SERMAYE KÂR İÇİN HER TÜRLÜ CİNAYETİ İŞLER
Okçuoğlu
14 Şubat 2023
“Sermaye, kâr olmadığı zaman veya da az kâr edildiği zaman hiç hoşnut olmaz, tıpkı eskiden doğanın boşluktan hoşlanmadığının söylenmesi gibi. Yeterli kâr olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler. Kaçakçılık ile köle ticareti bütün burada söylenenleri doğrular." (T. J. Dunning, l.c., s. 35, 36.). Aktaran: Marks; Kapital, C. I, s. 788, dipnot).
Devletin, Saray’ın, diktatörün üzerine çok gidiliyor. Özellikle Millet İttifak’ında toplanan, Cumhur İttifak’ına seçimlerde alternatif olan burjuva muhalefet, depremin beraberinde getirdiği bütün sorunların tek sorumlusu olarak diktatörü görüyor. Kılıçdaroğlu, özenle devlete sahip çıkıyor, Erdoğan’a yükleniyor. Deprem gerçekten de siyasi olarak burjuva muhalefet için bir seçim aracına dönüşmüş, fırsat olmuştur. Karşılıklı atışmalar daha nasıl kapsamlaşacak ve derinleşecek, bunu göreceğiz. Diktatör de depremi fırsata çevirerek, “mağdurluk” üzerinde ulusal ve uluslararası bir şova mutlaka hazırlanacaktır. Bu arada depremde kaybedilen canların giderek artması sadece bir sayısal tespit olacaktır.
Deniyor ki, devlet hiçbir tedbir almamış, bilim insanları sürekli uyarmalarına rağmen, bu uyarılar karşısında suskun kalınmış vs. Bence bu doğru değil. AKP iktidarı döneminde daha önceki depremler bağlamında devlet hafızası kat be kat zenginleşmiştir. Örneğin devletin 1999 depreminden daha o zaman çıkarttığı derslerden, raporlardan ilk elden yararlanan AKP dönemi devleti olmuştur. Bu bakımdan eleştirelim, ama hiçbir şey yapmadılar, tedbir almadılar türünden eleştirilerle haksızlık etmeyelim!
Önemli olan diktatör önderliğinde devletin neyi yapmadığını, değil neyi yaptığını sıralayabilmektir. Birkaç örnek:
1)7 Temmuz 1997 tarihinde Mülki amirlikleri temsilen İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay arasında imzalanmış olan “Emniyet Asayiş Yardımlaşma Protokolü” (EMASYA) 15 Temmuz darbe girişiminden sonra nihai olarak kaldırıldı. Diktatör, yarın bir deprem olur polis ve askeri birlikler gittikleri deprem bölgesinde darbe hazırlığı yapar diye düşünmüş olması gerekir.
EMASYA kaldırılmasaydı şimdi ordu, silahlı kuvvetleri bu 10 ile en kısa zamanda müdahale etmiş, insanların barınma, gıda, kurtarma vb. sorunlarını çözüyor olacaktı. Erdoğan ve şürekasına gerek kalmayacaktı.
2) Yer Bilimci Prof. Dr. Naci Görür, olası depremlere ilişkin projeler hazırladıklarını ve ilgili bilimlere sunduklarını, ancak reddedildiklerini açıklıyor: “Depreme ilişkin proje hazırladık. Harita Genel Müdürlüğü ile valiliklerle, belediyelerle proje hazırladık. Devlet Planlamaya, TÜBİTAK’a sunduk reddedildi. Hazırlanmamız gerekliğini sürekli söyledik. Ancak bunlar görmezden gelindi. 1999 Gölcük depremi olduğu zaman biz yer bilimciler, Düzce’ye, Marmara’ya dikkat dedik. Biz oraya dikkat dediğimiz için hazıklıklar yapıldı. 3 ay sonra Düzce’de deprem oldu. Hazıklıklar yapıldığı için ölümler az oldu. Biz açıklamalarımızı bilimsel verilerle yapıyoruz bu falcılık olarak görülmemeli.” (Evrensel, 06 Şubat 2023)
Demek ki, bir eylem içinde bulunulmuş!
3) Yaz boz tahtası ve “imar affı”
Diktatör 2019 yılında Maraş’da yaptığı mitingde “imar affı”ndan da söz eder ve müjdesini verir:“İmar barışıyla 144 bin 556 Maraşlı vatandaşımızın sorununu çözdük.”
İBB Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Buğra Gökçe sosyal medya hesabından “imar barışı” verilerini paylaşır: Türkiye genelinde düzenlenen yapı kayıt belgesi sayısı: 3 milyon 252 bin 94 adet. Depremin etkilediği 10 ilde ise bu sayı 294 bin 166 adettir.
Sonuçta 2018’in Mayıs ayı, son imar affı düzenleme tarihi oldu. Bu tarihten bir ay sonra yapılan seçimlerde bu “af”dan dolayı ne kadar oy aldığı bilinmez, ama bilinen şudur: 31 Aralık 2017 öncesi de dahil kayıt dışı diye tanımlanan kaçak yapılar yasallaştırıldı. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un, 26 Haziran 2019’da yaptığı açıklamada, bu aftan yararlanmak isteyenlerin sayısını öğreniyoruz: “Bugüne kadar imar barışına 10 milyon 250 bin vatandaşımız başvurdu.”
AKP, diktatör tam yedi kez “imar affı” niteliğinde düzenleme yapmıştır. Ve toplamda 10 milyon 250 kişi bu “af”tan yararlanmış ve kaçak yapılarını yasallaştırmıştır.
T. Özal’ın dediği gibi, ‘yapılar yasalara uymuyorsa, yasaları yapılara uydurmalıyız’! Diktatör de öyle yapmıştır. Oy almak için yasaları kaçak yapılara uydurmuştur. Sonuç ortada. Oy ve çıkar uğruna affedileni deprem affetmedi.
İnşat sektöründe sermaye hareketini kontrol etmek için olsa gerek 2019’da müteahhitliğe sınırlama getiren yasa çıkartıldı. O zamana kadar müteahhitlik cenneti olan Türkiye’de kayıtlı müteahhit sayısı 450 binden 100 bine (faal) düştü. Şimdi ise bütün sorun müteahhitlere atılarak müteahhit avına çıkıldı.
Rüşvet, imar barışı, kader, bir şey olmaz, boşvermecilik, imar affı, sorumsuzluk, zayıf temel, deniz kumu, kalitesiz çimento, rant, denetimsizlik, kayırmacılık... Bu kavramlar aslında bu depremin ve Türkiye’de imar politikasının özetidir. Dün de böyleydi. Değişen sadece iktidarlardır. İktidar felaketin büyüklüğüne bakıyor. Muhalefet ise hafiye gibi hata, eksiklik vb. arıyor.
Kılıçdaroğlu, kılıcı çekmiş fena sallıyor, baş sorumlu Erdoğan’dır diyor, restini çekiyor:
“Halkımızın halini yerinde gördüm. Yaşananlara siyaset üstü bakmayı, iktidarla hizalanmayı reddediyorum. Bu çöküş tam da sistematik rant siyasetinin sonucudur. Erdoğan’la, sarayıyla ve rant çeteleriyle hiçbir zeminde buluşmayacağım. Ben halkımın kavgasını vereceğim. Sonuna kadar” diyor.
Diktatör buna ne der onu yakında öğreneceğiz. Açık ki, belli bir saldırı planı olacaktır. Yoksa bunca “eser”ini bırakıp gitmek olmaz! Doğu Akdeniz’de demirlemiş, yardıma hazır bekleyen Amerikan uçak gemisini de dikkate alarak deprem-”dış düşman” formunda bir saldırı gerçekleştirecektir. Şimdilik bakanları vasıtasıyla müteahhitlere, “kolon kesenler”e, yağmacılara, “provokatör”lere, “paralel devletçilere”, aklınıza ne kadar AKP karşıtı olan varsa onlara, muhalefetten yana olan, açıklama yapan dış dünyaya karşı savaş açacaktır. Yine veya bir daha “kandırıldık” der mi, orası bilinmez. Ama göstermelik de olsa üç beş müteahhit, “kolon kesen”, yağmacı vb. tutuklanır. Zaten savcılar harekete geçmişler. 1999 depremi sonrasında bu türden insanlara karşı açılan dava sayısı 2100 idi. Bu davalardan 1800’ü hukuksal boşluklardan dolayı cezasız sonuçlanmıştır. Geriye kalan 300 davanın 110’una çoğuna ertelenebilir ceza veriliyor. Diğer davalar ise zaman aşımından dolayı 16 Şubat 2007’de düşürülmüştür. Bu karar AKP hükümeti döneminde alınmıştır. Sanıyor musunuz ki, göstermelik birkaç davanın ötesine geçilecek ve gerçekten de hesap sorulacak?
Başta diktatör olmak üzere rejim korkuya kapıldı, “zevat” resmen korkuyor. Bu korku, nasıl adım atacaklarında etkili olacaktır. Bu korku, geri adım atmaya değil, ileri adım atmaya, saldırmaya, susturmaya, işin içine “kader”i de katarak kendini haklı çıkarmaya; bütün iç ve dış düşmanlara karşı birlik ve beraberliği sağlamamız gerekire sinmiş olacaktır.
10 ile yayılmış o yıkıntıların, o moloz yığınının içinden, öldürülmüş on binlerce insan, yaralılar, dağılmış aileler orada perişan bir vaziyette dururken diktatör bu “yüzyıllın felaketi”nden iktidarını garantileyen, suçlarını “temizleyen”, en azından görünmez kılan yeni bir stratejiyle karşımıza çıkarsa bundan hiç şaşmamak gerekir. Kendinden bekleneni yapmış olacaktır.
Korkuyor, korktuğu için ileri adım atmaktan başka çaresi yok. Korkuyor, çünkü bu deprem iktidarının ne kadar güçsüz, dağınık, sahada etkisiz olduğunu göstermiştir. Aslında bu deprem, iktidarın, devletin enkazıdır.
Diktatör durumun vahametini görmüş olmalı ki, ilk elden OHAL ilan etti.
Sonra suçlu arayışına çıkıldı. Savcıları zaten harekete geçmiş durumdalar.
Müteahhit ve “kolon kesen” avını sürekli kılacaklar ve kapsamlaştıracaklar. Bütün suçu bunların üstüne yıkacaklar.
Denetim konusunda da sorumlu ve suçlu arayacaklar. İktidara dokunmayacak derecede bunların da üzerine gidecekler.
Yağmacılar, “provokatör”ler konusunda ne yaman hafiye olduklarını zaten gösterdiler. Her tarafta, her sorunda “provokatör” aramayı kapsamlaştırarak sürekli kılacaklar.
Yeni saldırı stratejisinin önemli bir ayağı da işin içine dini karıştırmak olacaktır. Bu konuda diktatör oldukça ustadır. Deprem bölgesine 2500 diyanet görevlisi gönderildi. Bunların görevi, depremi “Taktir-i İlahi”yle, “kader”le, “fıtrat”la açıklamak ve iktidarı temize çıkartmak olacaktır.
“Yaparsa AKP yapar”ın tılsımı kalmadı. “Kaçak yapılara ruhsat verip bağış alıyoruz” diyen Erdoğan’dan başkası değildi. 21 Ekim 2017’de “Biz bu şehre (İstanbul) ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz” diyen de Erdoğan’dan başkası değildi. Erdoğan önderliğinde AKP 1990’lı yıllarda “Kaçak yapılara ruhsat verip bağış alıyoruz”u kendi iktidarı döneminde geliştirendir, kapsamlaştırandır. İhale kanununu 20 yılda 200 kereden fazla değiştiren AKP’dir. Yukarıda bahsettiğim imar affının, vergi affının mimarı da AKP’dir. Dolayısıyla kaçak konut, bağış ve rüşvet karşılığı ruhsat ve nihayetinde oy karşılığı imar affı. İşte bu düzenin mimarıdır AKP ve Erdoğan.
Ancak, depremin ortaya saçtığı sorunlarda her ne kadar siyasi sorumluluk iktidarda olsa da esas nedenin, bu sorunları üretenin sistem olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Burjuva muhalefet, başta da Kılıçdaroğlu, Erdoğan sorumludur, ondan hesap soracağım demekten öteye gitmiyor. Gidemez de. Bu talanı, rüşveti, rantı üreten, on binlerce insanın ölmesine neden olan kapitalizmdir. Deprem öldürmez, kapitalizm öldürürü ne kadar tekrarlasak azdır. Ancak, sorunu kişilerde ararsak, aslında sistem, kapitalizm temizdir; depremi öldürücü kılan kapitalizm değil, yönetenlerdir demiş oluruz.
Kapitalizmin yıkılmasıyla depremden kurtulamayız. Ancak, doğa yasalarını tanıyan, ona göre hareket etmesini bilen işçi sınıfının ve emekçilerin demokratik devrimci iktidarında; Halk Cumhuriyetleri Birliği’nde deprem öldürmez.
*
Deprem: Emekçilere “kader”, sermayeye yeni karlar
Doğada ve toplumda süreçlerin ve gelişmelerinin belli bir yasallığı vardır. İnsanlar bunun farkına varmayabilirler, ama doğa ve toplumda her gelişmenin, hareketin belli yasaları gereği ve doğrultusunda gerçekleştiği artık tartışma götürmez bir gerçekliktir. Bunun böyle olduğunu, dini sömürü aracı olarak kullanmak isteyen yobazların dışında burjuvazi dahi kabul etmektedir. Mademki doğa ve toplumdaki gelişmeler belli bir yasallığın gereğidir o halde bu yasaları ortadan kaldırınca/etkisiz hale getirince, örneğin deprem olmaz diye düşünenler olabilir. Bu, yanlış bir düşüncedir. Çünkü bu yasalar, nesnel karakterlidirler ve insan iradesine bağlı değildirler. Önemli olan, onları ortadan kaldırma çabası değil, onları tanımak ve ona göre hareket etmektir.
Bilim burjuvazinin elindeyse deprem kader olur!
“SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları” başlıklı çalışmasında Stalin diğer şeylerin yanı sıra bu konuya da açıklık getirir. Stalin şöyle diyordu:
“Marksizm, bilimin yasalarının -söz konusu olanın doğa bilimi yasaları veya politik ekonomi yasaları olup olmadığı hiç fark etmez- insanların iradesinden bağımsız olarak gelişen nesnel süreçlerin yansıması olarak kavrar. İnanlar bu yasaları keşfedebilirler, onları tanıyabilirler, araştırabilirler, kendi faaliyetlerinde dikkate alabilirler. Ama bu yasaları değiştiremezler veya kaldıramazlar. Dahası bilimin yeni yasalarını yaratamazlar.” (Cilt 15, s. 256).
Bu yasaların insan iradesinden bağımsız olmaları doğa felaketlerinin, afetlerin kader olduğu anlamına asla gelmez. Tam tersine, bu yasal süreçlerin etkilerine karşı bilinçli adımların atılmasına, tedbirlerin alınmasına ve felaketin sonuçlarının en aza indirilmesine/etkisizleştirilmesine yol açar.
“Çok sayıda örneklerden birisini alalım. Eski zamanlarda büyük nehirlerin selleri, su baskınları ve bunların neden olduğu konut ve ekim zararı üstesinden gelinemez, insanların çaresiz kaldıkları doğa felaketleri olarak görülürlerdi. Ama zamanla, insan bilgisinin gelişmesiyle, insanların barajlar ve hidroelektrik santraller inşa etmesini öğrendiklerinde, önceleri üstesinden gelinemez görülen su baskınları felaketlerinden toplumun korunmasının mümkün olduğu görülmüştür. Dahası, insanlar, doğanın yıkıcı güçlerini hafifletmeyi tabir yerindeyse gemlemeyi öğrendiler.” (Stalin; agk., s. 245/287)
Stalin burada doğa yasalarının yok edilmesinden, kaldırılmasından değil, bu yasalar tanınırsa, doğa felaketlerine karşı mücadele edileceğinden ve doğanın insana ve topluma vereceği zararın asgariye indirilebileceğinden bahsediyor.
Bilim açısından durum böyle.
Türkiye’nin deprem bölgesinde olduğu, yüzde 96’sının çeşitli derecelerde deprem riski taşıdığı biliniyor. Birinci derecede deprem bölgesinde yer alan bir ülkede depremin sonuçlarına karşı tedbir alınmıyorsa bunun sorumlusu depremin kendisi olamaz. Şüphesiz, depremin geliyor olduğunu zamansal bir kesinlik bakımından bilim henüz tespit edemiyor. Ama sorun bu değil. Sorun, depremin sonuçları açısından doğaya hakim olma olanağı olmasına rağmen, depremin yol açabileceği felaket asgariye indirilebilir olmasına rağmen bu yönlü tedbirlerin alınmamasıdır. Burjuvazi, suçunu biliyor ve bunu gözardı ettirmek, dikkatleri başka yöne çekmek için ulusal ve uluslararası alanda duygu sömürüsüne başvuruyor ve depremi kader olarak açıklamaya çalışıyor.
Sermaye kar için her türlü cinayeti işler
On binlerce insanın ölümünden, yaralanmasından, işsiz ve evsiz kalmasından, altyapının tahrip olmasından ve 50 milyar dolara varacağı tahmin edilen maddi değer kaybından bu sınıf ve onun sistemi sorumludur. Hiç kimse olanaksızlıktan, bilimsel yetersizlikten, durumun bu denli ciddi olacağını düşünememekten bahsedemez. Deprem sonuçlarına karşı bilimsel tedbirler rahatlıkla alınabilir. Bu teknoloji mevcuttur. Bu teknolojiyi kullanacak yetişmiş işgücü ve yasal mevzuat da var. Başka ülkelerde ihale alıp sağlam binalar inşa edebilenler aynısını Türkiye’de yapmıyorsa bunun bir nedeni olmalıdır. Devletin ne denli çeteleştiğini, yolsuzluğun, hırsızlığın, rüşvetin, halkı soymanın, talan etmenin ve insanların yaşamını hiçe saymanın ifadesini bu depremin sonuçları olarak görüyoruz. Felaketi bu boyutlara taşıyan depremin kendisi değil, bizzat bu düzendir. Depreme dayanıklı konut ve altyapının nasıl inşa edilmesi gerektiği yasalarda var. Bunun uygulanması durumunda depremin verdiği zarar asgariye indirilecekti. Ama Türkiye’de sermaye olağanüstü vahşidir. Karla yetinmez, daha fazla kar için cesetleri çiğnemeye hazırdır. Bunun sonucunu görüyoruz. Marks’ın Quarterly Review’den aktardığı şu sözler Türkiye’de sermayenin tanımıdır: “Güvenli bir yüzde 10 kar ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20 iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kar ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur.”
Depremin sonuçları, kar uğruna bütün insani yasaların ayaklar altına alındığını ve sermayenin, işlemeyeceği cinayetin olmadığını gösteren özel sektör ve devlet, bu cinayeti işlemek için bütünleşmiştir. Mevzuatı delmek, ruhsat almak, yasal olanı yapmamak, demirden, çimentodan çalmak, üç kat yerine beş kat yapmak, bütün bunlar sermaye-devlet ortaklığıyla olmuştur. Göz yuman devlettir, onun kurumlarıdır.
Devlet kurumları, kurallara uyulup uyulmadığını denetlemiyor, alınacak rüşveti ve bunun paylaşımını denetliyor.
Yaralara sebep olanlar, yaraları saramazlar
Bütün ülkeyi üzüntüye boğan bu felaket, milyonlarca emekçiye bu devlete, bu düzene güvenilemeyeceğini bir daha göstermiştir. “Yaraları en kısa zamanda saracağız” diyen alçaklar, bu çetebaşlarıdır. Ama onlar sorumluluklarını gizlemeye çalışıyorlar. Yüzlerinde üzüntü değil, gerçekleri saklama ve yığınlardan korkma ifadesi var. Bu hesabın sorulacağından, sorumsuzluklarının, talana ortaklıklarının bütün boyutlarıyla açığa çıkartılabileceğinden korkuyorlar. İlk haberle şoke oldular, sonra şaşkınlaştılar ve daha sonra felaketin boyutlarından korktular ve deprem değil, kendilerinin yarattığı felakete müdahale etmekte geciktiler. İşte bu devlet, halkın çıkarları söz konusu olduğunda çok örgütsüzdür, birçok alanda eşsiz özelliklere/yeteneklere sahiptir. Ordusu darbe örgütlemekte ve başarıyla uygulamakta ustadır. Polisiyle, mahkemeleriyle bu devlet, yığınları susturmada, işkencede ustadır. Kürt ulusunu susturmak, katletmek için en ince taktikleri tespitte ve uygulamada üstüne yoktur. Demokrasiden susturmayı, katletmeyi, soygunu, talanı anlayan bir devletten, depremin sonuçlarına karşı halkın yanında yer almayı düşünmek bile abes olur. Devlet ve sermaye bu felaketi, yakında nakite çevireceklerdir. Bunun hesabı yapılıyor.
Ancak proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlendiği bir sistemde; sosyalizmde deprem ne kader olacak ve ne de zararlı felaket boyutunda olacaktır. Bu düzende sermayenin değil, halkın çıkarları, sağlığı, geleceği esastır. Konut ve altyapı inşası ülkenin, inşa bölgesinin fiziki yapısını göz önüne alır. Deprem riskini hesaba katar. Doğa felaketlerinin asgariye indirilmesi için yapılması gereken her şeyi yapar. Lenin ve Stalin dönemi Sovyetler’i buna örnektir. O dönemin bütün bina ve altyapı inşasında bölgenin fiziki özelliğinden başlayarak birçok nokta göz önünde tutulmuştur. O dönemde yapılan bütün binalar ve altyapı tesisleri hala sapasağlam dururken, ‘60’dan sonra -revizyonist dönemde- yapılanlar dökülmektedir. Fark sınıfsaldır. Bir taraftan burjuvazi ve onun çıkarları; diğer taraftan da işçi sınıfı ve emekçi halkın çıkarları.
Politikada ATLIM, Sayı 31, 28 Ağustos 1999.
Hiç yorum yok