“Canavarların Çirkin Ardışıklığı” ve “Teratoloji” olarak Evrensel Tarih?
Domenico Losurdo
Orijinal Çeviri; David Ferreira
“Canavarların Çirkin Ardışıklığı” ve “Teratoloji” (fantastik yaratıklar ve canavarlarla ilgili mitoloji) olarak Evrensel Tarih?
Tarihte damnatio memoriae'ye (hafızanın kınanmasına) mahkûm edilen hareket, "efendi ırk"ın kibrine diğer tüm hareketlerden daha fazla radikal biçimde meydan okuyan Klasik sömürge geleneğinden Üçüncü Reich'ın onu radikalleştirme girişimine kadar yüzyıllar boyunca hüküm sürmüş olan ve bunu Avrupa'nın tam kalbinde uygulayan harekettir.
Ancak tarihte benzer bir kriminalizasyon sürecine maruz kalmayacak hiçbir hareket yoktur. Örneğin liberalizmi ele alalım.
Eğer yazdığı en iyi sayfaları (iktidar, hukukun üstünlüğü, ya da üretici güçlerin gelişimine yönelik güçlü destek anlayışı ve piyasadan, rekabetten ve bireysel inisiyatiften gelebilecek sosyal zenginlik) görmezden gelirsek, ve sadece sömürge halklarının veya (yüzyıllar boyunca köleleştirmeye, vahşi zor kullanımlı çalıştırma biçimlerine ve soykırım uygulamalarına ve hatta tarihçiler tarafından giderek daha fazla kullanılan terime göre “soykırıma” maruz kalmış) sömürge kökenli halkların maruz kaldığı kadere odaklanırsak, liberalizm bile az çok kriminal bir bakış açısıyla okunabilir.
“Terörle Savaş”ın mevcut ortamında, (Ayrım gözetmeyen ve sınırsız bir şiddet kullanımıyla çocukların bile hedef alındığında), 2004 yılında Rusya'nın Beslan kentinde meydana gelen korkunç intihar saldırılarına atıfta bulunarak, İslam'ın yayılmasını kanlı ve acımasız bir fetih tarihi olarak yeniden inşa eden, mağlupları vahşice yöneten ve sadece kan izi bırakan kitapların eksikliği kesinlikle yoktur.
Aynı Hindistan'daki kast toplumunu ve daha genel olarak on dokuzuncu yüzyıldan başlayarak sömürge halklarının kurtuluş mücadelesini teşvik etmesini radikal bir şekilde sorgulaması gibi, Hıristiyanlığın yeniden fethinden önce İspanya'yı karakterize eden çok ırklı ve çok kültürlü büyük uygarlığın yaratılmasında İslam'ın rolü gizlenmiş ve unutulmuştur.
Diğer taraftan, tek gerçek tanrıyı bilme iddiasının doğasında var olan hoşgörüsüzlüğü ve şiddeti kınamaya kendini tamamen adamış anıtsal Hıristiyanlığın Kriminal Tarihi'nin yayınını alıntılayabiliriz; bunlar (dış kafirlere ve iç kafirlere karşı ilan edilen) yok etme Haçlı seferlerinin, din savaşlarının, Engizisyonun, cadı avlarının, Batı'nın sömürge genişlemesinin meşrulaştırılmasının ve ardından gelen dehşetlerin, yirminci yüzyılda bile zalim ve kanlı rejimlere verilen desteklerin öfkeli bir kınamasını içerir. 1036 Ve yine beceriklilik, göz ardı etmek ile birleştirilir.
İnsanlar arasında eşitlik fikrini vaaz eden ve on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllara kadar kölelik karşıtı görüşleri ve kölelik karşıtı hareketi besleyen Hıristiyanlık, demokratik toplumun oluşumunda önemli bir parçadır. Nietzsche, berrak nefretinde bunu çok iyi anladı; görünüşlerine rağmen, Hıristiyanlığı ve peygamberlerin ilk Yahudiliğini karakterize eden, doğası gereği şiddet içeren ve suç olan dürtüyü kınaması tam da bu nedenleydi; Eşitlik fikri etrafında ve genel olarak zenginlik, güç ve efendilik statüsüne karşı toplanan Yahudi peygamberler, köylü savaşları, Püriten Devrimi, Fransız Devrimi ve Paris Komünü sırasında meydana gelen katliamların sorumluları arasında ilk sırada yer alırlardı. On dokuzuncu yüzyıl antisemitizminin ve Hitler'in komünist harekete ve 1917 Ekim'indeki "Yahudi-Bolşevik" devrimine kadar uzanan bir süreklilik çizgisi.
Dahası, komünist hareket oldukça sık olarakerken Hıristiyanlık veya İslam ile karşılaştırıldı. Böylece, bu evrensel tarihin tasviri, “suçun evrensel tarihi olarak” anlaşılan tasviri ile, neredeyse tamamlandı.
Suçların tarihi sıralanması sadece onların motivasyonlarını engellemekle kalmaz, aynı zamanda kesintisiz sürelerinin sebeplerini de ortadan kaldırır, öyle ki bir bütün olarak tarih, Hegel'in söyleyeceği gibi, gezegensel boyutlarda bir “mezbaha” ya da son derece anlaşılmaz bir "mysterium iniquitatis" - "kötülüğün gizemi" olarak tasvir edilir. 1037
Şimdi konuyu —Gramsci gibi gözlemleyebiliriz—geçmiş bu haliyle bize “mantıksız” ve “canavarca” görünüyor: bir bütün olarak tarih, "garip bir canavarlar dizisi", "teratoloji" –“canavarlar mitholojisi”olarak tasvir edilir.1038
Ekim 1917 ile başlayan olayların bir suça veya suç deliliğine indirgenmesine karşı çıkan yazarlar ve bir şekilde komünizmin onurunu savunmaya çalışan kişiler, zaman zaman kendilerini o hareketin tarihinin karanlık sayfalarından uzaklaştırarak ve bunları Bolşevik devriminin orijinal fikirlerinin ve Lenin ile Marks'ın öğretilerinin ihaneti veya yozlaşması olarak damgalayarak tepki veriyorlar. Yakından bakıldığında, bu yaklaşım aynı zamanda analiz etmeyi yeni bitirdiğimizden çok da farklı olmayan bir sonuca yol açıyor.
Hıristiyanlığın Kriminal Tarihi'ndeki bütün sayfalar acımasızca “ihanet” ve “yozlaşma” örnekleri mi veriyor? Reforma (ve Luther tarafından ciddiyetle ilan edilen her Hristiyan’ın özgürlüğü ilkesi) ve daha sonra Protestanlığın yanında yer alan rejimlere ne dersiniz? Bu çizgiyi takip eden Cromwell, Puritan Devrimi'nin orijinal kahramanlarıyla ilgili olarak “yozlaşmış” bir kişidir, ve Jakobenlerin Terörü, 1789 ideallerinin “yozlaşması”dır. Modern İslami köktencilik, Kuran ve Muhammed'in öğretileriyle ilgili olarak bir "yozlaşma" mıdır?
Bu yaklaşıma bağlı ve aynı fikirde olan herkes liberal Batı'nın sömürge halklarını köleleştirmesini ve yok etmesini “liberalizmin” bir yozlaşması olarak görebilir.
Bu nedenle, “hainler” Washington, Jefferson, Madison – tüm köle sahipleri – ve ilave olarak "bu vahşilerin [Kızılderililerin] köklerinden sökülmesinin Providence tarafından, toprak ekicilerine yer açmak amacıyla planlandığı görüşünde olan Franklin olacaktır.
Locke ayrıca liberalizme hain olarak da sınıflandırılmalıdır, çünkü genel olarak bu düşünce tarzının babası olarak kabul edilir ve yalnızca Yerli Amerikalıların mülksüzleştirilmesini (ve sınır dışı edilmesini) meşrulaştırmakla kalmamış, ama aynı zamanda, seçkin bir bilim adamının (David B. Davis) gözlemlediği gibi, "mutlak ve sürekli köleliği haklı çıkarmaya çalışan son büyük filozof" idi.
Bu şekilde yola çıkarak, liberalizmin büyük şahsiyetlerinin kahramanlık anıtlarını onursuz bir hainler galerisine dönüştürüyoruz.
John C. Calhoun gibi büyük bir liberal kölelik teorisyeninin gözünde, bu tür bir argüman daha da şüphelidir, Liberal hoşgörü ve mülkiyet haklarına saygı konusundaki tüm biçimlerine ihanet edenler, tam da Jakobenizmleri ve kölelik karşıtı fanatizmleriyle kölelik karşıtlarıdır. Eğer bu yaklaşımı Marksizm ve komünizm tarihine uygularsak çok daha ikna edici olmaz. Bu yaklaşımla, özellikle SBKP'nin Yirminci Kongresi'nden başlayarak, Stalin mükemmel bir suçlu haindir. Ancak, de-Stalinizasyonun bu şampiyonlarının, Çin ve Arnavut komünist partileri tarafından ihanet ve “revizyonizm” ile suçlandığını unutmamak gerekir. Günümüzde kriminalizasyon süreci aynı zamanda Lenin'i, Mao Zedong'u, Tito'yu -Pol Pot'tan bahsetmiyoruz bile- hedef alıyor ve Ho Chi Minh ve Kastro bile bundan kurtulamıyor.
İhanet kategorisine dayanarak gerçekten sefil bir sonuca ulaşılır.
Kendi başına bir suç olarak komünist hareketin tarihi, egemen ideoloji tarafından muzaffer bir şekilde yazılmış, - egemen ideolojiyle özdeşleşemeyenler tarafından – basit bir şekilde orijinal ideallerine ihanet tarihi olarak yeniden isimlendirilmiştir. Eğer en karanlık bölümlerini orijinal ideallerine ihanet olarak tanımlamak istersek, Liberalizm ya da Hristiyanlık okumalarında tüm bu farklı sonuçlara ulaşılamaz.
Sonuç olarak, burada eleştirilen yaklaşım, bir önsel saflık ve kutsallık statüsüne yükseltilmiş doktrinlerin talihsiz ve gizemli yozlaşma ve tahriflerinin tarihi ile ikame edilen gerçek ve dünyevi tarihi silme hatasına düşmektedir.
Ancak teori asla masum değildir. Sovyet Rusya tarihinin asil orijinal fikirlerinin “ihaneti” ve “yozlaşması” açısından okunması, çoğu zaman modern tarihçilik tarafından, yalnızca Bolşeviklerin topluca kriminalize edilmesine derinden bağlı olmakla kalmayıp, ama aynı zamanda Bolşeviklere ilham veren yazarları Terör ve Gulag'ın orijinal teorisyenleri olarak kınayarak, küçümsenerek reddedilir.
Kesintisiz süreklilik çizgileri çizmekten ve oldukça farklı sorumluluk türlerini birbirine karıştırmaktan kaçınmak gerekirken, yine de Marks ve Engels'in masumiyetleri efsanesini reddederek ve etkilerinin gerçek tarihini ve bu etkinin nedenlerini araştırarak (ne kadar dolaylı ve sınırlı olursa olsun) oynadığı rolü sorgulamaya izin verilir ve hatta zorunlu kılınır. Ancak o zaman, farklı ve karşıt bir entelektüel gelenek içinde yer alanlar da dahil olmak üzere tüm büyük entelektüellere karşı benzer bir yaklaşım benimsemek gerekir.
Örneğin Locke'u ele alalım. “Papaistler”e hoşgörü ve hatta “merhamet” göstermeyi reddetmesi ile İrlanda'da Katoliklerin uğradığı katliamlar arasında bir ilişki var mı?
Ve onun sömürgelerdeki köleliği ve köle ticaretini teorik olarak haklı çıkarması ile bugün bazı Afrikalı Amerikalıların Siyah Holokost olarak adlandırmayı tercih ettiği, siyahların yaşadığı trajedi arasındaki temel bağlantıdan ne oluyor?
Ayrıca Marks ve Engels'in zamanına da dönebiliriz: John Stuart Mill gibi, Batı'nın "aşağı" ırklar üzerindeki "despotizmi" ("mutlak itaat" göstermesi gereken) ve çalışmaya ve disipline yabancı "vahşi kabileler"e dayatılan köleliğin faydalı doğası hakkında bir teorisyen, sömürgeci yayılmaya eşlik eden terör ve katliamlardan kısmen sorumlu tutulabilir mi?
Hiçbir hareket veya kişi bu sorulardan kaçamaz.
Nietzsche'nin, devrimci döngünün yıkıcı ve kanlı doğasını açıklamak için Yahudi peygamberlerin ve Kilise'nin kurucularının güce ve servete karşı ateşli kızgın suçlamalarına atıfta bulunduğunu gördük.
Bunun tersine, haçlı seferlerinin kahramanlarını Hıristiyanlığa hain olmakla suçlayanlar, genellikle ihmal edilen bir ayrıntıyı gözden kaçırmasalar iyi ederler: Bu dinin kutsal kitaplarının ayrılmaz bir parçası, “Rab'bin savaşlarını” en acımasız biçimlerinde bile meşrulaştıran ve kutlayan Eski Ahit'tir. Bu durumda, orijinal fikirlerin asaletini, gerçek tarihinin vasatlığı ve dehşetiyle karşılaştırmak da yanıltıcıdır.
Teorinin masum olmadığını doğruladıktan sonra, sorun farklı sorumluluk seviyelerini tanımlama meselesidir. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda, siyah kölelerin bedenleri, Locke'un hissedarı olduğu Kraliyet Afrika Şirketi (köle ticaretini yöneten şirket) olan RAC harfleriyle damgalandı.
Kişinin söyleyebileceği tek şey, Komünist Parti Manifestosu'nun yazarlarının, ölümlerinden birkaç on yıl sonra Gulag'ı karakterize edecek olan zorunlu-çalıştırmadan kâr etmedikleridir. Marks ve Engels, her halükarda, ölümlerinden sonra ve onları on yıllarca ayıran bir dönem sonra uygulamaya konacak olan şiddeti önceden meşrulaştırmakla suçlanabilirler.
Ancak Mill, kendisi için çağdaş olan uygulamaları meşrulaştırıyor; benzer şekilde, Tocqueville'de de, az çok soykırım niteliğinde olan (isyancıların kontrolündeki bölgelerde bulunan kent merkezlerinin sistematik yıkımı) sömürgeci uygulamaların geleceğe değil, şimdiki zamana atıfta bulunan açık tavsiyelerini okuyabiliyoruz.1039
Başka bir deyişle, onların gözetimi altında ve zaman zaman doğrudan onaylarıyla gerçekleşen sömürgeciliğin vahşeti konusunda, burada sözü edilen liberal geleneğin temsilcileri, Sovyet rejimi ve “Stalinizm” e bağlanan utanç verici yönleriyle ilgili olarak Marks ve Engels'e atfedilenden çok daha fazla doğrudan sorumluluğa sahiptir
Marx'tan Stalin'e giden yol , ve Gulag sorunlu, inişli çıkışlı, ve her halükarda, 2. Dünya Savaşı ve sürekli olağanüstü hal gibi tamamen öngörülemeyen olayların aracılık ettiği bir yol iken, Locke'u köle ticaretine ya da Mill ve Tocqueville'i yerli halka dayatılan zorla çalıştırmaya ve sömürge katliamlarına bağlayan bağlantı anında aşikardır.
Bir teori olarak, ütopyacılık da masumiyet iddiasında bulunamaz. Liberaller bu noktada haklılar, ancak ne yazık ki bu argümana dogmatik bir şekilde başvuruyorlar, bunu kendilerine değil, sadece düşmanlarına uyguluyorlar:
Kendi kendini düzenleyen bir piyasa ütopyasının ardından, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında, bir hastalık patates hasadını yok ettiğinde ve müteakip kıtlık yüz binlerce İrlandalının hayatını tükettiğinde bile Britanya'nın sadık olduğu ütopya ile herhangi bir devlet müdahalesinin reddedilmesinin korkunç insani ve toplumsal maliyetleri nelerdi?
Veya daha güncel bir örnek vermek gerekirse:
(Bush Jr.'dan önce bile Wilson ve Popper gibi önde gelen modern filozoflar tarafından desteklenen) tarafından desteklenen, demokrasinin dünya çapında silâh zoruyla yayılmasıyla kalıcı bir barış sağlanacağı ütopyası kaç felaketi kışkırttı ve kışkırtmaya devam etti?
Bu dogmatizme düşmemek için, Sovyetler Birliği tarihiyle ilgili olarak da benzer bir soru soruluyor.
Şüphesiz ki, Ekim Devrimi'nden doğan ülkenin tarihini, Marks ve Engels tarafından geliştirilen ideallerin kademeli olarak “ihanet”ine ağıt yakarak okuyanlar da var; gerçekte ve bazı yönlerden, tam olarak bu “orijinal” (Binyıllık, devlet ve hukuk normlarının olmadığı, ulusal sınırların olmadığı, piyasa ve paranın olmadığı, nihayetinde hiçbir gerçek çatışmanın olmadığı bir toplum umudu) idealler normale geçişi engelleyen ve olağanüstü hali uzatan ve yoğunlaştıran (eski rejimin krizinden, savaştan ve müteakip istilalardan kaynaklanan) zararlı bir rol oynadı.
Farklılıklarına rağmen, burada eleştirilen ve sırasıyla suç (veya suç deliliği) veya ihanet kategorisine dayanan iki yaklaşımın paylaştığı ortak bir özelliği var: dikkatlerini bireylerin ya suçlu ya da hain doğasına odaklama eğilimindedirler. Aslında, onlar dünya çapında insanları kendine çekme yeteneğine sahip olan ve etkisi oldukça uzun bir süre boyunca yayılan sosyal, politik ve dini hareketlerin gerçek tarihsel gelişimini ve tarihsel etkinliğini anlamayı reddediyorlar.
Böyle bir yaklaşımın, (yalnızca 12 yıl süren ve yalnızca “üstün ırk”a dahil olanlara hitap edebilen) Üçüncü Reich konusunda da sonuçsuz ve yanıltıcı olduğunu kanıtlıyor. Hitler'i Nazizm'in vahşeti nedeniyle suçlamak, kendi ideolojisinin iki temel parçasını kendisinden önceki dünyadan alıp radikalleştirdiği gerçeğini bastırmak çok kolaydır: beyaz ırkın sömürgeci misyonunun ve Batı'nın kendisinin, şimdi egemenliğini Doğu Avrupa'ya daha da genişletmesi için çağrıda bulunulmasının kutlanması; Ekim Devrimi'ni, sömürge halklarının isyanını teşvik eden ve doğal ırk hiyerarşisini baltalayan bir Yahudi-Bolşevik komplosu olarak anlamak ve, daha genel olarak, toplumu bir patojen gibi enfekte etmek, “nihai çözüm” de dahil olmak üzere her türlü yolla karşı karşıya kalınması gereken medeniyet için korkutucu bir tehdit oluşturuyordu.
Başka bir deyişle, Üçüncü Reich'ın dehşetinin doğuşunu anlamak, Hitler'in çocukluğunu veya ergenliğini yeniden inşa etmek meselesi değildir; aynı şekilde Kökleri Çarlık Rusyası tarihine uzanan - ve liberal Batı ülkelerinin de hem sömürgeci genişleme dönemlerinde hem de İkinci Otuz Yıl Savaşı'nın neden olduğu olağanüstü hal sırasında, her zaman farklı şekillerde kullandığı- bir kurumu (Gulag) analiz etmeye Stalin'in ilk yıllarından başlamak da mantıklı değildir.
Benzer şekilde yanıltıcı olan, köleliği ve Kızılderililerin katledilmesini ve yok edilmesini öncelikle ABD Kurucu Babalarının bireysel özelliklerine dayanarak açıklamak istemek ya da Alman ve Japon şehirlerinin stratejik ve atom bombalamalarını Churchill, Roosevelt ve Truman'ın sapkın doğasıyla açıklamaya çalışmaktır.
Guantanamo ve Abu Ghraib'in dehşetini Bush Jr.'ın ergenliği veya çocukluğundan başlayarak açıklamaya çalışmak da aynı derecede mantıksız olacaktır.
Ama hadi Stalin'e geri dönelim.
Her şeyi suç (ya da suç deliliği) ya da orijinal ideallere ihanet olarak yorumlayan yaklaşımı reddetmek ahlaki bir kayıtsızlık durumu mudur? Tarihçiler bugün hala yaklaşık iki bin yıl öncesine dayanan bireyleri ve olayları tartışıyorlar: Hem senatör aristokrasisi hem de Hıristiyanlar tarafından çizilen Nero'nun uğursuz portresini tereddüt etmeden kabul etmeli miyiz?
Özellikle, yeni dinin masum takipçilerini suçlamak ve onlara zulmetmek için Roma imparatorunu Roma'da yangın çıkarmakla suçlayan Hıristiyan propagandasını sorgusuz sualsiz kabul etmeli miyiz?
Yoksa, bazı bilim adamlarının öne sürdüğü gibi, erken dönem Latin Hıristiyanlığındaki, batıl inanç ve günahın en mükemmel yeri olan küle indirgenmeyi ve onların eskatolojik (ölüm, yargı ve ruhun ve insanlığın nihai kaderi ile ilgili) umutlarının gerçekleşmesini hızlandırmayı amaçlayan köktenci ve apokaliptik (dünyanın tamamen yok olacağı kehaneti) eğilimler tarafından başlatılmış olabilir mi? 1040
Birkaç yüzyıl ileriye atlayalım.
Diocletianus tarafından başlatılan geniş çaplı Hıristiyanlık karşıtı zulme ilişkin olarak, ordusu, tam da barbar istilası tehlikesinin daha tehdit edici hale geldiği bir zamanda, Hıristiyan pasifist ajitasyonuyla baltalanırken, tarihçiler kendilerine bunun yalnızca Roma geleneklerine yabancı olan açıklanamaz bir dini nefretin sonucu olup olmadığını veya devletin geleceğine ilişkin gerçek bir endişenin bir rol oynayıp oynamadığını sormaya devam ediyorlar.
Bu soruları soran tarihçiler, Hıristiyanların maruz kaldığı zulmü küçümsemek ya da onları tekrar hayvanlara ve en iğrenç işkence biçimlerine göndermek istemekle hiç suçlanmıyorlar.
Ne yazık ki, Hıristiyanlığın kutsal tarihini eleştirel bir şekilde analiz etmek, genellikle Batı tarihini ve ona öncülük eden ülkeyi çevreleyen kutsal ruh hakkında şüpheler ifade etmekten daha kolaydır; geçmişin çok daha derinliklerinde olması ve günümüzün ilgi ve tutkuları üzerindeki etkisi çok daha küçük olması nedeniyle, Hıristiyanlığa yenik düşenlerin güdülerini anlamak, yenilgileri "Amerikan yüzyılı"nın zaferine giden yolu açanların güdülerini belirlemekten çok daha kolaydır.
Çeviri E.A
2021
Hiç yorum yok