Tuzak Öcalan-Küçük Görüşmesi Üzerine Eleştirel Notlar
Garbis Altınoğlu
Mart 1997
Özgür Politika gazetesinin 10, 11 ve 17 Mart 1997 tarihli sayılarında Yalçın Küçük’ün, birincisi “Ordu”, ikincisi “Laiklik” ve üçüncüsü “Karanlık” başlığını taşıyan yazıları yayımlandı. MGK bildirisi, Susurluk olayı ve laiklik tartışmalarını ele alan Küçük, bu yazılarında Kürdistan ve Türkiye devrimi açısından tehlikeli olarak nitelendirilebilecek bir dizi gerici ve tasfiyeci değerlendirme yapmış bulunuyor. PKK önderliğince büyük ölçüde paylaşılmamış olması halinde bu değerlendirmeleri, belkemiksiz ve narsisist bir aydının fantazileri olarak kabul edebilir ve önemsemeyebilirdik. Ne yazık ki durum öyle değil. Onun kendisiyle yaptığı röportajında Abdullah Öcalan’ın, “Y. Küçük hocamız ile yaptığımız değerlendirmeler dönemin en sağlam perspektiflerine önemli bir katkı sunmaktadır.” (Serxwebun, Sayı: 182, Şubat 1997, s. 1) demesi bunu kanıtlıyor. Bilindiği gibi Küçük’ün görüşleri ötedenberi PKK’nın taktiksel oportünizminin ve reformist eğiliminin daha da derinleşmesine katkıda bulunmaktadır. İşte bu nedenledir ki, menşevik ve pro-Kemalist çizgisinden hiçbir zaman kopmamış olan bu Marksizan küçük-burjuva aydınının Kürdistan ve Türkiye devrimini Türk burjuvazisinin ve emperyalizmin tuzağına çekmekten başka bir sonuç veremeyecek olan siyasal taktik önerisi önemsenmeli ve ciddiye alınmalıdır. Boş gevezeliklerden ve kendine düzdüğü övgülerden arındırılarak okunduğunda Küçük’ün bu yazılarında verilen temel mesaj, bu yazılardan çıkarsanacak taktiksel yönelim şudur:
1. Kürdistan ve Türkiye (ve dünya) halklarının asıl düşmanı dinsel gericiliktir.
2. Türkiye ikinci bir 27 Mayıs ya da yeni bir Vaka-yı Hayriye’ye doğru yol almaktadır.
3. Türk ordusu ilerici bir potansiyel taşımaktadır.
4. O halde bu koşullarda PKK ve Türkiye devrim güçleri dinsel gericiliğe (ve MHP’ne) karşı Türk ordusuyla bir bağlaşma kurmalıdırlar.
Kürdistan ve Türkiye işçi sınıfını ve halklarını aldatma ve onları kendi kasapları ve cellatlarıyla “birleştirme”, onların kuyruğuna takma misyonunu üstlenmiş olan yazar, bu taktiğin geçerliliğini sözümona kanıtlamak için gerçekleri tersyüz etmekten ve demagojiye başvurmaktan da kaçınmıyor. “Laiklik” adlı yazısında, “Türkiye ve Kürdistan solu, yanlışlıklarına katolik nikahıyla bağlı olduğu için, karanlığı, hala dostu olarak görmeyi sürdürebiliyor.” derken, son derece diplomatik bir üslupla eleştirdiği PKK’yı yönlendirmeye çalışıyor olması, onun yöntemleri konusunda bir fikir veriyor. O, Türkiye ve Kürdistan’daki bellibaşlı devrimci güçler arasında yalnızca PKK’nın “karanlığı”, yani RP de içinde olmak üzere siyasal İslamı “dost” olarak görme eğiliminde olduğunu çok iyi biliyor; ama bunu söylemiyor. Küçük,
“Sovyet komünizminin Humeyni karanlığı karşısında, İran komünistleri ile Kasumlu Kürt hareketine yaptığı kötülüğü hiç kimse yapmamıştır.” derken de gerçekleri iki kez çarpıtıyor. Bu kötülüğü yapanlar Küçük ve benzerleri tarafından da her zaman en büyük övgülere konu edilmiş olan Brejnev’ler, Andropov’lar ve Çernenko’lardı ve onlar “Sovyet komünistleri” değil, Sovyet revizyonistleri ve sosyal-emperyalistleriydi. Öte yandan, Humeyni gericiliğinin İran komünist ve devrimci hareketine ve Doğu Kürdistan halkına karşı vahşi ve kanlı saldırılarını destekleyecek kadar alçalan, ama sonunda kendisi de tasfiye edilirken lideri Nureddin Kiyanuri, mollaların televizyonunda canlı itiraf yayını yapan revizyonist Tudeh’i “komünist” olarak nitelendirmek, çarpıtmanın ötesinde komünizme sövmek anlamına gelmektedir.
Küçük, “Laiklik” başlıklı yazısında, genelkurmay başkanı ile kuvvet komutanlarının Gölcük toplantısı yapıldığında, kendisinin A. Öcalan’la birarada olduğuna özenle işaret ettikten ve 12 Mart 1971’den bu yana ordunun tabanında ilk kez bir hareketlenmenin başladığını belirttikten sonra, Sincan’da tankların yürümesinin vb. bunun belirtisi olduğunu söylüyor. Ardından o, 26 Şubat 1997’de Mesut Yılmaz’la yaptığı görüşmede ANAP liderine “Demokratik bir Türkiye için demokrasi cephesi öner”en HADEP delegasyonunda yer alan HADEP Genel Başkan Yardımcısı Güven Özata’nın,
“İlk defa bir MGK sonuç bildirisinde Kürt sorunu konusunda… demokratik çözüm önerileri” getirildiğini anlatan açıklamasını olumlulayarak aktardıktan sonra,
“… uzun yıllardır, ilk kez, bir MGK bildirisinde, Türkiye solu ile Kürtlerimize küfür edilmediğini görüyorum, bundan memnunluk duyuyorum… Ankara’da iktidar noktalarının, otuz yıldır ilk kez, fenere doğru bir dönüşe geçmeleri sevindiricidir ve bunu görmemek ise körlük anlamına geliyor.” diyor.
Bu peri masalının devamını ise “Karanlık” adlı yazıda okuyoruz. Küçük orada, aslında bir kaza olmadığını ve MGK tarafından planlı bir tarzda gerçekleştirildiğini ileri sürdüğü Susurluk’taki çarpışma ile daha sonraki gelişmeler arasındaki bağı açıklarken,
“Susurluk operasyonu, MGK programı ile muhtemel bir onurlu çözüm arasında birbirini izleyen ve kuvvetlendiren bir mantıksal bağ görülüyor. Kürtler aydınlık istiyorlarsa… bir çözüm için, MHP ve Refah karanlıklarının kamu düzeni ile ilgili bağlarının koparılması yönünde, korkak da olsa adımlara şaşmamak gerektiğini düşünüyorum.” diyor. Eğer düşman bize küfretmiyorsa, ya da -henüz böyle bir şey de yok ya!- defne dalı uzatıyorsa buna sevinmeden önce, hiç olmazsa şöyle oturup bir düşünmek ve aynaya bakmak gerekmez mi? Bayımıza göre bunlara hiç de gerek yok: “Bundan memnunluk duymalıyız!” Çünkü, “Ankara’daki iktidar noktaları” fenere, yani aydınlığa doğru yönelmişler. “Ankara’daki iktidar noktaları”nın değil, ama Küçük’ün kendisinin “Aydınlık”a ve dolayısıyla TSK’ne ve Türk devletine doğru yöneldiğini söylemek, herhalde gerçeklere çok daha uygun olacaktır. (1)
Küçük’ün söyledikleriyle, Türk devletinin çekirdeğini oluşturan ordu üst kademesinin sözümona demokrasiye, laisizme vb. bağlılığı konusunda döktüren ve burjuvazinin, ateşini “MHP ve Refah karanlıkları” üzerinde yoğunlaştıran beşinci kolu Perinçek’in söyledikleri arasında hiçbir fark yoktur. Ama, bir an için Küçük’e inanalım ve diyelim ki, bir mucize oldu ve güneş batıdan doğdu ya da göl maya tuttu. Ve onyıllardır burjuvazinin ve toprak ağalarının işçileri ve diğer emekçileri sömürüsüne bekçilik etmiş ve ortak olmuş, Kürt halkına karşı sayısız cinayet ve katliamlar gerçekleştirmiş ve Batılı emperyalistlerin bölge halklarına doğrultulmuş silahı rolünü oynamış olan Türk militarizmi yaptıklarına pişman oldu, tövbe etti ve artık demokrasiden ve belki de sosyalizmden yana tutum aldı! Ama gene de çözülmesi gereken bir “sorun” kalıyor: Bu MHP’nin ve Refah’ın suçu ne ki, bunlar “Ankara’daki iktidar noktaları”nın, egemen sınıfların ana gövdesinin fenere, yani aydınlığa yönelme sürecine katılamıyorlar? Yoksa Küçük, Türk burjuvazisinin ve egemen sınıflarının farklı fraksiyon, klik ya da aygıtları arasında özsel bir farklılık olduğunu mu düşünüyor? (Küçük’e aynı soruyu evrensel ölçekte de sorabilir; ondan, dinsel gericiliğin dinsel bir kılığa bürünmemiş gericilikten neden daha kötü olduğunu, örneğin, “Tudeh’i ve İran KDP’sini Orta Çağı aratmayacak bir kin makinasıyla ez”diğini haklı olarak söylediği
Humeyni gericiliğinin, Pehlevi faşizminden neden daha kötü olduğunu açıklamasını isteyebiliriz.) Alpaslan Türkeş, Necmettin Erbakan, Tansu Çiller vb. kötü de, İ. Hakkı Karadayı, Çevik Bir, Teoman Koman iyi mi? Öyleyse neden?
Küçük, MHP’nin 1960’lı yılların ikinci yarısında Türk Genelkurmayı ve Özel Harp dairesi tarafından yaratıldığını ve egemen sınıfların baskı aygıtının organik bir parçası olduğunu tümüyle unutmuş gözüküyor. Tabii, orta burjuvazinin geniş kesimlerinin ve büyük burjuvazinin Suudi sermayesiyle güçlü bağlara sahip kanadının çıkarlarını savunan RP’nin ve onun daha “tutucu” ve daha “radikal” bağlaşıklarının geleneksel “büyük sermaye” ve Türk militarizmiyle oldukça sıkı bağlara sahip bulunduğunu ve aralarındaki çelişmelere karşın emperyalizmle stratejik bir bağlaşma durumunda olan bütün bu gerici ve faşist kliklerin Türkiye ve Kürdistan proletaryası ve halklarının amansız ve yeminli düşmanları olduklarını da. Ama yazarımızın Türk ordusuna ve militarizmine ilişkin düşüncelerini daha iyi anlayabilmemiz için onun, “Ordu” başlıklı yazısına bakmamız gerekecek. O, burada Türk ordusu ve onu yöneten askeri klik için şu değerlendirmeyi yapıyordu:
“Ordu mu? Artık Eylülist günlere gelirken Türk Ordusu, bir ‘ordu’ olmaktan çıkmış, Amerikancı büyük sermaye ile göbek bağları kuvvetli ve ülkeyi, soldan ve Kürt yükselişinden kurtarmak için, Erbakan karanlığıyla nikah kıymış, bir generaller kulübüdür. İçindeki bütün halk unsurlarını tasfiye etmiştir; kalanların bir bölümünü de Harp Okulu 1978 yılı çıkışlıları da Eylülist günlerde… büyük işkencelerden geçirdikten sonra tasfiye ederek, kendisini kire gömmüş bir silahlı kuvvettir. Böyle olduğu için, kan emici Amerikan emperyalizminin, aç gözlü ve gaspettiklerini kaybetme korkusuyla kuduran büyük sermayenin kinini benimseyebiliyor ve sünni karanlığını, bir kültür olarak seçebiliyor. Bu, kendisini ordu olmaktan çıkarabiliyor ve tarihinin renkleriyle bağlarını koparıyor.” (abç)
O, “Karanlık” adlı yazısında da MGK ile bir sorunu olmadığını, bu kurumun varlığına ve yetkilerine karşı çıkmadığını şu sözlerle itiraf ediyor:
“Milli Güvenlik Kurulu’na gelince, benim sorunum, kurulun kendisinde veya yetkilerinde değildir; Türk Silahlı Kuvvetlerinin Amerika ile organik bağ içine girmesi, büyük sermaye ile kenetlenmesi ve emekçi bağlarını reddetmesidir. Benim sorunum, bu bağların kırılması, kenetlerin parçalanması ve halkçı bakış açısının yerleştirilmesidir; bu, bizim sorunumuzdur ve başka bir bakışaçısını gerektiriyor. Bu çok güçlü bir anti-Amerikan, çok güçlü bir anti-kapitalist ve çok güçlü bir emekçi aydınlık, akılcı ideolojik hücumu zorunlu yapıyor.”
Yazarımıza göre, ancak “Eylülist günlere gelirken” bu kurum kendisini “ordu olmaktan çıkar”mış, “tarihinin renkleriyle bağlarını kopar”mış ve “kuduran büyük sermayenin kinini benimse”miştir. Demek ki ona göre, Türk ordusu 12 Eylül öncesinde bir ordu, gerçek bir ordu (!) idi. Yani, bu dönemde TSK, “Amerikancı büyük sermaye ile göbek bağları kuvvetli” olmayan, “büyük sermayenin kinini benimse”meyen, “sola ve Kürt yükselişine” karşı olmayan, bağrında “halk unsurlarını” barındıran, dinsel gericiliğe karşı duran ilerici, en azından egemen sınıfların ve burjuvazinin denetiminde olmayan bir kurumdu. “Teorisyen”imizin ne kapitalist toplumlarda ordunun kural olarak burjuvazinin ve diğer sömürücü sınıfların ekonomik ve siyasal çıkarlarının silahlı muhafızı olduğunu, ne de ülkemizin yakın tarihinde olup bitenleri anlayabilmiş olduğu görülüyor. O, daha öncesini bir yana bıraksak bile 15-16 Haziran 1970’i, 12 Mart 1971’i, 1 Mayıs 1977’yi vb. bile anlayamamış ya da unutmuştur. Bu durumda, Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve halklarının ve onların devrimci öncülerinin, Marksizmin yolunda yürüdüğünü ileri süren, ama onun kurucu ve sürdürücülerini de beğenmeyen bu çok bilmiş ve egosantrik “teorisyeni”imize sorması gereken bazı sorular olacaktır.
Acaba, Marksizmin, devlet aygıtının ve onun en önemli bileşeni olan ordunun, sömürücü sınıfların işçileri ve diğer emekçileri boyunduruk altında tutmasının temel aracı olduğu ve bu zor aygıtları kitlelerin devrimci zoru ile yıkılmaksızın gerçek bir kurtuluş olmayacağı yolundaki öngörüsü yanlış mı ya da bu öngörü Türkiye ve Kürdistan için geçersiz mi? Tekelci kapitalistler ve işbirlikçi-tekelci burjuvalar bizzat ellerine silah alıp savaşmadıklarına ve savaşamayacaklarına göre acaba, genel olarak kapitalist toplumlarda ve özel olarak Türkiye’de burjuvazi iktidarını nasıl koruyabilmekte ve sürdürebilmektedir?
Acaba Cumhuriyet döneminde Kürt halkına karşı yapılan katliamları ve işlenen cinayetleri Türk ordusu, jandarması ve polisi değil de cinler ve periler mi gerçekleştirmiştir? Acaba aynı tarih kesitinde Türkiye burjuvazisi, işçi sınıfının ve diğer ezilen ve sömürülen katmanların kitlesel eylemlerini ve komünist ve devrimci hareketi Türk ordusu, jandarması, polisi vb. eliyle bastırmamış mıdır? Acaba, bütün bunların ötesinde, kendi silah ve donanım gereksinimi bakımından ABD başta gelmek üzere emperyalist devletlere tümüyle bağımlı olan -ve sigaradan otomotive, çimentodan besine kadar çok geniş bir yelpazede üretim yapan ve Türkiye’nin en büyük üç yatırımcı grubundan biri olmakla kalmayıp emperyalist burjuvaziyle çok güçlü doğrudan ekonomik ilişkileri de bulunan -OYAK Holding’in varlığı bile burjuvaziyle ordu arasında kopmaz bir bağ olduğunu ve her ikisinin de ancak ve ancak ezilen ve sömürülen yığınların devrimci ayaklanmasıyla yıkılmasından başka bir çıkış yolu olmadığını göstermiyor mu?
Küçük’ün, kendi anlatımıyla, “emekçi bağlarını reddetmesi”ne (!) hayıflandığı Türk ordusuyla ve dolayısıyla Türk burjuvazisi ve gericiliğiyle -ve kendisi tersini ileri sürse de MHP ve RP ile de- bir sorunu olmayabilir; olmadığı anlaşılıyor da. Ama, Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve halklarının, ona ve onun gibilere karşın Türk gericiliği ve onun öncü müfrezesi Türk Genelkurmayı ve MGK ile görmeleri gereken ve mutlaka da görecekleri bir hesapları var. Esinini aldığı Şefik Hüsnü’lerin, İsmail Bilen’lerin ve Sovyet modern revizyonizminin mirasına layık olduğunu kanıtlamaya kararlı olduğu anlaşılan Küçük, TSK ve MGK ile büyük sermaye ve emperyalizm arasındaki bağların kırılması ve buralara “halkçı bakış açısının yerleştirilmesi” olanağından sözediyor. Onun, TSK’nın, “Amerika ve büyük sermaye ile organik bağ”larını nasıl kıracağını (?) ve “halkçı bakışaçısını” nasıl edineceğini (?) buna aklı ermeyen ve bunun olacağına asla inanmayan bizim gibi “cahil ve aklı kıt” kullara anlatması gerekirdi! Ama o bunu yapmıyor; “Çok güçlü bir anti-Amerikan, çok güçlü bir anti-kapitalist ve çok güçlü bir emekçi aydınlık, akılcı ideolojik hücum” ile ordunun ABD emperyalizmi ve büyük sermaye ile bağlarının koparılabileceğini ileri sürmekle yetiniyor. Egemen sınıfların bu silahlı muhafızının sınıfsal ve siyasal açıdan nötr bir güç olduğu, hangi sınıf ya da siyasal parti güçlüyse onun etkisi ve hegemonyası altına gireceği anti-Marksist varsayımından hareket eden Küçük’ün bunun nasıl, hangi yollarla ve hangi mekanizmalarla gerçekleştirilebileceğini, ordu ile sermaye arasındaki son derece güçlü bağların nasıl koparılabileceğini -belki başka ülkelerin deneyimlerinden de yararlanarak- anlatmaya çalışması gerekirdi. Gerçekten buna girişmesi halinde o, gerici ütopyasının ancak kumdan yapılmış bir şato kadar dayanıklı olduğunu görecekti.
Sömürücü egemen sınıfların ve onların yöneticilerinin temel siyasal doğrultusu, onların maddi yaşam ve üretim koşulları tarafından belirlenmiştir. Ve, hiçbir sınıf, Küçük ya da başka bir teorisyen taslağı öyle istediği için, yapması gerektiği/yapmak zorunda olduğu gibi değil de başka türlü davranmayacaktır. Tarihsel materyalizmin yerine subjektif idealizmi geçirenlerin ve dolayısıyla, kapitalizm koşullarında ordu ile burjuvazi arasında organik ve çözülmez bir ilişki olduğunu, devletin ve onun en önemli bileşeni olan ordunun ezilen ve sömürülen yığınların boyunduruk altında tutulmasının temel aracı olduğunu kavramayanların böyle düşünmeleri nesnelerin doğası gereğidir. Ve onların, kapitalist devletin ve burjuvazinin ordusunun, sözümona güç dengelerindeki değişmelere bağlı olarak bazan sermayeden ve emperyalizmden, bazan da ezilen ve sömürülen yığınlardan yana tutum almasının olanaklı olabileceğini (!) ileri sürmeleri de. Kuşkusuz, ne Kürt ulusal hareketi de içinde olmak üzere devrimci hareketin ve ne de Türkiye ve Kürdistan proletaryası ve halklarının, aptallara özgü bu gerici peri masallarına inanması için hiçbir neden yoktur ve olamaz.
Küçük, bu anlayışına bağlı olarak daha önce, Ö. Politika’ nın 10 Şubat 1997 tarihli sayısında yayımlanan “Kitab” adlı yazısında, Mustafa Kemal için şöyle yazmıştı:
“Büyük devletlerden ürküyor, tarafsızlık politikasını buluyor; sermayeden korkuyor, devlet işlerine dayanıyor ve yobazlıktan korkuyor, laisizme sarılıyor…. Türkiye’de, kemalizm, büyük sermayedar yaratmayı önleyemiyor ve büyük sermaye sınıfı, emekçi düzenini önlemenin yolunu, emperyalizmin askeri ve polis ittifaklarına girmekte buluyor.”
Bu sözler, Marksizmi kavramamış olan ya da bilerek çarpıtan “teorisyen”imizin, sosyalizan burjuva ve küçük-burjuva aydınlarına özgü idealist akış açısını elevermektedir. Onun bu saptamaları, ülkemizde bir ara hayli yaygın olan ve M. Kemal’in ve Kemalistlerin ekonomi bilimini bilmedikleri için “kapitalist kalkınma yolunu seçtikleri”, bu bilimi bilmeleri halinde onların pekala sosyalizme yönelebilecekleri ya da emekten yana bir düzen inşa edebilecekleri yolundaki -Sovyet revizyonist teorisyen ve yazarlarınca da savunulan- safsataları çağrıştırıyor. Oysa, Marksizmin ABC’sinden haberdar herhangi bir devrimci sempatizanın da bilebileceği gibi, burjuvazinin ve toprak ağalarının siyasal temsilcileri olan Kemalistler, kapitalizmi geliştirme, burjuvazinin ve toprak ağalarının ekonomik ve siyasal çıkarlarını koruma, emperyalistlerle işbirliği, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin sömürülmesi ve ezilmesi ve Kürt halkının ulusal boyunduruk altında tutulması vb. öğeleri içeren bir yoldan ayrılamaz ve başka bir yol izleyemez, hatta başka bir yol izlemeyi düşünemezlerdi bile.
Bu öncüllerden yola çıkan Küçük “Karanlık” adlı yazısında,
“Öğrenci politikasını, esnaf bakışını bırakmak zorundayız.
“Toplumun her yanındaki genç kıpırdanmalarla aydınlık, akılcı, halkçı kenetlerimizi kurmak durumundayız.
“Hem açılımla ve hem de güçle hareket etmeye mecburuz. Politikanın, bir güç yaratma, güç toplama ve güç sevketme sanatı olduğunu unutmamız mümkün değildir; her gün hatırlatıyorum.” diyordu. “Çok güçlü bir… ideolojik hücum”la egemen sınıfların devlet ve ordu aygıtı içinde devrimci mevziler yaratmanın teorisini yapan yazarımız, “güç yaratma, güç toplama ve güç sevketme sanatı”ndan ne anladığını açımladığı “Ordu” adlı yazısında da şunları söylüyordu: “… ciddi bir biçimde ve bürokrasi dahil toplumun her kesiminde örgütlenmemiş her türlü iktidara yönelişi, hüsrana mahkum çabalar olarak görüyorum.”
Bizim gibi “öğrenci politikası ve esnaf bakışaçısı”ndan (!) kopamayanlar bu, Kruşçov’ları, Deng’leri, Gorbaçov’ları, Bilen’leri, Perinçek’leri ve Yağcı’ları hasetten çatlatacak taktikleri ve stratejiyi kavramakta zorlanacaklardır; onlar, bütün bunların objektif olarak, Türk militarizmini Türkiye ve Kürdistan proletaryası ve halklarına pazarlama anlamına gelen gerici bir demagoji olduğunu, MGK programı ile Kürt sorununun onurlu çözümü ve Kürt ve Türk halklarının demokratik istem ve özlemleri arasında hiçbir ortak yan olmadığını ve olamayacağını düşüneceklerdir. Haklıdırlar da. Tutarlı devrimciler yığınlara gerçeği söyler, onlara burjuvaziye, militaristlere ve emperyalistlere asla bel bağlamamayı, özgüçlerine dayanmayı ve komünist ve devrimci öncülerine güvenmeyi öğretirler. Yoksa yaptıkları bir karşı-devrimci palyaçoluktan başka bir şey olmazdı. Tutarlı devrimciler Küçük’ün, Şark dansözlerinin kıvraklığını andıran “esnek”liğinin ve alaturka politikacıların belkemiksizliğine denk düşen “akıllı”lığının ne Marksizm-Leninizm, ne de tutarlı demokratizmle ortak bir yanı olmadığını anlamakta zorluk çekmeyeceklerdir. Evet, politika bir güç yaratma, güç toplama ve güç sevketme sanatıdır. Ama, eğer burjuva politikası değil, işçi ve emekçi politikası yapacaksanız, her şeyden önce özgücünüzü, yığınların gücünü ve silahlı örgütlenmesini yaratmanız, bu güce dayanmanız ve onu temel alarak manevra yapmanız ve taktik uygulamanız gerekir. Küçük’ün yaklaşımıysa, genelde yığınlara güvenmeyen ve devrime inancı olmayan burjuva ve küçük burjuva aydınlarının ve özelde Sovyet modern revizyonizminin okulundan yetişen bürokrat “devrimci”lerin “güce ve güçlü olana tapma” ve burjuva devlet aygıtını “tepeden fethetme” hastalığıyla sakatlanmıştır.
Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için şunu da belirtmemiz gerekiyor: Komünist ve devrimci güçlerin burjuva ordusu içinde örgütlenmeleri ve bu aygıtın içinde yer alan erleri, astsubayları ve küçük rütbeli subayları devrimin saflarına kazanmak için çaba harcamaları tümüyle doğru ve gereklidir. Dahası, işçi sınıfının, diğer emekçilerin ve ezilen ulusun kurtuluş savaşımının gelişimine bağlı olarak burjuva ordusunun ideolojik ve örgütsel birliğinin zayıflayacağını ve bu savaşımın daha ileri aşamalarında onun saflarında bir çatlamanın yaşanması olasılığının yüksek olduğunu da söyleyebiliriz. Kürdistan’da yürüttüğü karşı-devrimci kirli savaşta savunmasız sivil halka her türlü zulmü yapan ve ARGK savaşçılarından ağır darbeler yiyen Türk ordusunun saflarında bu faktörlere bağlı olarak -haklı olarak Vietnam sendromu olarak adlandırılan- önemli bir moral bozukluğu yaşanıyor olması, bunun kanıtıdır. Bu koşullarda, etkisini giderek yitirmekte olan Türk şovenizmi tutkalıyla birarada tutulmaya çalışılan ordunun, Batı’da gelişecek olan işçi ve emekçi yığın hareketinin baskısı altında bir parçalanma süreci yaşayacağı, ya da en azından onun tabanında önemli bir devrimci mayalanmanın meydana geleceği öngörülebilir ve öngörülmelidir. Türkiye komünist ve devrimci hareketi, genel devrimci kitle çalışmasının bir parçası olarak burjuva ordusu içinde de bir propaganda ve örgütlenme çalışması yürütmeli ve bu alanda ortaya çıkabilecek devrimci olanakları da değerlendirmeye hazır olmalıdır. Ancak, burjuva ordusunun içinde, onun hiyerarşik yapısını dağıtmayı ve onu yıkmayı öngören bu yaklaşım temelinde yürütülecek bir devrimci kitle çalışmasıyla, burjuva ordusunu yıkmayı hayalinden bile geçirmeyen ve “akılcı ideolojik hücum” yoluyla burjuva generallerini ve “Ankara’daki iktidar noktalarını” devrime kazanma düşleri kuran Küçük’ün gerici taktiksel planı arasında bir benzerlik değil, tam tersine bir karşıtlık olduğu, herhalde yeterince açık olmalıdır.
Küçük, “Karanlık” başlıklı yazısında, “hem YPK (“Yüksek Planlama Kurulu”-b. n.) hem de MGK mekanizmalarıyla demokrasi arasında bir çelişki göreme”diğini ve her ikisini de “çağdaş bir kamu düzeni”nde geçerli saydığını belirtirken de bu yaklaşımını eleveriyor. O böylelikle, Kürdistan ve Türkiye proletaryası ve halkları için nasıl bir toplum düzeni öngördüğünü ve aslında burjuva demokratlarının bile gerisine düştüğünü kendi ağzından açıklamış oluyor. Böylece, onun “çağdaş kamu düzeni”nin MGK’lı ve eh, herhalde aynı zamanda Özel Harp Daire’li, MİT’li vb. bir “demokrasi” olacağı anlaşılıyor. “Eğer modern toplumlarda anayasa mahkemesine razı oluyorsak, bu kurullara nasıl itiraz edebiliriz?” Ne münasebet? İtiraz edebiliriz. Hem de bal gibi! Herhalde, Kürdistan ve Türkiye işçileri ve emekçileri MGK’nun, Kontrgerilla’nın, JİTEM’in, Anayasa Mahkemesi’nin ve burjuvazinin diğer zor ve baskı aygıtlarının kılına dokunulmadığı bir toplum düzeni için savaşacak kadar, yani Küçük kadar da “cahil” değillerdir. Ama, eğer öyleyseler, öyle yaparlarsa, bu iğrenç ve kokuşmuş “düzen”de yaşamaya layık olduklarını ve gerçek kurtuluşu haketmediklerini kanıtlamış olacaklardır. Üstad, aynı yazının bir başka yerinde sorunun bu kurullarda değil, onların içeriğinde olduğunu da buyuruyor. Burada bir başka demagojik manevrayla karşı karşıya bulunduğumuz açık. Bu kurumların içeriğine karşı olmak, onların kendilerine karşı olmaktır; bu kurumların içeriklerini değiştirmek onların kendilerini değiştirmektir. Ve bu kurumları bir devrimle yıkmadan onların içeriklerini ve kendilerini değiştiremezsiniz. Eğer bu kurumları bir devrimle yıkmadan onların içeriklerini değiştirebileceğinizi, onlara “halkçı bakışaçısı”nı yerleştirebileceğinizi düşünüyorsanız, ya bir yalancı ve şarlatansınızdır, ya da bir aptal. Her iki durumda da siyasetiniz reformist bir siyaset olacaktır.
Demek ki yazarımıza göre, TSK’nın “Amerika ve büyük sermaye ile organik bağ”larını kırmak ve TSK’ne “halkçı bakışaçısı”nı yerleştirmek olanaklı olduğuna göre, onun denetimindeki ve ona bağlı MİT, Özel Harp Dairesi, Kontrgerilla, MHP gibi diğer baskı aygıtlarının içeriğini değiştirmek de pekala olanaklı olmalı! Burjuva devletini yıkmak ve yerine bir işçi-emekçi devleti kurmak gibi bir sorunu olmadığına göre, onun özelde bu baskı aygıtlarının ve genelde burjuva devletini içerden, yani burjuvazinin ve Genelkurmayın kendisi tarafından yapılacak bir reformla “demokratlaşması”ndan yana olduğunu söylememize de alınmaması gerekiyor. Ama bunun için bu denli yazıp çizmesine, kendisini yormasına ve ter dökmesine hiç gerek yoktu; Doğu Perinçek’lerin, Nabi Yağcı’ların, Ufuk Uras’ların taktiğini ve stratejisini benimsediğini söyleyip çıkabilirdi işin içinden. Bu devrim döneklerine zaman zaman -haklı olarak- yıldırımlarını yağdıran Küçük, kendisinin söylediklerinin onların söylediklerinden farklı olup olmadığını şöyle oturup bir düşünmelidir.
Küçük, Türk burjuva devlet aygıtının en önemli öğesi olan MGK’nu YPK’nun simetriği ve “güvenlik ve laisizm türü, ekonomi dışı konularda, politik kadrolara güvensizlikten kaynaklanan” alelade bir kurul gibi gösterirken de gerçekleri çarpıtıyor. (Demokrat ve liberallerimiz arasında, hatta devrimci kamuoyunda da yaygın olan kanının tersine, ordunun siyasetteki ağırlığının, MGK adlı organın hukuksal olarak oluşumuyla hiçbir ilişiği yoktur. Askeri klik, MGK’nun kurulmasına yol açan 27 Mayıs 1960 darbesinden önce de Türk siyaset sahnesinin en öndegelen aktörleri arasında yer alıyordu. Dolayısıyla, MGK’nun hukuksal olarak kaldırılması, asla askeri kliğin siyasal etkisinin de “kaldırılması” anlamına gelmeyecektir.) 30 Eylül 1960’da çıkarılan bir yasayla, “Başbakan ya da Başbakan Yardımcısının başkanlığında, Bakanlar Kurulunca seçilecek üç Bakanla Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı ve daire başkanlarından oluş”an bir organ olarak kurulan YPK yalnızca ekonominin kamu sektörü için bağlayıcı nitelikte görüşler oluşturma ve bu görüşleri hükümete sunma yetkisine sahip bir kuruldu, o kadar. Herhalde, Türkiye’nin siyasal yaşamını ve devlet örgütlenmesini az çok bilen herkes, böylesi tekniksel bir kurulla, askeri kliğin ülkenin siyasal yaşamına müdahalesinin hukuksal bir biçime büründürülmesinin ürünü olan MGK’nun aynı kefeye konulmasının en bayağı türden bir demagoji ya da bir sahtekarlık olduğunu anlayacaktır.
Geçerken, Küçük’ün 27 Mayıs darbesinin bir “halk devrimi” olduğu yolundaki tezine değinelim. Sovyet modern revizyonizminin çizgisindeki diğer yazarların geleneğini izleyen Küçük, “Ordu” adlı yazısında bu hareket için şunları söylüyor:
“27 Mayıs kesin bir halk hareketi ve devrimidir.” O daha aşağıda sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Ancak 27 Mayıs bir örgütsüz halk devrimidir. Örgütsüz olduğumuz için halk devrimimizi elimizden kaçırdık. 27 Mayıs kısa bir süre içinde, emperyalizmin, sermayenin ve şovenizmin rengine bürünmeye başlamıştır.”
Yazar burada, hem TKP-TİP-TSİP, hem de Hikmet Kıvılcımlı geleneğinden gelen revizyonistlerin, örgütlü olmaları halinde devrimci güçlerin darbeci subayları etkileyebilecekleri, 27 Mayıs askeri darbesini kendi doğrultularına çekebilecekleri yolundaki yanılgısını yinelemekle kalmıyor. O, değişik fraksiyon ve eğilimleri arasındaki farklılıkları görmezden gelerek Türkiye devrimci hareketini,“Türk Solu” adını verdiği homojen bir varlık gibi gösteriyor ve bu hareket içindeki bütün parti, örgüt ve çevrelerin 27 Mayıs’ı 12 Mart ve 12 Eylül’le aynı sepete koyduğunu söyleyerek gerçekleri bir kez daha çarpıtıyor.
27 Mayıs hareketinin bir “örgütsüz halk devrimi” olduğu tezi bir safsatadan ibarettir. 27 Mayıs hareketinde, üniversite öğrencileri, aydınlar ve ordunun alt kademesinde yer alan subaylar, yani demokrat ve liberal burjuva ve küçük-burjuva aydınlarının varlığı ve eylemi anlamında belli bir halk katılımı olduğu doğrudur. Ancak, asıl yığınlar, yani işçiler ve köylüler hiçbir aşamasında 27 Mayıs darbesine öngelen protesto eylemlerinde yeralmamışlardır.
Öte yandan, bu darbeye, 1940’ların ikinci yarısından itibaren gelişen ve özellikle 1950’li yıllarda güçlenmesine koşut olarak iktidar bloku içindeki payını büyük toprak sahiplerinin zararına arttırmak isteyen sanayi burjuvazisinin ve o tarihsel kesitte onun çıkarlarını savunan CHP’nin yön verdiği unutulmamalıdır.
Ama daha da ilginç olanı, Küçük’ün, 27 Mayıs hareketinin bir halk devrimi olduğu yolundaki tezini daha önceleri kendisinin çürütmüş olmasıdır. Belki unutmuştur; ama o bir zamanlar, darbeci subayların 27 Mayıs sabahı saat dörtte radyoda okuyacakları ve işbaşına gelecek olan Milli Birlik Kurulu cuntasının NATO’ya, ABD’ne vb. karşı olmadığını bildiren açıklamasını 27 Mayıs sabahının çok erken saatlerinde, yani darbenin radyodan kamuoyuna duyurulmasından önce Kavaklıdere’deki ABD Büyükelçiliği’nin bahçe kapısından içeri attıklarını belirtmiş ve devamla, “27 Mayıs’la Menderes rejimine nihai darbeyi indirenler”in, “Birleşik Devletler yöneticilerine güvence vererek işe baş”ladıklarını ve “27 Mayıs darbesinden sonra da Türkiye’nin soğuk savaşı kızıştırmaya devam ettiği”ni söyledikten sonra şunları yazmıştı:
“Somut halk desteği hiçbir işe yaramaz, eğer soyut değilse. Eğer belli bir programı yoksa…. Program olmadan eleştiri ve alternatif olmaz. Bu yüzden eleştiriyi yasaklamak programı inkar etmek ve alternatifi boşa çıkarmak demek. Aynı şekilde halkı ve halk desteğini boşa çıkarmak demek. Bu yüzden Menderes rejimine karşı muhalefet dış politika açısından bir programdan yoksun ve içi boş bir muhalefetti. Bu yüzden yerine geçen rejim, sahip olduğu halk desteği ile, eskisinden daha fazla Amerikan yörüngesinde bir dış politika izleme şansına sahip oldu.” (Türkiye Üzerine Tezler 2, İstanbul, Tekin Yayınevi, 1987, s. 539)
27 Mayıs’ın bir halk devrimi olmadığını anlatan bu sözlere katılıyorum. Gerçekten de bir devrimin “halk devrimi” adını hak etmesi için Lenin’in deyişiyle halk yığınlarının, halkın geniş çoğunluğunun “kendine özgü ekonomik ve siyasal istemlerle, etkin, bağımsız ve hissedilir bir biçimde” (Devlet ve İhtilal, Ankara, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1989, s. 50) katılımı gereklidir. Bununsa 27 Mayıs darbesi bakımından asla sözkonusu olmadığı açıktır.
Küçük’ün öngörülerinin, sömürücü sınıfların kendi ekonomik ve siyasal çıkarlarına karşıt politikalar uygulamayacaklarını ve uygulayamayacaklarını söyleyen Marksizmle hiçbir ortak yanı bulunmadığına yukarda değinildi. Yalnızca bilimsel teorimiz değil, günümüz Türkiyesi’nin siyasal gerçekliği de bunun doğruluğunu ve Küçük’ün saptamalarının ne denli subjektif ve gerçeklerden kopuk olduğunu göstermektedir. Susurluk kazası sonrasında egemen sınıfların ve onların devletinin onyıllardır birikmiş pislikleri ortalığa dökülmeye başlamış, kitlelerin en geri kesimlerinin bile işbaşındakilere olan güveni, daha önce görülmedik ölçüde sarsılmaya başlamıştır. Egemen sınıfların farklı fraksiyon, klik ve aygıtları (esas olarak, RP/ siyasal İslamın temsil ettiği sermaye kesimi ile geleneksel büyük sermaye VE olağanüstü denecek kadar büyümüş olan polis örgütü ile onu denetimi altına almaya çalışan askeri klik) arasındaki iç iktidar kavgaları keskinleşmeye yüz tutmuştur. 28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısı, bu iktidar kavgasının dönemeç noktalarından biri ve bir bütün olarak burjuva devlet aygıtının ve “güzide TSK’nin” güç ve prestijinin restore edilmeye, RP’nin ve siyasal İslamın frenlenmeye çalışıldığı bir moment olmuştur. Hepsinin de asıl hedefi, devrim, ulusal kurtuluş ve sosyalizm için savaşan güçleri ezmek olan farklı burjuva fraksiyon, klik ve aygıtları, karşılıklı olarak kendi konumlarını güçlendirmeyi amaçlayan bir dizi manevraya girişmiş bulunuyorlar.
Askeri kliğin temsil ettiği ve bağlaşma içinde olduğu geleneksel büyük sermaye, “karanlık”ın biricik temsilcisi olarak gösterdiği RP ve siyasal İslamın konumunu sarsmak için kendini “laik, demokratik ve çağdaş” bir Türkiye’den yana bir güç gibi sunmaktadır. Ve o, Alevileri, Kürtleri, aydınları ve diğer demokratik yığınları laisizm-şeriat kutuplaşması temelinde seferber etmeye ve kendi yedeği haline getirmeye çalışmaktadır. Bu somut koşullar altında, komünistlerin ve tutarlı devrimcilerin, Kürdistan ve Türkiye işçi sınıfının ve halklarının görevi, bir başka ve asıl büyük karanlığın temsilcisi olan ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin ve onların sınanmış uşağı ve Siyonizmin bağlaşığı ve 12 Mart ve Eylül faşizminin mimarı olan MGK-TÜSİAD “partisi”ni desteklemek, onunla bağlaşma kurmak olabilir mi? Elbette ki hayır. Askeri kliğin özendirmesiyle biraraya gelen ve yaptıkları açıklamada -kuşkusuz sahtekarca- “ne ortaçağın karanlıkları, ne darbe!” derken, aslında bize tam da böyle bir bağlaşma, daha doğrusu kuyrukçuluk çizgisi önermekte olan Türk-İş, DİSK ve TESK (=Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu) başkanlarının yolundan yürüyen Küçük, “Ordu” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“İki: Geçen yaz ortasında bir basın açıklamasıyla ve daha sonra ilgili savcılığa yazıyla başvurarak RP’nin kapatılması gerektiğini ileri sürdüm ve istedim. Refah Partisi’nin kapatılması süreci başlatılmıştır ve ben, karar için en uygun zamanın arandığını görüyorum. Üç: Daha önce başkasının aklına geldi mi bilmiyorum, çok kısa bir süre önce, imam-hatip liselerinin kapatılmasını, buralardan mezun olup da yöneticilik, yargıçlık ve öğretim üyeliği görevlerinde bulunanların tasfiye edilmesini istedim; son milli güvenlik kurulu, ‘ihtiyaç fazlası’ olanların kapatılmasını tavsiye etti, hepsi ihtiyaç fazlasıdır.”
Yazarımız, MGK’yla aynı konumda bulunmaktan ve dinsel gericiliğe Türk devletinin yönetici aygıtı olan MGK’na ve onun güdümündeki savcılara dayanarak savaş açmaktan hiçbir rahatsızlık duymuyor. Böylelikle o, objektif olarak MGK-TÜSİAD “partisi”nin devrimci saflardaki ajanı rolünü oynadığını eleveriyor. Hem de ne zaman? Susurluk Komisyonu’nun; soruşturmanın ucunun Tuğgeneral Veli Küçük’e ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman’ın varlığını üstü örtülü bir biçimde kabul ettiği JİTEM’e uzandığı, Uğur Mumcu’nun, Orgeneral Eşref Bitlis’in, Albay Rıdvan Özden’in, Binbaşı Cem Ersever’in vb. askeri kliğin buyruğuyla öldürüldüklerinin ve Kürdistan ve Türkiye işçi sınıfına ve halklarına ve devrimcilerine karşı son yıllarda işlenen cinayetleri işleyen çetelerin iplerinin Genelkurmayın elinde olduğunu gösteren verilerin ortaya çıkmaya başlaması üzerine çalışamaz hale getirildiği bir dönemde. Ve Siyonizmle bağlarını güçlendiren emperyalist uşağı askeri kliğin, görünüşte RP’ne ve siyasal İslama, ama aslında Kürdistan ve Türkiye devrimine karşı gerçekleştirmeyi tasarladığı bir askeri müdahalenin koşullarını olgunlaştırmaya giriştiği ve Kürt ve Türk halklarını darbe sopasıyla korkutmaya çalıştığı bir dönemde. En iyimser bir anlatımla bu, aymazlığın doruğudur.
Revizyonist ve gerici taktiklerini başarılı bir biçimde pazarlamanın, Türkiye devrimci hareketinin radikal kanadına saldırmaktan geçtiğini bilen Küçük, “Kitab” adlı yazısında şöyle diyordu:
“Başkan Apo’nun altını çize çize tekrarladığı bir saptaması oldu; kemalizmin sola açık olduğunu düşünmenin, Türkiye solunun en büyük yanılgısı olduğunu ileri sürüyor. Ben kesinlikle katılıyorum.”
Herhalde, bir devrimcinin sahip olması gereken erdemlerden birisi de açıklık ve dürüstlüktür, kimsenin hakkını yememektir. O yüzden, burada, Kemalizmin sola açık olduğu düşüncesinin, Küçük’ün de içinde yer aldığı TKP-TİP-TSİP geleneğinin ve bazı “eski tüfek”lerin yanısıra Aydınlıkçılar tarafından savunulagelmiş olduğunun, oysa bir İbrahim Kaypakkaya’nın 1971’den bu yana ve “Türkiye solu”nun militan kanadının, en azından 1980’den bu yana “Kemalizmin sola açık olduğunu düşünme”diğinin herkesçe net bir biçimde teslim edilmesi gerektiğini belirtmeliyiz. Kaldı ki, Türkiye devrimci hareketinin bu zaaflarını eleştirmek, hiçbir zaman Marksizm makyajlı bir “sol” Kemalist olmanın ilerisine geçememiş olan ve şimdi de umudunu Türk Genelkurmayına bağlamış olan Küçük’e düşmez. Öte yandan, “Türkiye solu”na bu eleştiriyi yönelten A. Öcalan’ın, yalnızca Kemalizmin bekçisi olduğu varsayılan Türk generallerinin değil, RP’nin, TÜSİAD’ın, Batı Avrupa emperyalistlerinin vb. demokratizminden ve ilericiliğinden pek çok kez dem vurduğunu da anımsatmak zorundayız. Örnek mi? 8 Şubat 1997’de MED TV’de yapılan panele telefonla katılan A. Öcalan şöyle diyordu:
“Bu TÜSİAD çok iyi biliyoruz, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, hatta 91 darbesinde bütün gücüyle destekledi en sağ, en faşist rejimleri, hükümetleri. Ama şimdi soldan bile önce davranıyor. Çok ileri bir demokratik siyasal programla, ona ağırlık veren bir yaklaşımla tartışmaya inisiyatif koymak istiyor. Kaldı ki, bunu Avrupa da istiyor. Bu Avrupa sermayesinin kesin şartıdır.” (Ö. Politika, 9 Şubat 1997) Örnek mi? Öcalan, Küçük’ün kendisiyle yaptığı röportajda, “ordu partisi”nin “ideolojik ve politik olarak bir reformu yaşayaca”ğını belirttikten sonra Türk generalleri için şunları söylüyordu:
“Hızlı bir solculuk gösterebilirler. Kürt sorununu herkesten daha çarpıcı ortaya koyabilirler, hatta elinizdeki delilleri bile alabilirler. Bu tür gelişmeleri de beklemek mümkün, ama bu bizi şaşırtmamalıdır. Orduyu bir yerde ne çok olumlu, ne de çok olumsuz değerlendirmek gerekiyor.” (Serxwebun, Sayı: 182, Şubat 1997, s. 7)
Herhalde, kimin nasıl, ne kadar yanıldığı ve yanılacağı açık olmalı.
Bütün bunlara karşın, “teorisyen”imizin hakkını teslim etmemiz (!), reel politiker anlamında gerçekçi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Küçük, çıkmazda olan Türk egemen sınıflarının burjuvazinin siyasal literatüründe “apertura” ya da “açılım” adı verilen bir restorasyon, bir vitrinlerini yeniden düzenleme hazırlığı içinde olduklarını sezmiştir. O, PKK önderliğinin de zaten çoktandır beklemekte olduğu böyle bir “açılım”a uyum sağlama hazırlığı içinde olduğunu sezmekte, bu eğilimi kendi konumundan özendirmektedir. Ne de olsa, “Hem açılımla, hem de güçle hareket etmeye mecburuz.”
Küçük, “Laiklik” adlı yazısında, “Ankara’daki iktidar noktalarının, otuz yıldır, ilk kez, fenere doğru bir dönüşe geçmeleri”nin “sevindirici” olduğunu söyledikten sonra, komünistleri ve tutarlı devrimcileri kastederek, bunu görmemenin körlük olduğunu ileri sürüyordu. Bu polemik yazısında dile getirilenler, kimin kör olduğunu ve kimin işçi ve emekçi yığınlarının devrim, ulusal kurtuluş ve sosyalizm yolunda döşenmiş olan mayınları gördüğünü herhalde yeterince göstermiş bulunuyor. Şunu da ekleyebiliriz: Gerçekten, yani fiziksel olarak kör olmak, Küçük gibi siyasal olarak kör olmaktan, özelde PKK’yı ve genelde Kürdistan ve Türkiye devrimci hareketini bir tuzağa sürüklemeye kalkışmaktan bin kez, milyon kez daha yeğdir.&
DİPNOTLAR
(1) Y. Küçük’ün “Aydınlık”a, yani sözümona emperyalizme karşı savaşımın gerekleri adına askeri kliği destekleyen D. Perinçek’in çizgisine yaklaştığını söylemek yerine, onun, TKP-TİP-TSİP çizgisinin geleneksel ordu ve Kemalizm kuyrukçusu çizgisine geri dönmekte olduğunu söylemek, belki de daha doğru olacaktır. Küçük’ün öncellerinden Şefik Hüsnü, 1920’lerde Kemalistlerin demokratik devrimi sonuna kadar götürebileceğini, hatta sosyalist devrimi yapabileceğini ileri sürerken, TKP geleneğinden hiçbir zaman kopamamış olan Hikmet Kıvılcımlı 27 Mayıs askeri darbesini sevinçle karşılamış ve 12 Mart askeri darbesini “Ordu kılıcını attı.” sözleriyle selamlamıştı. 1960’lı yılların ikinci yarısında devrimci gençliği “asker-sivil aydın zümre”nin devrimciliği düşüncesiyle zehirleyen Mihri Belli, 12 Mart askeri darbesinin hemen öncesinde ordunun “işçi ve emekçi sınıflar arasındaki mücadeleye karışmaması, taraf tutmaması” gerektiğini ileri süren TİP, 1970’li yıllarda, Türk ordusunun NATO’dan ve emperyalizmden koparak bir “halk ordusu” haline gelebileceğini savunan İsmail Bilen TKP’si ve 1970’lerin ikinci yarısında “Üç Dünya” teorisinin “aydınlattığı” yoldan giderek “silahlı kuvvetlerin iki süper devlete karşı halkla birleşmesi”ni savunan TİİKP, aslında hep aynı yolun yolcusuydular. Küçük’ün akıl hocası olan Kruşçov’lar, Brejnev’ler, Kosigin’ler, Suslov’larsa 1960’lı, 1970’li, 1980’li yıllarda Arap dünyası ve Afrika başta gelmek üzere geri ve bağımlı ülkelerde “kapitalist-olmayan yoldan” sosyalizme geçilebileceğini ileri sürmüş ve Sovyet sosyal-emperyalizmine yakın duran ve iktidara geldikten sonra “kendi” halklarının kanını döken bir dizi burjuva ve gerici askeri kliği desteklemişlerdi. Yazarımızın, 12 Mart’ın öngününde sözümona bir sol askeri darbe tezgahlamaya çalışan ve anti-komünist ve Türk ulusalcısı bir çizgiye sahip Avcıoğlu ve ortaklarını olumlulamasının, hatta göklere çıkarmasının kaynağında, bir yandan TKP’nin geleneksel Kemalizm ve ordu kuyrukçuluğu, bir yandan da Sovyet revizyonistlerinin “kapitalist-olmayan yol”dan sosyalizme geçiş gerici hayal ve politikası yatmaktadır.
Hiç yorum yok