İnatçı Gerçekler Komünistlere Sorumluluklarını Hatırlatıyor
Gerçekler, inatçı gerçekler... İnatçı gerçekler kendilerini herkese hatırlatmaya devam ediyorlar. Bıkmadan, usanmadan.
İnatçı gerçekler kendilerini önce kapitalistlere gösteriyorlar. Krizlerin kaçınılmaz olduğunun altını kalınca çiziyorlar. Kapitalizm koşulları altında her zenginlik daha büyük yoksulluk, her istikrar çabası daha büyük kargaşa, her barış daha büyük bir savaş doğuracak. Kapitalizmin krizleri burjuvazinin peşini bırakmıyor. Türkiye'de devalüasyon, Amerika'da yavaş ama düzenli bir biçimde düşen borsa çöken İnternet şirketleri. Krizler krizleri izliyor. Burjuvazi bir sınıf olarak eğitim almış, bir yönetme terbiyesine sahip. İnatçı gerçeklere gözlerini kapayarak onlardan kurtulmasının mümkün olmadığını biliyor. Burjuvazi krizlerin kaçınılmazlığını görüp ona göre örgütleniyor. Burjuvazi IMF'ler, Dünya Bankaları, NATO'lar kuruyor. Burjuvazi örgütleniyor. Bu örgütlerde yöneticiler yetiştiriyor. Krizleri ancak sağlam siyasal, ekonomik, ideolojik ve askeri örgütlere sahip olursa aşabileceğini biliyor. Burjuvazi düşmanını ciddiye alıyor. İşçi hareketini etkisizleştirmek için gereken her türlü düzenlemeyi titizlikle uyguluyor.
İnatçı gerçekler sadece burjuvalara kendilerini hatırlatmıyorlar. Gözlerini Avrupa'ya dikmiş, insan hakları derneklerinden medet uman demokrasi güçlerinin ve bunların «devrimcileşmesi» için çaba harcayan kimi çevrelerin de kapısını çalıyorlar. Geçtiğimiz günlerde Avrupa İşkence ve Kötü Muameleyi Önleme Komitesi'nde 19 Aralık operasyonuyla ilgili alınan kararı hatırlatıyorlar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türk devletini temize çıkarttı zindan saldırısını başarıyla gerçekleştirdiği için TC'yi kutladı. İnatçı gerçeklerin ısrarı böylelikle insan haklarının ne olduğunu bir kez daha açığa çıkarıyor. «Faşist Türk devletinin baskısından kaçıp» Avrupa demokrasisinin korunaklı coğrafyasında mülteci siyaseti yapanlar, Brüksel'deki parlamentonun önünde Avrupa Parlamentosu'ndan Türk devletine baskı yapmasını isteyenlerin önüne dikiliyor inatçı gerçekler. Mülteci siyaseti gerçekleri anlamıyor, Polyanna gibi meseleye olumlu yanından bakmayı deniyor «ama mahkeme Bayrampaşa'daki kadınlar koğuşundaki saldırıyı kınadı» tesellisiyle avutuyor kendini. Burjuva demokrasisinden gözleri kamaşanlara hiçbir inatçı gerçek kar etmiyor.
İnatçı gerçekler sonra demagojiyle bir halkı hep uyutabileceğini sananların karşısına geçiyor. İmralı'dan «serhıldan» planları yapanlara, Zapatistalar'a özenip on bin gerillayı silahsız bir biçimde Ankara'ya yürütmekten söz edenlere uğruyor. Onlara, Aydın polisinin Kürt işçisi Resul'u nasıl pervasızca katlettiğini gösteriyor. Zapatistalar'ın binlerce kilometre uzakta gerçekleştirdiği uzlaşmacı eylemlerin kokusunu alıp bayraklaştıranlar Kürt emekçilerinin mahallerinde gerçekleştirdikleri isyanın nasıl bir devrim dinamiğine işaret ettiğini anlamamakta direniyorlar. Devrim cephesinden düzen cephesine geçenlerin işine gelmiyor gerçekler.
İnatçı gerçekler işçilerin kuyruğundan ayrılmayan reformistlere, reformistlerin çekim alanından kopamayan devrimci akımlara uğruyor. Onlara «keskinleşen sınıf mücadelesi» yaygaralarının ne derece kof olduğunu hatırlatıyor. 24 Temmuz 1999'da bir alanda toplanan yüz bini aşkın işçinin 17 Ağustos depremine ufak bir tepki bile veremediğini, 1 Mayıs 2000'de «Küresel Saldırıya karşı Küresel Direniş!» sloganıyla kutsanan işçi hareketinin 2 Mayıs günü nasıl balon gibi söndüğünü, işçilerin hükümetin enflasyon programına karşı nasıl boyun eğdiklerini gösteriyor. 1 Aralık 2000'de işçi kitlelerinin uyanışı olarak sunulan eylemin hemen ardından 19 Aralık zindan saldırısının geldiğini, tek bir işçi-emekçi örgütünün bile saldırıya karşı somut bir tepki gösteremediğini unutturmuyor inatçı gerçekler.
Sıra devrimcilere gelince inatçı gerçekler devrimcilerin kapısını bir çok kere çalıyor. Şubat ayındaki mali krizin derinleşmesini coşkuyla karşılayan, bıçağın nihayet kemiğe dayandığını düşünen, «yükselen işçi hareketi» şarkısına sıkılmadan devam eden devrimci hareketi ikaz ediyor. Ama söz konusu devrimci hareket olunca inatçı gerçeklerin bile kafası karışıyor; ikazlara nereden, kimden, nasıl başlayacağını bilmiyor gerçekler. Nereden başlamalı? Bir ay önce kapsamlı bir tasfiye saldırısından, fiziksel imhadan söz edip hedefsiz, plansız, ilkesiz birlik çağrılarıyla ortalığa düşüp, bir ay sonra 8 Mart eylemine kalabalık bir kortejle katılınca bütün söylediklerini unutup «güçleniyoruz!» ninnisiyle kadrolarını uyutmaya çalışanlardan mı, işçilere kavuşmak için tasfiyeci Emek Platformu'na koşanlardan mı, yoksa ölüm oruçlarına ilişkin haber ve yorumlarını sessiz sedasız dergilerinin arka sayfalarına almaya başlayanlardan mı?
İnatçı gerçekler Dünya Emekçi Kadınlar gününü feministlerin gününe çevrilmesinden, 8 Mart'ın kızıllığının üstünün mor bayraklarla örtülmesinden mi başlasın? Yoksa sermayenin en utanmaz saldırılarına karşı neden ciddi bir işçi muhalefetinin yaratılamadığını, Emek Platformu tarafından düzenlenen eylemlerin zindanlarda yaşananlara neden hiç değinmediğini mi sorsun? Yoksa burjuvazinin uşaklarının «sıfır zam» sözcüğünü en ufak bir endişeye kapılmadan telaffuz edebilecek cesareti nereden bulduklarını mı öğrenmek istesin? Belki de 12 Mart Gazi ayaklanmasının yıl dönümünde ciddi bir politik eylem gerçekleştirip gerçekleştiremediğini sormalı inatçı gerçekler? Peki, Newroz'da Kürt kitlelerinin düzene yedeklenmesine karşı devrimcilerin nasıl müdahale ettiğini de sormalı mı? Bu soruların yanıtı var mı?
Bu soruların neden önemli olduğu açık. Bu sorular devrimci hareketin sahici bir muhasebe yükümlülüğü altında olduğuna işaret ediyor. İnatçı gerçekler devrimci akımlara bundan başka bir şey söylemiyorlar. Oysa devrimci hareket inatçı gerçekleri tınmıyor, o burjuvazinin krizini irdelemek ve emekçilerin şiddetlenen mücadelesine güzellemeler düzmekle meşgul. Burjuvazinin içine düştüğü durum devrimci harekete adeta moral veriyor, çünkü devrimci hareket burjuvazinin eksikliklerini kendi fazlası olarak görüyor. Halbuki, devrimci hareket gözlerini inatçı gerçeklere kapayıp, örgütsel birliği ve bütünlüğü koruma adına yapılması gereken muhasebeden kaçıp zaferler kazanmış komutan edasıyla hareket etmeyi sürdürdükçe burjuvazinin hiçbir krizi devrimci hareketinin derdine deva olmayacak. Bugün, devrimci önderlik boşluğunun yaşandığı koşullarda kitlelerin bir yükselip bir alçalan mücadelesine sığınanlar, yığınların kalabalıkları arasında savsakladıkları devrimci görevleri gizlediklerini sananlar, zafer şarkıları söyleyenler, hamasi nutuklar atanlar, işçilere dışarıdan komutlar verenler kitleler evlerine çekilince savsakladıkları görevlerin altında ezilecek, yılgınlığa kapılacak, büsbütün tasfiye riskiyle karşı karşıya kalacaklar.
Komünistlerin bugün için asli görevi devrimcilerin gözlerinden kaçan tasfiyeci dalgaya karşı durmaktır. Tasfiyeci dalgaya karşı durmak için reformist politikaların karşısına devrimci politikaları çıkarmak, tasfiye platformlarının karşısına partileşme platformunu yükseltmek şart. Bunun yerine getirmenin birinci koşulu ise sermayenin krizine karşı yükseltilen her türden ıslahat reçetesinin ipliğini pazara çıkarmak. Komünistler başta Emek Platformu olmak üzere tüm «sivil toplum örgütlerinin», sermayenin yıkım planına karşı önerdikleri milli mutabakat programlarının gerici içeriğini her fırsatta teşhir etmelidir.
İkinci olarak komünistlerin birliğini iğreti ittifaklarla ikame etmeye çalışanlara, kendi köşelerinden işçilere «birleşin!» çağrılarını yükseltenlere komünistlerin birliği sağlanmadan işçilerin birliğinin sağlanamayacağını anımsatmak gereklidir. İğreti birlikçilerle komünistlerin birliğini savunanlar arasındaki ayrım çizgileri sınıf mücadelesinin komünistlerin müdahale edebildikleri her alanında kalınca çizilmelidir.
Aynı şekilde yükselen işçi hareketinin yarattığı gürültü içerisinde oportünistlerin türlü dalavereler aracılığıyla zindanlardaki devrimci tutsakların direnişini unutturmasına, F Tipi saldırılara yarı gönüllü bir biçimde destek sunanların yükselen sınıf mücadelesi nedeniyle «sınıf mücadelesine ağırlık vermesine» hiçbir koşulda izin verilmemelidir. Zindan saldırılarını gündemden çıkaranların önümüzdeki dönemde devrimcilikten de vazgeçeceği, kitleselleşmek adına kendilerini «sivil toplum örgütlerinin» kucağına atacağı bilinmeli.
Tüm bunları gerçekleştirmek için, ABD himayesindeki istikrar programından en çok zarar görecek emekçi kitleleri olan sendikasız, sigortasız emekçi yığınları da mücadeleye çekilmelidir. Evet, düzenin kolluk kuvvetleri en çok emekçilerin bu kesimini cendere altına almıştır. Evet, 8 Mart'tan, 12 Mart'tan belli olduğu üzere devrimci hareket emekçi mahallerinde kan kaybetmiştir. Evet, işçi sınıfının en devrimci kesimini örgütlemenin önünde türlü türlü engeller vardır. Ama düzen cephesinin tasfiyeci saldırısına karşı çıkmanın, devrimci hareketlerle ortak hareket edebilecek, onları ayrıştırabilecek, eylem platformları ve kurumlar yaratmanın biricik koşulu budur. Emekçiler içerisinde devrimci temellerde örgütlenme becerisini gösteremeyenlerin komünistlerin birliğini sağlaması mümkün değildir.
İşçi sınıfının dinamik kesimlerini örgütlemek, reformistlerin peşine takılmış işçi örgütlerine ve eylemelerine küsmek anlamına gelmez. Aksine bu kesimlerin düzenin sınırları içinde de olsa bir hareket içine girmesi, işçi sınıfının örgütlü kesimleriyle örgütsüz kesimlerini buluşturmak açısından paha biçilmez fırsatlar olarak görülmelidir.
İnatçı gerçekler kendilerini bıkmadan usanmadan hatırlatıyor. İnatçı gerçekler yine de tek başına bir işe yaramıyor. Mesele bu gerçeklere gözlerini kapamayıp, yüzleşme cesaretini göstermek. Mesele sadece «Ne Yapmalı?» sorusunun yanıtını vermek değil, bu yanıtları hayata geçirecek devrimci iradeyi göstermek de. Sadece bu iradeyi gösterebilenler bolşevik bir partiyi yaratabilir, sadece böyle bir partiyi yaratanlar ücretli kölelik düzenini burjuvazinin başına yıkacak ayaklanmaları örgütleyebilir.
Garbis Altınoğlu
MART 2000
Hiç yorum yok