Header Ads

Header ADS

TÜRKİYE, KÜRDİSTAN VE KOMİNTERN


Komintern'in Türkiye, Türkiye'deki Kürt hareketleri ve bir bütün olarak Kürdistan konusundaki tutumları ulusal sorun karşısındaki Marksist-Leninist saptamaların ışığında ele alınmış olmakla birlikte, günümüze kadar sürekli bir tartışma konusu olmuştur. Öyle ki son yıllarda Irak'taki Kürt hareketleri karşısında SSCB'nin tutumunun "istenildiği gibi olmadığı" sık sık söylenmektedir. Bu açıdan bu konuyu özel olarak ele almak gerekmektedir. 

Komintern'in "Anadolu devrimi" ve "Kemalist yönetim" konusundaki tavrı, 1924'lere kadar doğrudan Lenin tarafından politik ilkeler temelinde belirlenmiştir. Bu politika Türkiye'nin bağımsızlığını esas almıştır. Bu açıdan Türk ulusunun kendi kaderini tayin hakkına sahip olması ve emperyalizmden bağımsız bir ulusal-devlet kurulması yönünde kullanılması gündemdedir. Öte yandan anti-emperyalist kurtuluş mücadelesi SSCB tarafından sadece politik düzeyde değil, aynı zamanda maddi alanda da desteklenilmiştir. 

Anadolu'da Ankara'da kurulan BMM ve Kemalist yönetimin SSCB tarafından tanınması ve ilişkilerin resmi düzeyde sürdürülmesi 1921 yılında yapılmış olan Moskova anlaşması ile gerçekleştirilmiştir. Ve ilk kez bu anlaşma metninde "Türkiye" tanımlanmıştır. 

Bilindiği gibi, Osmanlı imparatorluğunun I. yeniden paylaşım savaşı sonunda yenilmesi ile topraklarının "paylaşımı" gündeme gelmiştir. I. yeniden paylaşım savaşının ilk yıllarında Lenin, bu savaşın en somut amaçlarından birisinin Osmanlı İmparatorluğunun paylaşımı olduğunu belirtmiştir. Bu konuda emperyalist ülkelerin kendi aralarında yaptıkları çeşitli gizli anlaşmalar mevcuttur. Ancak 1917 Ekim Devrimi ve Brest-Litovski anlaşması sonrasında Anadolu'da ikili iktidar durumunun mevcudiyeti ve bu koşullarda yapılan Sevr Anlaşması karmaşık sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Özellikle Ekim Devrimi ile ilk sosyalist devletin kuruluşu ve bu devletin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına özel bir önem verişi, Osmanlı imparatorluğunun paylaşımını emperyalistler açısından (galip devletler olarak) kolay çözümlenebilir olmaktan uzaklaştırmıştır. 11 Ocak 1918'de, yani Anadolu'da henüz ulusal hareket ortaya çıkmamışken Lenin ve Stalin imzalı Ermenistan Kararnamesi'nde şöyle denilmektedir: "Rusya'nın işgali altında bulunan 'Türk Ermenistanı'ndaki Ermeniler'in kendi kaderlerini, tam bağımsızlığa varıncaya kadar olsa, serbestçe belirleme konusundaki haklarını Rusya işçi ve köylü hükümetinin desteklediğini, Halk Komiserleri Sovyet Ermeni halkına ilan eder. Halk Komiserleri Sovyetine göre, bu hakların gerçekleştirilmesi, ancak Ermeni halkının serbestçe referandum yapmasını sağlayacak bir takım önlemlerin önceden alınması ile olanaklıdır." (abç) Aynı kararnamede "sınır" sorunu şöyle ortaya konulmuştur: "Türk Ermenistanı'nın coğrafi sınırlarını, demokratik esaslara göre seçilen Ermeni halk temsilcileri ile, komşu ve münakaşalı (islam ve başka) illerin halkından demokratik esaslara göre seçilen temsilciler ... birlikte kararlaştırırlar ve saptarlar." (abç) Ancak 3 Mart 1918'de imzalanan Osmanlı-Rus anlaşması ile, "sınır çizgisi", 1877-78 Rus-Osmanlı savaşı öncesindeki sınırın aynısı olacağı hükme bağlanmıştır. 

1920 yılında Ankara'da ulusal bir meclisin toplanması ile birlikte o güne kadarki tüm anlaşmalar ve pazarlıklar büyük ölçüde işlemez hale gelmiştir. Sovyetler Birliği zorunluluk yüzünden, kendi dış ilişkileri ilkelerine ters düşen hükümleri kabul ettiği Brest-Litovsk anlaşması da bu açıdan önemli ölçüde işlemez hale gelmektedir. Bu dönemde SSCB doğrudan Ankara ile ilişki kurar ve bu ilişkisini geliştirmek istediğini belirtir. Bu dönemde Çiçerin'in Ankara'ya gönderdiği 3 Haziran 1920 tarihli mektubu SSCB'nin olaylara nasıl baktığını açıkça göstermektedir: "Dış politikanın temel ilkeleri şunlardır: 

1) Türkiye'nin bağımsızlığı, 
2) İtiraz edilemeyecek kadar Türk toprağı olan toprakların Türk devletine bağlanması, 
3) Arabistan ve Suriye'nin birer bağımsız devlet gibi ilanı, 
4) Büyük Millet Meclisi'nce alınan karara göre, Türkiye Ermenistan'ın, Kürdistan'ın, Lazistan'ın, Batum bölgesinin, Doğu-Trakya'nın ve bütün Türk-Arap halklarının karma olarak yaşadıkları devlet topraklarının, kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınması. Sovyet hükümeti olarak, mültecilerin ve istekleri dışındaki sebeplerden dolayı göç etmek zorunda kalan tüm göçmenlerin de bölgelerde serbestçe yapılacak bir referanduma katılabilmeleri için, bunların yerlerine getirilmelerini doğal sayıyoruz. 

5) Büyük Millet Meclisi yönetimindeki yeni Türk devletine ait topraklarda yaşamakta olan milli azınlıklara Avrupa'nın en serbest hükümetlerinde milli azınlıklara tanınan tüm hakların tanınması." [182] Bu ilkeler Ankara BMM'ye iletilmiş olmakla birlikte, bunlar üzerinde tam bir anlaşma olmamış ve pratikte Kafkas-ötesi alanda meydana gelen gelişmeler ve Rusya'daki iç savaş nedeniyle özel bir anlaşma yoluna gidilmiştir. Böylece 16 Mart 1921'de Moskova Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre: "Milletlerin kardeşliği ilkesini ve halkların kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkını tanımakta birleşen, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti ve Rusya Federatif Sosyalist Cumhuriyet hükümeti (temsilcileri) aşağıdaki maddeleri kararlaştırmışlardır: 

1) Bağıtlı taraflardan her biri, taraflardan birine yükletilmek istenen barış anlaşması ya da diğer bir uluslararası bağıtı tanımayı ilke olarak kabul ederler. RSCF hükümeti bugün BMM tarafından temsil edilmekte olan Türkiye Milli Hükümeti'nden tanınmamış Türkiye'ye ait hiçbir uluslararası bağıtı tanımamayı kabul eder. 

Bu anlaşmada adı geçen 'Türkiye' sözü ile 28 Ocak 1920'de İstanbul'da toplanan Meclis-i Mebusan tarafından kaleme alınmış ve tüm devletlerle basına bildirilen Misak-ı Milli'nin kapsadığı arazi amaçlanmıştır. 

Türkiye'nin Kuzey-Doğu sınırları Karadeniz kıyısında bulunan Sarp köyünden başlayarak, Hadis-Mata dağı Şavşat dağı -suların ayrım çizgisi- Kani dağından geçen, oradan sürekli olarak Ardahan ve Kars sancakları sınırının kuzeyine, Arpaçay ve Aras telveğini izleyerek Aşağı Karasu'nun Aras'a karıştığı yere varan çizgi ile saptanmıştır." [183] (abç) Aynı anlaşmanın 8. maddesi ise şöyledir: "Bağıtlı taraflar topraklarında diğer taraf ülkelerinin ya da ülke parçalarının birisinin hükümet görevini üzerine almak iddiasında bulunan örgüt ve topluluğun oluşması ya da yerleşmesini ve diğer ülkeye karşı mücadele amacıyla bulunan topluluğun yerleşmesini kabul etmeyi yükümlenirler. Türkiye ve Rusya, Kafkasya Cumhuriyetleri'ne karşı da karşılıklı işlem şartıyla aynı yükümlülükte bulunurlar. 

Şurası kararlaştırılmıştır ki, bu maddelerde sözü geçen Türkiye arazisi, doğrudan Türkiye BMM hükümetinin sivil ve askeri yönetiminde bulunan arazidir." [184] (abç) Bu maddelerin anlamlarını ayrıca açıklamaya gerek yoktur. Ama bunları Sovyetler Birliği'nin tam istemi olarak değil, somut tarihsel koşullara bağlı olarak ortaya çıkmış bir anlaşma şeklinde düşünmek gerekir. Nitekim anlaşmanın imzalanma süreci içersinde, Çiçerin, "Misak-ı Milli" yerine "hududu ırkiye" denilmesini önerirken, daha önce Sovyetler Birliği'nin dış politika ilkelerinin Ankara'ya ilettiği mektubundaki "itiraz edilemeyecek kadar Türk toprağı olan topraklar" ifadesi ile uyum içinde davranılmasına çalışılmıştır. Ancak gerek uluslararası durum, gerekse böyle bir tanımlamanın getireceği teknik güçlükler (nüfus sayımı gibi) anlaşmanın imzalanması önünde engel oluşturmaktaydı. Koşulların gerektirdiği hızla sonuç alınması gereği, kaçınılmaz olarak fiili ve açık tanımlamalar yapılmasını gerektirmiştir. Sonuçta iki tanım arası -ve yer yer her iki tanımlamada yer alan- bir noktada anlaşmaya varılmıştır. "Misak-ı Milli sınırları" olarak ortaya çıkan Türkiye, anlaşmanın 8. maddesinde "fiili" durumları içerdiği anlamında kullanılmıştır. Yani kesinkes "Misak-ı Milli" sınırları değil, bu belirlenmişlik içinde Türkiye BMM hükümetinin "sivil ve askeri yönetiminde bulunan arazi" esas alınmıştır. Doğal olarak Misak-ı Milli sınırları bu sınırlar içinde devlet otoritesi kurulduğu oranda kabul edilmektedir. Bu tanımlama özellikle Türkiye'nin güney sınırları açısından önem taşımaktadır. Yani Sovyetler Birliği güney sınırlarını Misak-ı Milli'de ortaya konulmuş boyutta tanıma garantisi vermemektedir. Ama bu topraklar üzerinde "sivil ve askeri yönetim" yani devlet otoritesi sağlandığı durumda tanıyacağını da beyan etmiş olmaktadır. Çiçerin'in "hududu ırkiye" ifadesi, nüfus sayımı yapılmasa bile Van, Muş, Ağrı ve Bitlis'in Ermenistan'a katılmasını gerektirmektedir. Görüşmeler bu noktada kesintiye uğramışsa da, daha sonra Sovyetler Birliği bu konuda ısrarlı olmamayı tercih etmiştir. Çünkü bu bölgede Ermeni nüfusu yok denecek kadar azdır. 1915 Ermeni soykırımı ile "boşaltılmış" olan bu bölge açısından, tarihsel haksızlık kabul edilmekle birlikte, fiili durum bulunduğundan ve bunun düzeltilmesi olanaksız olduğundan, anlaşma hükümleri kabul edilmiştir. Bu konuda, Lenin'in, ulusal toprakların ayrılan taraf açısından "asgari" olarak belirlenmesi gerektiği şeklindeki belirlemesi de egemen olmuştur. Lenin 1914 yılında verdiği bir konferansta, "ulusal sınırların" tesbitini "ulusal, ekonomik, geleneksel vb." düzeyinde saptanması gerektiğini ve "ulusal merkezler asgari toprağa göre saptanmalı, azami toprağa göre değil" [185] demekteydi. Bu tutum Marksizmin "büyük devlet" konusundaki tutumu ile örtüşmektedir. Yani "küçük ulusal adacıklar" yerine "büyük devletler"in proletaryanın devrimci mücadelesi için çok daha elverişli olması esas alınmıştır. 

Özetlersek, Sovyetler Birliği ile yapılan Moskova Anlaşması ile tanımlanan Türkiye, günümüzdeki Türkiye Cumhuriyeti'ni ilk ve gerçek tanımlaması olması açısından tarihsel öneme sahiptir. Böylece Türkiye sözcüğü; bu şekilde Türkler'in ulusal toprakları (anayurtları) olarak değil, devletin egemenliği altında bulunan topraklar olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla politik bir tanımdır. 

Komintern'in Türkiye ve Kürt ulusal hareketleri karşısındaki tutumu ise günümüzde de tartışma konusu yapılan konuların başında gelmektedir. Şüphesiz burada Komintern'in tutumunun, II. bunalım döneminde, tek ülkede sosyalizmin inşası sorununun bulunduğu koşullar altında değerlendirilmesi ve bu dönemdeki Kürt hareketlerinin nitelikleriyle birlikte ele alınması gerekmektedir. 

Komintern, yukarda da gördüğümüz gibi, doğrudan Sovyetler Birliği'nin dış politikasının ilkeleri içersinde yer alan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasına özel bir önem vermiştir. Bu açıdan Kürt ulusunun da kendi kaderini tayin hakkını savunmuştur. Ancak sorun, bu hakkın tanınması olarak yalın bir istek sorunu değil, aynı zamanda bir destek sorunudur. Bu en açık biçimiyle Stalin tarafından ortaya konulduğu gibi somut tarihsel koşullara göre ele alınan bir politik tutumdur. "Ulusal sorun, hiç de kesin olarak mutlak, değişmez birşey değildir. Mevcut rejimin dönüşümü genel sorununun bir parçası olduğu gibi, ulusal sorun, tamamen toplumsal koşullar ülkede kurulmuş olan iktidarın niteliği ve genel olarak, toplumsal gelişmenin tüm seyri tarafından belirlenir." [186] Böylece Komintern'in Kürt hareketleri karşısındaki tavrı, "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımak, gerçekte, her ulusunkendi kaderini tayin istemini desteklemek anlamına gelmediği" ve desteklemenin belli koşullamaya tabi olduğu şeklindeki Leninist tesbittir. 

İşte bu koşullamaya ilişkin olarak Komintern II. Dünya Kongresi'nde (1920) şu kararlar alınmıştır: 

"Feodal ya da ataerkil ve ataerkil-köylü ilişkilerinin egemen olduğu daha geri devletlerle uluslara gelince, şu noktaların göz önünde tutulması özellikle önemlidir: 

Birincisi, bütün komünist partileri, bu ülkelerdeki burjuva-demokrat kurtuluş hareketlerine yardım etmelidirler; en etkin biçimde yardım etme görevi, herkesten önce, geri ulusun, sömürge olarak ya da mali açıdan bağımlı bulunduğu ülkenin işçilerine düşer. 

İkincisi, geri ülkelerde din adamları, etkin öteki gerici unsurlar ve ortaçağ unsurlarıyla savaşım gereğidir. 

Üçüncüsü, Avrupa ve Amerika emperyalizmine karşı kurtuluş hareketini, hanların, toprak sahiplerinin, mollaların, vb. gücünü artırma çabasıyla birleştirmeye çalışan panislamcılıkla savaş gereğidir. 

Dördüncüsü, geri ülkelerde toprak sahiplerine, büyük toprak mülkiyetine ve feodalizmin bütün kalıntı ve belirtilerine karşı köylü hareketine özel bir destek gösterme ve Doğu'daki, sömürgelerdeki ve genellikle geri ülkelerdeki devrimci köylü hareketiyle Batı-Avrupa komünist proletarya hareketi arasında olabildiği ölçüde yakın ilişki kurarak, köylü hareketine devrimci bir nitelik kazandırma gereğidir. Kapitalist-öncesi ilişkilerin egemen olduğu ülkelerde, 'emekçi halkın sovyetini' vb. kurarak, sovyet sisteminin temel ilkelerini uygulamak için her çabayı göstermek özellikle önemlidir. 

Beşincisi, geri ülkelerde burjuva-demokratik kurtuluş eğilimlere komünist bir görünüş verme çabalarına karşı kesinlikle savaş gereğidir. Komünist Enternasyonal, sömürgelerle geri ülkelerdeki ulusal-burjuva demokratik hareketleri bir koşulla desteklemelidir. O koşul şudur; bu ülkelerde komünistliği yalnızca sözde kalmayacak olan gelecekteki proleter partilerin ögeleri birlikte ortaya çıkarılacak ve kendi özel amaçlarını, yani kendi ulusları içindeki burjuva-demokratik hareketlerle savaşım amaçlarını anlayacak biçimde yetiştirilmiş olacaktır. Komünist Enternasyonal, sömürge ve geri ülkelerdeki burjuva demokrasisiyle geçici bir ittifaka girmeli, ancak onlarla kaynaşmamalı, henüz ilk adımlarını atıyor olsa bile proleter hareketin bağımsızlığını kesinkes yeğ tutmalıdır. 

Altıncısı, siyasal yönden bağımsız devletler görünümü altında, iktisadi, mali ve askeri yönden tamamen kendilerine bağlı devletler kuran emperyalist devletlerin sistematik olarak kullandıkları bu aldatmaca, bütün ülkelerin, özellikle geri ülkelerin geniş emekçi yığınları arasında sürekli olarak anlatılmalı, bu aldatmacanın ipliği pazara dökülmelidir. Bugünkü uluslararası koşullar altında, bağımlı ve zayıf ülkeler için, sovyet cumhuriyetleriyle birlikten başka kurtuluş yoktur." [187](abç) Görüldüğü gibi, "ulusal sorunda soyut ve biçimsel ilkeler ön plana çıkartılamaz." [188] Emperyalizmin hegemonyası altında bulunan feodalizmin egemen olduğu ülkelerde ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması ile bunun kullanılması konusunda Komintern'in açık ve net görüşleri bulunmaktadır. Yukarda ortaya konulduğu gibi, her ulus kendi kaderini belirlerken, mevcut tarihsel koşulları göz önünde bulundurulmalıdır. Ayrıca Komintern, hangi ülkede, hangi ulusal hareketlerin destekleneceğini bu kararı ile açıkça ortaya koymuştur. Burjuva demokratik hareketlerin desteklenmesinde ortaya konulan koşul ise oldukça önemlidir. Bu koşul, herhangi bir ulusun, kendi kaderini belirleme hakkını bağımsız bir devlet şeklinde kullandığı koşullarda komünist partisinin gelecekteki, ulusal ölçekteki mücadelesinin engellenmemesi şeklindedir. Bunun anlamı, devletin "demokratik cumhuriyet" olması gerektiğidir. Bu kararla, milliyetçi görünüm altındaki dinsel ya da feodal hareketler ile sosyalist görünümündeki milliyetçi hareketlerin desteklenmeyeceği açıkça ortaya konulmuştur. 

Kısacası, artık ulusal sorun, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının temelinde, hangi koşullarda ve hangi koşullama ile bu hakkın kullanılacağını içermektedir. Bu da ulusal hareketlerin niteliği sorununu gündeme getirmektedir. Sözün özü, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ayrı devlet kurma hakkı ile bu hakkın nasıl ve hangi biçimde kullanılacağı somut olarak birbirinden ayrılmak zorundadır. "Ulusların ayrılma özgürlüğü hakkı sorunu ile, ulusun şu ya da bu anda ayrılma zorunluluğu sorununu birbirine karıştırmamak gerekir. Proletarya partisi, bu sorunu, duruma göre, her özel durum içinde, tamamen tek başına bir sorun olarak çözümlemelidir. Ezilen halklara ayrılma hakkını, kendi siyasal kaderini tayin etme hakkını tanımakla, bundan ötürü, bu durumdaki ulusların, belli bir zamanda, Rus devletinden ayrılıp ayrılmamaları gerektiği sorununu çözmüş olmuyoruz. Ben bir ulusa ayrılma hakkını tanıyabilirim, ama bu, onu bunu yapmaya zorluyorum anlamına da gelmez. Ulus ayrılma hakkına sahiptir, ama koşullara göre, bu hakkı kullanmayabilir de. Böylece, kendi payımıza, proletaryanın, proleter devriminin çıkarlarına göre, biz, ayrılığın yararına ya da ona karşı ajitasyon yapmakta özgür kalıyoruz demektir. Böylece, ayrılma sorunu, duruma göre, her özel durum içinde, tamamen tek başına bir sorun olarak çözümlenmelidir ve işte tam bu nedenledir ki, ayrılma hakkının tanınması sorununun, şu ya da bu koşullar içinde ayrılmanın yararlılığı ile karıştırılmaması gerekir. Kendi payıma, örneğin ben, Kafkas-ötesi ile Rusya' nın ortak gelişmesini, proletaryanın bazı savaşım koşullarını vb. göz önünde tutarak, Kafkas-ötesi ülkelerinin ayrılmasına karşı çıkabilirim. Ama eğer Kafkas-ötesi halkları gene de ayrılmak isterlerse, bizden yana hiçbir muhalefete rastlamaksızın, elbette ayrılacaklardır." [189] (abç) İşte bu ilkeler ve kararlar ışığında Türkiye'deki Kürt hareketi ve Kürdistan sorunu "tamamen tek başına bir sorun olarak" ele alınmıştır. Ancak unutulmaması gerekir ki, ulusal sorunda iki (bazen daha çok) taraf vardır ve dolayısıyla koşullar ele alınırken bu taraflar da işin içine girmek durumundadır. İşte bu boyutlarıyla 1925 Şeyh Sait isyanı, 1928 Ağrı isyanı, 1930 Zilan isyanı Komintern tarafından karar altına alınmış Leninist ilkelere göre "özel" olarak değerlendirilmiş ve "milliyetçi görünüm altında dinsel ayrıcalıkların ve feodal çıkarların korunması"na yönelik olduğu düşünülerek desteklenilmemiştir. Ama gene de "genç Türk burjuvazisinin" bu isyanlar karşısındaki tenkil politikası, zor kullanması, sivil halka yöneldiği ölçüde kınanmıştır. 

Komintern'in tavrı, görüleceği gibi, iki yanlı bir tahlili gerektirmektedir: 
a) Kürt isyanının niteliği, 
b) Türk devletinin niteliği. Bu iki yan, yaşanılan tarihsel koşullarla birlikte ele alınmıştır. Bunların sonucu olarak 1923 sonrasında Kemalist yönetime karşı Kürt isyanlarının "ulusal hareketler" olduğu konusunda Komintern'in herhangi bir değerlendirmesi bulunmamaktadır. Böylece, Komintern ve SSCB'nin, özellikle 1925 Şeyh Sait isyanı karşısında, bu isyanın "gerici", "feodal milliyetçi", "dinsel amaçlı" olduğu düşünülerek, "genç Türk burjuvazisi"nin yanında tavır alınmıştır. 

Burada bir noktaya açıklık getirmekte yarar vardır. Genellikle tarihi, revizyonizmin, pasifizmin, teslimiyetçiliğin ve dönekliğin tarihi olan TKP'nin, bu niteliklerinden yola çıkarak, Komintern'i "aldattığı", "yanılttığı", vb. iddialar bulunmaktadır. Bu iddialar Dünya Komünist Partisi olarak faaliyet gösteren bir örgüte ve yönetimine yapılmış önemli bir suçlama olduğunu söyleyebiliriz. Herşeyden önce Komintern'in kendine bağlı seksiyonlarınca iletilen bilgi ve değerlendirmeleri, doğrudan hiçbir incelemeye tabi tutmaksızın kabul ettiğini düşünmek, III. Enternasyonal'i küçümsemekle özdeştir. Komintern'in somut gelişmeler karşısındaki tutumu, doğrudan doğruya dünya kongrelerince kararlaştırılan ilkeler doğrultusunda Komintern Yürütme Komitesi'nce belirlenmektedir. 1924 yılında yapılan Komintern 5. Dünya Kongresinde seçilen ve 1926 yılına kadar görev yapan Yürütme Komitesi üyelerini anımsamak bile, bu konudaki iddiaları geçersiz kılacak niteliktedir: Zinovyev, Buharin, Stalin, Kamanev, Rykov, Togliatti, Bordiga, Clara Zetkin. Bu komünistlerin TKP tarafından "aldatıldıklarını" düşünmek, "yanıltıldıklarını" savlamak çocuksu bir kuşkuculuktan öte birşey değildir. 

Diğer taraftan Komintern, özel olarak değerlendirmek durumunda bulunduğu ülkeler için özel görevliler göndermektedir. Bunlar olayı yerinde değerlendirerek, Yürütme Komitesi'ne rapor sunmaktadır. Yani seksiyonların kendi raporları doğrudan ve koşulsuz olarak kabul edilmemektedir. Örneğin 1921 yılında Türkiye'ye iç savaşın ünlü komutanlarından Frunze gönderilmiş ve pek çok kişi ve çevrelerle görüşmüştür. Bu doğrudan bir proletarya partisinin -ki Komintern de bir dünya partisidir- parti-içi denetim, istihbarat konusundaki tutumu ile ilintilidir. 

Yine de Komintern'in bilgi kaynakları bunlarla da sınırlı değildir. SSCB'nin diplomatik ilişki içinde bulunduğu ülkeler açısından, bu ülkelerdeki SSCB temsilcileri ya da büyük elçileri gelişen olayları ülkelerine iletmek durumundadırlar. Bu ilişki doğrudan SSCB Dışişleri Komiserliği kanalıyla yürütülmektedir ve uzun süre dışişleri doğrudan parti başkanlığına ya da genel sekreterliğine bağlı olmuştur. 

İşte bu nedenlerle, Komintern'in Türkiye ve Kürt isyanları hakkında "yanlış" kararlar almasının nedeni olarak, ayrımsız "Türk komünistleri"nin "Kemalist düşünceleri" olduğunu söylemek yanlıştır. Eğer Komintern'in tutumu yanlış ise, bu konu tarihsel olarak ele alınıp irdelenmeli ve Komintern tarihi içinde değerlendirilmelidir. Yoksa, Komintern'in "şanlı tarihine" gölge düşürmemek amacıyla ya da ulusal sorun üzerine en önemli teorik katkılarda bulunmuş ve Komintern'in politikalarında büyük ölçüde etkili olmuş Stalin'i "hatasız" kılmak amacıyla, yüzü yeterince açığa çıkmış, pasifizmi ve kuyrukçuluğu tartışma konusu olamayacak kadar açık olan TKP'ye herşeyi maletmek ve bu yolla tüm Kürt isyanlarını ulusal-devrimci kurtuluş hareketi gibi göstermeye çalışmak ve de tüm bunları "Türk solunun tarihsel hatası" olarak nitelemek oldukça demagojik bir değerlendirme ve ucuz bir yoldur. 

Son olarak burada, daha önce belirttiğimiz bir hususu anımsatmak istiyoruz. Bu, ulusların kendi kaderini tayin hakkının nasıl kullanılacağı, yani ayrılma isteminin kimin tarafından dile getirileceği sorunudur. Bu nokta Komintern'in tavrında etkindir. Bu sorun, bir hareketin kitlesel niteliğinden çok yönetici gücünün niteliği sorununu ön plana çıkarmaktadır. Bir başka deyişle, hareketin üzerinde hegemonyasını kuran hangi sınıf ya da kesimlerdir? Bu soruya Kürt isyanları açısından Komintern'in yanıtı açıktır:

 "Gericiler, dinciler, mollalar, İngiliz ajanları, şeyhler, aşiret reisleri." Bütünsel ifadeyle dinsel (klerikal) gerici gruplar Kürt isyanlarının yönetici ve önder gücü olarak ortaya çıkmaktadır.[22*] 

İşte Komintern'in desteklemediği yan budur ve bu tutum hareketin kitle gücü ile karıştırılmamalıdır. 


Kurtulus 
Ulusal Sorun Üzerine", THKP-C/HDÖ Genel Komitesi tarafından, ilk kez 1989 yılında yayınlanmıştır

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.