Hikmet Kıvılcımlı'nın Gözünden Stalin
Garbis Altınoğlu,
2 Mayıs 2016
Türkiye sol hareketinde açık ve kaba bir anti-Stalinizme pek rastlanmaz. (Bunu söylerken temel malzemelerinden biri anti-Stalinizm olan Trotskist çevre ve grupları bir kenara koyuyorum.) Stalin'e sıcak bakmayan çevreler ve gruplar vardır olmasına; ancak onlar esas olarak sol liberalizm ve sosyal-demokratizm doğrultusunda deformasyona uğramış ve biçimsel olarak da Marksizm alanının dışına çıkmış olanlar arasında yer alırlar. Stalin konusunda her zaman derinlikli bir kavrayışa sahip olmasalar da radikal devrimci hareketler bu konuda daha dengeli ve daha doğru bir tutum içindedirler. TKP geleneğinden gelen sol çevre ve gruplara gelince... Onların, Hruşçov (ya da Kruşçev) ve ortaklarının estirdiği ve SBKP'nin 1956'da yapılan 20. Kongresi'ni izleyen dönemin anti-Stalinist rüzgarına kapıldıklarını biliyoruz. Ancak bu çevre ve gruplar, Hruşçov'un yerini Brejnev-Kosigin kliğine bıraktığı 1964 sonrasında, -hep yaptıkları gibi- SBKP'nin tavrını izlemiş ve kural olarak açık bir anti-Stalinizme yönelmemişlerdir. (Tabii bu onların, Stalin'in adının simgelediği devrimci ve Leninist bir konumda durdukları anlamına gelmiyordu.) TKP-kökenli olmakla birlikte kendine özgü bir ideolojik-siyasal duruşu olan Hikmet Kıvılcımlı'nın bu konuya ilişkin tavrı ise, iyimser bir anlatımla “özgün” olarak nitelenebilir. O, sözcüğün gerçek anlamında bir anti-Stalinisttir. Ne var ki, Kıvılcımlı'nın, Marksizmi referans alan siyasal figürler arasında, Stalin'e karşı son derece net ve son derece negatif bir tavır aldığı devrimci çevrelerde pek bilinmez. Dolayısıyla ben bu yazıda Kıvılcımlı'nın Stalin'e karşı tutumunu kendi ağzından aktaracak ve onun bu konuda, bağnaz Trotskistleri bile kıskandıracak bir karşı duruş sergilediğini göstereceğim.
1930'lu yıllarda kaleme aldığı yazılarında Stalin'i öven Kıvılcımlı, ömrünün son yıllarında Lenin'in bu öndegelen silah arkadaşına dozu gitgide yükselen bir saldırıya girişecekti. O, 1970 yılında yazdığı Oportünizm Nedir? adlı kitabında, “Lenin'in ölümünden birkaç yıl sonra, aynı Stalin bir ülkede sosyalizmin kurulamayacağını ağzına alanların kellesini uçur”duğu (1) türünden uçuk bir değerlendirme yapmıştı. O daha sonra baş revizyonist Hruşçov'un yanında yer aldığını ve Hruşçov kliğinin “destalinizasyon” adıyla pazarlanan kapitalist restorasyon politikasını desteklediğini açıklıyordu:
“Koca Sovyetler Birliği, hâlâ: 'Destalinizasyon' (Stalinleşmeyi giderme) çabasını bitiremedi. Adam o denli ağır bastı. Temel konuda bir yanıltı, sonra, Parti tepesinde olmanın verdiği güçle, o yanıltıyı başkalarında yakalama, bu sonucu kaçınılmaz kılmıştı.” (2)
Kıvılcımlı aynı yapıtında Stalin'e şu ağır, ama gerçekdışı eleştirileri yöneltiyordu:
“... Kaç devrimci kuşağın Lenin Partisi ve Proletarya İktidarı üzerine Stalin bir oturdu, pir oturdu. Deliksiz otuz yıl, Abdülhamit tahtından indirildi, Stalin ölünceye değin kılına dokunmayı aklından geçireni cehenneme yolladı. Proletarya Diktatörlüğü demek sanki o yumuşak çizmeli, sert alaboz saçlı çiçek bozuğu Gürcü demek oldu.
“Doğru muydu, yanlış mıydı? Konumuz o değil... Ne var ki biz, Bilimcil Sosyalizmi kuran ve önceden görüşlerin en yanılmazlarını veren Marx-Engels'lerin kaç kez aldandıklarını kıyasıya yazılarında sık sık okuduk. Emperyalizm çağının her karakteristiğini kendi ülkesinin orijinalitesiyle dünyanın alt-üstlükleri içinde şaşmaksızın çizen 'Devrimler Kartalı' Lenin, her gün kendi kendisinde ve partisinde birçok yanlışları yakalar ve satranç tiryakiliğiyle göze batırmakta ısrar ederdi... Stalin ömür boyu beş yaşındaki çocuklara dek yanılmaz papalığını ezberletti. Kimin haddine düşmüş Stalin'in burnundan kıl koparmak?
“... Oysa bir insan yanılmazlık kuruntusuna düştü müydü artık ondan korkulurdu. Aslına bakılırsa Stalin'in yanılmaz görünüşü ancak ve yalnız Lenin'in metinlerini harfi harfine izleyebildiği ölçüde gerçeğe uygundu. Lenin olmasa, Stalin diye bir yaratık bulunamazdı. Jozif Visaryonaviç Çıkvaşvili adında bir Tiflis eskicisi kalırdı. Stalin olmasa, Lenin'in şahikalığından zerre eksilmezdi...” (3) Kıvılcımlı, Stalin hakkındaki değerlendirmesini daha ileride şöyle sürdürecekti:
“Papaz okulundan sonra Marksizmden başka hiçbir konuya baş vermemiş olan Stalin kimdi?
“26 yaşında birinci silâhlı devrime katılmış, 38 yaşında ikinci silâhlı devrime katılmış, tam altı yıl, er olarak katıldığı ordular içinde, o cephe senin, bu cephe benim, en ufağı Ordu olan büyük birliklere siyasal Komiserlik yapan, Strateji-Taktik plânları çizip başarıyla uygulayan en kritik kumandanlıklar etmiş bir profesyonel ihtilâl ve İç Savaşlar eri idi.
“Aynı adamın, ayağının tozu ile, daha yumuşak Kafkas çizmelerini ve kaba asker kaputunu çıkarmaya vakit bulamaksızın, 42 yaşında Lenin'in yerine geçtiğini düşünelim. Altı yıllık Tarihin yazdığı en müthiş İç ve Dış yıldırım savaşlarında tek öğrendiği ve uyguladığı yeni bilim Askerlik sanatıdır. Güttüğü Parti, Sovyetler Devleti, Sovyet Milletleri, yüzmilyonlarca İşçi-Köylü halk yığınları toptan henüz 'Savaşçıl Sosyalizm'in ateşi içindedir. Yani, Askercil Savaşla Sınıfcıl Savaş, Harple sosyalizm etle tırnaktan çok daha içli dışlı birbirine kaynaşıktır... Böyle bir ortamda, başka hangi insan: Orduların Cepheye yedilmesi ile Sınıfların cepheleşmeleri arasında Strateji benzerlikleri, Orduların harp cephesinde kapışmaları, ileri, geri, yandan, arddan savaşmaları ile, Sınıfların sosyal cephede tutuşmaları, saldırıları, gerilemeleri, savunmaları arasında Taktik benzerlikleri bulmaktan geri kalabilir?
“Stalin ister istemez Leninizmin en canlı Sosyal Savaş düşünce ve davranışlarını, epey mekanik Askercil Strateji ve Taktik çerçeveleri içinde özetleyip şemalaştırdı. Ne denli dâhiyane özet yapılırsa yapılsın, her şema, az çok ölü kalıp'tır.” (4)
Kıvılcımlı daha sonra Lenin'in en önemli özelliği saydığı alçakgönülülüğün öneminin altını çizdikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Lenin doğru bildiğini savunurken, iki yüzlü ' Tevazu'a metelik vermezdi. Ama, poz, çalım, atmasyon, kırıcılık, 'böbürlenme, kendini beğenme' de bilmezdi.
“Stalin: 'Bu sadeliğin ve alçakgönüllülüğün, bu göze çarpmamaya çalışmanın, veya hiç değilse göze çarpmıya çalışmamanın ve kendi yüksek mevkiini belirtmemenin... İnsanlığın 'en derin katlarının' yeni tip Lideri olarak Lenin'in en güçlü yanı olduğunu ancak sonraları anlıyabildim' der.
“Ne var ki, 'anlamak' başka, 'uygulamak ' başka şeydi. Stalin de ilkin Kremlin'deki hizmetçi odasında seyyar karyolada yattı. Git gide o 'en güçlü yanı' epey unuttu. ' Hişşt!.. Susun! Geliyor' dedirtti.” (5)
Burada Kıvılcımlı'nın, maddi hatalar ve çarpıtmalarla süslenmiş olan bu son derece haksız eleştiri ve suçlamalarına ana çizgileriyle de olsa yanıt vermemiz gerekiyor.
Her şeyden önce Kıvılcımlı'nın çöküş halindeki yarı-sömürge yarı-feodal Osmanlı İmparatorluğu'nun başındaki II. Abdülhamit ile yükselmekte ve güçlenmekte olan ve kapitalist-emperyalist sisteme meydan okuyan sosyalist Sovyetler Birliği'ni yöneten Stalin'i kıyaslamaya kalkışması, çok ciddi bir metot hatasına işaret eder. Bu metot hatasını Stalin'i, İttihat ve Terakki kalıntısı Mustafa Kemal'le karşılaştırmaya kalkan Türkiyeli Trotskistler, sol liberaller ve başkaları da sistemli bir biçimde işlemektedirler. Oysa, sosyo-ekonomik yapıları ve siyasal sistemleri birbirinden çok farklı ülkeler/ toplumlar arasında böylesi ilkel paralellikler kurmanın hiçbir bilimsel yanı yoktur. Sovyetler Birliği'nde kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan kaldırıldığını, Türkiye'de ise emperyalizme bağımlı geri bir kapitalizmin egemen olduğunu anımsamak yeter.
Öte yandan Kıvılcımlı, yaşanan pratiğin kendisini çürüttüğünü de görememektedir: Nisan 1922’de Stalin SBKP Genel Sekreteri olduğunda Sovyet Rusya Avrasya’nın en geri ülkelerinden biriydi; O’nun öldüğü 1953’de ise Sovyetler Birliği dünyanın ekonomik, siyasal ve askerî bakımdan ikinci güçlü ülkesi haline gelmişti. II. Abdülhamit'in Osmanlı devletinin başında bulunduğu 1876-1908 dönemi için böyle bir şeyin asla söylenemeyeceği, hatta belki de tam tersinin söylenebileceği açıktır. Dahası Sovyetler Birliği bu büyük başarıyı; dönemin “büyük” devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu'na karşı uyguladıkları saldırı ve toprak koparma çabalarından çok daha büyük bir dizi emperyalist ve faşist müdahale, saldırı ve iç ayaklanma ve sabotajlara hedef olduğu koşullarda gerçekleştirmişti. Stalin ile Hitler arasında bazı benzerlikler bulacak kadar ileri giden Trotskist tarihçi Isaac Deutscher bile bu gerçeği teslim ediyordu:
“Stalin'in yönetimini eline geçirdiği millet, sayıları pek az olan okumuş kimseler ile ileri fikirli işçiler istisna edilecek olursa, ilkel insanların teşkil ettiği bir milletti... Ünlü bir deyişi yeniden kullanmak gerekirse şunu söyleyebiliriz. Stalin, barbar insanlara dayanarak barbarlığı Rusya'dan kovmak işini üzerine almıştı. Kullandığı araçların mahiyetinden ötürü, Rusya'nın dışına atılmış olan barbarlığın çoğu, yeniden gizlice geriye dönmüştü. Ne var ki, Rus halkı, bir çok alanlarda ilerlemekten de geri kalmamıştı. Üretimin maddi cihazı (...) öylesine süratle genişlemiş ve güçlenmişti ki, Rusya, Avrupa'nın en önde gelen sanayi gücüne sahipti şimdi ve dünyada ikinci geliyordu. On yıldan pek az fazla bir süre içinde, şehirlerinin ve kasabalarının sayısı iki misline ulaşmıştı. Her dereceden okulların sayısı büyük çapta artmıştı. Halkın tümü eğitim görmüştü ve zihni öylesine uyanmıştı ki, onu yeniden uyutmak imkansızdı. Halkın bilgi, bilim ve sanat öğrenmek konusundaki açlığı ve isteği Stalin hükümeti tarafından o ölçüde uyarılmıştı ki, tatmin edilemeyecek ve tedirginlik veren bir duruma gelmişti. Şunu da belirtmek gerekir ki, Stalin, Rusya'yı, Batı'nın o günkü etkilerinden uzak tutmakla birlikte, Batı'nın 'kültür mirası' diye adlandırdığı şeye karşı duyulan her çeşit ilgiyi desteklemiş ve teşvik etmişti. Belki de başka hiçbir ülkede, genç insanlar, öteki milletlerin klasik sanatına ve edebiyatına karşı, Rusya'da olduğu kadar büyük bir sevgi ve saygı duymamışlardı.” (6)
İşin tuhafı Kıvılcımlı'nın kendisi de bir yandan Stalin'e olan kinini kusarken bir yandan da Stalin'in liderliği döneminde Sovyet Rusya'nın çok büyük bir ilerleme kaydettiğini itiraf ediyordu. O Stalin'in, tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağını ileri sürenlerin kellelerini uçurduğu karalamasını yaptığı tümcenin hemen arkasından şunları söylüyordu:
“Hayat, çarçabuk, kötümser kehanetlerden üstün çıkar. Ondan sonraki gelişim temposu ise, bir ülkedeki çabaların 'kesin Sosyalizm zaferine' yani 'Sosyalist üretimin örgütlenmesine' yeterli olduğunu yerden göğe dek ispatlamıştır. Sovyetler'in 'Sosyalist üretimi': bütün dallarıyla, Avrupa'da birincidir. 20 üretim dalındaki Dünya üretim yarışmasına gelince, aynı Sosyalist Üretim 11 dalda gene dünya birincisidir, yalnız 9 dalda dünya ikincisidir.” (7)
Kıvılcımlı'nın Stalin için, “Hazır: Devlete ve Partiye kondu” sözlerini kullanması da bir çarpıtmadır. Yazar herhalde Rusya Komünist Partisi'ni İttihat ve Terakki Fırkası ve Cumhuriyet Halk Partisi ile karıştırmaktadır. Sovyetler Birliği'nde hiç kimsenin gelip “devlete ve partiye kon”amayacağı açıktır. Özellikle Stalin'in manevi otoritesinin ve liderliğinin pekişmiş olmaktan uzak olduğu koşullarda bunun böyle olabileceğini ancak Marksizm'den, dönemin Rusyası'nın koşullarından ve Rusya Komünist Partisi'nin demokratik iç işleyişinden haberi olmayan cahiller ya da kötü niyetli kişiler ileri sürebilir. Kıvılcımlı Stalin'in 1922'de; Lenin'in önermesi üzerine Partinin genel sekreterliğine getirildiğini bilmezden geliyor.
Yazarın Stalin'i kişisel bir diktatörlük uygulamakla suçlaması ve “kılına dokunmayı aklından geçireni cehenneme yolla”yan bir kişi olduğu yolundaki gülünç savı da burjuvazinin, anti-komünizmin ve Trotskizmin cephaneliğinden alınmış, ama çoktan çürütülmüş savlardır. Burjuva ideologlarının öteden beri Stalin döneminde, milyonlarca muhalifin çalışma kamplarına atıldığı ve öldürüldüğüne ilişkin yaygara kopardıklarını biliyoruz. Burada sapla samanın birbirine karıştırılmaması gerekir. Herşeyden önce İkinci Dünya Savaşı'nın o korkunç koşullarında Sovyetler Birliği halkları sadece cephelerde milyonlarca askerini yitirmekle kalmıyordu; ülkenin önemli bir bölümünü ele geçiren Nazi ordularının üretim araçlarını ve ülkenin altyapısını yakıp yıkmasının yanısıra, eldeki maddi olanakların hemen hemen tümünün cephenin hizmetine konulması nedeniyle çok sayıda Sovyet sivil yurttaşı da açlık, yetersiz beslenme, hastalık, bakımsızlık nedeniyle yaşamını yitiriyordu. Bu koşullarda, çalışma kamplarında bulunan tutuklu ve mahkumlar arasında da önemli bir can kaybı olmasında şaşılacak bir yan olmasa gerek. Cephe gerisinde savaşa canla başla çalışarak destek veren Sovyet emekçilerinin ne denli büyük zorluklar yaşadıklarını ve ne denli çok can yitirdiklerini anlamak için o yılları anlatan belgesellerin ve romanların birkaç tanesini okumak yeter de artardı bile.
İkincisi Sovyet Rusya halklarının kapitalist-emperyalist kuşatma altında ve olağanüstü zor koşullarda sosyalizmi inşa ettikleri dikkate alınmalıdır. Bu dönemde, Parti ve devlet aygıtı içinde yuvalanan ve daha sonraları açığa çıkarılan ve suçlarını itiraf eden revizyonist ve yıkıcı öğelerin provokatif çalışmaları ve Parti ve devlet aygıtının gerici güçlere ve sabotörlere karşı yürüttüğü savaşım sırasında işlediği hatalar nedeniyle küçümsenmeyecek sayıda masum insanın yaşamını yitirdiği, cezaevlerine ya da çalışma kamplarına gönderildiği doğrudur elbet. Ancak bu can kayıplarının boyutlarının anti-komünist çevreler tarafından ölçüsüzce abartıldığını biliyoruz. Onlara göre, başında Stalin'in bulunduğu Parti ve devlet aygıtı ve özellikle güvenlik birimleri tüm muhalif öğelere ve Sovyetler Birliği halklarının kendisine karşı toplu bir kıyım gerçekleştirilmişti. Stalin dönemine ilişkin yalan ve karalama üretiminin, en azından 1940'ların başlarından bu yana çok geniş kapsamlı ve gerici burjuva aydınları için hayli kazançlı bir sektör haline getirildiği bir gerçektir. Kendisi de bir Stalin karşıtı olan Roy Medvedev, Sovyet arşivlerine dayanarak hazırladığı On Stalin and Stalinism, Stalin ve Stalinizm Üzerine) adlı kitabında, Stalin döneminde siyasal suçlardan ötürü idam edilenlerin sayısını 1,461 olarak saptamıştı. Bunların büyük çoğunluğu kendilerine atılı suçları işlemiş olan kişilerdi.
Öte yandan, Kıvılcımlı'nın gülünç savlarının aksine, Britanyalı Marksist-Leninist Bill Bland'ın ve başka araştırmacıların, Stalin’in asla mutlak otorite sahibi bir lider ya da diktatör olmadığını ortaya koymasından bu yana onyıllar geçti. Evet, Stalin zaman içinde, gerek Parti saflarında ve gerekse halk arasında büyük bir saygınlık edinecekti. Ancak burjuva aydınları ve tarihçilerinin yaratmaya çalıştığı izlenimin tersine Stalin, ülkeyi ve devleti kendi bireysel kararları ya da kaprisleri temelinde yönetmiyordu. O, kollektif bir tarzda ve belli kurallara göre çalışan Parti yönetiminin öndegelen ve liderlik kapasitesi en yüksek üyesiydi. Dolayısıyla Stalin, 1920’lerin sonlarından itibaren gizli revizyonist çoğunluğun egemen olduğu bir Politbüro ve Merkez Komitesi’yle birlikte çalışmış, bir çok durumda azınlıkta kalmış ve çoğunluğun iradesine boyun eğmek zorunda kalmıştı.
Kıvılcımlı'nın bir başka hatalı saptaması Stalin'in “yanılmazlık hatası”na, “yanılmazlık kuruntusu”na düştüğü savıydı. Ona göre,
“Stalin ömür boyu beş yaşındaki çocuklara dek yanılmaz papalığını ezberlet”mişti.
Çeşitli burjuva, revizyonist ve Trotskist kaynakların ileri sürdüğünün tersine “kişiye tapınma”nın gerçek mimarı Hruşçov ve ortakları gibi gizli revizyonistlerdi. Bu konuda oluşturulan yaygın izlenimin aksine Stalin kendisini hiçbir zaman kusursuz bir önder ve komutan vb. görmemiş ve kendisini her zaman “Lenin’in bir öğrencisi” olarak değerlendirmişti. Örneğin O, Haziran 1926’da katıldığı bir toplantıda şöyle demişti:
“Yoldaşlar; hakkımda söylenen övücü sözlerin yarısını bile hak etmediğimi mutlaka söylemem gerek. Söylenenlere bakılırsa ben Ekim Devrimi’nin bir kahramanı, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin lideri, Komünist Enternasyonal’in lideri, efsanevi bir savaşçı-şövalyeyim ve daha neler nelerim. Yoldaşlar; bunlar saçma ve tümüyle gereksiz abartmalar. Bunlar genellikle yaşamını yitiren devrimcilerin mezarlarının başında söylenen şeyler. Ama benim şimdilik ölmeye niyetim yok…
“Ben Tiflis demiryolu atelyelerinin ileri işçilerinin öğrencilerinden biriydim ve hâlâ da öyleyim.” ( Stalin bu tutumunu, aradan geçen onyıllarda kazandığı başarılar ve haklı olarak edindiği büyük saygınlığa reğmen değiştirmeyecekti. O, Şubat 1938'de yayımlanan “Tüm Birlik Komünist Gençlik Merkez Komitesi'ne Çocuklar İçin Yayınlar Hakkında Mektup”unda şöyle demişti:
“Ben, Stalin’in Çocukluğuna İlişkin Öyküler’in yayımlanmasına şiddetle itiraz ediyorum.
“Bu kitap çok sayıda maddi çarpıtmalar, yalanlar, abartmalar ve hakedilmemiş övgülerle dolu...
“Ama bu çok önemli değil. Asıl önemli olan, bu kitabın Sovyet çocuklarının (ve genel olarak halkının) kafalarına, liderlerin ve yanılmaz kahramanların kişiliklerine tapınma eğilimini kazımasıdır. Bu, tehlikeli ve zararlıdır. ‘Kahramanlar’ ve ‘güruh’ teorisi Bolşeviklere değil, Sosyalist-Devrimcilere özgüdür...
“Size bu kitabı çöpe atmanızı öneririm.” (9)
Stalin Ekim 1952’de, yani ölümünden sadece 4.5 ay önce yapılan bir Merkez Komitesi toplantısında Molotov’un kendisini, Stalin’in sadık bir öğrencisi olarak tanımlamasını şöyle yanıtlayacaktı:
“Benim hiçbir öğrencim yok. Biz hepimiz büyük Lenin’in öğrencileriyiz.” (10)
Gene Kıvılcımlı'nın bir başka temelsiz savı onun Stalin'in saraylarda yaşadığına ilişkindi. O şöyle diyordu:
“Maddiyatın maneviyatı ezişi ve tüketişi sürmektedir. Demek modern proletarya da modern büyük-küçükburjuvalar gibi nesnelerin tapıncının potansiyel tehdidi ve tehlikesi altında bulunur. Konu bu kadar ciddi ve ebedi gibi görünmektedir. Stalin ve Mao'ların saraylara taşınmakta gecikmeyişleri tesadüf sayılabilir mi? İrice 'Marksist-Leninistler' böyle yaparsa, ufakları kimbilir neler yapmazlar?” (11) Oysa, hemen hemen herkesin kabul ettiği gibi Stalin son derece sade bir yaşam sürüyordu. Stalin'in, Sovyetler Birliği'nden kaçarak ABD'ne sığınan ve sosyalizme düşman bir konuma gelen kızı Svetlana, Bir Dosta Yirmi Mektup adlı kitabında babasının yaşadığı daça ya da kır evini şöyle anlatıyordu:
“Kuntsevo’daki daça’da durum farklı değildi…
“Babam zemin katta kalıyordu. Hatta O bir odada yaşar ve bütün işlerini orada görürdü. O, geceleri yatağa çevrilen bir kanapede uyurdu... Büyük yemek masasında tepeleme belgeler, gazeteler ve kitaplar yığılıydı. O, tek başına olduğu zamanlarda masanın bir ucunda yemek yerdi.” (12)
Kıvılcımlı'nın bir başka savı Stalin'in “daha yumuşak Kafkas çizmelerini ve kaba asker kaputunu çıkarmaya vakit bulamaksızın, 42 yaşında Lenin'in yerine geçtiği” ve “Altı yıllık Tarihin yazdığı en müthiş İç ve dış yıldırım savaşlarında tek öğrendiği ve uyguladığı yeni bilim”in askerlik sanatı olduğu ve bu nedenle her şeye “askeri” açıdan baktığıydı. Yazar, bu aptalca savı ileri sürmek suretiyle bir kez daha herkesin gözü önündeki maddi olguları çarpıtmış ve hatta burjuva, revizyonist ve Trotskist tarihçilerin bile gerisine düşmüştür. Stalin'in tek öğrendiği şeyin askerlik sanatı olduğu ve her şeye askeri açıdan baktığı savı gerçeklerle hiçbir biçimde bağdaşmaz. Stalin daha 1898 yılında, yani henüz 19 yaşındayken, içinde farklı eğilimlerden Marksistlerin bulunduğu Messameh Dassy adlı bir sosyalist çevreye üye olmuş ve işçi sınıfı içinde siyasal çalışma yapmaya girişmişti. Pratiksel devrimci eğitimine Tiflis'teki ileri demiryolu işçileri arasında başladığını belirten Stalin,
“İlk devrimci vaftizim burada, bu yoldaşlar arasında yapıldı... İlk öğretmenlerim Tiflis işçileriydi” (13) diyordu.
Ancak, okumakta olduğu papaz okulunun yetkilileri, diğer öğrencileri olduğu gibi Stalin'i de izliyorlardı. Sonuçta Stalin 1899'da bu okuldan kovuldu. Artık o profesyonel bir devrimci olarak çalışacaktı. Giderek Tiflis'teki illegal sosyal-demokrat örgütün önemli isimlerinden biri haline gelen ve Messameh Dassy grubu içindeki oportünist çoğunluğa karşı kararlı bir savaşım sürdüren Stalin'in çalışmaları Çarlık siyasal polisinin dikkatinden kaçmadı. Yetkililerin, daha 21 yaşında olan Stalin hakkında hazırladıkları bir raporda şöyle deniyordu:
“1901 yılının sonbaharında RSDİP'in (Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi) Tiflis Komitesi, üyelerinden biri olan ve Tiflis'deki Papaz Okulu'nun eski altıncı sınıf öğrencisi İoseb Visarionoviç Cuğaşvili'yi fabrika işçileri arasında propaganda yapmak üzere bir petrol merkezi olan Batum'a göndermiştir. Cuğaşvili'nin faaliyetlerinin sonucunda... başlangıçta Tiflis Komitesi'nin yönlendiriciliğindeki sosyal demokrat örgütler Batum'un tüm fabrikalarına yayılmaya başlamıştır. Sosyal demokrat propagandanın sonuçları Batum'daki Rothschild fabrikasında 1902 yılında yapılan uzun grev ve sokak kargaşalıklarında da görülmektedir.” (14)
1901'in 1 Mayısı'nda Tiflis'te güçlü bir gösteri örgütleyen Stalin ve Kafkasyalı devrimci sosyal demokratlar, Eylül 1901'de Brdzola adlı illegal yayın organının ilk sayısını çıkaracaklardı.
1901'den itibaren polis tarafından aranmaya başlayan Stalin ise, cezaevinde ve sürgünde geçirdiği yıllar dışındaki zamanını 1917 yılına kadar artık yeraltında geçirecekti. Nisan 1902'de Rothschild grevinin ardından tutuklanan ve cezaevine atılan Stalin 1903 sonbaharında Sibirya'ya sürgün edildi. O cezeavindeyken 1903 Martında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi Kafkasya Birliği'nin merkez komitesi üyeliğine seçildi. Stalin cezaevindeyken Ağustos 1903'te Londra'da toplanan ve partinin Bolşevikler ile Menşevikler arasında ikiye bölündüğünü öğrendiğinde hiçbir duraksama göstermeksizin Bolşeviklerden yana tutum aldı. Ocak 1904'te sürgünden kaçan ve Şubat ayında Kafkasya'ya geri dönen Stalin yeniden illegal koşullarda siyasal çalışmalara katıldı. Baku işçilerinin Aralık 1904'te Stalin ve Çaparidze'nin önderliğinde gerçekleştirdikleri büyük grev, petrol şirketlerine geri adım attıracak ve Rusya işçi sınıfının tarihinde ilk toplu iş sözleşmesinin imzalanmasına tanık olacaktı. Stalin'in önderlik ettiği Kafkasyalı Bolşevikler Kasım 1903 ile Nisan 1906 arasında Tiflis'te çalıştırdıkları gizli basımevinde diğer devrimci literatürün yanısıra Lenin'in çok sayıda yapıtını bastılar. 1905 Rusya devriminin alevleri Kafkasya'yı da sardığında Stalin ve yoldaşları kitlelere silahlı ayaklanma çağrısı yaptılar ve Menşeviklerin oportünist taktiklerini sergilediler. Stalin'in devrimci çalışmalarının kısa bir özeti olan bu liste daha da uzatılabilir. Ama bu kadarı Kıvılcımlı'nın, Stalin'in askerlikten başka bir şeyden anlamadığı yolundaki gülünç savını çürütmeye yeter. Stalin için,
“26 yaşında birinci silâhlı ihtilâle katılmış, 38 yaşında ikinci silâhlı ihtilâle katılmış....” demek suretiyle O'nun, en azından 1898-1905 yılları arasındaki siyasal yaşamını gözlerden saklamaya ve bu yaşamı 1905 devrimiyle başlatmaya kalkması, maddi olgularla taban tabana karşıttır. Dahası Stalin, giriştiği bazı kamulaştırma eylemleri bir yana bırakılırsa “hep askerlik yapmamış”, 1905-1917 yılları arasında da esas olarak ya işçiler arasında illegal siyasal-örgütsel çalışma yapmış ya da Sibirya'da sürgünde yaşamak zorunda bırakılmıştı.
Kıvılcımlı, ölümüne yakın günlerde kaleme aldığı 22 Ağustos tarihli notlarında Stalin'e daha da acımasız bir biçimde saldıracak ve aşağıdaki zırvalarını sıralarken Stalin'in, “Çar'ın en hain satılık köpekleriyle” işbirliği içinde olduğunu bile ima edecekti:
“Lenin'in Cihan ölçüsünde genişliği doldurulamaz devrimci koltuğuna, bir Şark Sultanı'nın hırsı ile bir an önce rakipsiz oturabilmek ve 'Müthiş İvan', 'Deli Petro' gibi gerçek çarların otoritelerini sağlamak için neler çevirmemiş? Daha Lenin sağ ikenden söz ediyorum. Lenin acep natürel eceliyle mi öldü? Gürcü Cigvaşvili'nin sonra yaptıklarına bakınca, Lenin'in yıkılışı önünde, neden o denli cani soğukkanlılığını koruyabildiğini insan kendi kendisine sormadan edemiyor. Stalin, daha Lenin'in beyni herkesinkinden daha üstünce ve aydınca işlerken, onu bir daha yatağından kalkamayacak bir ölüm mahkumu gibi atlatıp, kendi yuvasını sağlama bağlamaktan başka her şeye boşveriyor. Hem de en kabaca haydutlarda bile az bulunan bir hoyratlıkla marifetlerini döküyor.
“Acep Lenin'in yüzde yüz öleceğini, işkilsiz nereden ve nasıl garantilemişti? Bu ihtimal düşündürüyor insanı. Savaş öncesinden kalma Avrupa eskisi kılığında peygamber yüzlü Lenin'in yanına, sivil savaşın er kılığı ile fotoğraf çektirip ortalığa yaymayı hiç ihmal etmeyen palabıyık Stalin, son döneminde Lenin'i, karısına hakaret yağdırmacasına ölmüş sayma küstahlığını nereden bulabilirdi? Elinde, sinsice edinilmiş bir ölüm belgesi mi taşıyordu?
“Kendisi hekim değildi. İstemediğini Lenin'in yanına sokmamak gaddarlığını ise gücünün son yetimine dek kullanmaktan çekinmiyordu. Ya bir gün Lenin yeniden ayağa kalkarsa? Hekimler bile sık sık bu ihtimali görüyorlardı. Stalin hangi hekimler-üstü bilgisine güvenip, o ihtimal bitmiş, kendisini her hergeleliği yapmakta serbest görür sayabiliyordu? Kendisinin Lenin'den sonra üstüste her gizli polis erişilmez liderini, en çıt çıkmaz esrar karanlığı içinde yok edi ediverişi, en sonra Beria gibi birisiyle canciğer olan türlü canavarlıkları gözönüne geldikçe, bu adamın Lenin'in hayatına karşı o denli umursamaz davranışında başka nedenler akla gelememezlik edemiyor. Çevre, Çar'ın en hain satılık köpekleriyle dopdoludur. Çar'a yar olmayıvermişlerin, Lenin'e niçin yar olacakları açıklanamaz. Tersine bu köpekler burunlarının o yanılmaz koku alışlarıyla, Ayyaş ve Delirium Tremens'li [Alkol krizi] Gürcü ayakkabı eskicisinin Paranoid [saplantı derecesinde kuşkucu] çiçekbozuğu oğlunda çok şey sezmişlerdir. Ve yanılmamışlardır.
“Yanılsalar ne olurdu? Lenin ayağa kalktı mı, kendi eliyle sağlam çelik temellerini kurduğu Bolşevik Partisi demir disiplin ruhuna herkesten önce kendisi saygı göstermek için, Kafkas keskin sirkesi Stalin'i bir dinleyecekti. Genel Sekreter olmuştu herif bir yol. 'Yozip' adını 'Çeliközü'ne (Stalin'e) çıkartmış olan Gürcü kurnazı ise, akla gelebilecek ve gelmeyecek her ikiyüzlülüğü, sürü sürü yalancı tanık ve uydurma belge ile Lenin'in önüne dökecekti. Ve o, sözü özünden ayırma sahtekarlığında kullanılabilecek en elverişli yan, Gürcü kalleş kekelemesi bozuk Rusçası ile, kendisinin Leninizme adanmış en alçak gönüllü, fedai kapıkulu olduğunu 'saptayacak'tı.
“Lenin bu yalanın altında yatan halis-muhlis Şark zehirli Gürcü kokorozunu yutacak mıydı? Hayır. Ne yazık ki, bütün o içten insan geniş yürekliliğinin bir türlü kırıcı olamayan kişisel ilişkilerdeki ölçüsüz toleransı ile bir an anlamazlıktan gelecekti. Pis oyunla parmaklarının ucunu dahi kirletmemek için, uygulamayı daha uygun güne bırakacaktı. Gürcü paranoyak için o bir an, bir gün daha kazanmak ise yeter artardı. Domuz topu olmuş külah kapıcı sosyalizm cinovnikleriyle elele verince, o günü ay, ayı yıl yapmak işten değildi. Lenin'in beyni ise, o dayanılmaz teori ve pratik yükün altında nasıl olsa bir yol esnemişti, çöküntü vermişti. Yıllar boyu iflah edemezdi.” (15)
Bu pasajları okurun sabrını zorlamayı göze alarak aktarmamın bir nedeni var: Kıvılcımlı, en azından yaşamının son demlerinde, gerici ve faşist Türk generallerine ve Türk burjuva politikacılarına yapmadığı hakaretleri Stalin'e yapıyor, O'na bu sınıf düşmanlarına duyduğundan daha çok kin duyar hale gelmiş bulunuyordu. Bu kin Kıvılcımlı'nın üslubuna da damgasını vurmuş ve onu Stalin'e, en azılı gericilerin ve hatta sokak serserilerinin ağzından duymaya alıştığımız sözlerle saldırmaya itmiştir: “Cani soğukkanlılığı”,“en kabaca haydutlarda bile az bulunan bir hoyratlık”,“palabıyık Stalin”,“her hergeleliği yapmakta serbest”, “herif”, “Gürcü kurnazı”, “Gürcü kalleş” ,“Şark zehirli Gürcü kokorozu”, “Gürcü paranoyak” vb.
Dahası, Kıvılcımlı okurlarını, Lenin'in Stalin tarafından öldürüldüğü türünden bir yalana inandırmaya çalışmaktadır. Kıvılcımlı'nın bu “savı”nı, ortalama burjuva tarihçilerinin ve entellektüel dürüstlüklerini tümüyle yitirmemiş Trotskist ve revizyonistlerin ağızlarından bile işitmediğimizi söyleyebilirim. Kendisine şunu da sorabilirdik: Acaba, özellikle 1920'lerin ikinci yarısı ve 1930'ların başlarında Stalin'e karşı savaşım veren ve O'nu Kıvılcımlı'dan çok daha iyi tanıyan Buharin, Zinovyev, Kamenev, Trotski gibi muhalif kişilikler neden böyle bir saptama yapmadılar?
Burası bu konunun ayrıntılı bir biçimde tartışılacağı yer değil. Ancak yazarın, Trotski'nin ve Hruşçov'un Stalin'e yönelik beş paralık bir değer taşımayan saldırılarından yola çıkarak ya da daha doğrusu cesaret alarak böyle bir sav ileri sürmesi, hiç de şaşırtıcı değil. Bir yanlış anlama olmasın: Evet, Hruşçov SBKP'nin 1956'da toplanan kötü ünlü 20. Kongresi'nde Stalin'e karşı pek çok içi boş karalama yapmış ve bu arada hiçbir kanıt göstermeksizin Stalin'in, yakın çalışma arkadaşı Politbüro üyesi Sergey Kirov'un 1 Aralık 1934'te Leningrad'da öldürülmesinden sorumlu olduğunu yolundaki karalamayı ima etmekle yetinmişti. Ancak bu baş revizyonist bile O'nu hiçbir zaman Lenin'i öldürmekle suçlamadı. Stalin'in, Lenin'in ölümünden sorumlu olduğu yolunda en küçük bir belirtiye rastlamış olması halinde, ondan ölesiye nefret eden ve onu karalamak için binbir yalan uyduran Hruşçov'un yeri göğü inletmekte zerrece duraksamayacağı açık değil mi? Dahası 1920'lerin ikinci yarısında Lenin'in, Stalin'e karşı Kamenev-Zinovyev muhalefetini desteklemiş olan eşi Nadejda Krupskaya da kendisine duyduğu antipatiye rağmen Stalin'i asla böyle bir cinayet işlemekle suçlamamıştı. Bunlara Lenin'in ölümünü, ondört ciltlik Sovyet Rusya Tarihi (=A History of Soviet Russia) adlı dev yapıtının The Interregnum 1923-1924 (=Ara Dönem 1923-1924) başlıklı dördüncü cildinde ele alan Britanyalı tarihçi Edward Hallett Carr'ın tanıklığını ekleyebiliriz. 1917-1929 dönemi Rusyası'nı inceleyen çok kapsamlı çalışmasını hazırlarken diğer dillerindeki kaynakların yanısıra esas olarak Rusça kaynaklara dayanan ve Stalin'e dostça yaklaşmayan Carr da, tıpkı tanık gösterdiğim diğer kişiler gibi ne böyle bir cinayet savı ileri sürmüş ve ne de dönemin Sovyet Rusyası'nda böyle bir tartışmanın varlığından söz etmiştir.
Kıvılcımlı'nın Stalin için, gerek “Kendisi hekim değildi. İstemediğini Lenin'in yanına sokmamak gaddarlığını ise gücünün son yetimine dek kullanmaktan çekinmiyordu” ve gerekse de “... palabıyık Stalin, son döneminde Lenin'i, karısına hakaret yağdırmacasına ölmüş sayma küstahlığını nereden bulabilirdi?” biçimindeki devrimci üsluba yabancı sözlerinin içeriği üzerinde de durmak gerekiyor. Sosyalist-Devrimciler'in 30 Ağustos 1918'de giriştikleri suikastten yaralı olarak kurtulan Lenin 1921 sonlarında hastalanmış ve bu arada haftalarca çalışamamış ve dinlenmek zorunda kalmıştı. 23 Nisan 1922'de, bedeninde kalan bir merminin çıkarılması için ameliyat edilen Lenin 26 Mayıs'ta felç geçirdi. Bunu 16 ve 23 Aralık 1922 ve 10 Mart 1923 tarihlerinde geçirdiği felçler izledi. Bu arada Parti Merkez Komitesi'nin bir plenumu 18 Aralık 1922'de aldığı bir kararla Stalin'i doktorların, Lenin'in sağlığına kavuşmasını kolaylaştırmak için koydukları kuralların uygulanmasını denetlemekle görevlendirdi. Bu kurallara göre Lenin'in sağlığının etkilenmemesi için O'nunla herhangi bir siyasal konu konuşulmayacak, O'na gazetelerdeki haberler bile okunmayacak ve Lenin, doktorları, yakın aile bireyleri ve sekreterleri dışında hiç kimseyle görüştürülmeyecekti. Yani Kıvılcımlı'nın Stalin'in, istediğini Lenin'in yanına soktuğu ve istemediğini de sokmadığı yolundaki savı bir safsatadan ibarettir. Zaten Parti yönetiminin görevlendirmiş olmasına rağmen Stalin'in kendisi de 13 Aralık 1923'ten 21 Ocak 1924'te gözlerini yaşama yummasına kadar Lenin'i göremeyecekti. Ne var ki Lenin'in, -kendisini Parti yönetiminde Stalin'e karşı olan isimlere yakın hisseden- eşi Krupskaya bu karara uygun davranmıyor ve eşinin heyecanlanmasına yol açacak bazı siyasal haberleri, hem de tek taraflı bir biçimde onun kulağına fısıldıyordu. Bunun farkına varan ve Parti yönetimi tarafından Lenin'in sağlığına ilişkin kuralların uygulanmasıyla görevlendirilen Stalin 23 Aralık akşamı telefonla eriştiği Krupskaya'yı eleştirmiş ve böyle davranmayı sürdürmesi halinde onun bu olumsuz tutumunu Parti'nin Merkezi Denetim Komisyonu'na taşıyacağını bildirmişti. Kıvılcımlı'nın Stalin'i, Lenin'in karısına hakaret yağdırdığı yolundaki revizyonist-Trotskist savının özü buydu. Nitekim Krupskaya Lenin'in ölümünden sonra 1924'te açıkça muhalefet saflarına katılacak, Kamenev, Zinovyev ve Sokolnikov'la birlikte Parti'nin resmi politikasını eleştiren bir belgeye imzasını koyacak, Aralık 1925'te yapılan 14. Kongre'de muhalefetin sözcülüğünü yapacak ve 1926'da Trotski-Zinovyev muhalefetinin 13'ler Deklarasyonu olarak anılan siyasal manifestosunu imzalayacaktı.
Stalin'in Lenin'i öldürttüğünü savunanların arasında Trotski'nin de bulunması, herhalde kimseyi şaşırtmayacaktır. Ancak Trotski bu savı, daha önce değil, Lenin'in ölümünden 15-16 yıl SONRA, yani 1939-40 yıllarında, Stalin hakkında yaptığı bir kitap çalışması sırasında ortaya atmıştı. Stalin'e olan antipatisini saklamayan tanınmış Trotskist yazar Isaac Deutscher bu konuda, Trotski'nin Stalin adlı yapıtına da göndermede bulunarak şu değerlendirmeyi yapıyordu:
“Troçki, Stalin'in, Lenin'i zehirlemiş olabileceğini ileri sürmektedir. Ama, kendisinin de belirttiği gibi, pek zayıf bir tahmindir bu. Ayrıca, Troçki'nin Stalin'e karşı yaptığı uzun mücadele süresince, bu ithamı ilk olarak açıkladığı 1939-40'a kadar (Troçki, Stalin, s. 372-82) hiç ağzına almaması, hatta bu konuda bir imada bile bulunmaması, sözü geçen ithamın gerçek olmadığını göstermektedir... Stalin'i Lenin'i zehirlemekle itham etmesinden sonra bile, Troçki, 1924 yılının Stalini'ni, esas bakımından namuslu ama dar görüşlü bir kimse olarak ele almaktadır; bu teşhis, yapılan itham ile çelişme halindedir. Ayrıca, Troçki Rusya'dayken, Stalin'in kendisine karşı bu çeşit bir suikast yapmamış olduğunu da unutmamak gerekir; oysa, Stalin, Lenin'i öldürmeye muktedir olsaydı, aynı şeyi Troçki'ye de yapabilirdi şüphesiz.” (16)
Kıvılcımlı'nın bu bağnaz ve gözü dönük Stalin karşıtlığını onun Hruşçov'a ve Brejnev'e karşı tutumları ile karşılaştırdığımızda ne görüyoruz? Neredeyse tam tersini. Evet, o, hiçbir yerde Hruşçov'un ve Brejnev'in siyasal kişilik ve çizgileri üzerinde az çok ayrıntılı herhangi bir açıklama yapmamıştır. Ancak bu iki siyasal kişilik hakkında yazdığı bir-iki pasajdan Kıvılcımlı'nın onları “yoldaş” olarak gördüğü ve kendini onlara çok daha yakın saydığı bellidir. Benim, Kıvılcımlı'nın yazılarında Hruşçov'un adına rastlayabildiğim iki üç pasajdan birinde şöyle deniyordu:
“Demokrat Parti’nin 'Demirkırat'ı, Finans Kapital sağdıcı Bayar ile Tefeci-Bezirgân Hacıağa tohumu Menderes gibi sivil beycikleri sırtına alıp Parlamento’da bağdaş kurmuş Ordu’cuları tekmeleyip kovar oldu. Beyciklerin paltosunu tutup giydirmeyi 'Şeref’i Askerî'sine aykırı bulmayan Paşaları, Ordu geleneklerine karşı çıkardı. Aşırı Çapuluna Amerika sadakası yetmeyince Kruşçef Bolşeviğini Ankara’ya çağırdı.” (17)
Hruşçov'un Partinin ve devletin başında bulunduğu dönemde (1950'lerin ikinci yarısı ve 1960'ların ilk yılları) Sovyetler Birliği'nin durumu neydi? Herşeyden önce ülke bir duraklama sürecine girmiş, ülkede kapitalizmin restorasyonuna girişilmiş ve Sovyetler Birliği'nin ekonomik ve siyasal alanlardaki performansı Stalin dönemininkinin çok daha gerisinde kalmaya başlamıştı. İkincisi, gene bu dönemde kendisine, “kapitalizmden sosyalizme barışçı yoldan geçiş”, “kapitalist ve sosyalist sistemlerin barış içinde birarada yaşayabileceği” türünden revizyonist tezlerin dayatıldığı dünya komünist hareketi çöküşe doğru gitmeye başlamıştı. Stalin'i bir anti-Bolşevik, ama Hruşçov'u bir Bolşevik olarak görmek suretiyle Kıvılcımlı, dünya ve Türkiye komünist ve devrimci hareketi içinde kendini ilginç ve çok özel bir konuma yerleştirmiştir. O böylelikle Hruşçov'a -ikiyüzlü bir biçimde karşı çıkan- pek çok revizyonist parti ve çevrenin yanısıra küçük-burjuva devrimci-demokrasisinin de gerisine düşmüştür.
Kıvılcımlı Brejnev ve ekibine ise, Hruşçov'a yaptığından da sıcak bir tarzda yaklaşıyordu. Oysa Brejnev-Kosigin dönemi (1964-82) Hruşçov döneminde başlayan kapitalist restorasyonun tamamlandığı, Sovyetler Birliği'nin bir ekonomik çöküş süreci yaşadığı ve böylelikle Gorbaçov kliği döneminde başlatılan ve glasnost ve perestroyka adlarıyla simgelenen çıplak kapitalizme geçişin maddi zemininin hazırlandığı bir dönemdi. Brejnev-Kosigin kliğinin; ABD ile sürdürülemez bir silahlanma ve emperyalist nüfuz alanları yarışmasına girmesi bu çöküş sürecini daha da hızlandırdı. Bu kliğin 1979'da işgal ettiği Afganistan'da 1989'a kadar süren ve bu yoksul ülkede yüzbinlerce insanın ölümüne yol açan bir haksız savaş sürecini başlatması, bir yandan sosyalizmin saygınlığına dünya ölçeğinde ağır bir darbe indirirken, bir yandan da bugün Ortadoğu ve dünya halklarının başına bela olan İslami gericiliğin besleneceği bir siyasal bataklık yaratacaktı. Ancak, sosyalizmin zaferden zafere koştuğu dönemin lideri Stalin'i “düşman” sayan Kıvılcımlı, başarısızlık, yenilgi ve çürümeyle nitelenen dönemin lideri Brejnev'i “yoldaş” sayıyordu.
Kıvılcımlı gerek 1930'ların başlarında ve esas olarak Marksist ve enternasyonalist bir çizgide olduğu dönemde olsun, daha sonraki yıllarda olsun Sovyetler Birliği'ni savunmaya özen göstermiş ve bunu bir görev bilmişti. Ama o aynı zamanda, Sovyetler Birliği'nin 30 yılına damgasını vurmuş olan Stalin'e burjuvazinin ve Trotskistlerin beslediğinden daha büyük bir kinle saldırmış ve bu uğurda gerçekleri çarpıtmayı göze almış, dahası bunları yaparken Hruşçov ve Brejnev gibi isimleri yoldaş kabul etmişti. Bu koşullarda onun Sovyetler Birliği'ne sahip çıkışını içtenlikli bulmak olanaksızdır. 30 yıl boyunca bu ülkeyi yöneten ve Sovyet Rusya halklarının kazandığı başarı ve zaferlerde önemli bir payı bulunan Stalin'e -hem de tüm devrimci kuralları ayaklar altına alarak- saldırmak, Sovyetler Birliği'nin kendisine yöneltilmiş sinsi ve gerici bir saldırı değilse nedir?
DİPNOTLAR
(1) Oportünizm Nedir?, Halk Savaşının Planları, Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama, s. 66.
(2) aynı yerde, s. 67.
(3) aynı yerde, s. 22.
(4) aynı yerde, s. 62-63.
(5) aynı yerde, s. 72.
(6) Stalin II, s. 390-91.
(7) Oportünizm Nedir?, Halk Savaşının Planları, Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama, s. 66-67.
(8) J. V. Stalin, Works, Cilt 8, s. 182.
(9) J. V. Stalin, Works, Cilt 14, s. 327.
(10) “SBKP Merkez Komitesi Plenumunda Konuşma”, Northstar Compass, Nisan 2000.
(11) Allah, Peygamber, Kitap, s. 12.
(12) Svetlana Alliluyeva, Twenty Letters to a Friend, s. 26.
(13) J. Stalin, A Short Biography, s. 8.
(14) Aktaran Kenneth Neill Cameron, Stalin, Çatışkıların Adamı, s. 19.
(15) Günlük Anılar, s. 369-71.
(16) Stalin I, s. 367.
(17) “Şapa Oturtulan Parlamentarizm”, Sosyalist, 30 Mart 1971.
Hiç yorum yok