durumdaydı. İnsanların yapacak hiçbir şeyleri yoktu. O zaman onlar için genç, yaşlı hiç fark etmiyordu, hepsini tutup götürüyorlardı.”
Lice’nin başına gelenler bununla kalmadı. Türk ordusu 18 Temmuz 1994 gecesi ve 20 Ağustos 1994 gecesi bu ilçeye yeni saldırılar düzenledi. Ağır silahların da kullanıldığı bu saldırılarda yüzlerce insan gözaltına alındı ve işkencelerden geçirildi; yüzlerce ev ve işyeri yandı ve yıkıldı.
*Başbakan Tansu Çiller’in 4 Kasım 1993’de Holiday Inn’de yaptığı bir basın toplantısında PKK’ya destek verdiğini ileri sürdüğü Kürt kökenli işadamlarını açıkça tehdit etmesinden sonra bir dizi Kürt işadamı, hukukçu ve bürokrat, Kontrgerilla tarafından öldürüldü. Bunların arasında; 10 Aralık 1993’de Ankara yakınlarında ölü bulunan Mecit Baskın’ı, 15 Ocak 1994’de Adapazarı yakınlarında öldürülen Behçet Cantürk ile şoförü Recep Kapucu’yu, 19 Ocak 1994’de Behçet Cantürk’ün mezarını ziyaret ettikten sonra silahlı saldırıya uğrayarak öldürülen Hikmet Taruk’u, 25 Şubat 1994’de Ankara’da öldürdülen Yusuf Ekinci’yi, 28 Mart 1994’de Adapazarı’nda öldürülen Feyzi Aslan ve Şahin Aslan’ı, 12 Mayıs 1994’de Kırıkkale yakınlarında ölü olarak bulunan Namık Erdoğan’ı, 3 Haziran 1994’de Urfa’da öldürülen Muhsin Melik ile Mehmet Ayyıldız’ı, 5 Haziran 1994’de kaçırıldıktan sonra Bolu yakınlarında ölü olarak bulunan Savaş Buldan, Hacı Karay ve Adnan Yıldırım’ı, 11 Kasım 1994’de İstanbul’da evinin dışında şoförüyle birlikte öldürülen Medet Serhat’ı, 14 Aralık 1994’de Ankara’nın Bala ilçesi yakınlarında ölü olarak bulunan Faik Candan’ı, 13 Haziran 1995’de askerler tarafından Kulp’ta gözaltına alındıktan sonra 22 Haziran 1995’te yanmış cesetleri köylüler tarafından bulunan Kadri Ateş, Nimet Demir ve ismi saptanamayan iki kişiyi, 21 Şubat 1995’de Diyarbakır’da ölü olarak bulunan Hüseyin Değer’i sayabiliriz.
*26 Şubat 1994’de, Siirt’in Sason ilçesine bağlı Tanze köyüne yakındaki bir karakoldan top ateşi açılması sonucu Sadık Aydın, Esat Çetin, Kadir Dilek, Vahdettin Öngün, Hanifi Yıldız, A. Rahman Yıldız, Hüseyin Tekin, Halime Öngün ve Sohbet Öngün yaşamını yitirirken, Yusuf Yıldız, Yusuf Çelikbilek, Naime Çelikbilek, Hayriye Sayım, Muhlis Aydın, Arif Yıldız, Aziz Öngün, Adile Öngün ve Abdullah Akman yaralandılar.
*Bu saldırıdan bir ay sonra, yani 26 Mart 1994’de Türk savaş uçakları Şırnak il merkezine bağlı Beave ve Besuke köyleriyle Güçlükonak ilçesine bağlı Şiriş köylerini bombaladılar. Yerel kaynaklar bombardımanda 48 kişinin öldüğünü ve çok sayıda kişinin yaralandığını bildirdiler. Sakinleri korucu olmayı reddettiği için “PKK barınağı” olarak nitelendirilen ve daha önce de devlet güçlerinin saldırılarına uğrayan bu köyler, bombardımandan önceki son bir yıl içinde gıda ambargosuna da hedef olmuşlardı. Özgür Gündem’de yayımlanan bir haberde Şiriş köyünden Şengül Hikmet’in şunları söylediği belirtiliyordu:
“Köyümüz sürekli devlet güçlerince koruculuğu kabul etmemiz için basılıyordu.
“Olay günü bombalamadan 2 saat önce tekrar köyümüze gelip bizleri, korucu olmamız yönünde sıkıştırdılar. Bizler kabil etmedik; onlar da köyümüzü terk ettiler. Aradan 2 saat gibi kısa bir süre geçtikten sonra köyümüz uçaklarla bombalandı. Köyümüz 50 hanelik, olaydan sonra köyümüz yerle bir oldu.” (“Önce Aç Bıraktılar, Sonra Bombaladılar”, Özgür Gündem, 30 Mart 1994)
*Türk gericileri, PKK’nın 15 Aralık 1995’de ilan etmiş olduğu tek yanlı ateşkesi sabote etmek için 14 Ocak 1996’da Şırnak’ın Güçlükonak ilçesi yakınlarında bir başka katliam gerçekleştirdiler. Bu tarihte, içinde bir minibüsün içinde bulunduğu 11 köylü Taşkonak Jandarma Taburu civarında silahla taranarak öldürüldü. Yetkililer, daha sonra cenazeleri ateşe verilen kurbanların 7’sinin korucu olmasından hareketle saldırıyı PKK’nın gerçekleştirdiğini ileri sürdüler. Hatta Türk genelkurmay başkanlığı öndegelen yabancı ve yerli gazetelerin muhabirlerini olayın geçtiği bölgeye götürerek PKK’yı sergilemeye çalıştı. Ancak öldürülenlerin yakınları katliamdan devleti sorumlu tuttu. Ardından, duyarlı aydınların oluşturduğu BİBA (=Barış İçin Bir Arada) inisiyatifi katliamı incelemek üzere Güçlükonak’a gitti ve yaptığı incelemelerin ardından katliamın devlet tarafından gerçekleştiğini duyurdu. Olayda yaşamını yitiren Ali Nas’ın kızı Meryem Demir 4 Mart 2009’da Milliyet gazetesi muhabirlerinden Ümit Aslanbay’a verdiği mülakatta şöyle diyecekti:
“Yanmış babamı iki dişinden ve saatinden tanıdım. Artık Allahtan başka kimseden korkmuyorum, suçluların ortaya çıkması için her şeyi yapacağım. Yeni baştan yargılama olsun istiyorum.” Kurbanların yakınları tüm baskılara rağmen 12 Temmuz 1996’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu ve Türkiye’yi mahkûm ettirdi. Dönemin insan haklarından sorumlu devlet bakanı Adnan Ekmen’in Şubat 2009’da Aktüel’e ve Taraf’a yaptığı açıklamalar bu katliamın devletin işi olduğunu bir kez daha doğruladı.
*8 Ağustos 1996’da yirmi arabadan ve iki zırhlı araçtan oluşan bir polis kuvveti gece saat 04:20’de Ömer Bayram’ın Adana’nın Küçükdikili beldesinde bulunan evini kuşattı ve hiçbir uyarıda bulunmadan evi ateş yağmuruna tuttu. Çatışma sırasında, Ömer Bayram, kızları 2 yaşındaki Dilan Bayram ve 4 yaşındaki Berivan Bayram, evde konuk bulunan Abdurrahman Sarı, bir polis ve Ömer Bayram’ın akrabası olan ve işkence sonucu yer gösterdiği polisle birlikte eve gelen Rıdvan Altun yaşamını yitirdi. Ömer Bayram’ın, bedenine yedi kurşun isabet eden ve bir gözünü yitiren eşi Yeter Bayram ağır yaralandı. Katliamdan sadece Gökhan Bayram adlı 6 yaşındaki oğlan çocuğu sağ kurtuldu. Yeter Bayram eşinin ve çocuklarının ölümünü şöyle anlatıyordu:
“Bir özel tim pencerenin yanına geldi. Heval Ömer’i nişan alarak göğsünün ortasından vurdu. Heval Ömer tek kurşunla olduğu yerde yığıldı. İki çocuğum Dilan ve Berivan kucağımdaydı; sonra rastgele bizi taramaya başladılar. Ben arkaya doğru düştüm. Çocuklarımdan ses çıkmadı. Onları kendime doğru çekmeye çalıştığımda ikisinin de şehit düştüğünü anladım. Üzerimde siyah bir şalvar vardı. Dilan ve Berivan’ın parçalanan beyinleri şalvarıma yapışmıştı... Sağ kalan oğlum Gökhan ‘Annemi, babamı öldürdünüz’ diye ağlamaya, bağırmaya başladı. Onlar çocuğumu korkutarak ‘Biz annenle babanı öldürmedik. Onları teröristler öldürdü’ diyorlardı. Bizi taradıktan sonra alkışlamaya başladılar. Sevinç çığlıkları atıyorlardı. Sonra kendimden geçtim.” (“Yeter’in Acılı Öyküsü”, Özgür Politika, 28 Şubat 1997)
*24 Eylül 1996’da Diyarbakır E-Tipi Cezaevi’nde bir başka katliam gerçekleştirildi. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Diyarbakır'ı ziyarete geldiği gün gerçekleştirilen bu katliamda, Özel Tim elemanları, asker ve gardiyanlar tutsaklara cop, kalas, beyzbol sopası, demir, çivili sopa kullanarak saldırdı. Vahşice dövülen tutsaklardan Mehmet Aslan, Ahmet Çelik, Rıdvan Bulut, Cemal Çam, M. Kadir Gümüş, Hakkı Tekin, Erkan Perişan, Nihat Çakmak, Edip Dönekçi ve Kadir Demir isimli 10 tutsak yaşamını yitirdi ve 23 tutsak da ağır yaralandı. O sırada aynı cezaevinde tutuklu bulunan dönemin İHD Diyarbakır Şube yöneticisi Mehmet Hanefi Işık gördüklerini şöyle anlatacaktı:
“... Aileleriyle görüşmeden dönen 30 kişilik grupla revire çıkarılmayı bekleyen üç hasta tutuklu koğuşlarına sokulmadı. Bu grubun uzun ince koridordaki bekleyişi beş saat sürdü. Bu belirsiz bekleyiş sabah saat 09.00'dan 14.30'a kadar sürdü. Önce büyük bir gürültü koptu. Koridorun kuzey yakasından gelen polisler ve özel timler ile güney yakasından gelen askerlerin sayısı 70-80 civarındaydı. Amaçlarının tutukluları götürmek olmadığını hemen anladık. Canavarca hislere, akıl almaz kine ve vahşete tanıklık ediyorduk. Her bir tutuklu dört-beş kişiden oluşan bir timin saldırısı altındaydı. Vücudunun her tarafından ve özellikle de kafalarından darbeler alan tutuklulardan bir tanesi Erkan Perişan'dı. Az sonra gözlerimin önünde kafası duvarlara vurularak ve vücudu kalaslarla parçalanarak katledilecek olan Erkan... Bu korkunç saldırıya tanıklık eden bizler, hiçbir şey yapamamanın derin çaresizliği içindeydik. Koğuşlarımızın içinde kafese kapatılmış kuşlar gibi ancak çığlık çığlığa sloganlar atıyorduk. Katliamı düzenleyenler ise zafer kazanmış ordu misali, 'Herşey vatan için', 'Ya Allah Bismillah, Allahuekber' diyerek koridorlarda 'rap rap rap' sesleriyle ayak vurdular.”
*İnsan Hakları Derneği 10 Aralık 1998’de, yani İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edilişinin 50. yıldönümünde, Türkiye’de 1994-97 yıllarını, yani Kürt halkına karşı yürütülen “kirli savaş”ın doruğuna çıktığı bu dört yılda gerçekleştirilen insan hakları ihlallerini ele alan bir çalışma yayınladı. Bu çalışmanın sonuçlarına göre, bu dönemde faili saptanamayan 1,578 cinayet meydana gelmiş, silahlı çatışmalarda 14,267 kişi yaşamını yitirmiş, sivil kişileri hedef alan saldırılarda 958 kişi yaşamını yitirmiş ve 1,267 kişi yaralanmış, 808 kişi gözaltında kaybolmuş, 76,688 kişi gözaltına alınmış, 6,654 kişi tutuklanmış, 1,834 köy boşaltılmış, 611 yerleşim yeri bombalanmıştı.
*PKK Genel Başkanı A. Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesinden sonra Türkiye ve özellikle Kuzey Kürdistan’ın bir çok il ve ilçesinde protesto eylemleri gerçekleştirildi. 18 Şubat’ta Batman’ın İpragaz mahallesinde yapılan ve yaklaşık 2,000 kişinin katıldığı gösteriye polis ve Özel Tim elemanlarının silahla müdahale etmesi sonucu 5 kişi yaşamını yitirdi ve 35 kişi yaralandı.
*İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül, Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin yedinci yılı vesilesiyle 24 Ocak 2000’de yaptığı açıklamada, 1989’dan 2000’e kadar olan sürede toplam 1,964 kişinin faili bilinmeyen cinayetlere kurban gittiğini açıkladı. Öncül’e göre bu cinayetlerin yüzde 80’i Kürdistan’da işlenmişti. İHD’nin verilerine göre faili bilinmeyen cinayetlerin yıllara göre dökümü şöyleydi: 1989-91: 42, 1992: 210, 1993: 510, 1994: 292, 1995: 321, 1996: 78, 1997: 109, 1998: 192, 1999: 210.
Bu anlatılanların geçmişte kalmış ve aşılmış olaylar olarak algılanması, kaçınılması gereken bir başka hata olacaktır. Bunun en iyi göstergesi Kuzey Kürdistan’ın çok yakın geçmişte iki katliama daha tanık olması olmuştur. Bunlardan birincisi, Şubat 2009’da Şırnak'ın Beytüşşebap ilçesine bağlı Beşağaç (=Hemkan) köyü yakınlarında 12 kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan katliam, ikincisi ise 4 Mayıs 2009’da Mardin’in Bilge köyünde 44 kişinin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan katliamdır. Her iki katliamın da, devletin PKK ve Kürt halkıyla savaşmak için oluşturduğu ve silahlandırdığı korucular tarafından gerçekleştirilmesi, 1990’ların “kirli savaş”ının hayaletinin hala canlı olduğunu göstermektedir.
* * * * *
Türk gericiliği ve askeri kliğinin, yukarda görece küçük bir bölümünü aktardığım bu alçakça cinayet ve katliamlarına ilişkin bu anımsatmayı bitirirken iki noktanın altını çizme gereğini duyuyorum. Bunlardan birincisi; PKK’nın kuruluşundan bu yana –zaman zaman A. Öcalan’ın ve PKK yönetiminin de kabul ettiği gibi- sivillere, diğer devrimci ve ilerici güçlere vb. saldırmış ve bu hedeflere karşı da şiddet kullanmış olmasıdır. Evet; bu eylemler asla, devletin beyaz terörüyle kıyaslanacak boyutta olmamıştır. Ancak, Kürt halkının ulusal kurtuluş davasının çıkarları, bu tür eylemlerin özeleştirisini kamuoyu önünde ve açık-seçik ve sistemli bir biçimde yapmayı, bu tür eylemleri kesin bir dille mahkum etmeyi ve gelecekte bu tür hatalardan kaçınmayı gerektirir. Bu konuyu “Diyarbakır Patlaması Bağlamında PKK ve Eylem Çizgisi” başlıklı ve 13-15 Ocak 2008 tarihli yazımda daha geniş bir biçimde işlemiş ve şöyle demiştim:
“Zor koşullar altında savaşım veren gerilla birliklerinin ve komutanlarının yerel/ bireysel hataları sözkonusu olabilir. Onbinlerce gerillaya ve milise sahip olan bir örgütün pratiğinde yer yer hatalı eylem anlayış ve pratikleri ortaya çıkabilir. Bunu anlayabilir ve bir ölçüde doğal da karşılayabiliriz. Eğer durum böyleyse, bu hataların bir özeleştirisinin verilmesi, yinelenmemesi için çaba harcanması ve gereken örgütsel düzenlemelerin yapılması, halka ve halk güçlerine karşı suç işleyen yetkililerin ve kadroların cezalandırılması vb. gerekir.”
İkinci nokta ise özelde PKK’nın ve genelde Kürt ulusal hareketinin diğer siyasal öncülerinin, Türk gericiliğinin ve militarizminin işlediği ağır suçları sistemli bir biçimde sergileme konusunda tutuk, beceriksiz ve yetersiz oldukları olgusudur. Bu konuya ilişkin belgesel verilerin sunulması, sanat ve edebiyat gibi araçların, hatta görsel sanatların bu amaçla kullanılması, Türk gerici ve faşistlerinin içi boş ve demagoji balonlarının söndürülmesi konusunda Kürt ulusal hareketinin siyasal öncülerinin ve Kürt ilerici aydınlarının ne denli yetersiz olduğunu görmek için varolan literatürü gözden geçirmek ve internette kısa bir gezinti yapmak yeter. Bu ağır suçların sistemli bir biçimde sergilenmemesi, Kürt halkının katillerinin ve işkencecilerinin Marks’ın deyişiyle “sonsuz bir teşhir direğine çivile”nmemesi, Türk gerici ve faşistlerini daha cüretli davranmaya, hatta kendi işledikleri suçları ve cinayetleri Kürt ulusal hareketinin sırtına yıkmaya girişmelerine yardımcı olmaktadır. Türk gerici ve faşistleri, bu yalan ve propaganda sayesinde onbinlerce insanın ölümünü vb. sorumlusunun Kürt halkının öncü güçleri olduğunu söylemeye kalkışabiliyor. Ulusal zulmün ve çok sayıda korkunç savaş ve insanlık suçunun sorumlusu olan Türk gericileri tam da yavuz hırsızın ev sahibini bastırması misali kendilerini kurban ve PKK’yı saldırgan gibi göstermeye cüret edebilmektedirler. Resmi rakamların da doğruladığı gibi, 1984’ten bu yana süren çatışmalarda yaşamını yitirenlerin çok büyük çoğunluğunun “güvenlik” kuvvetleri tarafından öldürülen Kürt gerillaları ve sivilleri olmasına rağmen onlar, PKK’dan ve A. Öcalan’dan söz ederken “bebek katili” ya da “40,000 kişinin ölümünden sorumlu” türünden nitelemeler kullanabilmektedirler. Bu bir yerde, PKK başta gelmek üzere Kürt halkının siyasal öncülerinin, ama aynı zamanda Kürt ilerici aydınlarının; yüzlerce bebek ve çocuğun ölümünün, binlerce faili bilinmeyen cinayetin, binlerce köy ve mezranın yakılmasının ve boşaltılmasının, Kuzey Kürdistan’ın ekonomisinin ve doğasının tahrip edilmesinin bir numaralı sorumlusununTürk gericiliği ve askeri kliği olduğunu göstermekte sergiledikleri yetersizlik ve zayıflığın sonucudur. Nedenleri ne olursa olsun burada, bu halka karşı gerçekleştirilmiş sayısız zulüm olayının yeterince aydınlatılmamış, kayda geçirilmemiş, belgelenmemiş, yazılı, sanal ve görsel ortamlara konmamış, sanat ve edebiyatın konusu haline getirilmemiş ve bu temelde bu halkın davasının haklılığının yadsınamaz bir biçimde ortaya konmamış ve tüm dünya demokratik kamuoyu önünde sergilenmemiş olması olgusuyla karşı karşıyayız. Bunun, son derece vahim bir durum olduğu tartışma götürmez. Şu soruyu sorabiliriz: Neden, örneğin Diyarbakır cehennemini, gözaltında kaybetmeleri, ev, köy, orman yakmalarını ve Türk faşizminin vahşetinin diğer dışavurumlarını vb. anlatan ve yargılayan romanlar, anı kitapları, belgeseller, hatta filmler ve tiyatro oyunları bu denli az ya da yok?
Bu akılalmaz yetersizlik ve beceriksizliğin ve geçmişte yaşanan ağır savaş ve insanlık suçlarının sergilenmemesi, yasal Kürt parti yöneticilerinin ille de kendilerini “barış yanlısı”, “demokrat”, “ılımlı” vb. göstermeye çalışmak zorundaymış gibi davranmalarına, basının, TV’nin ya da devlet yetkililerinin karşısına çıktıkları zaman edilgen, korkak ve adeta af ve barış dileyen bir tutum takınmalarına da katkıda bulunuyor. (Bunda, ulusal hareketin siyasal çizgisinin ve o kişilerin sınıfsal duruşunun da elbette çok önemli bir payı var.) Oysa onlar, yumruklarını masaya vurarak Türk gericilerini ve onların temsilcilerini suçlayabilmelerini, onlardan hesap sorabilmelerini, karşılarındakilerin zalim ve terörist niteliklerini gösterebilmelerini, Kürt halkının haklı olduğunu savunabilmelerini sağlayacak sayısız veriye sahipler. Bırakalım, elikanlı Türk gericileri kendilerini savunsunlar, daha doğrusu savunmak zorunda bırakılsınlar; asıl onlar işledikleri sayısız cinayetin hesabını versinler!
Şu ya da bu siyasal, kültürel, stratejik, taktiksel nedene bağlı olarak bunun yapılmaması ya da yapılamaması, niyetlerden bağımsız olarak o halkı –uzun erimli etkisi, gerçek bir kırımdan çok da farklı olmayan- bir kültür kırımına, bir belleksizleştirme operasyonuna tabi tutmaya çalışanlara yardımcı olmak anlamına gelir. Her ezilen sınıf ve ezilen halk, kendi tarihini bilmekle yükümlüdür
Son olarak, bu alanda görevlerini yerine getirmenin, en azından 1984’ten bu yana kahramanca savaşım vermiş, büyük eziyet ve zulüm görmüş olan Kürt emekçilerine ve aydınlarına, ulusal kurtuluş davası uğrunda canını vermiş olan onbinlerce savaşçıya karşı bir görev olduğunu belirtmem gerekir.
EK: Felat Cemiloğlu'nun Diyarbakır zindanını Hasan Cemal’e anlatımı
Anlatmaya başladı:
“Hapishaneden kurtulduğum zaman genç olsaydım, dağa çıkardım.”
Dinledikçe içim acıdı.
* * * * *
Adım, Felat Cemiloğlu. 1928 Diyarbakır doğumluyum.
1982 yılında Diyarbakır E Tipi Askerî Cezaevi’nin 33 No’lu koğuşunda yaşadıklarım cehennemdi.
Ben sekiz yaşındayken, 1936’da bütün Cemiloğlu ailesi ve damatları, İskân Kanunu uyarınca değişik illere, Ordu’ya, Giresun’a sürülmüşüm. Bizim aileye Ordu düşmüş. Ben ilk ve ortaokulu Ordu’da okudum. Lise olmadığı için 1944’te İstanbul’a, Haydarpaşa Lisesi’ne yatılı gönderildim. Ordu’ya sürgüne gidince bizim aileye bir ev ile bir fındık bahçesi verilmiş borçlandırma karşılığında…
Diyarbakır’ın en köklü ailelerinden biridir Cemiloğulları.
Yetmiş köyü varmış.
Bazı köylerimizin isimlerim anımsıyorum: Karabaş, Köprübaşı, Ambar, Tavuklu, Şernami-Yeni Evler. Sonra kaza olan Bismil de bir zamanlar Cemiloğlu ailesinin köyüymüş. Biz Diyarbakır’dan Ordu’ya sürgün edildikten sonra bizim topraklara, köylere Bulgaristan’dan gelen muhacirler yerleştirilmeye başlanmış.
Savaş sonrası 1948’de Amerikan Marshall Yardımı’yla birlikte sürgün kararı kalktı. Evinize dönebilirsiniz dediler. Ya da isteyeni Ordu’da ve diğer vilayetlerde kalabilir dendi. Herhalde Amerikan yardımın bir önkoşulu olarak İskân Kanunu kaldırılmış oldu.
Diyarbakır’a dönmeye karar verdi ailem.
Topraklarımızın bir kısmına Bulgar muhacirler konmuştu. Ancak tapuya tescil ettirmeyenlerden, sıcak ve hastalık nedeniyle kaçıp gidenlerden topraklarımızı, sekiz on köyü geri aldık. Buralarda şimdi hâlâ Bulgar muhaciri Türkler yaşar. Öteden beri daha çok resmî devlet dairelerinde kapıcı, odacı, memur olarak çalışırlar.
1948’de ben de İstanbul’dan Diyarbakır’a geri döndüm. Lise son sınıfı okumaya başladım. Lise bitti, tekrar İstanbul’a gittim. Sultanahmet’teki Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu’nu bitirdim. Diyarbakır’da Belediye İktisat müdürlüğü, Millî Koruma müdürlüğü, Ticaret ve Sanayi Odası genel sekreterliği, başkanlığı, 1992’de ise Güneydoğu’dan ilk üye olarak TOBB Yönetim Kurulu üyeliği yaptım. İskenderun’da askerlik hizmetimi yedek subay olarak yerine getirdim.
27 Mayıs oldu.
Sekiz ay kadar Belediye reis vekilliği görevinde bulundum. O zaman Diyarbakır valisi Namık Kemal Şentürk’tü. Abim Nejat Cemiloğlu 1963’te İsmet İnönü’nün CHP’sinden Belediye reisi seçildi ve 1974’e kadar iki dönem yaptı bu görevi.
1977’de Demirel’in AP’sinden Belediye başkan adayı oldum. Mehdi Zana bağımsız olarak kazandı. 1989’da da Özal’ın ANAP’ından başkan adayı oldum. Rahmetli beni özel bir kamuoyu yoklamasıyla bulmuştu.
Ordu’dan döndükten sonra abimle birlikte 12 bin dönüm araziyi işlemeye başladık. Bu arada ben on iki yıl Şırnak Kömürleri Vilayet mutemetliği yaptım. Ne miydi bu? Kömür tevzii. Şırnak kömürlerinin Şırnak-Kurtalan arası nakliyesi. Günde 1 000 ton kömür çekerdik. 100 kamyon demekti her gün. Kurtalan’dan trenle 18 vilayete dağıtılırdı. 1982’de Diyarbakır Ticaret Odası’nda yöneticilik de yapıyordum.
Elli dört yaşındayken, 21 Mayıs 1982’de gözaltına alındım.
Önce evim ve bürom arandı. Evden ayrılırken eşime, hadisenin PKK’yla alakası olabileceğini ve Bedii Tan ve Aziz İpekçi’ye her şeyin doğrusunu anlatmalarını söylemesini tembih ettim. Diyarbakır Orduevi’nin arkasında YSE’ye ait bir otobüse bindirildim. Otobüste bir üsteğmen, bir başçavuş ile on kadar asker vardı.
Sabaha karşı Siirt’e ulaştık.
Merkez Komutanlığı’na geldikten sonra üsteğmen bir yere telefon ederek “Emaneti getirdik” dedi. Ömer isminde bir askeri çağırdılar. Uykudan yeni uyanmış olarak geldi. Ceketimin ensesinden yakalayarak ve sert şekilde iterek bir büroya götürdü, köşede bir odaya soktu. Hayatımda ilk olarak böyle bir muamele gördüğüm için çok ağırıma gitti.
Odada arkası olmayan bir sandalye ile yerde manyetolu bir telefon ve duvarda ’İstiklal Marşı’nın on kıtasını ihtiva eden bir serlevha vardı. Uygunsuz davrandığım takdirde bana dayak atacağını söyleyerek gitti. Sabaha kadar sigara içerek ve sandalyede pinekleyerek vakit geçirdim. Sabahleyin çatal, çorba ve ekmek verdiler. Ekmekten çok ağır bir küf kokusu geliyordu. Kusacak gibi oluyordum. Böylece iki gün yemek yiyemedim. Yemek getiren askerlerden biri, alışacağımı, bunu da arayıp bulamayacağımı söylerken, hadiseler bana rüya gibi gelmekte ve her an çağırıp ifadem alındıktan sonra serbest bırakılacağımı düşünüyordum.
22 Mayıs 1982
Cuma sabahı üç dört kişilik sivil ekip, gardiyan Ömer, parama ve eşyama ait bir zabıt tuttular. (Evden alındığım sırada bozuk paralarımın haricinde yanıma 50 bin lira almıştım.) Bu arada beş altı paket Maltepe sigaramı da aldılar. Bundan böyle sigara içmenin de yasak olduğunu söylediler.
23 Mayıs 1982
Cumartesi gününü de işkence odası olduğunu öğrendiğim odada, gardiyan tembihiyle ‘İstiklal Marşı’nı ezberlemekle, sandalye üzerinde veya beton zeminde ceketimi alta sererek geçirdim. Pazar günü akşama doğru gardiyan beni bölük komutanının yanına götürdü. Bölük Komutanı Mustafa Samur bana buranın ‘soruşturma’ olduğunu, her türlü işkenceyi görebileceğimi, sakat kalsam, ölsem dahi kimsenin kendilerinden bir şey soramayacağım, bu sebeple sorduklarına doğru cevap vermemi ve kendisine ne söylersem sonradan değiştirme veya inkâr yoluna sapmamamı tavsiye etti. Müteakiben, buraya yasadışı bir örgüte yardım mevzuunda getirildiğimi, bu hususta bildiklerimi anlatmamı söyledi.
Ben de Dicle İnşaat ve Ticaret Limited Şirketi’nin müdürü ve ortaklarından olduğumu, Şırnak’taki kömür ocaklarından Kurtalan’a 150 bin ton kömür ihalesiyle, bu kömürleri vagonlara yükleme işi yaptığımızı ve ayrıca Diyarbakır Vilayeti’nin mutemedi olaak kömürlerini temin ettiğimizi, Şırnak-Kurtalan arasındaki ihaleyi değişik senelerde 1976’dan beri üç defa şirketimizin aldığını ve günde 800 ton kömür taşıma mecburiyetinde olduğumuzu ve Şırnak-Kurtalan nakliye işinin şirket tarafından vazifelendirilen Aziz İpekçi’nin idaresinde yapıldığını söyledim. Ancak ihalenin aksamaya başladığını, günde 100 kamyonluk nakliye yapılması icap ederken, son zamanlarda günde 2 kamyona kadar düştüğünü, kamyonların yollarda, hatta Midyat civarında yol güzergâhındaki karakolların yanında soyulduklarını, soyulan kamyon şoförleriyle bu hususta devamlı tutulan zabıtların Türkiye Kömür İşletmeleri’ne ve Siirt Sıkıyönetim Komutanlığı Yardımcılığı’na gönderildiğini, bu arada kimsenin mevzuyla alakadar olmadığım söyledim. Bu arada işi yapamadığımız, teminatımızın irat kaydedileceği, işin yeniden ihaleye çıkarılacağı, cezaî şartların uygulanacağı, telgraf ve yazıyla ihbar ediliyordu. O yılın Temmuz ayı sonları olmalı.
Kurtalan’daki işleri idare eden Aziz İpekçi Diyarbakır’a geldi. Benimle yalnız görüşmek istedi. Telaşlı ve korkmuş bir hali vardı. On sekiz-yirmi yaşlarında bir gencin yazıhaneye geldiğini, Apo örgütünden olduğunu, 5 Ağustos tarihine kadar şirketinizin 2 milyon lira ödemesine örgütün karar verdiğini, kamyonlarımızı kendilerinin soyduğunu, bu para verilmediği takdirde kamyonların geçişine müsaade etmeyecekleri gibi, yükleme işinde çalışan loderimizin de dinamitleneceğini söylediğini anlattı.
Son sene şirkete ortak yaptığımız Bedii Tan’ı da çağırarak ne yapabileceğimizi tartıştık. Aziz İpekçi bu iş halledilmediği takdirde işin ucunda ölüm olabileceğini, kendisinin çoluk çocuğunun olduğunu, hayatını tehlikeye atamayacağını söyledi. Ertesi sabah Aziz İpekçi ile Bedii Tan Batman ve Kurtalan’a gittiler. Bedii Tan yaptığı tahkikat sonu paranın ödenmesinin icap ettiğini, loder dinamitlendiğinde, loder operatörü Hikmet’in ölmesi halinde herkesin, ‘Felat Cemiloğlu para için adamın ölümüne sebep oldu’ diyeceğini, devletin bize sahip çıkmaması sebebiyle parayı ödemekten başka çaremizin olmadığı görüşünü savundu.
Bunun üzerine istenilen parayı örgüte verme mecburiyetinde olduğunu anladım. Loderin yedek motorunu 1 milyon 600 bin liraya satarak, 400 bin lira daha ilavesiyle Bedii Tan ve Aziz İpekçi’yi Kurtalan’a gönderdim. Dönüşlerinde fazla izahat istemeden, verdiklerini öğrenmekle iktifa ettim ve bu meselenin bir daha konuşulmamasını tembih ettim.
Bu hadiseden 1 ay 7 gün sonra 12 Eylül 1980 oldu.
Bütün Türkiye’de olduğu gibi Kurtalan mıntıkasında da anarşik olanlar toplanıp tutuklanıyordu. Kendi aramızda bu hadiseyi kapattığımızı, yalnız iş ortaya çıktığında hadiseyi doğru olarak anlatmaya karar verdiğimizi yüzbaşıya söyledim.
Sonradan öğrenmiştim. Bizden para alan çocuk, daha önce 1980’de yakalanıp sorgulanmış. Bizden para aldığını itiraf etmiş. O zaman beni yakından tanıyan 7. Kolordu Komutam Korgeneral Kemal Yamak ve Vali Erdoğan Şahinoğlu, ‘Cemiloğlu isteyerek vermemiştir’ düşüncesiyle soruşturmayı engellemişler. 12 Eylül’den hemen sonra 7. Kolordu İstihbarat subayı Binbaşı Çetin Bey bana gelip Diyarbakır Belediye başkanlığı konusunda nabzımı tuttu, kolordu komutam adına. Ben kabul etmemiştim. Havadis şehirde yayılmıştı. O zaman Belediye başkanlığına bakan albay, bu havadisten rahatsız olmuş olacak ki, Sürt Sıkıyönetim Kurmay Başkanından hakkımızda iddiada bulunan gencin ihbarını öğrenmiş. İşte 1982’de Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklu bulunan ihbarcı tekrar Siirt’e getirilip yeniden ifadesi komutanlığın istediği gibi alınmış. O geceyi aynı odada geçirdim.
Sabahleyin dokuz sularında bir yarbay geldi. İfademi doğru vermemi tembih etti. Bir müddet sonra gardiyan Ömer, yerdeki çok kirli bir çaputla gözlerimi bağladıktan sonra ite kaka yüzbaşının odasına götürdü. Gözüm kapalı olduğu için odada kaç kişinin olduğunu görmemekle beraber, çok kişinin olduğu inancına kapıldım. Bu arada bana soru soran birinin sesinden sabah uğrayan yarbay olduğunu anladım. Daha sonra bu yarbayın Siirt Sıkıyönetim Kurmay Başkanı olduğunu öğrendim. Kolordu Komutanı Korgeneral Kemal Yamak’la, valiyle, hükümetle olan münasebetlerimi, kaç dönüm arazim olduğunu, ne kadar hazine arazisi kullandığımı, kömürleri neden ucuza ve veresiye verdiğimi, bundaki maksadımın ne olduğunu suçlayıcı şekilde sordu. Ben de cevaplarımı doğru olarak verdim.
Sonra bana, ’Senin akrabaların bu devletin temeline dinamit koymaya çalışırken senin bizle kol kola gezmenin faydası yok, onlar yapmış sen çekeceksin, sen yaparsan torunların çekecek’ dedi. Ben de, ’Akrabalarımın Suriye’ye ben doğmadan gittiklerini, değerlendirmeyi böyle yapıyorsanız, boşuna yasadışı örgüte isteyerek yardım yapıp yapmadığımı sorup niye kendinizi yoruyorsunuz, zaptınızı ve kanaatinizi bildiğiniz gibi yapacağınız anlaşılıyor, benden artık bir şey sormanıza lüzum var mı?’ diye cevaplandırdım.
Beni tekrar gözüm kapalı olarak hücreme geri gönderdiler.
26 Mayıs 1982
Salı gününe kadar hücrede tek başıma bırakıldım.. Günde birkaç kere, en az üç defa bütün hücrelerin kapılarını açıp, içeride kapıya doğru esas duruşta durdurup, tek tek ‘İstiklal Marşı’, ’Türk Gençliğine Hitabe’, ‘Andımız’ söyletiliyordu. Bu arada söyleyemeyenler, yanlış söyleyenler, az bağıranlara gardiyan Ömer’in vurduğu cop ve tokat sesleri geliyordu. İlk kaldığım hücrede, yerde, köşede manyetolu bir telefon vardı. Daha evvel bu odanın bir yazıhane olduğunu düşündüm. Daha sonra, zannediyorum 26 Mayıs 1982 günü gözümü bağlayarak koridora çıkardılar, yüzümü duvara döndürdüler, bir müddet sonra benim kaldığım hücreden bir gencin feryatları gelmeye başladı. Manyetolu telefonun elektrik verilmede kullanıldığını böylece öğrenmiş oldum. Bana da, ‘Doğru konuşmadığım takdirde olacağın budur’ dediler.
Bir müddet sonra beni koridorun ortasındaki bir odaya koydular. Daha bir müddet işkenceden dolayı feryatlar duydum. Yanıma bir iki saat sonra işkence yaptıkları kişiyi (Kadri…) getirdiler. Perişan vaziyetteydi. Odada yalnız iki adet demir karyola vardı. Şilte falan yoktu. Öylece, demirlerin üstünde yatıyorduk.
İki üç gün sonra gözlerim bağlanmadan, bölük komutanın odasına götürüldüm. Orada sivil bir baskomiser, iki sivil polis beni sandalyeye oturtarak ifademi aldılar. Yüzbaşı ben ifademi verirken girip çıkıyordu. Sigara ikram ettiler. Yasak olduğunu söyledim. Gardiyan Ömer’den sordular, doğruladı. Günde üç paket sigara içmeme rağmen sigara içmek için bir arzu duymadım. İfademi hep anlattığım gibi söyledim ve imzaladım. Ertesi gün gardiyan tıraş olmamı söyledi. Biraz sonra da beni yüzbaşının odası götürürken, tuğgeneralin beni görmek istediğini ekledi.
Tuğgeneral beni karşısına oturttu
Yüzbaşıya da sandalyeye oturrmasini söyledikten sonra askere 'Üç çay' dedi. Paşa, Diyarbakır'da sevilen ve sayılan bir kişi olduğumu duyduğunu, hayatta bu gibi seylerin olabileceğini, bir ihtiyacım olup olmadığını, ihtiyacım olursa yüzbaşıya çekinmeden söyleyebileceğimi, arabanın da bir an önce hazırlanarak Diyarbakır'a sevkimin yapılmasını yüzbaşıya emretti. Yüzbasi çayını içmedi. Komutan gittikten sonra bana karşı eskisinden daha sert davranmaya başladı.
Sıkıntıların birkaç güne kadar Diyarbakır’a gider gitmez biteceği ümidiyle olanları fazla mühimsemiyordum. Bu haksızlığın devam etmeyeceğni düşünüyor, teselli buluyordum. Siirt’e gelişimin on ikinci günü sabahı herkesi koğuşun önüne çıkardılar. Kör bir tıraş makinesiyle koyun kırpar gibi traş etmeye başladılar. Gardiyana, yüzbaşıyla görüşmek istediğimi söyledim. Götürdü. Diyarbakır’da tevkif edilmeme ihtimalim olduğunu düşünerek yüzbaşıya, toplantılarım olduğunu, bu yüzden saçımın kesilmemesini rica ettim. Epey kızdı. Ben de kızmasına lüzum olmadığını söyledim. Geri geldim ve bir asker tarafından traş makinesiyle yol yol tıraş edildi kafam…
Sonra YSE’nin otobüsüne bindirildik. İkişer ikişer kelepçelediler. Bana sıra gelinceye kadar kelepçe kalmadı. Böylelikle Diyarbakır’a kadar ötekilerine göre birkaçımız daha rahat geldik. İhbarcımız Kâzım Türkkan da bizimle aynı otobüste Diyarbakır’a döndü. Yol boyunca otobüste ayağa kalkarak, ihbarcımızın tek tek söylediği ve hepimizin tekrar ettiği ‘İstiklal Marşı’, ‘Ey Türk Gençliği’, ’Andımız’ gibi marşlar söyledik. Otobüste bir grup, on dört-on beş kişi kadar da Nurcu vardı. Üsteğmen Fahrettin bazen Nurcularla tartışarak, bazen de hakaret ederek konuşuyordu. Bana da verdiğimiz paradan dolayı bir şey olmayacağını söyledi. Diyarbakır’a gelince bizi ‘gözaltı’ denilen yere koymak için sıraya dizdiler. Üsteğmen, başçavuşa benimle Bedii Tan ve Aziz İpekçi’yi aynı yere koymaması için gizlice bir şeyler söyledi.
Gözaltında kaldığım on gün zarfında, buranın soruşturması bitenlerin mahkemelerini bekleme yeri olduğunu, soruşturmadan gelenlerin bir nevi tedavi yeri olduğunu öğrendim. Burada kaldım devamlı olarak 5 No’lu diye adlandırılan askerî cezaevinde yapılan işkenceleri dinledim.
Nihayet büyük bir ümitle gittiğimiz mahkemede savcıya ifade verdikten sonra mahkeme huzuruna çıktık. Orada da ifadelerimiz alındıktan sonra, savcılık ve komutanlığın tevkif taleplerini hâkim okuyup, kendisi de buna iştirak edince öyle bir şok geçirdim ki, biraz sonra sandalye üzerinde beni ayıltmaya çalıştıklarını gördüm. Yirmi-yirmi iki günlük stresin neticesi nihayet kendini baygınlıkla göstermiş oldu. Benimle Bedii Tan hakkında tevkif kararı verildi. Aziz İpekçi serbest bırakıldı.
5 No’lu hapishaneye gitmek için ertesi günü bekledik .
Son geceyi başımıza nelerin gelebileceğini düşünerek geçirdik. Bütün anlatılanlara inanmak mümkün değildi. Öğleye doğru 5 Nolu hapishaneye gönderilmek üzere dört kişi dışarıya çıkarıldık. Vazifeli başçavuş yemek yiyip yemediğimizi sordu. ’Yemek yesinler öyle gönderelim, zira yedi sekiz gün yemek yemeyecekler’ dedi.
Buna inanmak mümkün değildi.
Kapalı kamyonete Bedii Tan’la birlikte beş kişi bindirilip sevk edildik. Yolda Bedii Beyle ilk defa yan yana oturduk. Benim kulağıma Birol Binbaşı’nın hapishane müdürü olduğunu, kendisini tanıdığını ve rahat edeceğimizi söyledi. Hapishaneye teslim anımızdan ölünceye kadar Bedii Bey’in gözü hep kapıda oldu. Binbaşı Birol’u bekledi. Ama maalesef onu görmeden öldü. Sonradan, mahkûmlardan sorumlu güvenlik amirinin Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran olduğunu, Birol Binbaşı’nın güvenlikle alakası olmadığını öğrendik. Asayişle ilgili her hususta olduğu gibi, diğer hususlarda da hep Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’dı tutukluların muhatabı.. Ve yüzbaşı kendi deyimiyle ‘5 No’lu’nun Allahı’ydı.
Bizi hapishanede bir teğmenle ona yakın asker karşıladı.
Tamamen soyunmamız emredildi.
Eşyalarımızı kontrol ederken benim tıraş köpüğümü aldılar; herhalde daha evvel görmedikleri için bunun ne olduğunu sordular. Üst kapağa basınca köpüğün fışkırdığını görünce çok zevklendiler ve köpükleri hepimizin yüzüne, kafasına ve vücutlarımıza fışkırtarak, köpüklü yüzümüze tokat atmaya başladılar. Tokatladıkça köpük üstlerine ve etrafa sıçramakta, onlar da bundan büyük bir zevk almakta ve tekrarlamaktaydılar.
Bir müddet sonra nizamî olarak ‘Geriye dön!’ emri verildi. Ben biraz muntazam dönmüş olacağım ki, ‘ibneye bak, nizamî dönüyor’ diye hem alay ettiler, hem mükâfat olarak çıplak sırtıma birkaç darbe vurdular.
Sonra, makatlarımızın içine de baktılar.
Eşyalarımızın kuşak, kravat gibileri haricindekileri torbalarımıza koyarak giyinmemizi söylediler. Ve sonradan öğrendiğimiz 35 No’lu koğuşa, içinde hücreler bulunan koğuşa bizi götürüp 1 No’lu hücreye sokarak, ‘Soyunun!’ dediler!
Bedii Bey, Hilvanlı Hamdoş dedikleri elli yaşlarında Hamit Gerger ve on beş-on altı yaşlarında bir çocukla aynı yerdeydik. 35 No’lu koğuş üç katlı, yanyana sıralı hücrelerden ibaretti. En alttaki hücrelerin önünde genişçe bir kısım vardı. Girişte, yandaki merdivenlerle ikinci ve üçüncü katlara çıkılıyordu. Üst kattaki hücreler de bu boşluğa bakıyor, önünde dar bir koridor bulunuyordu. Hücrede bir yatak alacak şekilde betondan yüksek bir sedirle, yanında bir o kadar boşluk ve arkada kapısı olmayan bir tuvalet vardı.
Eşyalarımı hücreye bırakmamız ve külot üstümüzde kalacak şekilde soyunmamız söylendi. Koridora çıkarıldık. Diğer hücredekilere arkalarını dönmeleri ve yere çökmeleri emredildi. Bize de birer süpürgeyle ortalardaki bir hücredeki suyun koridora çıkarılması emredildi Hücre içindeki tuvaletin tıkalı olduğunu ve içeride bir karış kadar suyun içinde pisliklerin yüzdüğünü gördük.
Su ve pislikleri hücrelerin önündeki geniş koridora yaydıktan sonra, daha gerideki bir hücreye tekrar toplanmamız istendi. Bunları yaparken bir taraftan coplanıyor, bir taraftan da ‘Son sayı üç!’ deyip, sayıncaya kadar bitirmemiz isteniyordu.
Bu ‘Son sayı üç’ emrinin sonradan her işte kullanıldığını gördük. ‘Son sayı üç’ dedikten sonra hemen ‘Bir…iki..’ deyip arkasından ‘iki on beş… iki otuz…’ diye yavaş yavaş sayıyorlardı. Her seferinde yapılacak iş daha bitmeden ‘iki kırk beş… Üç…’ deyip saymayı bitiriyorlardı. Tabiî emri zamanında yerine getiremediğin için de ceza hemen geliyordu. Bu ‘Son sayı üç’ emrinin tatbik edilmediği hiçbir anımız yoktu. Îçtimada, yemekte, tuvalette, bulaşıkta, velhasıl her yerde bu emirle iş yapıyorduk.
Pis suyu, içinde yüzen boklarla birlikte istedikleri hücreye doldurduktan sonra, bu hücrenin eşiği yüksekliğinde bir göl meydana geldi.
Bu suyla yıkanmamız emredildi.
Pislikle birlikte avuçlayarak başımızdan itibaren bu suyla yıkandık.
Müteakiben hepimiz koridorda diz çökerek başlarınızı birbirimize yaklaştırdıktan sonra üstümüze bir iki bidon su döktüler. Böylelikle sözde temizlenmiş olduk ve 1 Nolu hücremize konulduk.
1 Nolu hücre koğuş kapısının girişindeydi. Îçeriye her komutan (gardiyanlara komutan denirdi) girişinde, tekmil vermemiz emredilmişti. ‘Birinci kat, 1 Nolu hücre … mevcuduyla emir ve görüşlerinize hazırdır komutanınım!’ demek lazımdı. Komutan diğer hücrelerin önünden geçerken de her hüc¬re numarasına göre aynı tekmili verirdi. Hemen hemen her tek¬milden sonra, ya geç tekmil vermekten, ya yanlış ya da yüksek sesle verilmediği için ceza almak muhakkaktı.
Hücredeki cezada, parmaklıktan eller dışarı çıkartılır, cop, haydar veya kuzuyla vurulurdu. ‘Haydar’, Haydar isimli bir teğ¬menin adından kaynaklanan bir sopaydı ve bir başka adı da ‘beşe-on kalas’tı. Kuzu ise yuvarlak kavak ağacından yapma bir sopaydı. Copla dövülürsen şanslıydın, zira az acıtırdı. ‘Dayak vazi¬yeti al’ diye bağırıldı mı, iki elinin avuçlarını açar öne uzatırdın. Ceza için en geçerli bahaneleri tekmil verilirken yeterince canlı olmamaktı. Ne kadar yüksek sesle tekmil verilirse verilsin, se¬sin az çıktığı veya topuk sesinin iyi olmadığı bahane edilir ve karşılığında ceza verilirdi. Bu cezalar yalnız hatayı yapanla sınırlı kalmayıp bütün hücredekilere tatbik edilmekteydi. Cezada eşitli¬ğe tam riayetti bunun adı...
İlk günlerde dikkatimi çeken bir husus da şuydu: Coplanırken yalvaran ve sızlananlara bu yüzden, sesi çıkmayan¬lara da ses çıkarmadıkları için ceza aynen tatbik edilirdi. Sızlanma¬nın faydası olmadığını gördükten sonra sekiz ay hep şikâyetçi ol¬madığım için dayak yedim. Hücreye konulduğum 12 Haziran 1982'den sonra ‘stiklal Marşı'nın, 'Gençliğe Hitabe' nin ve ‘Andımız’ marşlarının tamamını öğrenmeden koğuşlara giremeyeceği¬miz söylendi.
Hücrelerde sabah 5:30’da mesai başlardı.
Üst kat hücrelerinden birinden bu marşların her kelimesi bir kişi tarafından tek tek söylenir, bütün hücreler bunu tekrar ederdik. Marşların çok yüksek sesle ve canlı söylenmesi şarttı. Bu canlı söylemenin şekline hükmetmek komutanların keyfine bağlıydı. Ne kadar canlı söylerseniz söyleyin, beğenilmemek muhakkaktı ve arkadan da cezası hazırdı tabii.
Marşlardan sonra öğlen 12'ye kadar bütün hücrelerde hayat, 'hazır ol' durumunda ayakta, yine yukarı hücrelerden birinin tek tek söylediği ve hücrelerin hepsinin tekrarladığı marşlarla devam ederdi. 12'de sabah mesaisinin bitiminde tekrar ‘İstiklal Marşı’, ‘Gençliğe Hitabe’ ve 'Andımız' aynı şekilde tek tek okunurdu. 12:00-13:30 arası yemek ve tatil dönemiydi. 13:30'da tekrar üç marşla öğleden sonra mesaisi baslardı. Esas duruşta ve marşlarla 18:30'a kadar devam eder, mesai tekrar üç marş söylenerek bitirilirdi.
20:30’da yatmak mecburiydi.
Hücrede, elinizde getirdiğiniz poşetler içindeki eşyanızdan başka yastık, yatak, yorgan, battaniye gibi şeyler yoktu. Poşetler ekseriya yastık olarak kullanılırdı. Gece eğer tuvalet kapısının önünde yatmamış isek, kendimizi çok mutlu hissederdik. Tutukluların birbirlerine isimleriyle hitap etme mecburiyetleri vardı. Abi, amca, bey vs. diye hitap yasaktı. Hücreye beraber konduğumuz Dicleli çocuk takriben on beş yaşındaydı. Ben elli üç yaşındaydım. Hilvanlı Hamit Gerger altmış, Bedii Tan elli civarındaydı. Bu çocuğun bize Hamit, Felat, Bedii diye hitap etmesini evvela çok yadırgamış, sonra alışmıştım.
Hücrede verilen yemekler için fazla bir şey söylemeye lüzum görmüyorum. Hakaret ve eziyet yanında yemek verilip verilmemesi benim için önemini kaybetmişti. Yemek dörtlü birleşik madenî kaplarda verilirdi. Dört beş kişiye verilen yemek ve ekmek bir kişinin dahi doymayacağı kadardı. Yemekten ziyade su problem oluyordu. Her hücrenin önüne birer bidon su konulurdu. Bu sudan ancak komutanın emriyle içebilirdi. Bu da sadece yemek saatlerinde mümkündü.
Mesai saatlerinde, yani 5:30-12:30 ve 13:30-18:30 arasında içmek ve içmek için izin istemek de katiyen yasaktı. Yemek saatlerindeyse içilecek su miktarını komutan tayin ederdi. Hücrelerde sigara içmek tamamen yasaklanmıştı. Zaten hücreye girerken herkesin sigaraları alınmıştı. Hücre içindeki tuvalette su akmadığı, dışarıdan da su verilmediği için temizlenme imkânı yoktu.
1 No'lu hücrede üç dört gün geçirdikten sonra bizi daha orta¬larda bir hücreye aldılar. Orada da dört kişi vardı. Hücrede sekiz dokuz kişi olduk. Verilen yemek ve su miktarında bir değişiklik olmuyordu. Yani dört kişiye verdikleri kadar yemek sekiz dokuz kişiye veriliyordu. Yemekleri karavanayla tutuklulardan iki kişi dağıtıyordu. Yemek dağıtanlara kaç hücreye dağıtılacağı söylen¬meden her hücreye eşit dağıtmaları emrediliyordu. Dağıtım so¬nunda yemek artarsa da, eksik kalırsa da, eşit dağıtmadıkları ge¬rekçesiyle ceza görüyorlardı. Müteakip yemek dağıtımında ayrı iki tutuklu vazifelendiriliyor, tabiî onlar da aynı akıbete uğruyor ve böylelikle bütün hücredekiler dağıtıcılardan dolayı cezadan nasiplerini alıyorlardı.
Ve komutanlar, 'Orospu çocukları, bir yemek dağıtmasını bile beceremiyorsunuz, bir de devlet kurmaya kalkışıyorsunuz' diye azarlıyorlardı.
Hücredeki yedi sekizinci gece, saat iki suları.
Cop, sopa sesleri ve feryatlarla uyandık. Sanki yüzlerce kişi da¬yak yiyor gibi geldi bize. Ve biz hücrelerin basıldığı, sıranın bize geleceği endişesine kapıldığımız sırada, hücrelerimizi açıp eşyala¬rımızla birlikle ‘son sayı üç’le çıkmamız emredildi. Sırtlarımız coplanarak bir üst kattaki hücrelerden birine tıkıldık. Yerlerimize dışarıdan yedi sekiz kişi yine dövüle dövüle getirilip yerleştirildi. Bu dayak ve yerleştirme işi bir iki saat sürdü. Bir üst kattaki hüc¬rede sabahleyin on sekiz kişi olduğumuzu saydık. Hücremizde ar¬tık ancak yan yana ayakta durabilecek kadar yer vardı.
Mesai aynı şekilde devam ediyordu. Marşları ayakta söylerken, bir kısmımız da yatak için yapılmış beton kısımda duruyorduk.
Yemek ve su dağıtımında, hücreler arasındaki eşitlik ve mesailer normal devam ediyordu. On sekiz kişi olmamıza rağmen gece yatmamız bir sorun olmadı. Artık o kadar yorgunduk ki, 20:30 ol¬duğu zaman açlık, susuzluk, yorgunluk, gündüz yenilen copların tesiriyle uyumuyor, bayılıyorduk. On sekiz kişinin ayakta zor sığdığı yerde on sekiz kişi yatıyorduk.
Hücre arkasındaki tuvalete de üç dört kişi isabet ediyordu.
Hücrede herkesin yalnız başı üstte gibiydi. Bir kişinin üstünde üç dört kişinin bacakları, kolları, vücudunun bir kısmına isabet edi¬yordu. Artık yastık derdi kalmamıştı. Başlar muhakkak diğer bi¬risinin vücudunu yastık gibi kullanıyordu,
Hücrede komutanların dayağına, hakaretine, yorgunluğa, açlı¬ğa, sigarasızlığa artık alışmıştık. Eh marşları da az çok öğrenmiş¬tik. Koğuşlara intikalimizi dört gözle bekliyorduk. Koğuşlarda ya¬tak olduğu, gezinilebildiği söyleniyordu. Üç marş için imtihan ya¬pıldıktan sonra koğuşlara gidebileceğimiz, ikinci defa gelen tec¬rübeli arkadaşlardan biri tarafından söylendi. Bu gibi hususlarda komutanlarımız bir izahat vermedikleri gibi, onlarla konuşmak ve bir şey sormak, hatta istemek de yasaktı.
Bu arada hesapta olmayan bir şeyle karşılaştık. Geldiğimiz günden beri Co isimli köpekle devamlı muhataptık. Mesela sı¬rayla Co'ya tekmil verdiriyorlardı. Co'nun karşısında, ‘Felat Cemiloğlu, Diyarbakır, emret komutanınım’ tekmilini çok yüksek ses¬le ve topuk sesiyle veriyorduk, Co, tekmili beğenmezse havlıyor¬du. Ve Co'yu memnun edemediğimiz için cezalandırılıyorduk, iş¬te bu Co, marşlar söylenirken bizi kontrole gelmiş ve marşları canlı söylemediğimiz için havlayarak komutanlarımızı haberdar etmiş, onun için de marş imtihanlarımız üç gün tehir edilmişti. Hücrede üç gün daha kalacağımız söylendi. Müteakip üç gün Co'yu kızdırmayacak davranışlarda bulanmaya çalıştık.
Bu arada mesai sırasında bazen bir kısmımızı hücre önündeki talim yerine çıkarıp, ya talim yaptırıyorlar ya da birbirimize da¬yak attırarak bizimle alay ediyorlardı. Böyle bir günde Urfalı bir baba oğulla epey eğlendiler. Baba altmış beş yaşlarında, 1, 90 boyundaydı. Oğlu, yirmi beş-otuz yaşlarında ve babasından daha iri ve cüsseliydi.
Evvela oğlunu babasına tokatlattılar.
Yavaş tokat vurduğu için hem oğul hem baba coplanıyordu, Beş on denemeden sonra oğulun babaya vurduğu şiddetli tokat¬ları beğenmediler Bu kere oğulu babanın sırtına bindirdiler. Bir taraftan babayı copluyor, daha hızlı koşması için zorluyorlardı. Oğul babasının sırtından indikten sonra ağlamaya başladı.
Girdiğimiz sırada hepimize ağlamanın, inlemenin, özellikle gülmenin yasak olduğu 5 No'ludaki 'vatan haini orospu çocuğu ibneler'in bunların hiçbirine hakkı olmadığı hepimize söylenmişti. Babayla oğul arasındaki bu tatbikatta hücredeki bazı tutuklular sırıtmış, bazıları suratlarını asmış ve oğul da ağlamıştı.
Emirlere itaat edilmediği için bütün hücreler cezalandırıldı:
'Birinci Hücre, ikinci Hücre, dayak vaziyeti al!' Bu komutla herkes iki elini üst üste koyarak hücre parmaklı¬ğından dışarı çıkarıp nasibi kadar copu yedikten sonra yerini ay¬nı hücredeki ikinci sıraya bırakıyordu. 'Dayak vaziyeti al!' komu¬tundan sonra tekmil verilerek eller birbirinin üzerinde öne uzatı¬lırdı. Komutanın her vuruşundan sonra: 'Emret komutanım!' demeye mecburduk, Hücrede onuncu günümüz dolduğunda ‘Istiklal Marşı’, ‘Türk Gençliğine Hitabe’ ve ‘Andımız’ marşlarında blok çavuşuyla bir¬likte iki üç gardiyan bizi imtihan etti. Tam bilenler dahi stres için¬de söylerken şaşırdıkları oluyordu. Bu şaşırmalar karşısında kü¬für ve coplanmalardan sonra 21 Haziran 1982 günü öğleden son¬ra koğuşlara gönderilmek üzere hücrelerden çıkarıldık. Hücre önündeki boşlukta toplandık.
Ben aynı koğuşa düşebilmek için Bedii Tan' a yaklaşmaya çalış¬tım. Ellerimiz yanlara yapışık, başlarımız önde, etrafa bakmadan bana çok uzun gelen koridorlardan geçtikten sonra, yine bir ko¬ridorda koğuş gardiyanlarına teslim edildik. Külot dahil tamamen soyunmamız emredildi. Eşyalarımız tek tek arandı. Ondan sonra da yüzlerimiz duvara döndürüldü, emir verildi: ‘Domal!’
Hepimizin makatları kontrol edildi.
Tabiî kimsede bir şey bulunmadı. Bulunması ihtimali de yoktu. Soruşturmadan, gözaltından, hücreden gelmiş, zaten defalarca kontrol edilmiştik.
Koğuşa girerken sırayla hepimiz coplandık. Kırk-kırk beş kişiydik. Bu arada herkesin aynı koğuşa gideceği¬ni, bu koğuşun 'cezalı bir koğuş' olduğunu, bu yüzden şansımız ol¬madığını söylediler. Ve bu koğuşun ceza sebebini öğrenmeye çalış¬manın yasak olduğunu, bize de zaten kimsenin söylemeyeceğini eklediler.
Koğuşa girerken ismini sonradan öğrendiğim Mehmet Emin Kardeş'e gözleri ilişti. Meğer Mehmet Emin'in 5 Nolu'ya ikinci gelişiymiş. ikinci gelenlere çok kızıyorlardı. Sebep olarak da ‘Birin¬ci sefer demek ki ders almamış!’ diyorlardı. Mehmet Emin'i, cop, haydar ve kuzuyla hemen hemen bayıltıncaya kadar dövdüler. Akşam karanlığı bastığı sırada cezalı 33 No'lu koğuşa girdik. Koğuşun bütün camları kapalı ve kırmızıya boyanmış ve de ortasına ay-yıldız çizilmiş olduğu için koğuş çok loştu. Koğuş, sonradan söylendiğine göre atölye olarak yapılmıştı. Epey büyüktü. Kapı girişindeki kısım boştu. Ortada, herhalde sonradan yapıldığı için, yüksekçe üç tane kapısız tuvalet vardı. Tuvaletin önüne rastlayan ranzalar iki katlı, pencere tarafına rastlayanlarsa üç katlıydı.
İçeri girdiğimizde elli kişi kadar bir kalabalık duvar dibinde, üçlü sıra halinde içtimadaydı. Ortadaki, soluk benizli iki kişi, san¬ki mumyadan yapılmışlar intibaını veriyorlardı. Yalnız çakı gibiy¬diler. Her emirden sonra tekmil verip, topukları üstünde dönerek söyleneni yaptıktan sonra tekrar geliyor, avazları çıktığı kadar bağırarak tekmil veriyorlardı. Bunların koğuş sorumluları Ekrem Dal, Selim Dindar ve Fahri Tunç olduklarını sonradan öğrendim. Sorumlulara, 'kırk tane mal' getirdiklerini, ranzalarda değil talim yerinde yerde yatırılmamız gerektiğini, ihtiyar saydıkları on kişiyi ayırıp geri kalanlara iki gün yemek verilmeyeceğini söylediler. Ben yemek verilmeyecek gruba dahil edildim.
O gece koğuş sorumluları ellerinde yazılı on dört-on beş mad¬deden ibaret koğuş talimatını bize okudular. Ve bunlara riayet et¬mek mecburiyetinde olduğumuzu, hataların cezasız, kalmayacağı¬nı söylediler. Bu koğuş talimatnamesi günde dört-beş kere anlatı¬lıyor ve tatbikatları yapılıyordu.
Talimattan hatırımda kalanlar şunlar:
(1) Koğuşta konuşmak yasaktı. (2) Koğuş içinde dolaşırken el¬ler iki yanda yapışık gezilecekti. (3) Komutanla konuşmak, bir şey istemek yasaktı, (4
Hiç yorum yok