Header Ads

Header ADS

Wallerstein eleştirisi - Söylemden gerçeğe Wallersteincı analiz ve açmazları

Y. Yılmaz Karataş 

BAŞLARKEN…

Sosyalizmin geçici yenilgisinin yaşandığı yıllar, aynı zamanda Marksist-Leninist teorinin de hedef tahtasına konduğu yıllar oldu. Marksizm-Leninizme yönelik saldırılar, oldukça basit bir gerekçeye dayandırılıyordu: Sosyalizm yenildiğine göre teorisi de geçersizleşmişti! “Sol-sosyalist” çevreler üzerinde de ciddi ideolojik-politik tahribatlar yaratan bu süreç, söz konusu çevrelerin Marksist-Leninist teoriden kaçışa yöneldiği ve bağlı olarak da anarşizmden “yeni sol”a kadar farklı arayışların peşinde koştuğu bir dönem oldu. İşte bu dönemde öne çıkan isimlerden biri de, “dünya-sistemleri” üzerine yaptığı analizlerle tanınan ABD’li sosyolog İmmanuel Wallerstein oldu. Yazı ve görüşleri, ülkemizde de gerek Kürt ulusal hareketi ve gerekse çeşitli ‘sol’ çevreler tarafından sıkça referans olarak gösterilen Wallerstein, “eski sol”la (Marksizm-Leninizm’le) ilgili eleştirilerini ve “yeni sol”a dair görüşlerini, “SB-Doğu Bloku”nun çözülüşünden hemen sonra, 1990-93 yılları arasında yazdığı makalelerde sistemleştirmiştir. Bu makalelerini 1995’te “Liberalizmden Sonra” (Türkiye’deki basımı 1998, Metis yayınevi) kitabında bir araya getiren Wallerstein, kapitalist dünya sistemini eleştirerek “daha demokratik ve eşitlikçi bir dünya sisteminin mümkün” olduğunu söylemektedir. Ama onun eleştirisi kapitalizm ile sınırlı değildir. İlk bakışta kulağa hoş gelecek bir şekilde “1989’da çöken”in “komünizm değil, liberalizm olduğu”nu söyler. Fakat devamında Sovyet sosyalizminin (ve Leninizmin) de dünya kapitalist sisteminin (liberalizmin) bir versiyonu olduğunu iddia eder. Bununla da kalmaz, sosyalizm eleştirisinden Marksist-Leninist devrim ve iktidar fikrinin reddine varır. Emek-sermaye çelişkisinin sistemi belirleyen temel çelişme olmadığı iddiası eşliğinde, sınıf mücadelesi ile etnik, cinsel, dinsel, ekolojik vb. mücadele eşitlenir. Hiyerarşiye karşı çıkmak adına (ve zaten alınacak bir iktidar olmadığı için) örgütlü mücadeleye de karşı çıkan Wallerstein’ın, sistemin hangi “özne”lerle, nasıl “dönüştürüleceği” ve yerine neyin konulacağı sorularına verdiği yanıt ise, belirsizdir. Dolayısıyla bütün eleştirel söylemlerine ve daha demokratik-eşitlikçi bir sistemin “mümkün” olduğunu söylemesine rağmen, görüşleri, burjuva ideolojisine eklemlenen görüşler olmanın ötesine gidememektedir. Bu bakımdan, ülkemizdeki etkisi de göz önünde bulundurulduğunda, Wallerstein’ın görüşleriyle bir hesaplaşma içine girmek; burjuva ideolojisinin sol-sosyalist ideoloji-politika üzerinde yarattığı tahribata karşı bir mücadele olarak da anlam kazanmaktadır.

GİRİŞ

‘Dünya sistemleri analisti* olarak bilinen Wallerstein, bütün “post-Marksist” yazarlar gibi, Marksizmin “eksik/yetersiz” kaldığı yerde analizlerine yeni bir dayanak noktası oluşturmuştur. Wallerstein için bu dayanak noktası, ‘Yapısalcı Tarih Ekolu’ olan Annales olmuştur. Öncülüğünü Fernand Braudel’in yaptığı Annales, “ekonomik determinist tarih anlayışını aşarak (burada eleştirilen Marksist anlayıştır) demografik, coğrafi, dilbilimsel, kültürel ve antropolojik çok yönlü ‘bütünsel’ bir tarih anlayışı geliştirme” iddiasındadır. Marksizmin (tarihsel materyalizmin) toplumun gelişim yasalarını incelerken merkeze üretim biçimi ve ilişkilerini koyan anlayışını “ekonomik-determinist” bulan Yapısalcılar, “bütünsel bir tarih anlayışı” geliştirmek adına, bu yasaları, ikincil önemdeki diğer tarihsel-kültürel-coğrafi öğelerle eşitlerler. Toplumların gelişim yasalarının terk edilip yapısal-bütünsel bir yaklaşım oluşturmak üzere bu yasalar ve konu aldıkları ilişkiler yerine demografik, coğrafi, dilbilimsel, kültürel, antropolojik vs. olgular arasındaki ilişkilerin geçirilmesi, yapısalcılığı kaçınılmaz bir biçimde pozitivist (olgucu) bir tarih-toplum anlayışına götürür. Sınıf mücadelesinin görece zayıf olduğu günümüz dünyasında etnik, dinsel, cinsel, ekolojik vb. alanlardaki mücadelelerin öne çıkmasına bağlı olarak “sınıf mücadelesinin önemini yitirdiği” yönündeki bütün iddialar, işte bu pozitivist (olgucu) anlayışa dayanır. Oysa Marksizmin çıkış noktası, olgular arasındaki ilişkiler değil; bu olguları da koşullayan toplumun gelişim yasalarıdır. Marksizm; insanların toplumsal, siyasi ve düşünsel yaşam süreçlerinin, iradelerine bağlı olmayan maddi yaşamın üretim biçimi ve ilişkileri tarafından belirlendiğini söyler. Ancak yöneltilen suçlamaların aksine, Marksizm, ekonomik etkenin (maddi üretim biçiminin) biricik belirleyici öge olduğunu da söylememektedir. Engels, bu yöndeki suçlamalara “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en son belirleyici öge, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx, ne de ben bundan fazlasını hiçbir zaman öne sürmedik” demektedir. Dolayısıyla ekonomik yapının temel olması, üstyapının politik, hukuki, dini vb. çeşitli ögelerinin toplumsal gelişim süreci üzerinde etkili olmadığı anlamına gelmemektedir. Aksine Marksizmin ortaya koyduğu yasalar, bu ögelerin ortaya çıkış koşullarının ve toplumsal süreçlere etki etme düzeylerinin/sınırlılıklarının anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu nedenle Marksizm, toplumsal sınıfları ve bunlar arasındaki mücadeleyi tarihsel olarak belirlenmiş üretim sisteminde tuttukları yer, üretim araçlarıyla olan ilişkileri ve emeğin toplumsal örgütlenişindeki rollerine göre tarif eder. Ama mesela “işçi sınıfının nitelik değiştirdiği” ve “devrimci rolünü kaybettiği”ni iddia edenler, sınıfları belirleyen bu nesnel kriterlerin hangisinin/hangilerinin işçi sınıfı için değiştiğini söyleyememektedirler.

İşte, analizlerinde, Annales’in yapısalcı/bütünsel tarih anlayışından önemli oranda etkilenen Wallerstein’ın ‘Liberalizmden Sonra’ kitabının temel tezi, “SSCB’nin dağılışı, Komünizmlerin ve modern dünyada ideolojik bir güç olan Marksizm-Leninizmin çöküşü”nün “büyük ölçüde liberalizmin çöküşünü ve ‘liberalizm sonrası’ dünyaya kesin olarak girişimizi gösterdiği” iddiasına dayanmaktadır. Wallerstein, bu tezinin dayanakları olarak, 1789’dan 1989’a kadarki sürecin “üç ideoloji” (muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizm) arasındaki mücadele süreci olarak algılansa da, aslında liberalizmin diğer ideolojileri kendine benzeştirip kendi egemenliğini ilan ettiği; Leninizmin, liberalizme karşıymış gibi görünse de, “onun cisimleşmelerinden biri” olduğu ve ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’nı (UKKTH) savunarak “Wilsoncu liberal programı” uyguladığı, “1968 devrimi”nin Marksist-Leninist devrim ve iktidar fikrini geçersizleştirdiği iddialarını gündeme getirmektedir. Bu iddialara bağlı olarak, 1989’da “çöken”, “sosyalizm değil, liberalizm” olmaktadır. Yazar, bu iddialarının devamında “liberalizmden sonra” “daha eşitlikçi ve adil bir dünyanın mümkün olduğu”nu söylese de, geleceği “belirsiz” görmektedir.

Şimdi Wallerstein’in iddialarının eleştirisine geçebiliriz.

I. 

Wallerstein, kitabının ‘Üç İdeoloji mi, Tek İdeoloji mi? Sözde Modernlik Savaşı’ başlığını taşıyan bölümünde, “modern zamanlar”ın “üç büyük ideolojisi”ni –muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizmi– tartışmaya açmaktadır. Yazar, “çoğu insan” “bu ideolojiler arasında bazı temel farklar olduğuna inanmak”la birlikte “bu farkların ne olduğu konusunda anlaşmazlık” bulunduğunu, çünkü “liberalizm ile sosyalizm arasında hiçbir temel fark görmeyen muhafazakârların, liberalizm ile muhafazakârlığın aynı şey olduğunu söyleyen sosyalistlerin ve hatta muhafazakârlık ile sosyalizm arasında ciddi bir ayrım bulunmadığını savunan liberallerin var olduğunu” söylemektedir. Yazar, bu ideolojiler arasında ciddi bir ayrım bulunmadığını göstermek üzere, alıntıladığı görüşlerin yanı sıra 1830’lara kadar liberaller ile sosyalistler ve 1848’den sonra liberaller ile muhafazakârlar arasında bir “uzlaşma” olduğu “kanıtı”nı öne sürmektedir. Yine, bu “üç ideoloji”nin arasındaki ‘fark’ı modernlik ve ilerleme konusundaki tavırlarına indirgeyerek, sırasıyla muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizm arasındaki ayrım noktalarını “Tehlikeyi mümkün olduğunca sınırlandırmak; mümkün olduğunca akılcı bir biçimde insanoğlunun mutluluğunu gerçekleştirmek; ya da ilerleme için ona direnen güçlere karşı yoğun mücadele suretiyle gidişi hızlandırmak” biçiminde nitelemektedir. Bu değerlendirmeler üzerinden ulaştığı noktayı, “Bu durumda, 1789’dan beri, renklerini üç büyük versiyonda sergilemiş olan tek gerçek ideolojinin, liberalizmin varolduğu sonucuna ulaşmak doğru olmayacak mıdır?” sorusu eşliğinde ortaya koymaktadır: “1848’den sonraki 120 yıl içinde –yani en azından 1968’e kadar– birbiriyle çatışma halindeki üç ideoloji görüntüsü altında aslında sadece bir ideoloji”, liberalizm “ezici bir şekilde egemen olmuş”tur.

İdeolojinin tanımından başlayalım. Yazar, “modern ideolojileri”, Fransız Devrimi’nin dönüm noktası olduğu siyasi değişim karşısında “insanların bu yeni durumun üstesinden gelmek için seçtikleri yollar” olarak tanımlamaktadır. Fakat bu tanım bile, Marx’ın 18 Brumaire’de belirttiği gibi, ideolojilerin farklı mülkiyet biçimleri ve toplumsal varlık koşulları üzerinde biçimlendikleri gerçeğini değiştirmemektedir. Yazarın “insanlar” diyerek aralarındaki ayrımı belirsizleştirdiği farklı sınıf ve tabakalar, “yeni durum”un kendi çıkarlarına zarar vermesini engellemeye ya da bu durumu kendi çıkarları temelinde kullanmaya çalışmaktadır. Bu da, farklı ideolojilerin, farklı toplumsal sınıf ve tabakaların kendi çıkarlarına göre belirlenmiş “dünya görüşleri” olduğunu gösterir. Marx, yazarımızın “muhafazakârlık” ve “liberalizm” olarak ikiye böldüğü burjuva ideolojisinin iki kampı arasındaki mücadeleyi “Orleancılar ve meşruiyetçiler, cumhuriyette, eşit emellerle, birbirlerinin yanında bulunuyorlardı! Her kesimin, ötekine karşı kendi hanedanının özel çıkarlarını canlandırıp güçlendirmeyi amaç edinmesi, ancak burjuvaziyi bölen –toprak mülkiyeti ve sermaye– iki büyük çıkarın her birinin, kendi yönünden kendi üstünlüğünü ve ötekinin altta kalmasını sağlamlaştırmaya çalıştığı anlamına geliyordu. Burjuvazinin iki çıkarından sözediyoruz, çünkü büyük toprak mülkiyeti, feodal çalımına ve soyluluk gururuna karşın, modern toplumun gelişmesi sonucunda, tamamen burjuvalaşmıştı.” sözleriyle ortaya koymaktadır. Demek ki, farklı sınıf ve tabakaların kendi “ideolojileri” temelinde diğer ideolojileri suçlamaları, yazarın “yeni durumun üstesinden gelme yolu” olarak tanımladığı kendi çıkarlarını savunması bakımından anlaşılır bir durumdur. Fakat söylemsel düzeyde kendini gösteren belirsizlik (söylemlere bakıldığında, bu “ideolojiler” arasındaki ayrımın görünmez olması, ki her ideoloji, “bir sınıfın/toplumsal tabakanın” değil; “bütün ulusun/ insanlığın çıkarı”nı savunma iddiasındadır), bu “ideolojiler”in farklı toplumsal varlık ve sınıf çıkarlarına denk düştüğü gerçeğini değiştirmemektedir. Dolayısıyla bu söylemler üzerinden değerlendirme yapılarak bu “ideolojiler” aralarındaki ayrımın belirsiz olduğu sonucunu çıkarmak, bu “ideolojiler”i belirleyen toplumsal varlık koşullarının ve farklı sınıfsal çıkarların varlığını reddetmek anlamına gelir. Açıktır ki, bu yaklaşım, toplumsal varlık ve düşünce (burada ideoloji) arasındaki ilişkinin ters yüz edilmesi; “bütünsel” bir yaklaşım geliştirmek adına görünüşün ‘öz’ün yerine geçirilmesidir. Oysa, yazarın, yukarıda aktardığımız, 1848’den önce muhafazakârlara karşı liberaller ve sosyalistler ve 1848’den sonra sosyalistlere karşı liberaller ve muhafazakârlar arasındaki “uzlaşma”ya dair söyledikleri, bu “ideolojiler” arasındaki ayrımın belirsiz olduğunun değil; tam aksine, farklı sınıf ve tabakalar arasında çıkar mücadelesi bulunduğunun işaretidir. Çünkü işçi sınıfının ayrı bir sınıf olarak şekillenişinin görece zayıf olduğu1848’den önce, işçi sınıfı ve diğer emekçi tabakalar feodalizme ve onun devamı olan “muhafazakâr” toprak burjuvazisine karşı sanayi-ticaret burjuvazisinin yanında yer almış; ama işçi sınıfının burjuvaziye karşı sınıf savaşımının gelişmeye başladığı 1848’den sonra ise, “muhafazakâr” ve “liberal” burjuvazi işçi sınıfına karşı birleşmişlerdir. Marx, 1848 Devrimi sürecinde burjuva kamplar arasındaki “uzlaşma”yı ve bu uzlaşmanın arkasına diğer toplumsal kesimlerin de yedeklenmesini, “Haziran günlerinde, bütün sınıflar ve bütün partiler, proletarya sınıfının karşısında, yani ‘anarşi partisi’nin, sosyalizmin, komünizmin karşısında, ‘düzen partisi’ içinde birleşmişlerdi. Onlar, toplumu, ‘toplum düşmanları’nın tasallutundan kurtarmışlardı. Onlar, eski toplumun ‘mülkiyet, aile, din, düzen’ sloganlarını yeniden ele alıp, bunları ordularında parola olarak kullanmışlardı ve karşı-devrimci haçlılar ordusuna: ‘Bu işaret altında kazanacaksın!’diye bağırmışlardı.” sözleriyle anlatır.

Bir kez daha belirtelim: Yazarımız, ideolojik söylemlere bakıp değerlendirme yapmakta, ancak bu söylemleri koşullayan sınıfsal çıkarları gözardı ederek, açıkça idealizme düşmektedir. Wallerstein, daha sonra da tartışacağımız gibi, mesela ‘UKKTH’ konusunda Wilsoncu ve Leninist söylemlere bakarak, bu iki yaklaşımı eşitlerken ya da Wilsonculuğun Leninizmi kendine benzeştirdiğini söylerken de, aynı hataya düşmektedir. Öte yandan feodal kalıntılara karşı mücadelenin devam ettiği koşullarda burjuvazinin “gelenekçi” ve “liberal” kesimleri arasındaki mücadele, işçi sınıfının burjuvazinin karşısına bir sınıf olarak dikilmeye başladığı süreçten sonra, yerini, bütün bir burjuva sınıfın işçi sınıfına karşı ‘uzlaşması’ ve mücadelesine bırakmıştır. “Liberallik” ya da “muhafazakârlık” tek bir ideolojinin; ‘burjuva ideolojisi’nin, duruma ve ihtiyaçlara göre, işçi sınıfına karşı kullandığı söylemler haline gelmiştir. Mesela ilk gelişme dönemlerinde kilise ve dine karşı mücadele eden ve bu mücadelede işçi ve emekçi halk kesimlerini etrafında toplayan liberal burjuvazi, işçi sınıfı ile arasındaki sınıf mücadelesinin kızıştığı dönemlerde, yeniden kilise ve dine sarılmaktan geri durmamıştır.

Wallerstein, ideolojiler arasındaki ayrımı “ilerlemenin hızı”na indirgerken de yanılmakta, daha doğrusu, daha sonra söyleyeceklerine zemin hazırlamak üzere, gerçeği çarpıtmaktadır. Çünkü kitabının birçok yerinde, kapitalizmin varlık nedeninin “sermaye birikimi” olduğunu kendisi söylemektedir. Kapitalizmin ve “egemen ideolojisi liberalizm”in varlık nedeni sermaye birikimi ise, liberal ideolojinin, toplum ilerledikçe –üretim arttıkça– geleceğin daha iyi olacağını söylemesi, bütün toplumu bu sömürü düzenine kazanmak istemesinden, işçi sınıfı ve emekçilerin bu düzene karşı başkaldırısını engellemeye çalışmasından başka bir anlam taşımaz. Dolayısıyla, “sosyalist devrim” yerine “liberal reform”un geçirilmesi, bu yolla toplumun hep ileriye, daha iyiye doğru gideceğinin vaaz edilmesi, bu ideoloji ile sosyalist ideoloji arasındaki ayrımın “ilerlemenin hızı”ndan daha fazlası olduğunu göstermektedir. Yazarın bu konudaki değerlendirmelerinde de, üretim tarzı ve ilişkileri bilinçli bir şekilde göz ardı edilmektedir. Çünkü liberalizm insanlara “daha mutlu ve özgür bir gelecek” vaat etse de, bunun için, kapitalist üretim tarzının değişmesi, işçi sınıfı ile sermaye arasındaki sömürü ilişkilerinin (işçi sınıfının yaşamını sürdürmek için emek gücünü satması ve üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvazinin bu emek gücünü daha fazla sermaye birikimi sağlamak üzere satın alması) değişmesini öngörmemektedir. Aksine, bütün söylemlerini, “sınıf uzlaşması ve işbirliği” üzerinden, bu düzenin devamı yönünde kurmaktadır. Oysa sosyalizm, “ilerleme”yi kapitalist özel mülkiyetin ve emek-sermaye arasındaki çelişkinin ortadan kaldırılmasında görmekte; geleceğin sınıfsız, devletsiz, özgür toplumunun ancak böyle bir temel üzerinde –sınıf mücadelesi temeli üzerinde– inşa edilebileceğini savunmaktadır. Öyleyse liberalizm ve sosyalizm arasındaki ayrımı belirleyen şey, “ilerlemenin hızı” değil; hangi toplumsal-sınıfsal çıkarlar temelinde ve nasıl bir “değişim” istendiğidir.

II.

Yazar, yukarıda tartıştığımız tezlerini öyle gelişi güzel ortaya atmamaktadır. “En azından 120 yıl” (1848’den 1968’e) liberal ideolojinin “mutlak egemenliği”nden söz ederken, Leninizmin de, liberal ideoloji (önemli göstergesi Wilsoncu program: ABD Başkanı Wilson’un 1917’de Almanya’ya karşı savaş ilan ederken savunduğu ilkeler) tarafından kendisine benzeştirilip “uysallaştırıldığı”nı iddia etmektedir. Çünkü, demektedir yazarımız, “her iki ideolojinin yöneldiği kilit mesele”nin “hem Wilsonculuk hem de Leninizm için ‘ulusal kalkınma’ olduğunu ve bunlar arasındaki temel anlaşmazlığın sadece, sözkonusu ulusal kalkınmaya giden yola ilişkin olduğunu ileri süreceğim.”

Farklı stratejik amaçlara, birinde (Wiysoncu) emperyalist talana açılmaya, diğerindeyse (Leninist) emperyalist kapitalist sömürüden kurtuluşa bağlanan ezilen halkların kendi kaderlerini tayin mücadelesi, doğru, kaderini tayin mücadeleleri olarak benzerlik taşımaktaydı ve Wallerstein sadece bu benzerliği görerek “ilerlemekte”ydi ve sonunda da “Leninizmin yeni rolü”nü belirteceği “öldürücü” hamlesini yapacaktı: “Klasik liberal önkabullere” dayanan Wilsonculuk, “dünya sisteminin çevre ve yarı-çevre bölgelerinin kendi kaderini tayini”ni savunmakta; “Lenin de proleter enternasyonalizm ve anti-emperyalizme ilişkin tamamen farklı sloganlar altında benzer politik amaçlar peşinde” bulunmaktaydı. Lenin’in Bakü’de “Doğu”ya özel önem atfetmesiyle (burada sözü edilen1920’de Komintern tarafından Bakü’de gerçekleştirilen ‘Doğu Halkları Kurultayı’dır - yyk), “Marksizm-Leninizm, fiilen burjuvaziye karşı proleter bir ayaklanma teorisi olan köklerinden, bir anti-emperyalizm teorisi olarak yeni bir role doğru ilerliyordu.”

İkisi de “ulusal kalkınmacı” olan Wilsonculuk ve Leninizm arasında bazı farklar da yok değildi. Mesela Wilsoncular sömürgelerin “anayasal yolla” yani “müzakere yolu”yla tasfiyesini savunurken, Leninistler “ayaklanmacı”ydı ve bağımsızlığın “ihsan edilmesini değil, alınmasını” savunuyorlardı. Ayrıca, bu iki ideoloji arasında, “kendi kaderini tayin mücadelesine kimin önderlik edeceği” konusunda da anlaşmazlık vardı. Wilsoncular “burjuvazi”nin, Leninistler ise “Bolşevik tipte bir parti”nin önderliğini savunuyordu. Ancak bu farklar “abartılmamalı”ydı, çünkü aynı “ulusal kalkınma”ya giden “farklı yollar” olmanın ötesinde bir anlam taşımıyorlardı.

Yazarımız böyle diyor.

Girişte de söylemiştik. Wallerstein’ın, Annales’in sosyal bilimler (ekonomi, tarih, coğrafya, antropoloji vb.) arasındaki “yapay farklılığın” kaldırılması adına yaşamın maddi üretimi ile toplumun ideolojik-kültürel-siyasi şekillenişi arasındaki ilişkiyi reddeden yaklaşımını benimsemesi, liberalizm ve Leninizme dair değerlendirmelerinde de karşımıza çıkmaktadır. Birinci olarak, liberalizm, ekonomik olarak yerini tekelci kapitalizme bırakmış olsa da, ideolojik-siyasal alanda liberal söylemin sürdürülmesi, yazarımız için liberalizmin “mutlak egemenliği” bakımından yeterli olmaktadır. Bağlı olarak, Wallerstein’ın ‘Dünya Sistemi teorisi’ olarak adlandırılan görüşlerinin en önemli hareket noktalarından biri olan “bütünselci” (kapitalizmi bir ‘bütün’ olarak ele alma) yaklaşımı, “sistemin uzun dönemli çevrim/döngülerinin incelemesi” adına emperyalizmin “tarihsel kapitalizm”in bir aşaması olduğunu reddeder.

Liberalizm, ‘Aydınlanma’ döneminde feodalizme karşı burjuvazinin (ve daha sonraları toprak burjuvazisine –onun “muhafazakârlığı”na– karşı sanayi-ticaret burjuvazisinin) ideolojisi olarak ortaya çıkıp gelişmiştir. Liberal burjuvazi, ekonomik olarak, feodal düzenin bütün kalıntılarının tasfiyesini ve serbest rekabeti savunurken, feodalizmin üreticiyi (serfleri) toprağa bağlamaya dayanan üretim ilişkilerinin yerine emek-gücünü satacak “özgür bireyler”in yaratılması uğruna siyasal alanda “bireyin doğuştan gelen temel hakları” olduğunu savunuyordu. Bayrağında “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” sloganı yazıyor ve bu nedenle feodalizme karşı mücadelesinde emekçi kesimleri (işçi ve köylüleri) kendi bayrağı altında toplayabiliyordu. Liberal ideolojiye göre, toplumsal düzen iki temel ilkeye dayanmalıydı: Serbest rekabet (hür teşebbüs) ve bireyin özgürlüğü. Serbest rekabetin (ki sloganı, laissez faire-laissez passer: bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler idi) sağlanabilmesi için devlet ekonomiye müdahale etmemeliydi, çünkü ekonomi zaten ‘piyasanın görünmez eli’ tarafından düzenleniyordu.

Kapitalizm, üretimin, sermaye birikimi sağlamak üzere, daha fazla kâr amacıyla yapıldığı ve bunun için emek gücünün sömürüsüne (yaşamını sürdürmek için çalışmak zorunda olan işçinin bir meta haline gelmiş olan emek gücünü belli bir ücret karşılığında sattığı kapitaliste gaspedeceği daha büyük bir değer; “artı-değer” üretmesine) dayanan bir sistemdir. İşçinin emek gücünün sömürüsü (artı değer) olmadan kapitalistin kâr elde etmesi ve sermaye birikimi sağlaması mümkün değildir. Öyleyse kapitalist üretim süreci, piyasada bir meta haline gelen emek gücünü satan (işçi) ile satın alanın (kapitalistin) “yasalar karşısında eşit haklara sahip özgür bireyler” olarak karşı karşıya gelmesini ve kapitalistin işçinin emek gücünü bir süreliğine satın almasını gerektirir. Bir burjuva ideolojisi olarak liberalizmin, feodalizm ve “muhafazakârlığa” karşı bireyi merkeze alan “özgürlükçü”lüğünün kerameti bu üretim ilişkisinde yatmaktadır. Yoksa devletin müdahalesine karşı olan bu “özgürlükçü” “bırakınız yapsınlar”cı anlayış, 1848 Devrimi’nden bu yana, işçi sınıfının burjuvazinin çıkarlarını tehdit eden her türlü kalkışması sırasında “liberal devlet”in polisi, ordusu ve yargısını yardıma çağırmaktan geri durmamaktadır.

Liberal özgürlükçülüğün diğer yüzünü, kapitalistler arasında serbest rekabete dayanması oluşturur. Ancak bu rekabet, kapitalist üretim yasalarının (artı-değeri azami hale getirmek için üretici güçlerin hızla geliştirilmesi, ancak üretici güçlerin bu gelişimi ile üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı üretim biçimi arasındaki çelişkinin yol açtığı ekonomik krizler, kapitalist birikim ve sermayenin merkezileşmesi vb.) işlemesiyle, birçok kapitalistin bu rekabet süreci içinde mülksüzleşmesiyle sonuçlanır. “Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse, artık, kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesi ile gerçekleşir. Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer.”

Bir kapitalistin birçoklarının başını yemesi demek, sermayenin giderek yoğunlaşması ve az elde toplanarak gelişmesinin belirli bir aşamasında tekele yol açması demektir. Marx, eserlerinde sermayenin bu eğilimini tespit etmiş olsa da yaşadığı dönemde tekellerin “mutlak egemenliği”nden söz etmek mümkün değildir. Ancak üretimin sürekli yoğunlaşmasına bağlı olarak, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında artık az sayıda tekelin kapitalist üretim sürecine egemen olmaya başlaması, görünüşte serbest rekabetin yasaları varlığını sürdürse de, “eski kapitalizm”in yerini kapitalizmin yeni “tekelci” aşamasına bırakmasına yol açtı. Tekellerin ekonomik yaşamın her alanına nüfuz eder hale gelmesi, sanayi sermayesi ile banka sermayesinin kaçınılmaz bir şekilde iç içe geçmesini, mali sermayenin (finans kapitalin) ortaya çıkmasını sağladı. Bu nedenle, Lenin, bu “yeni” kapitalizmi, “sermaye egemenliğinin mali sermaye egemenliğine dönüştüğü” bir “evre” olarak tanımlar. Mali sermaye, sadece tekellerin gücünü büyük oranda arttırmakla kalmaz, onlara, sahip olduklarından çok daha fazlasını denetleme olanağını sağlar. Öyleyse, kapitalizmin “yeni aşaması” olarak ‘emperyalizm’, kapitalist gelişmenin belirli bir aşamasında, temel özelliklerinden bazıları kendi karşıtına (serbest rekabet tekele) dönüşmeye başladığında ortaya çıkmıştır.

Emperyalizm, kapitalist üretimin belli bir gelişme sürecinde, bu gelişme sürecinin yasalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Lenin, emperyalizm aşamasını doğuran koşulları şöyle açıklar: “1) Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasının, ekonomik yaşamda belirleyici rolü oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşmış olması; 2) Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin iç içe geçip kaynaşması ve bu ‘mali sermaye’ temelinde mali oligarşinin oluşması; 3) Meta ihracından farklı olarak sermaye ihracının özellikle büyük bir anlam kazanması; 4) Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması; ve 5) Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması.” Görüldüğü gibi, Lenin, kapitalist gelişmenin yeni bir aşaması olarak emperyalizmi, yine kapitalist gelişmenin kendi yasalarına bağlı olarak açıklamaktadır.

Bu açıklamalar üzerinden tartışmamıza yeniden dönersek...

Birinci olarak, emperyalizm, liberal kapitalizmin yerini tekelci kapitalizme bıraktığı bir evre olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde, liberalizm aşamasında kapitalizmin maddi temellerini güçlendirmek için dillendirilen “liberal söylem”lerin kullanılmaya devam etmesi, bu söylemlerin tekelci yayılmacılığın bir örtüsü olarak kullanılmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Bu durum, emperyalizmin kapitalizmin yeni aşaması olduğunu kabul etmeyen ve liberalizmin “mutlak egemenliği”nden söz eden yazarımızın demokrasiye yönelik yaklaşımında da çarpıklığa yol açmaktadır. Liberalizm ve dayanağı olarak serbest rekabet döneminde feodalizme karşı mücadelesinde “bireysel hak ve özgürlükler”i emekçi sınıfları yanına çekmek ve kapitalist üretimin maddi zeminini güçlendirmek için kullanan burjuvazi, tekelci aşamasında, bu “özgürlükleri” kendi egemenliğini meşrulaştırmanın araçları, düzenin “asma yaprağı” olarak kullanır. Oysa bu gelişmelerden Wallerstein’ın çıkardığı sonuç, “demokrasi ve liberalizmin” “büyük ölçüde zıt oldukları”dır.

“Demokrasi ve eşitliğin birbirleriyle ayrılmaz bir bağ”a sahip olduğunu da düşünen yazarımız, liberalizmi kafasında oluşturduğu soyut “demokrasi” kavramı üzerinden değerlendirmektedir. Ancak burjuvazinin “liberal demokrasi”den şikâyeti olmadığı açıktır. Öte taraftan, daha önce de belirttiğimiz gibi, maddi yaşam biçiminin belirleyiciliğini reddeden yazarımızın, kafasında oluşturduğu soyut “eşitlik” kavramının da “demokrasi” gibi tartışmalı olduğu ortadadır. Mesela UKKTH mücadelesinde hangi sınıfın bu mücadeleye önderlik edeceği konusunda burjuvazi ve işçi sınıfının önderliği arasındaki farkın “abartılmaması” gerektiğini söyleyen yazarımız, “demokrasi” ve “eşitlik” arasında kurduğu ilişkide sınıfsal sömürünün ortadan kaldırılmasını acaba nereye oturmaktadır? Yoksa Wallerstein’ın “eşitlik” tasavvurunda sömürünün ortadan kaldırılması da sınıf meselesi gibi önemsiz bir ayrıntı mıdır? Feodal aristokrasi ile “genç” burjuvazi arasındaki ilişki örneğinde olduğu gibi, yalnızca harç ve haraçlar vb. türü sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması anlamında biçimsel ve görünüşte eşitlik mi, sınıfların kaldırılması anlamında gerçek bir eşitlik mi –hangisi? Burjuva devletin bir biçimi olarak burjuva demokrasisinde “eşitlik” biçimseldir ve burjuva sınıfın çıkarlarının –sermayenin emek üzerindeki egemenliğinin– korunmasının bir örtüsüdür. Bu bakımdan burjuva demokrasisi, toplumun geniş emekçi kesimleri için bir “diktatörlük”tür, ama işçi sınıfı demokrasisi (proletarya diktatörlüğü) ise, işçi sınıfı ve emekçi halk tabakaları için demokrasiyken, burjuva devletteki egemenlik ve sömürü ilişkileri ortadan kaldırılan burjuvazi için bir “diktatörlük”tür. Bu nedenle, yazarımız, ne kadar güzel laflar etse de, demokrasinin bir devlet biçimi olduğunu ve sınıfsal bir karakter taşıdığını yadsıyarak, yine yanılgıya düşmekte, maddi dünyanın ötesinde hayal âleminde dolaşmaya devam etmektedir.

Emperyalizm çağında “liberal demokrasi”, burjuva sınıfın tekelci yayılmacılığının önündeki bütün engellerin kaldırılması olarak anlam kazanmaktadır. ABD Başkanı Wilson’un Ocak 1918’de UKTTH konusunda gündeme getirdiği ilkeler de bu temelde değerlendirilmelidir. Kapitalizm, liberal (serbest rekabetçi) dönemde nasıl ki emek gücünü satacak “özgür bireyler”e ihtiyaç duyuyorduysa (ki, bu, kapitalizmin varlık nedeni olan sermaye birikimi için her dönem olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır), I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” da, galip emperyalist ülkelerin yenilen ülkeleri yeniden paylaşımının bir biçimi olarak gündeme getirilmiştir. Başka bir deyişle, bu hak, Osmanlı gibi yenilen devletlerin boyunduruğu altındaki halkların, “kendi geleceklerini belirleme özgürlüğü” görüntüsü altında, yenen emperyalistlerin yağmasına açılması, onlar arasında paylaşılması amacına bağlanıyordu. Bu bakımdan, Wallerstein’ın Wilsoncu “liberalizm”in “dünya sisteminin çevre ve yarı-çevre bölgelerinin kendi kaderini tayini savunusu” dediği ilke, emperyalist savaş ve sonrasında emperyalist yayılmacılığın bir ilkesi olarak gündeme getirilmiş ve öyle işlemiştir.

Oysa, Marksizm-Leninizm açısından bu hak, öncelikle emperyalist boyunduruğa-ezen ulusun baskısına karşı ezilen ulusun demokratik bir hakkı olarak, sosyalizm mücadelesinin olanaklarını genişletmesi ve bağlı olarak ulusal hak eşitliği üzerinden milliyetçi duvarları yıkarak işçi sınıfının sınıf bilinci ve enternasyonal bir sınıf olarak mücadelesinin gelişmesinin önünü açması bakımından savunulur. Öte yandan, işçi sınıfının (sosyalizmin) dünyanın herhangi bir yerinde iktidarda olduğu koşullarda bu hakkın savunusunun, sosyalizm ve ezilen uluslar arasındaki dayanışmayı büyüterek emperyalist cepheyi zayıflatmak anlamı taşıdığı da açıktır. Yani Marksizm-Leninizm açısından, UKKTH, emperyalist yayılmacılığın önüne geçilmesi ve işçi sınıfının sosyalizm için (sömürüsüz bir düzen için) mücadelesinin önündeki engellerin kaldırılması içeriğiyle, Wilson’un gündeme getirdiği ilkeler ile amaçlanana taban tabana zıt bir amaca hizmet etmektedir. Ama yazarımız gibi, demokrasinin sınıf karakterini ve ideoloji ile üretim biçimi-ilişkileri arasındaki bağı görmezseniz, Wilsoncularla ve Leninizmin UKKTH’yı savunan söylemlerine bakarak, bu iki anlayışı eşitlemenizde ve aralarındaki ayrımı “abartmamak” gerektiğini söylemenizde bir sakınca kalmamaktadır.

Öte yandan, yazarımızın ulusal harekete hangi sınıf ve partinin (burjuva sınıfı ve ulusal partisinin mi, yoksa işçi sınıfı ve Bolşevik tipte bir partinin mi) önderlik edeceği konusu gibi “abartılmaması” gerektiğini söylediği bir diğer fark da, UKKTH’nın “uzlaşmacı” yoldan mı, yoksa “devrimci” yoldan mı gerçekleştirileceği konusudur. Yazarın “abartılmaması” gerektiğini söylediği bu fark da, harekete hangi sınıfın önderlik edeceği tartışmasına bağlı olarak, ezilen ulusun ulusal hareketinin önüne geçilmesi koşulları kalmadığında, bu “kaderini tayin”in, ezilen ulusun yeniden emperyalist-kapitalist sisteme bağlanmasının bir aracına dönüştürülmesi ile ezilen ulusun emperyalist boyundurukluktan kurtulup devrimci-demokratik halk iktidarını kurmasına araçlık etmesi arasındaki farktır. Eğer işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi bir anlam taşımıyor ve bu bakımdan “kaderini tayin”in hangi sınıfın/partinin öncülüğünde gerçekleştiği önemsizleşiyorsa, o zaman bu hakkın, ezilen ulusun –ulusal köleliği sürmek üzere– emperyalist-kapitalist sisteme bağlamasıyla devrimci-demokratik bir çizgi üzerinden sosyalizme ilerletilmesi koşullarının ortaya çıkması olarak gerçekleşmesi arasındaki fark da önemsiz bir ayrıntı haline gelir!

III.

Peki, Leninizm ‘ulusal kalkınmacı’ mıdır? Kapitalizmin emperyalizm evresini (ve eşitsiz-sıçramalı gelişim yasalarını) reddetmesi, yazarımızın Leninizmden ‘ulusal kalkınmacı’lık çıkarmasına yol açmaktadır. Eşitsiz-sıçramalı gelişim yasası, emperyalist dünya sistemindeki çelişkilerin gelişmesine bağlı olarak, devrimin, emperyalist zincirin zayıf halkasında/halkalarında gelişmesinin koşullarını yaratmaktadır. Sovyet Devrimi, bunun en tipik örneğidir. Tek ülkede sosyalizmi ‘ulusal kalkınmacılık” olarak değerlendirmek, “sürekli devrim/dünya devrimi” gibi “devrimci” bir söylem görüntüsü altında, aslında emperyalist yayılmacılığa teslimiyetten başka bir şey değildir. Eşitsiz-sıçramalı gelişme yasasına göre emperyalist zincirin kapitalist gelişme bakımından “gelişmiş” ya da “daha az gelişmiş” herhangi bir ülkesinde devrim koşulları ortaya çıktığında, bu ülkenin proletaryası ne yapacaktır? “Dünya devrimi” için beklemeye devam mı edecektir, yoksa bu ülkede iktidarı ele alarak emperyalist-kapitalist düzene karşı dünya genelinde işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadele olanaklarını geliştirme ve sosyalizmin nihai zaferini sağlama yolunu mu tutacaktır?

Sosyalizmden ‘ulusal kalkınmacılık’ çıkarmak, yazarın “ulus” konusunda da çarpık bir görüşe sahip olduğunu göstermektedir. Çünkü ulus, kapitalizmin şafağında (yazarımızın “yeni bir durum” olarak tarif ettiği Fransız Devrimi’ ve öncesindeki burjuva devrimleriyle birlikte) ortaya çıkmış “tarihsel bir kategori”dir. ‘Ulus’ olma, burjuvazi için, öncelikle, bu tarihsel kategorinin şekillendiği topraklara/kendi pazarına egemen olma anlamını taşımaktadır. Ama bu egemenlik sağlandıktan sonra, ‘ulus’, burjuvazinin kendi sınıfsal sömürüsü ve yayılmacı emellerini gizlemesinin; bu çıkarların üzerinin örtülmesinin aracı haline gelmiştir. Burjuva egemenler, sadece kendi devletlerinde kurdukları sömürü ilişkilerini değil; kendi yayılmacı-emperyalist emellerini de ‘ulusun çıkarları’ olarak gösterir. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda kendi ülke burjuvazilerinin yanında savaşa giren II. Enternasyonal’in sosyal-şoven partileri ile Leninizm arasındaki en önemli farklardan biri de, işçi sınıfının devrimci partisinin (Bolşevik Parti’nin) “ulusal çıkar”ı reddedip, bunun aslında burjuvazinin çıkarı olduğunu ortaya koymasıdır. Bolşevik Parti, Rus burjuvazisinin emperyalist-yayılmacı savaş politikalarına “devrimci iç savaş” sloganı ile yanıt vermiştir. Marksist-Leninist parti, burjuvazinin “ulusal çıkar”ı yerine, işçi sınıfının enternasyonal çıkarını savunur; mücadelesini bu temelde yürütür. Burada, mesele, yine dönüp dolaşıp aynı yere gelmektedir: İşçi sınıfı, dünyanın bir ya da birkaç ülkesinde iktidarı ele alma olanağı ortaya çıktığında bunu emperyalist-kapitalist zinciri parçalayıp sosyalizmin nihai zaferi için bir olanak olarak mı görecektir, yoksa “dünya devrimi” için peşinen yenilgiyi kabul edip emperyalist-kapitalist sömürü ve yayılmacılığa teslim mi olacaktır? Dolayısıyla Marksizm-Leninizm açısından bir ya da birkaç ülkede işçi sınıfının iktidarı ele alıp sosyalizmi inşa mücadelesi, emperyalist-kapitalizm çağında burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesinin yeni bir boyutunu oluşturur. Ancak bu koşullardaki sosyalist inşa, sosyalizmin nihai zaferi anlamına gelmemekte; devam eden sınıf mücadelesi “geri dönüşleri” yine olanaklı kılmaktadır. Daha sonra tartışacağımız gibi, Sovyetlerde sosyalizmin yaşadığı geçici yenilgi, bu mücadelenin bir sonucu olarak yaşanmıştır.

Wallerstein, Leninizm’in “ulusal kalkınmacı”lığının en önemli kanıtı olarak, Lenin’in “Komünizm eşittir Sovyetler ve elektrik” sloganını göstermektedir. İktidarın hangi sınıfın elinde olduğu konusu yazarımız için önemsiz bir ayrıntı olduğu için, “Sovyetler”i atlayıp, elektriği görmektedir. Oysa Sovyetler, işçi sınıfı demokrasisinin aracıdır.

Sovyet sistemi, halkın yaşam ve üretim alanları üzerinden meclislerde örgütlenmesine ve bu örgütlenme üzerinden yönetim süreçlerine katılımını esas alır. Bu yönüyle, halkın sadece belli dönemlerde sandığa giderek oy kullandığı ve aslında seçim süreçlerinin burjuvazinin egemenlik ve sömürü ilişkilerinin üzerini örtmek için kullanıldığı burjuva demokrasisiyle taban tabana zıt bir demokrasi anlayışına sahiptir. Sovyetler, ayaklanma koşullarında işçi sınıfı ve emekçilerin bir örgütlenme modeli olarak ortaya çıkmış; işçi sınıfı iktidarında ise, ‘iktidar organı’ haline gelmiştir. Bu yönüyle, işçi sınıfı demokrasisinin ‘özgün’ bir biçimidir. Sovyet sistemi, işçi ve emekçilerin kendi yöneticilerini kendilerinin seçip denetleyebildiği ve bu bakımdan burjuvazinin sömürü koşullarını ortadan kaldırıp “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesiyle demokrasinin en ileri biçimini temsil eden ‘yeni bir yaşam’ı kurmasına dayanan bir sistemdir. Bu nedenle, Sovyetler Birliği’ndeki ‘kalkınma’ ulusal bir kalkınma değil; “kalkınma” açısından konuşulacak olursa, enternasyonal bir sınıf olan işçi sınıfının dünyanın iktidarı ele aldığı/alabildiği bir parçasında burjuva sömürü düzenini tasfiyesine dayanan bir “kalkınma”dır. Başka bir deyişle, aynı zamanda bir ekonomik ilerleme de olan bu “kalkınma”, öz olarak, insanın insan tarafından sömürülmediği sınıfsız komünist topluma geçiş olarak sosyalist ekonominin inşa edilmesi, sadece Rusya burjuvazisinin tasfiyesi olarak değil; işçi sınıfının uluslararası emperyalist-kapitalist düzene karşı mücadelesinin bir dayanağı olarak anlam kazanmaktadır. Emperyalist-kapitalist sistemin, işçi sınıfının iktidarı ele aldığı 1917’den başlayarak, Sovyetler Birliği’ne yönelik çok yönlü abluka ve saldırılarının nedeni de budur. Yani burada, emperyalist-kapitalist sistemin rahatsızlığı ve saldırganlığının nedeni SB’nin “ulusal kalkınması” değil; işçi sınıfının dünyanın bir bölgesinde burjuvazinin sömürü koşullarını ortadan kaldırması ve bu adımının bütün dünya burjuvazisini tehdit eden bir durum yaratmasıdır. Dolayısıyla, Lenin’in “Sovyetler ve elektrik” sloganının “Sovyetler” kısmı, işçi sınıfı demokrasisine (ve burjuvazi üzerindeki diktatörlüğüne) ve “elektrik” kısmı da iktidarı kaybeden ama hala oldukça dirençli olan burjuvaziye karşı sosyalist üretim ve inşaa ve tabii ki gerilemeyi değil, ama “kalkınma”yı geliştirmesine; işçi sınıfı ve emekçilerin sömürüsüz bir ekonomik düzen kurmasına yöneliktir. Ancak yazarımız, her kuşu leylek sanıp, “kalkınma”nın hangi sınıfın kontrolünde ve ne için gerçekleştirildiğini atlayarak, işçi sınıfının iktidarı ele aldığı dünyanın bir bölgesinde (SB’de) gerçekleştirilen “kalkınma” üzerinden Leninizmi “ulusal kalkınma”cı ilan edebilmektedir. Oysa bu “kalkınma”nın hangi sınıfın iktidarında ve hangi amaçla sağlandığı sorularının cevabı, toplumsal gelişmenin yönünü belirlemekte; bu kalkınmanın insan emeğinin ve doğanın sömürüsü karşısındaki konumunu açıklamaktadır.

Sonuç olarak, emperyalizm ve proleter devrimler çağında emperyalist yayılmacılığın örtüsü olan “liberalizm” ile proleter devrimin teorisi olan Leninizmin sadece yolları değil; dünyaları da (varmak istedikleri yer-kurmak istedikleri düzen) taban tabana zıttır. Ancak toplumun gelişme yasalarını ve sınıf mücadelesini bir tarafa bırakır ve bir ayağı söyleme, diğer ayağı olgulara basan bir analiz sistemi kurarsanız (burada Liberalizm ve Leninizmin UKKTH ile ilgili söylem ve ‘kalkınma’cı politikalar üzerinden eşitlemesinde olduğu gibi), yazarımız gibi Leninizmi liberalizme benzeş kılmakla kalmaz; Leninist devrim ve iktidar fikrinden de kurtulursunuz.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.