Pakistanlı Bir Komünistle Söyleşi:Vijay Singh
Tufeyl Abbas; Pakistan Mazdoor Mahaaz örgütünün lideri ve Urduca yayın yapan aylık Awami Manshoor dergisinin genel yayın yönetmeni. Pakistan’ın en tanınmış komünist liderlerinden biri olan Abbas, siyasi faaliyetleri nedeniyle cezaevinde uzun yıllar geçirdi. Uluslararası ilerici-komünist hareketten göreceli olarak izole edilmiş olmasına rağmen; Hasan Nasır, Azhar Abbas ve Zeki Abbas gibi yoldaşlarıyla birlikte, onlarca yıl boyunca Pakistan komünist hareketinin başında oldu. Liderliğini yaptığı hareket; Sovyet ve Çin revizyonizmlerine karşı yürütülen ideolojik mücadele açısından kilit önemdeydi.
Bugün Mazdoor Mahaaz, ülkenin dört eyaletinin tamamında güçlü bir sendikal hareket yaratmış bulunuyor. Son dönemde; diğer sol ve demokratik örgütlerle birlikte, Halkın Demokratik Hareketi adlı cepheyi kurdular. Cephe; amacını askerileştirmeye, emperyalizme, feodalizme ve dinci gericiliğe karşı mücadele etmek olarak tanımlıyor. Okuyacağınız söyleşi; 2005’in son günlerinde, Hindistan’da yayınlanan “Revolutionary Democracy” dergisi genel yayın yönetmeni Vijay Singh tarafından gerçekleştirildi.
Pakistan’daki mevcut durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? General Pervez Müşerref’in oynadığı rol ve amaçları nedir?
Tufeyl Abbas: Pakistan 1947’de doğmuştu; ancak mevcut siyasi durum, bölgemizde son 58 yıldır uygulanan politikaların devamıdır. Bütün bu yıllar içinde politik hayatta hiçbir temel değişim yaşanmadı, kısa vadede de yaşanacak gibi görünmüyor. Ülke henüz gerçek demokrasi, hatta parlamenter demokrasi niteliklerine dahi haiz değil. Derin kökleri olan feodalizm, aşiret sistemi ve emperyalist güçlerin pençeleri altındaki egemen sınıflar nedeniyle, gerçek demokrasi bir yana, kapitalist bir toplumun doğması bile mümkün görünmüyor. Zaten ülke, 2. Dünya Savaşı’nın ardından İngiliz emperyalizminin zayıflamasının bir sonucu olarak, emperyalist güçlerin isteklerine uygun bir biçimde yaratılmıştı.
1953’ten sonra, Amerikan emperyalizmi, çeşitli paktlar ve askeri anlaşmalarla ülkenin denetimini eline geçirdi. Bu, ancak egemen sınıfların işbirliğiyle mümkün olmuştur. Dolayısıyla egemen sınıflar, Hindistan’daki kadar güçlenememiştir ve daha önce İngiliz emperyalizminin bekçisi olan ordu, sonraki yıllarda hem egemen sınıfların, hem de bölgedeki emperyalist politikaların bekçiliğini üstlenmiştir.
Egemen sınıfların oynadığı demokrasi tiyatroları hiçbir zaman uzun sürmedi ve her seferinde, orduyu imdada çağırdılar. Ordu da, sistemi kurtarmak için her seferinde uzun süreler boyunca iktidarda kaldı. Her klik, ABD’nin emperyalist politikalarına uyumlu davrandığı sürece iktidarda kalabilmiştir. Bu politikalarla uyumsuz bir yola saptıklarında ise, ya görevden el çektirildiler, ya devrildiler, ya da “kazalarla” öldürüldüler.
Devlet Başkanı General Müşerref, eski başbakan Navaz Şerif’in tutumu nedeniyle iktidara el koymaya mecbur kaldığını söylemişti. Ama daha sonra anayasayı değiştirdi ve böylece, 2007’ye kadar devletin başı olarak iktidarda kalma planını hayata geçirdi. Öyle görünüyor ki, 2020’ye kadar iktidarı kimseye bırakmamak niyetinde. Ve ABD emperyalizminin tam desteğine sahip.
Müşerref’in politikalarını ise; feodal-kapitalist toplumu ABD emperyalizminin çıkarlarına uygun bir biçimde işler tutmak ve iktidarda kalmaya devam etmek olarak özetleyebiliriz.
Sindh, Pencap, Belucistan ve Kuzey Batı Sınırı Bölgesi (NWFP) bağlamında, Pakistan’da ulusal sorunu nasıl açıklıyorsunuz?
Ulus ve milliyetler sorunu hemen bütün ülkelerde var; ama Pakistan’daki sorun, ülkenin bölgedeki konumu nedeniyle epey kendine özgü. Pakistan; birbirine geçmiş iki farklı din ve milliyet kavramı üzerinden yaratılmıştır. Ülke, “İki Ulus Teorisi” temelinde ikiye bölünmüş, din ise, ulus kavramıyla eşitlenmiştir.
Pakistan’ın kurulmasından sonra, ülkedeki farklı milliyetleri, batıda Pathanlar, Pencaplılar, Sindiler ve Belucler, doğuda ise Bengalliler olarak sıralayabiliriz. Doğu ve Batı Pakistan’da siyaset birbirinden farklıydı. Hindistan’ın bölünmeden önceki haline bakarsanız, farklı bölgelerin raca ve mihraceler tarafından yönetildiğini, ama Mughal iktidarı altında ülkenin bütünlüğünü koruduğunu (Birmanya ve Sri Lanka hariç) görürsünüz. Mughal iktidarının sonuna doğru iktidar zayıflamıştı ve devlet içi çatışmalar sayesinde İngiliz yanlıları kontrolü ele geçirdiler.
2. Dünya Savaşı’nın ve İngiliz emperyalizminin zayıflamasının ardından, hem Hindular, hem de Müslümanlar, İngiliz boyunduruğuna karşı birlikte özgürlük mücadelesi verdiler. 2. Dünya Savaşı’nın ardından birçok ülkede patlak veren özgürlük isyanları, emperyalistleri dünya çapında zayıflattı.
Doğu Avrupa demokrasi yoluna girerken; Vietnam ve Çin’de silahlı mücadele başladı. 2. Dünya Savaşı’nın ardından İngiliz emperyalizmi durumu anladı ve Hindistan’da, Çin’deki gibi bir silahlı mücadelenin patlak vermesini önlemek için bağımsızlık ve özgürlük dalgasını reform kanallarına akıttı. Burjuva partiler kurmak için bizzat uğraştı: Önce Kongre Partisi, ardından Müslüman Ligası. Komünist Parti vardı, ama Vietnam ve Çin’dekilerin aksine, devrimci bir çizgi izlemedi. Bu parti de, ülkenin din temelinde bölünmesinde rol oynadı.
İngiliz egemenliğine karşı hareketler ve isyanlar; egemen sınıfların ellerindeydi. NWFP’de Han Gaffar Han, Kongre Partisi’nin etkisi altındaydı. Pencap’ta Birlikçiler, Sindh’te feodal ağalar, Belucistan’da aşiret ve feodal kuvvetler, Bengal’de de feodal ağalar ön plandaydı. Ülkenin bölünmesinden kısa bir süre sonra, bu egemenler işe koyuldu.
En büyük bölge olan Pencap’ta büyük toprak ağaları, iktidarda kalmak için Müslüman Ligası’na katıldı. Pencap’ın politikaları, diğer bölgeleri de etkiledi. Hindistan bölünmeyi kabul etti, ama Pakistan’ın çok uzun zaman ayrı kalamayacağını düşünüyordu. İktidardaki Müslüman Ligası, Hindistan’dan gelen partililerin kalesiydi ve Pakistan bölgesindeki egemenler, onların iktidarını kabul etmedi.
Cinnah’a karşı tabandan gelen güçlü dalga, daha Pakistan’ın kurucu lideri ölmeden yükselmeye başlamıştı. Doğu Pakistan (Bengal) ziyaretinde, Urducayı resmi dil ilan etti. Bu açıklama gösterilere, isyanlara ve en sonunda bölünmeye yol açtı. Sindh bölgesinde de, dil sorunundan dolayı kan aktı.
Cinnah’ın ölümünün ardından, egemen sınıflar, Hindistan’dan gelmiş olan Müslüman Ligası üyelerine isyan etti. Parti, Pencap’ta iktidarda kalabilmek için anayasanın dışına çıktı ve seçimler ulusal çapta yapılmadı. 1954’te, Doğu Pakistan’da seçimler yapıldı. Müslüman Ligası yenildi ve Avam Ligası oyların çoğunu aldı. NWFP’de, Kongreci olan Han Abdül Gaffar, Pakistan’a karşıydı ve bu devletin kurulmasını asla kabul etmedi. 1946’daki din referandumunu kaybetti. Pakistan’da gömülmek bile istemiyordu; bu nedenle naaşı Afganistan’ın başkenti Kabil’de toprağa verildi. Sindh bölgesinde de, insanlar, Müslüman Ligası’nı terketmekteydi. Hindistan’dan göç edenler bu bölgeye yerleştikçe, sorunlar arttı. Aşiretlerin yönetimindeki Belucistan Pakistan’a katılmıştı, ama onun da sorunları vardı.
Sorunların çözümü için feodalizm ve aşiret sisteminin yok edilmesi, sanayiin geliştirilmesi, ülke çapında özgür ve adil seçimlerin düzenlenmesi, bölgesel özerkliğin sağlanması gerekliydi. Ama bu yapılmadı. Egemen sınıflar, kendi çıkarları uğruna hareket etmeye devam ettiler. Ülke, sıkıyönetim yasaları ile yönetilmeye başlandı. 1971 seçimlerinde iktidar, çoğunluğu alan partiye verilmedi ve ülke parçalandı. Hindistan da bu süreçte rol oynadı. Egemen sınıflar orduyu iktidarı almak için göreve çağırdığında, ordu da, kitlelere karşı aynı baskıcı politikaları izledi.
Yeni Pakistan’da, bütün bölgeler özerkliklerini talep ediyor ve büyük bölge olan Pencap’a karşı sloganlar atıyorlar. Ne yazık ki, egemen sınıflar, bölgesel özerklik gibi burjuva bir talebi dahi kabul etmeye razı değil.
İşçiler ve köylüler, ezilenler egemen sınıflara karşı birleşik bir mücadele yürütüp sistemi değiştirmek üzere ayağa kalkmadıkça, bu durum değişmeyecektir.
Mazdoor Mahaaz hareketinden bahsedebilir misiniz? Bu hareket, bir komünist sendikal hareket inşa edebilir mi?
Mazdoor Mahaaz, devrimci ideolojiye sahip bir işçi ve köylü partisidir. Parti; merkezi bir örgütlenmeye sahiptir ve ülkenin 4 bölgesinde, bölge komiteleri üzerinden faaliyet yürütür.
Partimizin, Türkiye’deki Emek Partisi’ne oldukça benzer bir yapısı olduğunu söyleyebilirim.
İşçi sınıfının liderliği altında, köylüleri ve bütün yurtsever unsurları birleştirmeye, feodal ve emperyalist kuvvetleri alaşağı edip, devrimci değişimi gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bu da, ancak devrimci bir ideoloji ve devrimci taktiklerle, ülke çapında bir devrim hareketi yaratmakla mümkün olacaktır.
Aylık derginiz Awami Manshoor’da ne tür bir faaliyet yürütüyorsunuz? Derginin Pakistan solundaki etkisi nedir?
Dergimizin ilk sayısı, 1964’te, Havayolları Çalışanları Sendikası’nın yayın organı olarak çıktı. Bu sendika, dönemin en ilerici sendikasıydı. 1974’te, Zülfikar Ali Butto hükümeti döneminde, dergi yasaklandı. Aynı isim altında Haziran 1989’da tekrar çıkmaya başladık ve dergimiz, o günden beri, Mazdoor Mahaaz hareketinin yayın organı olarak yayına devam ediyor. Derginin temel politikası; ülkede toplumsal ve siyasi değişimi sağlama mücadelesine katkı sağlamak. Okuyucuları; ülke çapında ve Hindistan başta olmak üzere, diğer ülkelerde Urduca bilenlerden oluşuyor. Yayın organımızda, sadece ülkedeki siyasi durumun nesnel analizine değil, devrimci ideoloji ışığında uluslararası analizlere de yer veriyoruz. Klasik Marksist yazından örnekler veriyor, ilerici düşünceyi yansıtan şair ve yazarlardan katkı alıyoruz. Elbette, dergimizin gerçek devrimci ideolojiyi yansıtan tek dergi olduğunu söylemek doğru olmayacaktır.
Stalin’in ölümünden sonra SSCB, Çin ve Arnavutluk’ta yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
1954’te cezaevindeyken, Bükreş’te yayınlanan bir dergiyi şans eseri okumuştum. “Kalıcı Barış ve Halk Demokrasisi İçin” adlı bir dergiydi. Kapak haberi, Stalin’in mezarının kazıldığıyla ilgiliydi. Cezaevinde, Stalin’e bunu yapıyorlarsa, bir gün Lenin’e de yapacaklarını konuşmuştuk. Sonunda o da oldu zaten.
SBKP, revizyonist politikaları benimsedi ve bu politikalar SSCB’nin dağılmasıyla sonuçlandı. Şimdi eski SSCB ülkeleri, kapitalist piyasa politikalarının boyunduruğu altında.
Çin ise, Mao Zedung’un yönetimi altında, Stalin’in ölümünden sonra nispeten devrimci ideolojiyle devam etti; Rus revizyonizmi ve Amerikan emperyalizmine karşı çıktı. Ama Rusya ile olan sınır sorunundan sonra Amerikancı bir çizgiye kaldı. Yavaş yavaş o da piyasa ekonomisine yöneldi ve bugün de, büyük ölçüde ABD’nin müttefiki durumundadır.
1 Ekim 1966’daki Kültür Devrimi kutlamalarına, Çin Komünist Partisi tarafından davet edilmiştim. Tanık olduklarımdan sonra, üç çekincemi oradakilerle de paylaştım.
Birincisi, “üçüncü dünya” sorunu. Bize göre, bu slogan bilimsel değildir; çünkü biz, sadece iki dünya olduğuna inanıyoruz. “Üçüncü Dünya” sloganı, Tito’nun “bağlantısızlar” hareketinin yerine geçirildi. Çinlilerin bu konuda bana verdikleri yanıt, tatmin edici değildi.
İkincisi; Çin yönetiminin Pakistan’da iktidara gelen her hükümeti destekleme politikasıydı; ister askeri diktatörlük, ister demokratik hükümet olsun. Her hükümetle iyi ilişkilerini korudular.
Üçüncüsü ise, Mao Zedung kişi kültüydü. Biz Mao Zedung’un oynadığı rolün bilincinde olsak da, bu kültü kabul etmedik.
1978’de, bir kez daha Çin’e davet edildim. Mao Zedung ölmüş, yerini Hua Kuo-feng almıştı.
Hua; hem İran Şahı ile, hem de Tito ile iyi ilişkiler kurmuştu; dolayısıyla revizyonist politikalar benimsenmişti. Ziyareti reddettim. Bu arada Yoldaş William Ash ile tanıştım ve onunla uluslararası durumu tartıştık. Bazı noktalarda bana katıldı, katılmadığı bazı noktalarda ise, Enver Hoca Yoldaş’ın kitaplarını okumamı tavsiye etti. Özellikle, “Çin Üzerine Düşünceler”i. Enver Hoca’nın bütün kitaplarını okuduktan sonra, onun düşüncelerini tamamıyla benimsedim ve bu çizgiyi faaliyetimize taşıdık.
Emperyalist küreselleşmenin ekonomiye ve işçi sınıfı hareketine etkisi ne oldu?
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, “küreselleşmeye karşı çıkmanın yerçekimine karşı çıkmak gibi olduğunu” söylüyor. Bazıları küreselleşmenin kaçınılmaz olduğu kanısında. Bazıları için ise, küreselleşme; dünyanın sorunları, çözümleri ve kaynaklarının giderek daha çok iç içe geçmesinin bir yansıması. Küresel eğilimler, ayağımızın altındaki toprağı kaydırıyor. Toplum, teknoloji ve çevre alanındaki bu kayışlar, önümüzdeki 30 yıl içinde sermaye için büyük meydan okumalar olacak. Bir küreselleşme karşıtının dediği gibi, “Hızla değişen küresel ekonomide; sadece esnek olabilen ülkeler, şirketler ve işçiler ayakta kalacak, uyum sağlamaya en çok istekli olanlar gelişecek. Uluslararası sorun ve çatışmalar ve kaynaklardaki azalma eğilimi, 21. yüzyılın en büyük sorunlarından olacak.”
Küreselleşmenin etkilerine bakalım. Dünyanın en büyük 100 ekonomisinden 51’i küresel şirketler, 49’u ise ülkeler. Şirket gelirleriyle ülkelerin milli gelirini karşılaştırdığımızda, buna uygun bir sonuç çıkıyor. General Motors Danimarka’dan, Wal-Mart Suudi Arabistan’dan, IBM Singapur ve İrlanda’dan, Sony ise, Pakistan’dan daha büyük.
Küreselleşme, liberalize edilen ticaret politikaları ve yabancı sermaye; Hindistan, Çin ve Pakistan gibi geleneksel olarak yoksul ülkeler için kaygılandırıcı sonuçlar yaratıyor. Bugün insanlık, tarihindeki en büyük gerici saldırı ile karşı karşıya bulunmakta. Bu saldırı, kimi zaman “Yeni Dünya Düzeni”, kimi zaman küreselleşme, kimi zaman piyasa ekonomisi, kimi zaman neoliberalizm adı altında yürütülüyor. Uluslararası sermaye güçleri; uluslararası sermayenin hareketini sınırlandırmaya çalışan veya piyasa sistemine uyum sağlamayı reddeden ülkeleri hedef alıyor ve cezalandırıyor.
Uluslararası sermaye güçlerinin diğer hedefleri ise; farklı ülkelerdeki anti-emperyalist, ilerici ve demokratik güçler. Bağımsızlık ve demokrasi için mücadele edenler, bu mücadelenin yarattığı değerler de saldırı altında. Gerici güçler; sosyalizmin gerçek savunucularına, işçi sınıfının kurduğu bağımsız sınıf örgütlerine de saldırmaktalar. Bu arada, dünya çapında küreselleşme ve emperyalizm karşıtı gösterilere, protestolara milyonlarca insan katıldı. Bu eylemleri önemli buluyoruz.
Pakistan’daki mevcut komünist ve sol örgütleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pakistan’ın kuruluşu sırasında sanayiden söz edilemezdi. İşçi sınıfının yokluğunda; komünist veya sol politikanın bir güç haline gelmesi mümkün değildi. Ülkenin bölünmesi sırasında din ile ulus kavramları eşit tutuldu ve “iki ulus teorisi” sunuldu. Ülke din temelinde bölündüğünde, Hindu çoğunluk, topraklarından vazgeçmeye razı olmadı. Bağımsızlık savaşını birlikte veren Hindu ve Müslümanlar, karşı karşıya geldiler. Çok kan aktı. Bölünmeden önce, ülkenin bu kesiminde hiçbir ilerici hareket yoktu. İlerici Hindu ve Sihler, Hindistan tarafına göç etmişti.
Komünist Müslümanlar ise, Hindistan’dan gelerek, Komünist Parti’nin merkez komitesini oluşturdular. Öyle ki, partinin genel sekreteri bile Hindistan’dan gelmişti. Parti, ülkenin bölünmesini kabul edip Müslüman Ligası’nın kuyruğuna takılarak, sağ oportünist bir politikayı benimsedi. Giderek, hiçbir etkisi kalmadı. Parti genel sekreteri, 4 yıllık hapis hayatından sonra, Hindistan’a gitti; diğer merkez komite üyeleri de ülkeyi terkettiler. 1954’te komünist parti yasaklandığında, kitlesel tutuklamalar gerçekleştirildi. Cezaevinden çıkanların ezici çoğunluğu Hindistan’a gitti, bir kısmı ise İngiltere gibi ülkelere.
Ancak tarihin seyri önlenemez. Gerçek bir devrimci parti kurma çabası hep devam etti. SSCB’de revizyonizm, Çin’de reformizm ve sözde Afganistan devriminin, Pakistan’da işçi sınıfı hareketini güçlendirme çabalarına hep darbe vurduğunu söyleyebiliriz. Sanayiin gelişmesiyle birlikte, Hindistan’dan gelmiş olan işçiler, kendi ülkelerindeki grev ve direniş politikalarını buraya taşıdı. Büyük etki yarattılar. Bu nedenle, farklı hükümetler, hep sendikalı işçilere, sosyalistlere saldırdı, onları tutukladı, mücadeleyi bırakmaya zorladı. Bazı sol kesimler “sivil toplum” politikalarını benimsediler. Bu da, işçi sınıfı hareketi ve sol politikayı tamamen çökertti.
Böylesi zorlu koşullara rağmen, bugün sendikal hareket ve sol politika; doğru bir hatta oturma yolundadır. Devrimci hareketin ilerlemesi için doğru taktikleri uygulamaya çalışmaktayız.
Kaynak
Revolutionary Democracy
Kaynak
Revolutionary Democracy
Hiç yorum yok