Açılım Manzaraları
Garbis Altınoğlu, 11 Aralık 2009
Abdullah Öcalan’ın yaşam koşullarının düzeltilmesi amacıyla yapılmakta olan gösteriler devam ederken, daha önceki bir tarihte belediye otobüsüne molotof kokteyli atılması sonucu yaralanan Serap Eser 29 gündür tedavi gördüğü hastanede –kuşkulu sayılabilecek koşullarda- yaşamını yitirdi. Bunu 7 Aralık’ta, Tokat’ın Reşadiye ilçesinde 7 jandarmanın ölümüne yol açan ve DTP’nin kapatılması davasının Anayasa Mahkemesi’nde görüşülmesinin hemen öncesine denk gelen eylem izledi. Beklenebileceği üzere bu gelişmeler, 19 Ekim’de Habur’dan Türkiye’ye giriş yapan “barış grubu”nun yüzbinlerce Kürt tarafından karşılanmasının ardından yapılan provokatif açıklamalarla ve 22 Kasım’da İzmir’de DTP konvoyuna yapılan saldırıyla vb. gerilmeye başlayan siyasal ortamı daha da gerginleştirdi. CHP ve MHP gibi gerici partilerin yanısıra Türk burjuva basınının bir bölümü, bu son olayları kullanarak AKP hükümetinin “açılım” politikasına karşı yoğun bir saldırıya giriştiler. Tabii onlar bunu yaparken Türkiye Kürdistanı’nda ve Batı’da Kürt halkına, DTP’ne ve PKK’ya karşı yapılmakta olan ve bir bölümü ölümle sonuçlanan saldırıları görmezden gelmeyi, barış isteği ve iradesini ortaya koymuş bulunan Kürt halkına ve onun siyasal temsilcilerine karşı saldırgan ve tehditkar bir dil kullanmayı de sürdürmeyi ihmal etmediler.
Bunların hiçbirinin, beklenmedik ve olağanüstü bir nitelik taşımadığı iki kere ikinin dört ettiği kadar açık olmalıdır. 29-31 Ağustos 2009 tarih ve “Kürt ‘Açılımı’/ Kurt Kapanı” başlıklı yazımda şöyle demiştim:
“Kürt halkının önemli boyutlara varan siyasallaşması ve kitlesel hareketliliği bir yana konacak olursa, Türkiye işçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçilerinin tabandan gelen devrimci basıncının hemen hemen hiç derekesinde olduğu koşullarda bu sürecin zigzaglı, duraksamalı ve hatta yer yer geri dönüşlü bir nitelik taşıması kaçınılmazdır; hatta onun PKK’nın, ‘İslam kardeşliği’ ve ‘demokratik açılım’ retoriğiyle silahsızlandırılmasını öngören bir kapana dönüşmesi bile olanaklıdır…
“Kürt-Türk gerilimini tırmandırma politikasını şimdilik bir yana koymuş gözükse de bundan vazgeçmemiş olan ve Türkiye’yi kendi yörüngesinde tutmak ve Ortadoğu’da ve Orta Asya’da yürüttükleri savaşlara çekmek isteyen ABD-İsrail-Britanya ekseni ve bu eksenin devlet aygıtı ve siyaset alanı içindeki hiç de güçsüz olmayan işbirlikçilerinin bu süreci elleri kolları bağlı durumda izlemeyecekleri ve çeşitli kanlı ve provokatif eylemlere girişebilecekleri de unutulmamalıdır…
“… bu ‘açılım’ aslında, sunucu ve pazarlayıcılarının da belirttikleri gibi gerçekten de bir ‘devlet projesi’dir; yani değişen ölçülerde ve düzeylerde askeri-bürokratik aygıt ve egemen sınıfların diğer katmanları ve ana gövdesi tarafından da desteklenmektedir. ANCAK, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sürdürülen politikada önemli ayarlamalar yapmayı öngören bu rota değişikliğinin Türk egemen sınıflarının saflarında bir dizi çalkantı, sürtüşme, gerilim, hatta çatışma olmaksızın gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Bu ‘açılım’ın bir dizi başka çelişmeyle içiçe geçmiş olması, onu daha sancılı ve karmaşık hale getirmektedir…”
AKP hükümetinin ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıklarının “açılım” politikalarının, bir dizi objektif ve subjektif faktöre (AKP’nin tabanı da içinde olmak üzere Türk halkı katında Türk şovenizminin etkisi, “açılım”a karşı duran güçlerin direniş ve provokasyonları, hatta AKP içindeki itiraz sesleri, Kürt-Türk çatışmasını kışkırtan dış odakların çabaları) bağlı olarak yavaşladığı bir gerçektir. Ancak genel kanının aksine ben, bu sürecin kesintilere uğrasa da, yavaşlasa da süreceği kanısındayım. (Tabii İran’a karşı bir ABD-İsrail saldırısı, AKP’nin bölünmesi/ kapatılması ya da ekonomik durgunluğun onmilyonlarca işçi ve emekçiyi açlığa mahkum edecek yıkıcı bir ekonomik krize dönüşmesi türünden olağanüstü gelişmeler olmadığı takdirde.) Bu “açılım” olayının ardında yatan dinamiklere 24-26 Kasım 2009 tarih ve “ABD Batarken Kürt Açılımı ve ‘Yeni-Osmanlıcılık’ ” başlıklı yazımda değinmiştim. Sözkonusu yazıda da belirtmiş olduğum gibi AKP ve bağlaşıklarının, görece elverişli uluslararası konjonktürün yardımıyla yaşama geçirmeye giriştikleri bu projenin amacı, öncelikle Türk burjuva devletini yenilemek, onarmak ve az-çok normal bir rejime kavuşturmak ve Türkiye’yi Ortadoğu ve Balkanlar’da daha geniş bir nüfuza sahip bir ülke haline getirmektir. Burjuvazinin ana gövdesi ve AKP, ayaklarına bağlı “Kürt sorunu” prangası çözülmeden bunu yapamayacaklarını biliyorlar. A. Öcalan bu gerçekliğe yıllar önce, yani 1999’da şöyle işaret etmişti:
“Cumhuriyet tarihinin bu en zor sorunu çözümlendiğinde Türkiye'nin iç barışından aldığı güçle bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı kesindir. Ortadoğu'da liderlik dönemi Orta Asya'dan Balkanlar ve Kafkaslara kadar etkili olma anlamına gelecektir. Demokratik sistemin çözüm gücü, başta barış olmak üzere, birçok çelişki ve sorun olan bu bölgelere haklı bir müdahale ve desteğin verilmesi ve istenmesine de yol açacaktır.” (A. Öcalan, Savunma)
“Türkiye burada büyük tehlikelerden korunma kadar, tersine yani güç kaynağına dönüştürme şansına sahip olacaktır. İçte ve dışta PKK'nin askeri savaş olanakları çözümle birlikte Türkiye'nin hizmetine girecektir... Kürtlerin Demokratik Cumhuriyet’le bütünleşmesi geliştikçe bu askeri anlamda da karşı tehditten stratejik bir güç kaynağına dönüşecektir. Çözüm bu büyük fırsatı sunuyor. Geleceğe en büyük stratejik yatırım oluyor.” (A. Öcalan, Esasa İlişkin Savunma)
Devrimci ve demokratik güçleri bu türden gerici ve yayılmacı stratejileri asla desteklemeyecekleri bellidir. Ancak bu, Türk burjuvazisinin, Öcalan’ın tezlerini “kabul eden” kesiminin bir Kürt-Türk çatışmasına karşı tavır almasının taktiksel planda olumlu bir anlam taşıdığı gerçeğine gözleri kapamayı asla gerektirmez. Sorun, devrimci ve demokratik güçlerin sözkonusu kabuk değiştirme sürecine kaçınılmaz olarak eşlik edecek olan sürtüşme, çelişme ve çatışmalardan yararlanarak kendilerine daha geniş bir alan açıp açamayacaklarıdır. Sorun, Kürt emekçilerinin yanısıra özellikle Türk işçi ve sömürülen emekçilerinin de kendi ivedi ve yakıcı talepleri temelinde bir kitlesel seferberliğe çekilip çekilemeyecekleri, Türk gericiliğini geri adım atmaya zorlamayı ve bir “devlet projesi” olarak başlatılan bu “açılım”ı bir “halk projesi”ne dönüştürmeyi başarıp başaramayacaklarıdır. Türkiye devrimci hareketinin güçsüzlüğü ve daha da önemlisi doğru perspektif yoksunluğu ve güçlü bir kitlesel barış ve demokrasi hareketinin yokluğuyla nitelenen bugünkü koşullarda “açılım”ın, askeri-bürokratik kliğin ayrıcalık ve nüfuzunun azaltılması ve ülkenin rejiminin geri bir burjuva demokrasisine evrimi doğrultusunda bazı cılız adımların atılmasıyla sınırlı kalacağı açıktır.
Mimarlarının sınıfsal ve siyasal konumunu göz ardı ederek adıgeçen “açılım” politikalarına büyük umutlar bağlayan -ve aralarında PKK ve DTP’nin de bulunduğu- örgüt, çevre ve kişiler özellikle son gelişmelerin ardından AKP hükümeti ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıklarının PKK’nın ve DTP’nin tasfiyesine yöneldiğinden yakınmaya başladılar ve bundan hareketle “açılım” sürecinin bittiğini ilan ettiler. Peki ama ne bekliyordunuz? Bırakalım AKP gibi gerici-İslamcı partileri, en demokratik burjuva partilerinin bile gerek işçi sınıfının, gerekse ezilen ulusun herhangi bir kitlesel-silahlı örgütlenmesinin varlığını asla kabul etmeyeceği, onu tasfiye etmek için elinden geleni ardına koymayacağı, bunu kendisi açısından olmazsa olmaz sayacağı açık değil mi? Gerçekten demokratik bir nitelik taşıyacak bir “açılım”ın ancak değişik milliyetlerden işçi sınıfının ve diğer emekçilerin devrimci kitle hareketinin yükselmesinin ürünü olabileceği açık değil mi? PKK’nın yapmakta olduğu gibi, Kürt halkının dinamizmini ve potansiyelini bazı reform kırıntıları karşılığında Türk burjuvazisini ve gericiliğinin hizmetine vermeyi önermenin, “Türkiye'nin iç barışından aldığı güçle bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı”nı ileri sürmenin, Alpaslan, Yavuz Sultan Selim ve Mustafa Kemal gibi tarihsel figürlerle Kürt feodal egemen sınıfları arasındaki bağlaşmaları örnek göstererek benzer bir gerici Kürt-Türk birliğini günümüzde de savunmanın ve Kürt ulusunun kendi yazgısını belirleme, yani ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkını reddetmenin tasfiyeciliğin ta kendisi ve hatta doruğu olduğu açık değil mi?
Daha da kötüsü böylesi bir “hayal kırıklığı”nın devrimci ve demokratik güçleri siyasal konjonktürü yanlış okumaya ve AKP ve bağlaşıklarının konumuyla onların, statükoyu muhafaza etmekten yana olan şovenist ve faşist rakiplerinin konumunu aynılaştırmaya götürmekte olmasıdır. İslami gericiliğin partisi AKP hükümetinin yer yer daha saldırgan bir dil kullandığı, ciddiye alınabilecek bir demokratikleşme programına sahip olmadığı, 19 Ekim’deki barış-yanlısı Habur karşılamasının ardından yapılan şovenist yaygara kampanyasına katıldığı, 22 Kasım’da İzmir’de DTP konvoyuna yapılan saldırıyı kesin bir dille mahkum etmediği, yıllardır diline pelesenk etmiş olmasına rağmen 12 Eylül darbesinin ürünü olan anayasayı değiştirmek için ciddi bir girişimde bulunmadığı vb. biliniyor. Ancak bütün bunlar; işçi sınıfının, Kürt halkının vb. baş düşmanının statükoyu muhafaza etmekten, bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtmakta olan ve Türkiye’yi ABD-İsrail-Britanya çizgisinde tutmak isteyen şovenist ve faşist güçler olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Devrimci ve demokratik güçler bugünkü somut koşullar altında, iki gerici kamptan herhangi birinin yanında yer almaktan kaçınmalı, ancak mızrağın sivri ucunu esas ve en tehlikeli düşman olan ABD-İsrail-Britanya şer eksenine ve bu eksenin ülke içindeki askeri ve sivil uzantılarına yöneltmelidirler. Ulusal kurtuluş hareketleri de içinde olmak üzere devrimci hareketlerin; dostları ve düşmanlarının kimler olduğu, esas düşmanlarıyla ikincil düşmanlarının kimler olduğu ve bu saptamaların zaman içinde ne tür değişiklikler geçirdiği konusunda berrak ve doğru bir tutuma sahip olmaları yaşamsal bir önem taşır. Mao Zedung Mart 1926’da kaleme aldığı “Çin Toplumundaki Sınıfların Tahlili” başlıklı yazısında haklı olarak şöyle diyordu:
“Düşmanlarımız kimlerdir? Dostlarımız kimlerdir? Bu, devrimin en önemli sorunlarından biridir... Devrimi kesin olarak başarıya ulaştırabilmek ve kitleleri yanlış yola sokmaktan kaçınabilmek için, gerçek düşmanlarımıza saldırmak üzere, gerçek dostlarımızla birleşmeye dikkat etmeliyiz.” (Mao Zedung, Seçme Eserler I, İstanbul, Aydınlık Yayınları, 1979, s. 19)
Bu bağlamda Reşadiye’de gerçekleşen ve HPG’nin bir kaç günlük bir suskunluğun ardından üstlendiği eylemin hatalı olduğunun ve bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtmaya çalışan güçlerin ekmeğine yağ sürdüğünün altını çizmek isterim. HPG Anakarargah Komutanlığının utangaç bir dille sahip çıktığı ve yerel bir HPG biriminin “Önder Apo'nun yaşam koşulları üzerindeki saldırılar”a vb. karşı duyduğu tepkiyle yaptığını ileri sürdüğü bu eylem, taktiklerin duygulara ve öfkelere değil, sınıf güçlerinin konumlanmasına ve bu güçlerin “soğukkanlı ve eksiksiz bir objektif kestirimine”dayanması gerektiği ilkesiyle bağdaşmaz. Benzer bir saptamayı gerek Kürdistan’da ve gerekse Batı’da yapılan küçük-ölçekli gösterilerde, küçük esnafın ve halktan insanların dükkanlarına, arabalarına vb. zarar verilmesi için de söyleyebiliriz. Kürt ulusal hareketinin dostlarını ve sallantılı bağlaşıklarını kendisinden uzaklaştırmaya ve soğutmaya değil kendisine daha da yakınlaştırmaya, Kürt halkının düşmanlarını en büyük ölçüde izole etmeye gereksinimi vardır. Clausewitz’in söylemiş olduğu gibi savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesinden başka bir şey değilse, savaşın ve diğer eylemlerin biçim ve hedeflerinin de duygulara, öfkelere göre saptanmaması, tersine güdülen siyasetin ana doğrultusuna tabi olması ve bu siyasetin ölçütlerine göre gerçekleştirilmesi beklenir. (1)
İşçi sınıfının, sömürülen emekçilerin ve ezilen halkların demokrasi, ulusal kurtuluş ve sosyalizm uğruna verdikleri haklı kavga sırasında yer yer devrimci şiddete başvurmaları tamamen meşrudur. Dahası kural olarak, ezilen sınıf ya da ezilen ulus stratejik hedeflerine böylesi bir şiddet olmaksızın, yani egemen sınıfın/ ulusun devlet aygıtını kötürüm etmeksizin ya da yıkmaksızın erişemeyecektir. ANCAK bu şiddetin doğru hedeflere yöneltilmesi, doğru siyasal zeminde ve doğru metotlarla gerçekleştirilmesi yaşamsal bir önem taşır. Devrimci şiddeti sıradanlaştırmak, onu meşru olmayan hedeflere yöneltmek ve kör teröre dönüştürmek, sözkonusu ulusal ve/ ya da toplumsal kurtuluş savaşımının meşruiyetini zedeler, onunla sömürücü sınıfların siyasal hareketleri arasındaki ilkesel farklılığı giderek ortadan kaldırır.
Bugün Türk egemen sınıflarının bir fraksiyonunun başlattığı “açılım” sürecinin sunduğu olanaklardan yararlanmak ve bu “devlet projesi”ni bir “halk projesi”ne dönüştürmek; Türk gericiliğinin onyıllardır Kürt halkına ve Türkiye işçi sınıfına ve ilerici güçlerine karşı işlediği suçları, gerçekleştirdiği cinayetleri, katliamları vb. sistemli bir biçimde sergilemekten, Türk gericiliğinden hesap sormaktan ve bu amaçla tüm demokratik, ilerici ve barışçı güçlerin kitlesel seferberliğini sağlamaktan geçmektedir. Barış ve demokrasi talepleriyle gerçekleştirilecek böylesi kitlesel eylemler küçük grupların, saptırma ve provokasyonlara açık korsan eylemlerinden çok daha yararlı ve etkili olacaktır. Ama böylesi bir çıkışın öncüleri kendilerini Kürt halkının hedef olduğu terör ve zulme karşı çıkmakla sınırlamamalı, Türk işçi ve sömürülen emekçilerinin ivedi ve yakıcı taleplerini de gündemine almalıdırlar. Bence PKK ve HPG’nin bütün bu süreç boyunca zorunlu savunma eylemleri dışında silaha başvurmaması, Kürt halkının haklı davasına zarar değil yarar sağlayacaktır.
(Bu satırlar yazıldıktan hemen sonra Anayasa Mahkemesi’nin DTP’ni oybirliğiyle kapattığı haberi geldi. Bu beklenen gelişme burada ve başka yerde ortaya koyduğum görüşlerde herhangi bir değişiklik yapmamı gerektirmiyor. Ancak AKP’nin ve onun devlet içindeki bağlaşıklarının, eğreti bir biçimde sahip çıktıkları “demokratik açılım” projesini öksüz bırakmak suretiyle kendi konumlarını zayıflattıkları ve statükoyu savunan faşist ve şovenist güçlerin ve onların arkasındaki ABD-İsrail-Britanya ekseninin ekmeğine yağ sürdükleri herhalde önümüzdeki günlerde daha iyi görülecektir.)
DİPNOTLAR
(1) 10 Ocak 2008’de KCK, Diyarbakır’da 3 Ocak’ta gerçekleştirilen ve 6 kişinin ölümü ve 67 kişinin de yaralanmasına yol açan patlamayla ilgili olarak yaptığı açıklamada doğru hedeflere yönelmeyen şiddet eylemlerini şöyle savunuyordu:
“Ancak Medya Savunma Alanlarına yönelik hava operasyonu, yaşanan can kaybı, Kuzey Kürdistan'da gerillaya, halka ve demokratik kurumlara yönelik hukuksuzluk, baskı ve tutuklamalara, Önderliğimiz üzerinde ağırlaşan tecride karşı, halkımız bir infial durumunu yaşamaktadır. Bu durumdan kaynaklı olarak çeşitli grupların protesto amaçlı, haklı eylemsel çıkışları olabilmektedir. Bazıları amacını aşsa da bundan halkımıza karşı saldırılarını aralıksız sürdüren güçler sorumludur. Çağın en gelişmiş tekniğine dayanarak gelişen saldırılar karşısında Kürt gençliğinin ve yurtsever Kürt halkının sessiz kalmayacağı bilinen bir durumdur. Görülüyor ki, Kürt halkının ve gençliğinin gelişen öfkesini kontrollü eylemler biçiminde organize etmenin güçlükleri vardır. Devlet terörünün bu türden uygulanması karşısında halkın öfkesinin önüne geçmenin zor olduğu bilinmelidir.”
Hiç yorum yok