Emperyalizmin İkiyüzlülüğünün Aynasında IŞİD, Psikolojik Savaş ve Terör
24-25 Ağustos 2014
Garbis altınoğlu
IŞİD “Tehlikesi”nin Farkedilmesi (!)
IŞİD (=Irak Şam İslam Devleti) adlı fanatik örgütün 10 Haziran'da Irak'ın ikinci büyük kenti Musul'u ve oradaki Irak ordusuna ait ağır silahları neredeyse tek kurşun atmadan ele geçirmesi ve ardından Irak'ın Sünni ağırlıklı El-Anbar bölgesinde nüfuz alanını genişletmesi ve Bağdat'a yaklaşması, bunu izleyen günlerde Şii Türkmenler'e ve Ezidi halkına karşı saldırıya girişmesi, Kürdistan Bölgesel Hükümeti'nin Peşmerge birliklerini çok ciddi bir çatışma olmaksızın bozguna uğratması, Suriye'de ve Irak'ta bazı petrol sahalarını ele geçirmesi, Suriye'nin doğusu ve kuzeyindeki diğer silahlı İslami gruplara bağlı çok sayıda savaşçıyı şu ya da bu ya yolla kendisine katması, bir kaç yıldır elinde rehin tuttuğu Amerikalı gazeteci James Foley'i 19 Ağustos'ta kafasını keserek infaz ettiğini ileri sürmesi vb. dikkatleri daha önce hiç olmadığı ölçüde bu örgüt üzerinde topladı. Bu “gözkamaştırıcı başarıları”, tahmin edilebileceği üzere IŞİD hakkında yoğun bir haber ve analiz üretimine ya da isterseniz enformasyon-dezenformasyon sağanağına yol açtı. Daha da önemlisi, ABD başta gelmek üzere Batılı “büyük” devletlerin adeta 180 derecelik bir dönüş yaparak IŞİD tehlikesinin altını çizmeye başlamaları. Örneğin ABD Devlet Başkanı Barack Obama, Foley'in öldürülmesine ilişkin haber ve görüntülerin ardından 20 Ağustos'ta yaptığı açıklamada Ortadoğu hükümetleri ve halklarını, “IŞİD kanserini ortadan kaldırmak için ortak çaba göstermeye” çağırdı. Dahası, terörist grupların Suriye halkına karşı gerçekleştirdiği pek çok benzer eylem hakkında sessiz kalmayı yeğleyen BM “Güvenlik” Konseyi 23 Ağustos'ta Foley'in öldürülmesini kınayan bir karar aldı.
Peki; ABD, Fransa, Britanya gibi devletler şimdiye kadar doğrudan doğruya ya da Suudi Arabistan, Katar, Türkiye gibi uşaklarını kullanarak sözümona “demokrasi getirme” gerekçesiyle Suriye'yi çökertmeye çalışmadılar mı? Onlar bu amaçla IŞİD, El Nusra Cephesi, Ahraruş Şam, İslami Cephe, Özgür Suriye Ordusu gibi pek çok gerici çeteyi her yolla desteklemediler mi? Gene onlar, “bir jenosidi önleme” gerekçesiyle, ama aslında Libya'yı çökertmek için benzer grupları desteklememiş ve bu amaçla Mart 2011'de Libya'yı yoğun bir hava bombardımanına tabi tutmamışlar mıydı? Onlar bu gibi gerici çetelerin sivillere karşı gerçekleştirdikleri terör eylemlerini Libya ve Suriye hükümetlerinin ya da bu hükümetlerle birlikte hareket eden silahlı grupların eylemleri gibi göstermeye çalışmadılar mı? Bütün bu alçakça eylem ve planların ardında Ortadoğu'daki direniş odaklarını, yani İran-Suriye-Lübnan Hizbullahı eksenini etkisizleştirme hedefi yok muydu? ABD, İsrail ve ortakları bu stratejik planlarını izlemeye devam ediyorlar mı? Bütün bu soruların yanıtları “evet”tir. Dolayısıyla ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin IŞİD konusunda bu çark edişlerinin gerçek bir tutum değişikliğinden çok bir aldatmaca olduğunu söyleyebiliriz. Son bir kaç yıldır IŞİD ve benzerleri Suriye'de ve Irak'ta onbinlerce kişiyi öldürürken sesini çıkarmayan, hatta onları çeşitli yollardan besleyenlerin şimdiki açıklamalarının inandırıcı olmaması anlaşılabilir. Ancak gelinen noktada Güney Kürdistanı da tehdit eder hale gelen IŞİD'nin önemli taktiksel kazanımlarının ve denetimden çıkması olasılığının ABD ve ortaklarını kaygılandırdığı görülüyor.
Tam da burada şu noktanın altını bir kez daha çizmek gerek: Çürüyen kapitalizmden başka bir şey olmayan emperyalizm çoktandır, özellikle görsel medyayı kullanarak dünya halklarının akıl yürütme ve mantıklı düşünme yetisine karşı da bir savaş açmış bulunuyor. Hiç de yeni olmayan, ancak çağdaş iletişim olanakları sayesinde egemen sınıfların milyonlarca ve milyonlarca insanı manipüle etme ve yönlendirme olanaklarını arttıran bu metodu kabaca, genel ve sistemli bir psikolojik savaş olarak da niteleyebiliriz.
IŞİD örneğinde görüldüğü gibi psikolojik savaşın en önemli bileşenlerinden biri de terördür. Aslında terör şu ya da bu ölçüde, yüzyıllardır çeşitli devletler ve siyasal örgütler tarafından kullanılagelmiştir. Bu metodun amacı; rakiplerini ya da düşmanlarını korkutmak, onların iradelerini felç etmek, onları savaşmanın ya da direnmenin boşuna olduğuna inandırmak ve bu yolla teslim almak/ boyun eğmeye zorlamaktır. Bu bağlamda -önemli bir bölümü başka ülkelerden gelmiş olan- IŞİD savaşçılarının, kafa kesme ve ciğer yeme türünden alçakça eylemlerinin sadece, bu terör örgütünün çağdışı niteliğinin ve onun militanlarının ilkel ve denetimsiz öfkesinin yansıması olarak algılamanın yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Bu örgütün terörü bir psikolojik savaş aracı olarak kullanması, günümüzden 800 yıl kadar önce Cengiz Han'ın ve onun Moğol ordularının karşı konulmaz seferleri sırasında yaptıkları kıyımları ve yıkımları anımsatıyor.
Cengiz Han Örneği
13. yüzyılda Moğollar, yüzölçümü bakımından dünyada şimdiye kadar görülmüş en büyük devleti kurmuşlardı. Cengiz Han'ın 1206 yılında Orta Asya'daki tüm Moğol aşiretlerini birleştirdikten sonra inşasına başladığı imparatorluğun sınırları onun öldüğü 1227 yılında doğuda Japon denizinden batıda Hazar denizine kadar uzanıyordu. Onun yerine geçen oğullarından Ögeday ve torunu Hülagu zamanında bu dev imparatorluk batıda Avrupa'nın ortalarına ve güneybatıda Irak'a ve Anadolu'nun ortalarına kadar genişledi. Bu süreçte parçalanarak dört ayrı devlet haline gelen Moğollar'ın bu olağanüstü başarısının altında değişik faktörler yatıyordu. Bu faktörlerin en önemlilerinden biri de Cengiz Han ve komutanlarının rakip ve düşmanlarına karşı son derece acımasız olmaları ve bugün psikolojik savaş dediğimiz metodu başarılı bir biçimde uygulamalarıydı.
Çok iyi savaşçılar olan Moğolların bir savaş dahisi sayılabilecek olan Cengiz Han'ın önderliği altında giriştikleri seferlerde doğrudan ya da dolaylı olarak onmilyonlarca insanın ölümüne yol açtıkları tahmin ediliyor. Nüfusbilimcilere göre 13. yüzyılda toplam, daha doğrusu bilinen dünya nüfusunun 400 milyon dolayında olduğu gözönüne alındığında Moğol istilasının neden olduğu insan yitiminin boyutlarının çok büyük olduğu anlaşılır. Kırk yıl gibi görece kısa bir süre içerisinde Cengiz Han, oğulları ve torunlarının orduları sadece büyük insan kıyımları yapmakla kalmadılar; onlar bütün bu devasa jeografinin ekonomisini neredeyse bütünüyle tahrip ettiler, sayısız kent ve kasabayı kitaplıkları, okulları, sanat yapıtlarıyla birlikte yaktılar ve yıktılar, zanaatkarlarını ve diğer yetişmiş insan gücünü ya kendi ordularında görevlendirdiler ya da Moğolistan’a götürdüler.
Ancak burada asıl üzerinde duracağım konu Moğollar'ın terörü bir psikolojik savaş silahı olarak kullanmalarıdır. Moğollar 1219-1220’de Hazar Denizi’nin doğusundaki Harezm İmparatorluğu’na saldırıp Sultan Muhammet’in 400,000 kişilik ordusunu yendiler. Daha sonra onlar Buhara’yı yerle bir ettiler ve sivil halktan 30,000 kişiyi öldürdüler. Semerkant ve Belh, teslim olmalarına rağmen benzeri bir yağma ve toplu kıyımdan kurtulamadı. Arap gezgini İbni Batuta, bu tarihten yüzyıl sonra ziyaret ettiği zaman bu kentlerin hâlâ yıkık durumda olduğunu görecekti. Cengiz Han’ın ordusu 1220'de Merv’i elegeçirdikten sonra kitaplığıyla ünlü bu kenti yerle bir etti. Nişapur 1221’de uzun bir direnişten sonra teslim oldu ve bunu kentin tüm kadın, çocuk ve erkeklerinin öldürülmesi izledi. Aynı şey, 3,000 camisi ve çömlek fırınlarıyla ünlü Rey kentinde yaşandı. Moğollar'a karşı ayaklanan Herat kentinin cezası, 60,000 sakininin öldürülmesi oldu. 1258’de ise Moğol kuvvetleri, başında son Halife Müstasım’ın bulunduğu Abbasi devleti’nin başkenti Bağdat’ı kuşattı. Bir ay süren kuşatmadan sonra teslim olan kent, tarihin tanık olduğu en büyük yıkımlardan birine tanıklık etti. Dönemin en göz kamaştırıcı kentlerinden biri olan Bağdat, haftalarca süren talan, ırza geçme ve kıyımlar sonucunda tanınmaz hâle getirildi. Yüzbinlerce kadın, çocuk ve erkeğin öldürüldüğü Bağdat’ın yüzlerce yıllık kültür birikimi, yani dev kitaplıkları ve sanat yapıtları acımasızca yok edildi.
Moğolların Transkafkasya’da gerçekleştirdiği vahşeti gözlemleyen ve onların kadınları, erkekleri, küçük yaştaki çocukları toplu kıyıma uğrattıklarını, hatta hamile kadınların karınlarını yararak ceninleri bile öldürdüklerini anlatan Arap tarihçisi İbnü’l Esir (ölümü 1233) şöyle diyordu:
“Moğol Tatarların İslâm diyarına girişleri hadisesini kaleme almaktan yıllarca çekinip durdum... Kim bu büyük felâketin yazılmasını ve anlatılmasını kolay bir iş gibi görebilir? Keşke annem beni doğurmasaydı; keşke bu büyük felâketten önce ölüp gitseydim!.. Biri çıkıp, ‘Adem Aleyhisselâm’ın yaratıldığı günden bugüne kadar, alemde bu felâketin benzeri görülmemiş ve yaşanmamıştır’ dese, mutlaka doğru söylemiş olur.”
Moğollar'ın bu büyük-ölçekli terör uygulamalarında, işgal ettikleri devasa alanlara kıyasla ordularının sayıca çok yetersiz kalması da önemli bir faktördü. Onlar işgal ettikleri bir kentte bir kaç Moğol temsilci bırakıyor ve ilerliyorlardı. Geride bıraktıkları Moğollar'a karşı bir eylem yapıldığını duyduklarında geri dönerek o kentte genel bir kıyıma girişiyorlar, bazı yerlerde öldürdükleri insanların kafalarından tepeler oluşturarak halka gözdağı veriyorlardı. Onların bir başka metodu da şuydu: Moğollar sakinlerinin tümünü öldürdükleri bir kentte bir kaç kişiyi sağ bırakıyor ve onların kaçmalarına ve başka kentlere sığınmalarına olanak veriyorlardı. Bu kişilerin tanık oldukları vahşeti gittikleri yerlerde anlatmaları, korku ve panik havasını daha da büyütüyor ve bu kentlerin Moğol ordusuna savaşmaksızın teslim olmalarını sağlıyordu. Yani Moğollar bu dehşet verici eylemleriyle, askeri bir varlıklarının bulunmadığı yerlerde bile kendi otoritelerini sağlamış oluyorlardı.
IŞİD'nin Geleceği
IŞİD, güç ve büyüklük bakımından olsun, stratejik askeri önderlik bakımından olsun Cengiz Han'ın ordularıyla hiçbir biçimde kıyaslanamaz elbet. Orta erimde bu örgütün, bir hilafet devleti kurma girişiminin de bir yere varamayacağını, ancak yoksul ve hayal kırıklığına uğramış genç Sünnilerin öfkesini gerici kanallara akıtmayı başaran bu örgütün, objektif olarak Arap ve İslam halklarının çıkarlarına aykırı eylemlerini bir kaç yıl daha sürdürebileceğini tahmin edebiliriz. Kısa erimde IŞİD ya da benzer bir örgütün varlığını sürdürmesi ise bir dizi faktöre bağlıdır. Bunlar arasında; Irak merkezi hükümetinin dargörüşlü ve Şii burjuvazisinin günlük çıkarlarını her şey sayan politikasını sürdürüp sürdürmeyeceği, Irak'ta Şii Arap nüfus ile Sünni Arap nüfus arasında bir siyasal uzlaşma sağlanıp sağlanamayacağı ve ABD-İsrail-Suudi Arabistan ekseninin direniş güçlerini ve İran'ı izole etme politikalarını sürdürüp sürdür(e)meyeceği sayılabilir. IŞİD'nin hayli savaş deneyimi edinmiş ve bir bölümü başka ülkelerden gelmiş bir profesyonel askeri çekirdeği olduğu ve bu çekirdeğin Saddam Hüseyin'in ordusunda görev yapmış subaylar tarafından da desteklendiği dikkate alınırsa, ondan kurtulmanın çok da kolay olmayacağı anlaşılır. Yerine üç aşağı beş yukarı aynı siyasal çizgiyi sürdüren bir başka örgütün geçmesi halinde bu örgütün ortadan kalkması pek bir şeyi değiştirmeyecektir. Zaten IŞİD denen örgütün de öncelleri vardı. Onun kökeninde Irak'ta 2002 başlarında kurulan, 2004'te Irak El Kaidesi olarak bilinen ve lideri Ebu Musab el-Zarkavi'nin Haziran 2006'da öldürülmesinden sonra Irak İslam Devleti adını alan bir örgüt bulunuyordu. Irak İslam Devleti Nisan 2013'de Suriye'deki Nusra Cephesiyle birleşerek Irak Şam İslam Devleti adını aldı; ancak bu birlik fazla uzun sürmedi ve El Kaide'nin lideri Eymen el-Zevahiri'nin de desteklediği Nusra Cephesi IŞİD ile yolunu ayırdı. Son başarılarının ardından Hilafet ilan eden IŞİD ise 29 Haziran 2014'te bu kez İslam Devleti adını aldı.
Gerek ABD ile İsrail'in ve gerekse IŞİD ve ortaklarının çıkarları, Ortadoğu'nun bir kaos ve yıkım alanı olması ve bölgede görece güçlü ve istikrarlı ulusal devletlerin olmamasını, olanların ise parçalanması ve zayıflamasını gerektiriyor. Bu nedenle bu iki tarafın gündemlerinin önemli ölçüde örtüştüğü söylenebilir. Ancak bundan hareketle böylesi örgütlerin ABD ve İsrail'in basit ve sıradan birer aleti ya da kuklası olduğu sonucuna da varılamaz.
Ele aldığımız konunun bir diğer önemli yanı da şudur: Acaba “uygar dünya”nın, IŞİD ve benzer gerici çetelerin uyguladığı vahşi ve alçakça terör eylemlerini kınamaya hakkı var mı? Onların böyle bir hakları yok; çünkü yukarda da değindiğim gibi böylesi örgütlerle ortak bir gündemi olan ve Ortadoğu'da İsrail'e karşı olan ve ABD ve ortaklarına boyun eğmeyen örgütleri ve devletleri zayıflatmak ve çökertmek için onları sistemli bir biçimde desteklediler. Bu neyi gösteriyor? Emperyalist haydutların kendi gerici emellerini gerçekleştirmek için en gerici ve en barbar güçlerle birlikte davranmaktan çekinmediklerini. Bunun en son örneklerinden biri de Washington ve Brüksel'in, Ukrayna'daki -İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman ordusuyla omuz omuza savaşan Ukraynalı Naziler'e duydukları yakınlığı gizlemeyen- şoven ve anti-Semitik muhalefet gruplarının Şubat 2014'te bir darbe sonucu iktidara gelmelerine aktif bir biçimde yardımcı olmuş olmalarıdır. Bununla da yetinmeyen Batılı emperyalistler, faşist Kiev hükümetinin Doğu Ukrayna halkına karşı sürdürdüğü kıyımı aktif olarak desteklemekte ve daha da önemlisi bu çatışmayı Rusya ile NATO arasındaki tehlikeli gerilimi tırmandırmak için kullanmaktadırlar. En gerici güçlerle birlikte hareket etme eğiliminin bir başka örneği; ABD ve diğer Batı Avrupa ülkeleri istihbarat örgütlerinin, kendi yurttaşları olan cihatçı teröristlerin savaşmak ve insanların kafasını kesmek için kendi topraklarında örgütlenmeleri ve Türkiye vb. üzerinden Suriye'ye, Irak'a gitmelerine izin vermiş, hatta çok büyük olasılıkla onları bu çatışmalara katılmaya teşvik etmiş ve kasıtlı olarak yönlendirmiş olmasıdır. Bu istihbarat örgütlerinin sürekli olarak izledikleri ve bölgeye hangi amaçla gittiklerini kendi adları gibi bildikleri böylesi kişi ve grupların “yolculuk özgürlüğü”ne ya da moda deyişle “cihat turizmi”ne bu denli saygı göstermelerinin başka bir açıklaması olamaz.
Bu bölümü bitirirken iki küçük not düşmekte yarar var. Birincisi şu: Terörü sistemli bir tarzda uygulaması ve daha da önemlisi gerçekleştirdiği bu terör eylemlerini sosyal medyayı kullanarak olabildiğince geniş bir izleyici kitlesine duyurması, IŞİD'nin psikolojik savaşın önemini çok iyi kavradığını gösteriyor. Bu örgütün Nisan 2014'te kendi sitesinde, Kasım 2012-Kasım 2013 arasında yaptığı eylemleri abartılı bir biçimde anlatan 410 sayfalık bir belge yayınlamasının amacı da bu. Öte yandan, çoğu iyi niyetle ve bu çeteyi sergilemek/ kötülemek için özellikle kafa kesme eylemleri türünden görüntüleri sosyal medyaya koyan ve yaygınlaştıran pek çok insan da bilerek ya da bilmeyerek bu psikolojik savaşın bir figüranı haline gelmekte ve bu örgüt hakkında çıkarılan “yenilmezlik” söylencesinin yaygınlaşmasına katkıda bulunmaktadır. (Oysa, daha hafif silahlarla donanmış olan YPG kuvvetlerinin bu terörist grubu durdurduğunu ve ona kayıplar verdirdiğini gördük.) İyi niyetle böyle davrananlar IŞİD gibi terör çetelerinin, insan haklarına saygı, hoşgörü, demokratizm gibi kaygılarının olmadığını ve dolayısıyla sergilenmekten/ kötülenmekten asla rahatsız olmadıklarını anlamalı ve akıllarından çıkarmamalılar.
İkincisi, ilke olarak teröre karşı tavırla ilgili. Tutarlı demokrat ve enternasyonalistler kural olarak teröre ve bunun devamı olarak zora ve savaşlara ve kitlelerin bilinçlenmeleri ve örgütlenmeleri önünde ciddi bir engel oluşturan terörist ve anarşist eğilimlere karşıdırlar. Ancak bu terörün, zaman zaman devrimci bir rol oynadığı olgusuyla hiçbir biçimde çelişmez. 1789 Fransız Devrimi'nin monarşi ve aristokrasinin savunucularına ve 1917 Ekim Devrimi'nin genç Sovyet rejimini devirmek isteyenlere ve onların gerici terörüne karşı durmasına ve onlara devrimci terörle yanıt vermesine kim, hangi hakla karşı çıkabilir? Ya da ezilen/ sömürülen sınıfların ve ezilen ulusların kendilerine ezen ve sömüren güçlere karşı meşru silahlı direniş hakkını kim yadsıyabılır?
Ya Emperyalist Vahşet?
Artık sıra, özellikle ABD ve ortaklarının dünyanın değişik bölgelerinde halklara karşı IŞİD ve benzer örgütlerin işledikleri korkunç suçlardan çok daha fazlasını işlediklerini ve işlemekte olduklarını anımsatmaya geldi. Birisinin de söylediği gibi “bombalar da kelle uçurur.” İnsanları, hem de öyle bir kaç yüz kişiyi değil, onbinlerce ve yüzbinlerce insanı bir günde ya da bir gecede ve korkunç acılar çektirerek ve bedenlerini sözcüğün gerçek anlamıyla eriterek, paramparça ederek yok etmek ve öldürmek ne zamandan beri IŞİD çetesinin kafa kesme ayinlerinden daha uygar ve daha insani bir davranış biçimi sayılır hale geldi? Neden neredeyse hiç kimse ABD, Britanya, Fransa, Rusya, İsrail gibi ülkelerin hava kuvvetlerinin ağır bombalarının, napalm silahlarının, misket bombalarının ya da füzelerinin hedefi olan asker ya da sivillerin bedenlerinin ne hale geldiğinden söz etmiyor? Neden TV istasyonları ve hatta bir ölçüde sosyal medya bu suçları duymazdan ve onların kanıtı olan görüntüleri görmezden geliyor?
Burada, emperyalist burjuvazinin TV kanalları başta gelmek üzere kitle iletişim araçları üzerindeki tekele yakın denetiminin yarattığı adı konmamış bir sansürle karşı karşıya bulunduğumuz açık. Ama bu duyarsızlık ve unutkanlıkta, yukarda belirttiğim hususun, yani egemen sınıfların demokratik ve anti-emperyalist muhalefet güçlerinin akıl yürütme ve mantıklı düşünme yetisine karşı açtığı savaşta önemli mevziler kazanmış olmasının da payı var. Tekelci burjuvazi, onun generalleri ve sivil politikacıları ve akademisyen ve uzman ünvanlı paralı uşakları kendilerinin uygar ve demokrat olduklarına, zorunlu kaldıklarında da son derece temiz, insani amaçlı ve centilmence bir savaş yürüttüklerine inanmamızı istiyorlar. IŞİD ya da benzer fanatik grupların iğrenç terörünü her gün, her saat gözümüzün içine sokan bu bay ve bayanlar, kendilerinin işlediği çok daha büyük savaş ve insanlık suçlarının üzerini özenle örtüyorlar. Yaptıkları bombardımanlar sonucu paramparça olmuş ya da yanmış cesetler görmemizi istemeyen “dünyanın efendileri”, bazı istisnalar dışında tam tersini yapıyor ve böylesi kıyımların dehşet verici izlerini ve bu suçların kendilerini unutturmaya, onları olmamışa çevirmeye çalışıyorlar. O halde biz de tersini yapalım ve bir kaç tarihsel ve güncel örnek üzerinde duralım.
Marks, Kapital'in 1. cildinde şöyle diyordu:
“Protestanlığın o asık yüzlü virtüözleri, New England’lı Püritenler, 1703 yılında meclislerinin bir kararı ile, her kızılderili başı ve tutsak edilen her kızılderili için 40 sterlin ödül koydu: 1720’de kelle başına ödül 100 sterline yükseldi; 1744’te Massachusets-Bay, belli bir kabileyi isyancı ilan edince, şu fiyatlar uygulandı: 12 yaş ve daha yukarısı erkek kafası için 100 sterlin (yeni para), erkek tutsak 105 sterlin, kadın ve çocuk tutsak 50 sterlin, kadın ve çocuk kafası 50 sterlin.” (K. Marx ve F. Engels, Seçme Yapıtlar Cilt 2, s. 161-62)
19. yüzyılın ikinci yarısında ünlü Kızılderili şefi Geronimo’ya karşı savaşmış olan Amerikalı teğmen Davis, “... 'Soylu beyaz adam'la karşılaştırıldığında Kızılderili sıradan bir amatördür. Onun suçları tekil, bizimkisi toptandır” (Hugh Brogan, Longman’s History of the United States of America, s. 63) diyordu. 1868’de 300 silahsız Cheyenne ve Araphoe’nun öldürüldüğü Sand Creek kıyımını anlatan bir ABD hükümet komisyonu raporunda, saldırıyı yöneten Albay Chivington’ın, “Hepsini öldürün ve kafa derilerini yüzün!” dediği belirtildikten sonra teslim olan Kızılderililer'e şunların yapıldığını öğreniyoruz: “Kaçan ve ellerini acıma dileyerek kaldırmış kadınlar vuruldu; çocuklar horgörüyle öldürüldü ve kafa derileri yüzüldü; erkekler işkenceye tabi tutuldu ve organları kesildi.” (aynı yerde, s. 63)
ABD burjuvazisinin uygarlığa en büyük “katkı”larından biri de hemen hemen tümü Zenci olan kurbanların diri diri yakılması, organlarının kesilmesi, saçlarının köklerinden sökülmesi, gözlerinin oyulması vb. gibi biçimler alan “linç” uygulamasıydı. Özellikle ülkenin Güney eyaletlerinde yaygın olan bu uygulama, 1861-65 İç Savaşının hemen ardından kurulan Ku Klux Klan gibi ırkçı örgütler tarafından ve tabii ki devletin hoşgörülü gözetimi altında gerçekleştiriliyordu. Vietnam halkının devrimci önderi Ho Chi Minh, 1924’de yayımlanan “Linç, Amerikan Uygarlığının Az Bilinen Bir Yönü” adlı makalesinde şu bilgileri aktarıyordu: “1889-1919 yılları arasında, aralarında 51 kadın ve kızın ve Birinci Dünya Savaşına katılmış olan 10 askerin de bulunduğu 2,600 Zenci linç edilmiştir. “1919’da linç edilen 78 zenciden 11’i diri diri yakılmış, 3’ü öldürüldükten sonra yakılmış, 31’i vurulmuş, 3’ü işkenceyle öldürülmüş, 1’i parçalanmış, 1’i boğulmuş ve 11’i değişik biçimlerde öldürülmüştür.” (Ho Chi Minh On Revolution, s. 52)
ABD emperyalistlerinin 6 ve 9 Ağustos 1945'te savaşı yitirmiş ve teslim olma noktasına gelen Japonya'nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine karşı atom bombası kullandığı ve bu bombaların yüzbinlerce insanı hemen, patlamalarda bedenleri kısmen yanan ve yoğun radyasyona hedef olan ve derileri bedenlerinden dökülen insanları ise bir kaç gün içinde korkunç acılar çeke çeke öldürdüğünü az-çok duyarlı herkesin iyi-kötü bildiğini söyleyebiliriz. Ancak ABD ve Britanya'nın, İkinci Dünya Savaşı sırasında Japon ve Alman kentlerine karşı gerçekleştirdikleri ve yüzbinlerce sivilin yanarak ya da eriyerek yaşamını yitirdiği stratejik bombardıman ya da yangın kasırgası uygulaması pek fazla bilinmez. “Dresden Holokostu” başlıklı yazımda bu teknik hakkında şu bilgiyi vermiştim:
“Çok sayıda bombardıman uçağının attığı bu bombaların belirli alanlara yoğunlaştırılmasıyla ortaya çıkan çok sayıda küçük yangın birleşerek, sıcaklığın çok yüksek derecelere çıkmasına yol açan tek bir dev ve cehennemi yangın oluşturuyordu. Ardından yüzeydeki soğuk hava kütlesinin yanı sıra insanları ve diğer nesneleri hızla emen ve içine çeken yapay bir ateş kasırgası oluşuyor ve bu kasırga çok büyük sayıda insanın yanarak, parçalanarak, duman ve karbon monoksitten zehirlenerek ve havasız kalarak ölmesine yol açıyordu... Britanya ve ABD emperyalistleri, özellikle 1943’den itibaren bu tekniği Alman ve Japon kentlerine karşı uygulamaya girişmişlerdi. Konvansiyonel denen bombalarla yapılan bu saldırılar, Hiroşima ve Nagazaki’ye karşı kullanılan atom bombalarının ilk elde yaptığına yakın, hatta yer yer daha fazla can ve mal kaybına yol açmıştı. Örneğin, Tokyo’ya karşı ABD uçaklarının Mart 1945’te gerçekleştirdiği bombardımanda 100,000’e yakın insan ölmüştü. John Dower, 1986’da yayımlanan 'War Without Mercy: Race & Power in the Pacific War' (=Acımasız Savaş: Pasifik Savaşında Irk ve İktidar) adlı kitabında Tokyo bombardımanı sırasında kanalların kaynadığını, metallerin eridiğini ve binaların ve insanların birdenbire ateş topuna dönüştüğünü anlatıyordu. 334 B-29 dev bombardıman uçağının katıldığı bu saldırıda, o sıralar 6 milyon kişinin yaşadığı Tokyo üç saat süreyle yoğun bir biçimde bombalanmıştı. 1,665 ton yangın bombasının kullanıldığı bombardımanda 265,000 kadar bina yıkılmış ve yaklaşık 42 kilometrekarelik bir alan tamamen küle dönmüştü. Ölenlerin çoğunu kadınların, çocukların ve yaşlıların oluşturduğu bombardımanda B-29 uçaklarının pilotları, kentin yüzlerce metre üstünde uçuyor olmalarına rağmen yanan insan eti kokusundan ötürü kusmamak için oksijen maskesi takmak zorunda kalmışlardı.”
Dresden'de yaklaşık 200,000 kişinin korkunç bir biçimde can verdiği ABD-Britanya hava saldırısı 13-14 Şubat 1945'te gerçekleştirildi. Bombardımandan iki hafta sonra Dresden’i ziyaret eden bir İsviçreli gördüklerini şöyle anlatacaktı:
“Kopmuş kollar ve bacaklar, parçalanmış gövdeler ve bedenlerinden ayrılmış ve uzaklara savrulmuş kafalar görebiliyordum. Bazı yerlerde cesetler o denli yoğun bir biçimde yığılmışlardı ki, kopmuş kollara ve bacaklara basmamak için kendime geçebileceğim bir yol açmak zorunda kaldım.”
Mickey Z adlı yazar ise, 8 Şubat 2003’de, yani ABD ve suçortaklarının Irak’a saldırısından 1.5 ay kadar önce yazdığı “From Dresden to Baghdad” (=“Dresden’den Bağdat’a”) adlı makalede 1.2 milyon insanın bulunduğu Dresden’e 700,000 adet bomba atıldığını ve kentin bazı yerlerinde ısının 1,000 derece santigrada çıktığının tahmin edildiğini belirttikten sonra bombardımanın yol açtığı yıkımı şöyle anlatıyordu:
“Dresdenlilerin yüzde 70’i ya havasızlıktan boğularak ya da bedenlerini kırmızıya ya da yeşile çeviren zehirli gazlardan etkilenerek öldüler. Aşırı sıcak bazılarının bedenlerini eriterek sakız gibi kaldırımlara yapıştırırken bazılarını da 90-120 cm. boyunda büzüşmüş ve kömürleşmiş cesetlere dönüştürdü. Temizleme ekipleri, olayın yakınlarındaki oyuklarda bulunan ‘insan çorbası’nın arasında yürümek için kauçuk tabanlı botlar giymek zorunda kalmışlardı. Başka bazı durumlarda ise, aşırı derecede ısınmış havanın kurbanları gökyüzüne doğru çektiği ve bunların cesetlerinin küçük parçacıklar hâlinde Dresden’in 24 km. uzağına kadar uzanan bir alana saçıldığı görüldü.” Burada ABD ve Britanya'nın tersine Sovyet hava kuvvetlerinin sivil yerleşim bölgelerini rastgele bombardıman etme ve sivil halkı terörize etme türünden bir pratiği olmadığını da anımsatmak isterim. (İlgilenenler “Dresden Holokostu” başlıklı yazıma şu linkten erişebilirler: DRESDEN HOLOKOSTU - Garbis Altınoğlu | İstanbul Indymedia)
Yeni kuşaklar, ABD emperyalizminin vahşetinin bir jenosit boyutuna ulaştığı Vietnam cehennemini pek bilmezler. Ama 1960'ların ikinci yarısı ve 1970'lerin başında geçen ve Vietnam'a komşu olan Laos ve Kamboçya'yı da etkisi altına alan kapsamlı ABD saldırısı 3 milyon dolayında insanın ölümüne ve milyonlarca insanın yaralanması ve sakatlanmasına yol açmıştı. (İlgilenenler bu konuyu ele alan “Vietnam'ı Unutma!” başlıklı yazıma şu linkten erişebilirler: Vietnam'ı unutma! | İstanbul Indymedia) Bu savaşa katılmış olan şimdiki ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, o sıralar savaş-yanlısı değil, barış-yanlısı bir kişiydi. O 23 Nisan 1971'de, Savaş-Karşıtı Vietnam Gazileri örgütünün sözcüsü sıfatıyla Senato Dışilişkiler Komitesi önünde bir konuşma yapmıştı. O bu konuşmasında savaş gazisi arkadaşlarının ABD'nin Güneydoğu Asya'da işlediği sistemli savaş suçları hakkında anlattıklarını senatörlere şöyle aktarmıştı:
“Onlar zaman zaman kendilerinin ırza geçtiklerini, kulak kestiklerini, kafa kestiklerini, portatif telefonların tellerini insanların cinsel organlarına bağlayıp akım verdiklerini, kol ve bacak kestiklerini, bedenleri patlayıcı koyarak havaya uçurduklarını, sivillere rastgele ateş açtıklarını, köyleri Cengiz Han'ı anımsatır biçimde yerle bir ettiklerini, eğlence olsun diye sığırları ve köpekleri vurduklarını, yiyecek stoklarını zehirlediklerini ve savaşın olağan yıkımına ve bu ülkeye uyguladığımız bombardımanın yol açtığı olağan ve çok kapsamlı yıkıma ek olarak Güney Vietnam'ın kırsal alanlarını yakıp yıktıklarını anlattılar.”
Sonuç
Listeyi daha da uzatabilir ve ABD'nin 1899-1902 yıllarında Filipinler'i işgali sırasında gerçekleştirdiği kıyımdan 1990'larda ve 2000'lerde Afganistan ve Irak'ta yaptığı kıyımlara ve özellikle de uşakları aracılığıyla gerçekleştirdiği kıyımlara kadar bir dizi korkunç savaş suçuna değinebilirdim. Ama buna gerek yok.
Bu yazıya ABD emperyalizminin niteliğini uzun ve ayrıntılı analizlerden çok daha iyi anlatan bir alıntıyla, ABD Deniz Piyadesi Tümgenerali Smedley D. Butler’ın 1935 yılında söylediği şu sözleri aktararak son veriyorum:
“Otuzüç yıl dört ay süreyle aktif askeri hizmette bulundum. Ve bu süre içinde zamanımın çoğunu Büyük Sermaye, Wall Street ve bankacıların öndegelen bir koruma görevlisi gibi çalışmakla geçirdim. Özcesi, ben bir çete elemanı, bir kapitalizm gangsteri idim... “Bu çerçevede 1914’de Meksika’yı ve özellikle Tampico’yu Amerikan petrol çıkarları için güvenli hale getirmeye yardım ettim. Haiti ve Küba’yı National City Bank’taki delikanlıların paralarını rahatça tahsil edebilecekleri bir yer haline getirmeye yardım ettim. Wall Street’in çıkarları için yarım düzine Orta Amerika cumhuriyetinin ırzına geçilmesine yardım ettim. Çete sicilim uzundur. 1902-12 arasında Nikaragua’yı, Brown Brothers uluslararası bankacılık kurumu için arındırmaya yardım ettim... 1927’de Çin’de Standard Oil şirketinin işlerini rahatsız edilmeden görmesine yardım ettim. “...Çeşitli onurlarla, madalyalarla ve yükseltmelerle ödüllendirildim. Geçmişe dönüp baktığımda Al Capone’a bir kaç yararlı ipucu verebilirdim, diye düşünüyorum. Onun çetesi, kentin üç semtinin ötesine geçememişti. Bense üç kıtada cirit atıyordum.” (Felix Greene, The Enemy, s. 106-07)
Hiç yorum yok