Header Ads

Header ADS

“Hiç Kimse Hrant Dink Olamaz” mı?

Haçig Muradyan’a Yanıt

Garbis Altınoğlu,
20 Ocak 2011

18 Ocak’ta Köxüz’de yayınlanan “Hiç Kimse Hrant Dink Olamaz” başlıklı yazısını okuduğumda Ragıp Zarakolu’nun, içeriğini onayarak aktardığı Haçig Muradyan’ın, “Hiç Kimse Hrant Dink Olamaz: 96 Yıllık Yalnızlık; Üstüne Bir 4 Yıl Daha Yalnızlık” başlıklı yazısında yer alan değerlendirmelerine kısa bir yorumla yanıt vermem gerektiğini düşünmüştüm. Ama, yazmaya koyulduktan sonra kalemimden dökülenler bir yorum boyutunu aştı ve kendi hâlinde bir yazı olup çıktı. Bu yazı, esas olarak Muradyan’a, ama aynı zamanda onun görüşlerine katıldığını söyleyen Zarakolu’ya verilmiş bir yanıt olacaktı ve öyle de oldu.

Muradyan şöyle diyor:
“Hrant Dink’in İstanbul’un bir caddesinde katledilmesinin üstünden dört yıl geçmesine rağmen, Türkiye’deki binlerce insanın Dink’in cenazesinde haykırdığı ve takip eden aylar ve yıllar boyunca yüzlerce gazetecinin tekrarladığı 'Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz' sloganına bir türlü ısınamadım… 
“Ancak, duygu ve mürekkep seline rağmen, Türkiye’deki ve dışarıdaki büyük öfkeye rağmen ve 'Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz' sloganının sürekli tekrarlanmasına rağmen -ya da bu yüzden mi demeliyim-, Hrant bugün en az dört yıl önce o kaldırımda olduğu kadar yalnız. 
“Ayrıca, olaydan sorumlu bireyler yakalanmadılar ve tetiği çektiği söylenen kişi muhtemel tahliyesine gün sayıyor… 
“O hâlde hiç kimse Hrant Dink olamaz ve hiç kimse bu münasebetle Ermeni de olamaz. Geçmişle yüzleşen Türkiye’nin önemi üzerine klimalı odalarda nutuk çekmek, bugün Türkiye’deki bir aydın veya aktiviste, -Ermeni olmak şöyle dursun- Ermenilerin acılarını 'paylaşma', 'hissetme' ve 'anlama' ve de imhalarına yas tutma hakkını vermez.”

* * * * *

“Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz” sloganını atanların hepsini içtenlikli bulmayabilir, Türkiye’de Ermeni halkının geçmişte yaşadıklarına karşı yeterli bir duyarlılığın oluşmamış olduğunu ve özellikle ölümünden önce Hrant’a sâhip çıkılmadığını söyleyebilirsiniz. Bunda şaşılacak hiçbir yan da yoktur. Ne yazık ki Türk gericiliği, onyıllardır sürdürdüğü bellek silme, tarihi yeniden yazma ve genç kuşakları Türk milliyetçiliğiyle eğitme yolundaki çabasında hayli başarılı olmuştur. Bunu, sözkonusu acı olayların üzerinden geçen onca zamana rağmen en devrimci Türklerde bile Ermenilere karşı bir antipatinin değilse de, mesafeli bir duruşun gözlemlenmesinden anlayabiliriz. (“Türkiye’de Ermeni Devrimci Olmak” başlıklı yazımda bu konuya değinmiş bulunuyorum.)

Buna, Ermeni halkına karşı uygulanan ve 1915’te doruğuna ulaşan bir dizi kıyım yapıldığını ve hepsinden önemlisi daha sonraki onyıllarda Türk emekçilerinin (ve kısmen Kürt emekçilerinin), ortak edilmiş oldukları bu büyük suçla yüzleşmelerini sağlayacak bir devrimci süreç yaşamadıklarını eklemeliyiz. Ne var ki Hrant’ın, Türkiye’nin yaşamakta olduğu düzen-içi dönüşüm, yani askerî-bürokratik kliğin güç ve nüfuzunun zayıflaması ve buna eşlik eden sert çatışmalarla üstüste gelen katli, bir tarihsel dönemeç noktası oluşturdu. (Canına 2007’de değil 1997’de kıyılmış olsaydı, Hrant’ın katlinin bu denli yankı yapmayacağı tartışma götürmez.) Devrimciler, demokratlar ve hattâ sadece insansal duyarlılıkları olan onbinler işte bu koşullarda sokağa döküldüler ve yüzbinler, hattâ milyonlar işte bu koşullarda bir bilinç sıçraması yaşadılar ve kendilerini birer “Hrant” gibi, birer “Ermeni” gibi hissetmeye başladılar. Ama sadece başladılar.

Aslında asıl şaşırtıcı olan, Hrant’ın katlinin Osmanlı-Türk gericiliğinin onlarca yıldır yaptığı kıyımların ve işlediği suçların biriktirdiği gericilikten beslenen ruhsal-zihinsel biçimlenmeyi bir çırpıda ortadan kaldırmasını beklediği anlaşılan Muradyan’ın tutumudur; düşünce dünyaları Türk milliyetçiliğinin etkilerinden tümüyle arınmış olmayan Türk devrimci ve demokratlarının yaşadığı bu değişimi görmemek, onların bu ileriye atılımını alkışlamamak ve bundan sevinç duymamak ve tersine onları kınamaya ve hattâ haşlamaya kalkışmak, en hafif deyimiyle aymazlıktır. Pek çok Ermeninin olduğu gibi Haçig Muradyan’ın da, atalarının ve yüzbinlerce yurttaşının İttihat ve Terakki çetesi tarafından katledilmiş, binlerce yıl Anadolu’da yaşamış bir halkın yok edilmiş, onun maddi zenginliklerine el konmuş ve kültürel zenginliklerinin yağmalanmış ve yok edilmiş olmasından ötürü duyduğu meşru öfke ve nefreti anlayabiliriz; ama bu ruh hâlinin yazarın siyasal analizlerine damgasını vurmasını kabul edemeyiz.

Geçmişte onunla doğru dürüst bir tanışıklığı bile olmamış olan bir dizi kariyerist ve fırsatçı sözde aydın ve gazetecinin, ölümünden sonra Hrant’a sâhip çıktığı, kendilerini onun yakın dostu gibi pazarlamaya çalıştığı da bir olgudur. Dünya halklarının deneyimleri, milyonlarca kişinin katıldığı en büyük devrimci kitle hareketlerinin içinde bile çok değişik motivasyonlara sâhip kişilerin yer almasının kaçınılmaz olduğunu yeniden ve yeniden göstermiştir. Asıl şaşırtıcı olan bunun böyle olmaması olurdu. Ama bütün bu ve benzer kaygılar Hrant’ın katlinin, Türk halkının siyasal bakımdan ileri katmanlarından ve demokrat Türk aydınlarından başlayan bir aydınlanma ve kendini sorgulama sürecini harekete geçirdiğini ya da daha doğrusu başlamış olan bu sürece önemli bir ivme kazandırdığını göz ardı etmenin gerekçesi olamaz.

Yazarın, hiç kimsenin Hrant Dink olamayacağı ya da Ermeni olamayacağı yolundaki sözleri tümüyle yersizdir. Hele bunu izleyen şu tümcesi ise en ilkel türünden bir demagoji örneğidir:
“Geçmişle yüzleşen Türkiye’nin önemi üzerine klimalı odalarda nutuk çekmek, bugün Türkiye’deki bir aydın veya aktiviste, -Ermeni olmak şöyle dursun- Ermenilerin acılarını 'paylaşma', 'hissetme' ve 'anlama' ve de imhalarına yas tutma hakkını vermez.”

Evet, ciddi bir dönüşüm geçirmedikçe devrimci ve demokrat bir Türk’ün “Hrant Dink” olamayacağı, ya da “Ermeni” olamayacağı, yani bu halkın geçmişte çekmiş olduğu ve anıları kuşaktan kuşağa aktarılan acıları kavrayamayacağı esas olarak doğrudur. Ama zaten burada sözkonusu edilen, Muradyan’ın da anlamış olacağı gibi sözcüğün biçimsel anlamıyla “Hrant” olmak ya da “Ermeni” olmak değil, Hrant’larla, Ermenilerle sahici bir devrimci dayanışma içinde olmaktır. Bunun olabileceğini yadsımak, dahası bununla yetinmemek ve onların “Ermenilerin acılarını 'paylaşma', 'hissetme' ve 'anlama' çabasını ve de imhalarına yas tutma hakkını” reddetmek, en bayağı türünden bir burjuva milliyetçiliğinin ve acınası türden bir mantık fukaralığının belirtisinden başka bir şey değildir. Kimin neyi, ne kadar hissedebileceğine ya da anlayabileceğine izin ve karar verme hakkını elinde tuttuğunu sanmak, bürokratik gericiliğin ya da fildişi kulesinde yaşayan bir burjuva aydını subjektivizminin az rastlanır bir örneğidir.

Gene de “anlayışlı” Muradyanı’mız insafı elden bırakmıyor ve “Türklere” bir çıkış kapısı gösteriyor. O şöyle buyuruyor:
“Ermenilerle gerçek bir bağlantı, donuna kadar mülksüzleşme ve -Der Zor çöllerinde- aşağılanmadan başlar. Türkiye vatandaşlarının klimalı salonlarını bırakıp, anma ve empati kurma adına Der Zor’da yürümeye başlamalarının ve ardından Ermeni Soykırımını üstlenip tazmin etmelerinin tam zamanıdır...”

Ataları Ermeni halkına karşı bir jenosit uygulamış olan Türk halkının ve Türk aydınlarının, Ermeni halkının çekmiş -ve bir ölçüde hâlâ çekmekte- olduğu acılara karşı bir duyarlılıkla donanma yükümlülüğü altında oldukları, dahası “kendi” burjuvazilerine ve devletlerine karşı sürdürmeleri gereken demokrasi ve sosyalizm savaşımının çıkarlarının bunu öngerektirdiği doğrudur. Ne var ki bu yükümlülüğü bir feodal kan dâvâsı ruhuyla yorumlamak ve günümüzün Türk halkını ve aydınlarını, atalarının işlemiş olduğu korkunç suçun eşit ölçüde aslî faili saymak ve hattâ onlara da Der Zor yollarını gösterecek kadar “ileri” gitmek, gerici-nostaljik Ermeni burjuva milliyetçiliğinin batağına boylu boyunca batmak anlamına gelir.

Bütün bunların, Türk, Ermeni, Kürt vb. tüm Anadolu halkları arasında kardeşçe bir birlik ve dayanışma sağlamak için uğraş veren ve Diyaspora Ermenileri arasında görece yaygın olan böylesi bir Ermeni milliyetçiliğini her zaman eleştirmiş olan Hrant Dink’i ve onun anısını savunma adına söylenmiş olması ayrı bir tuhaflık. Herkesin bildiği gibi Hrant, Türk milliyetçiliğini ve Osmanlı-Türk gericiliğinin Ermeni halkına ve başka halklara karşı işlediği suçları eleştirmekle birlikte Türk halkıyla Ermeni halkı (ve diğer Türk-olmayan halklar) arasında bir dostluk ve kardeşlik köprüsü oluşturmaya çalışıyordu. O, Neşe Düzel’in kendisiyle yaptığı röportajlardan derlediği ve 22 Ocak 2007’de, yani ölümünden sonra Radikal’de yayımladığı bir konuşmasında şöyle demişti:
“Aslolan Türkiye'nin demokratikleşmesidir. Ben Taşnak heyetleriyle yurtdışında yaptığım tartışmalı toplantılarda onlara hep şunu sordum. Hiçbiri cevap veremedi. Şimdi Fransızlara da sormak lâzım. Sizce hangisi çok daha önemli? Türkiye'nin soykırımı tanıması mı? Türkiye'nin demokratikleşmesi mi? Türkiye'nin demokratikleşmesi, Türkiye'nin soykırımı tanımasından çok daha önemlidir. Ancak demokratikleşmiş bir ülke rahatlar ve tarihiyle hesaplaşmayı, sorunlarını konuşmayı göze alabilir, empati yapmayı becerebilir. Aynı türden olaylar bir daha yaşanmaz.” Hrant’ın gene Neşe Düzel’in kendisiyle yaptığı ve 23 Mayıs 2005’de Radikal’de yayımlanan bir başka röportajda da belirttiği gibi,
“Ermenilerin büyük çoğunluğu, Türkiye'nin geçmişte yaşananların farkına varmasını, üzüntülerini belirtmesini, Ermenilerin acısını paylaşmasını istiyor. İlişkilerin bundan sonra sorunsuz olmasını arzu ediyor.”
Hrant’ı, Türk halkına ve onun devrimci gelişme potansiyeline gereğinden fazla güvendiği, Türk gericilerinin Ermeni düşmanlığını küçümsediği için ve daha başka noktalardan hareketle eleştirebiliriz; ama herhâlde birkaç geri zekâlı faşist dışında hiç kimse onu, Muradyan’ın yazısına damgasını vuran Türk düşmanlığıyla suçlayamaz. Entellektüel dürüstlüğünü muhafaza eden hiç kimse Hrant’ın -Muradyan’ın önerdiği gibi- Türklere tehcir uygulanmasını savunabileceğini ileri süremez.

Sözlerimi Hovsep Hayreni’nin, Haçig Muradyan’ın sözkonusu yazısına yönelttiği ve benim de ana çizgileriyle katıldığım şu eleştirel değerlendirmesini aktararak bitiriyorum:

“Hrant'ın anısına yazıp çizen çoklarının samimiyetten uzak ve hesaplı kitaplı olduğu doğrudur. Fakat başından beri çok içten davrananların varlığı da benim açımdan bir gerçek olup, Ermeni olmayan demokrat insanların o acıyı paylaşamayacakları yönünde verilen mesajı çok ama çok abes buluyorum. Yazar âdeta Ermeni olmayanların o acıları paylaşmaya, hissetmeye, anlamaya hakları bile olmadığı mesajını veriyor. En sonda ise yapılmış kapsamlı yok etmenin ekonomik boyutunu öne çıkartıp bunun tazmin edilmesini isteyerek sanki en gerçek hissetme ve paylaşma bu olacakmış gibi bir mantık yürütüyor. Sorunu vicdanî olmaktan önce cüzdani temelde gören yada vicdanî duyarlılıkları kendi başına anlamsız ve de hikâye sayan bu yaklaşım Türkiye'de 1915'e ilişkin toplumsal muhasebenin yayılması ve derinleştirilmesine kesinlikle hizmet etmez. Toplum bilincinde mahkûm edilme ölçüleri büyütülmedikçe de devletin o soykırımını tanıması pek mümkün olmaz. Dış baskılardan kurtulmak için muğlak bir kabul ve göstermelik bir tazminat verildiğini varsaysak, acaba bunun sağlanması toplum vicdanında geniş bir kabulun sağlanmasından daha mı önemlidir? Yazar daha samimi yaklaşımları teşvik yönünde Ermenilerden, Süryanilerden, Rumlardan ele geçirilmiş mülklerin bu toplumlara iadesi için bireysel insiyatiflerin çoğaltılmasını istese anlaşılırdı. Fakat örneğin kendi aile geçmişinde öyle bir mal gaspı bulunmayan bir aydın yada vatandaş yüreğiyle konuşarak o acıyı neden paylaşamasın? Klimalı salonda olmaz diyor, Der-Zor yollarında aynı tehcir kafileleri gibi yürüyerek acı çekmelerini öneriyor. Bence bu yazının ruhu hastadır. Sonuçta bu ruhla bakan birisi, önerdiği gibi Der-Zor çöllerinde yürümeye kalkışanlar da olsa bu sefer ‘aç-susuz yürümüyorlar, jandarma dipçiği yemiyorlar, ayaklarına nal çakılmıyor, ne var ki öyle herkes yürür, artistlik yapiyorlar’ diyerek yine samimiyetsiz bulur. Peki ya kendi samimiyeti? Bunu özellikle Hrant ve Ermenilere ilişkin gerçek duyarlılık gösteren binlerce insana haksızlık ettiğinden hareketle soruyor ve düşünmeye davet ediyorum.”

Bitirirken

Zarakolu Muradyan’ın, “son derece anlamlı, sorgulayıcı” olarak nitelendirerek övdüğü “Hiç Kimse Hrant Dink Olamaz: 96 Yıllık Yalnızlık; Üstüne Bir 4 Yıl Daha Yalnızlık” başlıklı yazısı hakkında şunu söylüyordu:
“Evet, kimilerine çok sert gelecek bir yazı. Ama, Haçik Muradyan haksız mı?
“Suçu inkâr, üstünü örtmeye çalışma, failleri saklama, aklamaya çalışma, ceza hukukunun en temel ilkelerine aykırı olduğu gibi, ayrıca bir suçtur.”
Çok farklı bir siyasal-kültürel ortamda yaşayan Muradyan’ın subjektivist ve dar burjuva milliyetçi bir görüş açısına sâhip olmasını, kabul etmesek de bir yere kadar anlayabiliriz. Onun ayrım yapmaksızın bütün Türkleri bir torbaya doldurmasını ve “Suçu inkâr, üstünü örtmeye çalışma, failleri saklama, aklamaya çalışma” (Ragıp Zarakolu) gibi esas olarak Türk burjuva devletinin sorumlu olduğu eylemlere devrimci ve demokrat Türkleri ortak etmesini de. Ama aynı şeyi, bu topraklarda yaşayan ve Hrant’ın soluduğu havayı soluduğunu, yani Türkiye ortamını bildiğini tahmin ettiğim Zarakolu için söyleyemeyiz. Daha doğrusu söyleyemememiz gerekirdi. Zarakolu’nun bu tutumunu onun, Ermeni sorununa ilişkin kavranmasına yaptığı katkıyla bağdaştırmakta da güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.